Köprü Anasayfa

Eğitim

"Güz 99" 68. Sayı

  • Bir Model Olarak Medresetüzzehra Projesi

    Ümit Alparslan

    Kuruluşları IX. asra kadar giden medreseler, Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk (ö.1092) tarafından sistemli hale getirilmiş ve daha sonra kurulan medreselere model olmuştu. Fıkıh, Kelam, Tefsir, Hadis, Astronomi, Matematik, Fizik gibi ilimlerin beraber okutulduğu medreselerde, bilhassa yüksek kısımlarında XV. yüzyıla kadar, alanlara göre ihtisaslaşma da gerçekleşti-rilmişti. İslam dünyasında, ilk mektepler dışındaki bütün kademeleri içine alan örgün öğretim kurumu olan medreseler, gittikçe dar bir alana yönelerek, özellikle yüksek kısımlarda İslam hukukunun öğretildiği meslek okullarına dönüşmüştür.

    Avrupa’nın XVI. yüzyıldan itibaren fikir, fen ve teknoloji alanında hızlı gelişme göstermesi doğunun zaafiyetini su yüzüne çıkarmıştır. Bu dönemde klasik medreselere karşı tavır, bölgeler itibarıyla farklılık göstermeye başlamıştır. Rusya’nın işgalindeki bölgelerde Kazan’dan başlamak üzere, XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, medreselerin aynen korunması ile yenilikler yapılması konularında tartışmalar başlamış ve yenilikçiler tarafından usul-ı cedid tarzında medreseler açılmaya başlamıştır. Bu hareket, İslam dünyasında tartışılarak yayılırken üçüncü bir yol olarak da -II. Meşrutiyet dönemindeki hareketi hariç- Osmanlı Devleti’nde uygulanan Avrupaî mektebler açılarak medreselerin kendi hallerine bırakılması tarzı ortaya çıkmıştır.

    Osmanlı Devleti’nde XVII. yüzyılın sonlarında Avrupaî askeri okulların açılmasıyla başlayan süreç Rüştiye (orta), idadi/sultani (lise) ve Yüksek Okul ile Darülfünun (Üniversite) ‘un kurulmasıyla Avrupaî manada örgün eğitim sitemi tamamlanmıştır. Buna karşılık medreselerde ciddi bir yenilik teşebbüsü, 1914 tarihinde gerçekleştirilene kadar ortaya çıkmamıştı. Mekteb-Medrese, fünun-ulûm tartışmalarının alevlendiği Osmanlı Devletinde, İslam dünyası ve bütün doğunın, Batılı sömürgeci devletlerce tehdit edildiği bir sırada Osmanlılarda Bediüzzaman Said Nursi, Medresetüzzehra adıyla bir proje ortaya koymuş ve gerçekleştirmek için çalışmalara başlamıştı.

    Medresetüzzehra Fikrinin Ortaya Çıkışı

    XIX. Yüzyılın sonlarında İslam dünyasının büyük kısmının doğrudan, kalan bölümünün de dolaylı olarak sömürge haline düştüğü bir sırada, emperyalist batı devletleri konumlarını güçlendirmek, ileriye yönelik tedbirler almak için çareler aramaktaydılar. Bir gazetenin haberine göre, o dönemde en büyük sömürgeci devlet olan İngiltere’nin Müstemleket Bakanı İslamlara hakiki hâkim olmak ve tahakkümleri altında tutabilmek için iki yol teklif etmişti. “Ya Kur’an sukut ettirilmeli veyahut ta Müslümanlar Kur’ân’dan soğutulmalıdır. “Müslümanların dinî kaynağıyla irtibatını ortadan kaldırmak isteyen bu cereyana karşı, Bediüzzaman hemen harekete geçmiş ve bir “İslam Darülfünûnu” tesisini tasavvur ile fedakar ve masum milletin “ahiretini ve onun bir faydası olarak dünya hayatını” kurtarmak için çalışmaya başlamıştır. (Nursi, 1997, 439)

    Aynı yıl, Bediüzzaman, “Alem-i İslam medresesi” ve “Mübarek medrese” diye vasıflandırdığı Mısır’daki Câmiü’l-Ezher’e gidip ders almaya “niyet” etmişse de “kısmet” olmamıştı. Ezher’in Afrika’da “bir umumi medrese” olduğunu kabul etmesine rağmen, Asya’nın Afrika’dan daha büyük olduğuna dikkat çekerek, Ezher’den daha büyük bir Darülfünun’un yani İslam Üniversitesi’nin Asya’da açılması gerektiği kanaatına varmıştır. (Nursi, 1997, 439)

    Bediüzzaman’ın Ezher’i bir umumi medrese olarak kabul etmesine rağmen, başka bir İslam Üniversitesi açma istikametinde çalışmaya başlamasını, Ezher’in mevcud halini beğenmeme veya daha iyi ve ondan daha farklı unsurlarla techiz edilecek bir müessesenin tesisi düşüncesinin bir ürünü olarak değerlendirmek gerekmektedir. Bediüzzaman, Ezher’i doğrudan tenkit yerine, olmasını arzuladığı, Medresetüzzehrâ’yı anlatarak Ezheri tenkit etmektedir.

    Bediüzzaman, “Alem-i İslam medresesi” olarak kabul ettiği Ezher’e ders almaya gitmemesini sadece “kısmet” kelimesi ile ifadesi yeterli bir açıklama değildir. Ancak, Bediüzzaman’dan ilk defa İslam Darülfünunu fikrinin ortaya çıkmasına etken olan unsurlardan en önemlisinin Müslümanları daimi tahakküm altında tutmak için ya Kur’an’ın ortadan kaldırılması veyahut Müslümanları Kur’an’dan uzaklaştırma cereyanının İngiltere merkezli olması ve İngiltere’nin Ezher’in bulunduğu Mısır’ı işgal ederek Sömürge İmparatorluğunun önemli merkezlerden biri haline getirmesi dolayısıyla, belli ölçülerde hala Alem-i İslam medresesi sayılmasına rağmen, Bediüzzaman’ın Ezher’e gitmesi artık mümkün olamazdı. Zira, mücadele edeceği cereyanın tahakkümü altındaki bir merkeze gitmesi, Arapları İngiltere lehine olmak üzere Osmanlı Devleti’ne karşı kullanmak isteyen İngilizlerin kontrol ve yönlendirmesine açık olan Ezher’in de bulunması zaten imkansızdı. Bediüzzaman’ın Ezher’e gitmemesi; Ezher’in gelecek için yetersizliği ve İngiliz işgali dolayısıyla ortaya çıkan konumu dolayısıyla, şuurlu bir tercihle gerçekleşmemiş, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “kısmet” olmamıştı.

    Medresetüzzehra İçin Örnek Alınan Kurum

    Bediüzzaman, bir İslam Darülfünunu fikrini tasavvur ettiğinde, bunun Ezher’den “daha büyük bir darülfünun” olmasını istemişti. (1997, 439) Medresetüzzehra ismi ile sistematik hale getirdiği projesinde ise kurulacak müessesenin “Câmiü’l-Ezher’in kız kardeşi” olması gerektiğini belirtmişti. (1996, 125) Bu iki ifade de de, hangi noktalarda Ezher’in örnek olduğu anlaşılmamasına karşılık, Emirdağ’da yazılan ve bu hususa daha fazla açıklık getirerek Doğu Anadolu’da kurulacak üniversitenin kendi istediği istikamette teşekkülü için “Medresetüzzehra manasında Câmiü’l-Ez-her üslübunda” olması gerektiğini belirtmişti. (1997, 439-440) Bu ifadeden Bediüzzaman’ın Ezher’i üslup bakımından tasvip ederken mana bakımından kendi çizdiği çerçeveyi esas aldığı ortaya çıkmaktadır. Zaten, Bediüzzaman’ın Medretüz-zehra’ya yüklediği fonksiyonlara bakıldığında mana bakımından Ezher’in neden model olamayacağı tezahür etmektedir.

    Başlangıç tarihi X. yüzyıla kadar giden Ezher, doğuda Moğal istilası, batıda ise Endülüs’ün yıkılması gibi önemli olaylara rağmen, en azından eğitim müessesesi olarak istikrarlı bir şekilde varlığını korumuş, burada hakim olan devletlerde bu müessesenin gelişmesine katkıda bulunmuşlardı. Ezher; İslam dünyasının her tarafından gelen talebelerin yemek ve barınma ihtiyaçlarıni bizzat kendi imkanlarıyla karşılıyordu. Buraya tahsile gelen öğrenci-ler, milliyet, mezhep veya bölgeler için ayrılan Revak (rivak)larda kalabilirlerdi. Talebe bakımından bütün İslam Dünyasına açık olmasına karşılık, öğretim metodu ve seviyesi, ya eski dönemi aşamamış yada alan daralması dolayısıyla daha ziyade genel bir medrese yerine hassasiyetini İslam hukuku alanına kaydıran bir kurum haline gelmişti. Tasavvuf erbabı ile de problemler yaşayan Ezher, XIX. yüzyılda özellikle fen bilimlerinin gelişmesine paralel Avrupaî tesirler medrese üzerinde görülmeye başlamıştı.

    15 Aralık 1890’de yapılan düzenleme ile dört mezhep temsilcilerinin bulunduğu bir heyet oluşturulmuş, talebelerin pansiyon ve tahsis dağıtımına ehemmiyet verilmiş, tatil müddeti kısaltılmış ve Avrupa’nın tesiriyle yeni dersler konulmuştu. Ancak, Ezher’de yenileşme çalışmaları ilkokul seviyesinden ihtisas kısmına kadar pek çok yeni düzenlemelere XX. yüzyılda devam edilmiştir. Ezher’in, Mısır’ın İngiliz hakimiyeti altına girmesi yanında belli ölçülerde de olsa Arab milliyetçiliği tezahürlerinin görüldüğünün belirtilmesi gerekmektedir. (Vollers, 1977, 433-442)

    Ezher modelinde Bediüzzaman’ın “üslub”, yani tarz ve yol olarak benimsediği hususlar; Ezher’in bütün İslam dünyasına açık olması, maddiyat engeline takılmadan bütün talep edenlerin buraya devam edebilmesi ve eğitim öğretimin bütün kademelerinin birbirinin devamı olarak aynı müessesede görülebilmesi tarzıdır. Mana, mahiyet ve ruh bakımından ise Ezher, Medresetüzzehra’ya model değildir.

    Medresetüzzehra Düşüncesinin Ortaya Çıkış Tarihi

    Bediüzzaman’ın Doğu Anadolu’da bir “Darülfünun-u İslamiye” kurma tasavvuru, kendisinin Van’da Tahir Paşa konağında kaldığı sırada ortaya çıkmıştı. Zaten bunu Emirdağ’da iken yazdığı bir mektupda, “65 yıl evvel” diyerek tasrih etmektedir. (1997,439) Ancak, Medresetüzzehra adıyla tam olarak sistematik tarza getirdiği projesinin tarihi, İslam Darülfünun’u fikrinin ortaya konuşundan 10 yıl sonra olmuştur. Zira, Bediüzzaman, Medresetüzzehra için çalışmaya başlaması için “tam ellibeş sene” çalışmıştır. “Mâdem elli beş sene bu mese-leye hayatını sarf etmiş” gibi ifadelerini yine aynı metubla kullanmıştır. Medresetüzzehra projesinin bir kitabında neşr etmesi ise, 1911 tarihinde Münazarat isimli eseriyle olacaktır.

    Medresetüzzehra’nın Açılacağı Yer

    İslam Darülfünunun, Afrika’nın Ezher’ine karşılık Asya’da açılmasını teklif eden (1997, 349) Bediüzzaman, 1911 tarihinde Medresetüzzehra’nın Bitlis merkezli olarak açılmasını iki “refikası”nın da doğu ve batı cenahındaki Van ve Diyarbakır’da açılmasını istemektedir. (1996a, 125) Cumhuriyet döneminde talebeleri tarafından yazılan ve Bediüzzaman tarafından gözden geçirilen Tarihçi Hayat’ta Medresetüzzehra’nın yeri hususunda farklı ifadeler kullanmaktadır. Bir yerde Bitlis ve Van (1996b, 41) diğer bir yerde “ya Van yahut Diyarbakır (1996b, 44) başka bir yerde de sadece “şarki Anadolu’da” (1996b, 89) ifadelerine yer verilmektedir. DP döneminde, Doğu üniversiteleri kuruluşunu desteklerken Medresetüzzehra’nın yerini “Vilâyât-ı Şarkiye’nin merkezinde”, Hindistan, Arabistan, İran, Kafkas, Türkistan ortasında olarak (1997, 439) düşündüğünü görüyoruz.

    Bediüzzaman, Medresetüzzehra’nın kurulacağı yer olarak Bitlis, Van, Diyarbakır veya Doğu Anadolu’daki herhangi bir merkezin olmasında sakınca görmemektedir. Diğer bir hususta önce Osmanlı daha sonra Cumhuriyet idaresinde olmak üzere mutlaka Türkiye’de açılması fikrindedir.

    Projesinin ortaya atıldığı dönemde; Medresetüzzenra’nın hitap edeceği alan Arabistan, İran, Hindistan, Türkistan, Kafkas ve tabii ki Bosna’ya kadar uzanan Osmanlı toprakları idi. Bu noktadan bakıldığında Doğu Anadolu bu coğrafyanın merkezi konumundadır.

    Medresetüzzehra’ya Medrese Adının Veriliş Sebebi

    Projeye “mederese” adını koyan Bediüzzaman, bunun gerekçelerini medrese ismine ünsiyet edildiği, alışık bulunulduğu, cazibeder olduğu, şevketengiz itibarının olduğu şeklinde açıklar. Ayrıca, Bediüzzaman medrese isminin “büyük bir hakikati tazammun ettiği” ve ” mübarek medrese” isminin büyük rağbet uyandırdığını belirtmektedir. (1996a, 125) Bediüzzaman, medrese adını kullanarak toplumların rağbetini celbetmeye, medre-senin şöhretinden mirasından “hakikatinden” faydalanmak istemektedir. Osmanlı dışındaki toplumlara da hitap ettiğinden ortak bir isimle buluşmak istemekte olduğu söylenebilir. Ayrıca mektep adına karşı olası tepkinin ortadan kaldırılması için de halka sıcak gelen medrese adının kullanıldığını düşünmek yerinde olmalıdır. Zira esas hedef geniş Müslüman kitlesidir.

    Projesinin adı hususunda dönemlere göre farklı isimler kullandığını da görü-yoruz. Van’daki ikameti sırasında, Batı’daki Üniversite karşılığı olarak Tanzimat döneminde kullanılmaya başlanan “Darülfünun” kavramına paralel “Darülfünun-u İslamiye” adını kullanırken, daha sonra projesine Medresetüzzehra ismini verdiğini, ve hatta Medresetüzzehra’yı “Darülfünun” olarak vasıflandırdığını görüyoruz. (1996a, 127) Cumhuriyet döneminde de, Medresetüz-zehra manasında Camiü’l-Ezher üslubunda bir darülfünun, hem mektep hem medrese olan bir üniversite (1997, 440) diyerek, içeriği kendisinin dediği gibi olduktan sonra, ismin dönemin anlayışına göre değişebileceğini belirmektedir. Ayrıca, üniversite seviyesini belirtmek için “Medresetüzzehra namında bir Darülfünun” ifadeleri de Bediüzzaman’ın talebeleri tarafından kullanılmıştır. (1996b, 41,44,89)

    Medresetüzzehra’nın Seviyesi Ne Olacaktı?

    Medresetüzzehra’nın öğretim seviyesi üniversite düzeyinde olduğu Bediüzzaman tarafından müteaddid defalar ifade edilmekle birlikte, sadece bu fonksiyonuyle düşünülmediği de anlaşılmaktadır. Zira, Bediüzzaman, “Darülfünun-u mutazammın” Medresetüzzehra namıyla “pek âli bir medresenin” açılmasından bahsetmektedir. (1996a, 125) Tabiidir ki bu ifadeden Medresetüzzehra kavramı içerisine yani üniversitelerden başka eğitim mües-seselerinin de girdiği anlaşılmaktadır.

    Bediüzzaman’ın “mahreç bulmak” (1996a, 127) olarak belirttiği, fakat, izah etmediği hususu, Ezher uslubunu dikkate alarak değerlendirdiğimizde, bir sonraki kademeye kendisi istediği kıstaslarda öğrenci yetiştirmek olarak tarif edebilir. Bu yapıyı, Bediüzzaman’ın tasvip ettiğini söylemek yerinde olacaktır. Zira, fünun, ulum ve tasavvufun birliştirileceği bir üniversiteye de, bu müfradata intibak edecek öğrencinin ilke olarak aynı istikette tedris, görecek en azından orta ve lise tahsilini yine Medresetüzzehra’da görmesi gerekecektir. Çünkü, ancak böyle bir mahreçten, kaynaktan gelen öğrenciler, Medresetüzzehra’da başarılı olabilirler veya kuranlar hedeflerine ulaşabilirlerdi.

    Medresetüzzehra’da “taksimü’l-a’mal kaidesi”ne göre şubeler olacaktır. Çünkü mütehassıslerin çıkabilmesi için şube usulü zaruridir. (1996a, 127) Üniversite tedrisatının esası olan ihtisaslaşma, yani bir alanda vukufiyet kesbetme tarzındaki anlayışın Medresetüzzehra projesinde mevcudiyetini görmekteyiz. Burada ifade edilen “şube” günümüz anlayışına göre bölüm veya kısım değil birer fakülte olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Çünkü 1913-14’lere kadar İstanbul Darülfünunundaki fakülteler de “şube” olarak anılmaktadır.

    Medresetüzzehra’nın “mekâtib-i âliye-yi resmiyeye müsavî” tutulması ve imtihanlarınında onların imtihanları gibi neticelendirilmesini ve “akîm” bırakılmaması istenmektedir. (1996a, 127) Üniversite seviyesinde kurulması düşünülmesine rağmen resmi yüksek okullara denk kabul edilmek istenmesi 1900’de daimi olarak kurulan ve ancak II. Meşrutiyet döneminde iyi bir gelişme kaydedebilen İstanbul Darülfünunu yerine daha şöhretli Mülkiye, Tıbbiye gibi yüksekokullarla müsavi tutulmasının istenmesi, Osmanlı’da itibar ve şöhret bakımından daha isabetli bir düşüncedir.

    Müsavi tutulmayı sadece seviye olarak değil, sınavlarını resmi yüksek okullar sınav usullerine göre, devletin denetiminde yapılması ve mezuniyetin hakiki ölçülerle gerçekleştirilmesi istenmektedir.

    Bediüzzaman’ın “âli” değil de “pek ali bir medrese” kurmak şeklindeki açıklaması dikkate şayandır. Bu ifadenin rastgele seçilmediğini de anlamaktayız. Çünkü, Bediüzzaman, “Şubelerin birbirine medhal ve mahreç” olabileceğini belirtmektedir. (1996a, 127) Bir şubenin diğer bir şubeye mahreç olması disiplinler arasında işbirliğini artıracağı ve daha verimli sonuçlar alınmasına yardımcı olacağı zahirdir. Bir fakültenin diğer bir fakülteye mahreç olması halinde ise, bu, devam edilecek ikinci fakülte lisans üstü bir kademe olacaktır. Normal bir ifade de, ancak, bir üst kademe için bir alt kademe mahreç olabilir. Bu açıdan Medresetüzzehra’da bir de ihtisas kısmının düşünüldüğü söylenebilir.

    Medresetüzzehra Sadece Bir Tane mi Olacak?

    Bediüzzaman’ın ilkini kurmayı hedef-lediği Medresetüzzehra için Doğu Anadolu’yu teklif etmesi ve bu istikamette çalışması, genellikle Medresetüzzehra’nın da sadece Doğu Anadolu’da kurulacak tek bir müesseseden ibaretmiş intibaına yol açmıştır. Ancak, Bediüzzaman’ın ilk ve zaruri olanın Doğu Anadolu’da açılmasını teklif ettiği Medresetüzzehra’nın “Câmiü’l-Ezher’in kızkardeşi” olarak vasıflandırması önemlidir. Zira, Bediüzzaman, kardeş kelimesini değil çoğalmanın, doğurganlığın bir işareti olarak “kızkardeş” ifadesini kullanmaktadır.

    Bu hususta, Medresetüzzehra ve Câmiü’l-Ezher kelimelerindeki “Ezher” ve “Zehra” sıfatlarının ikisinin da Arapça, “çiçek” anlamına geldiğine ve bu kelimelerin aynı kökten gelmesine dikkat çeken Risale-i Nur talebeleri, müzekker bir kelime ile sıfatlandırılmış Ezher’in doğurganlığını kaybetmesi veya kısırlaşmış bir erkek haline gelmesinden dolayı, Bediüzzaman’ın kendi kurmayı planladığı müesseseyi “veludiyetine remzen dişi bir kelimeyle sıfatlandırarak” Medresetüzzehra şeklinde isimlendirdiğini belirtmektedirler.

    Zaten, ilkini Doğu Anadolu’da kurmaya çalıştığı bir dönemde başka yerde de medresesini açma düşüncesinde, olduğunu tespit edebiliyoruz. Daha Van’daki medresesinin temelleri bile atılmadan önce, 1910 tarihinde Tiflis’te, Rus polisi ile yaptığı konuşmada “Medresemin planını yapı-yorum” “Bitlis, Tiflis kardeştir” ifadesini kullanması, onun Medresetüzzehra’sını sadece Doğu Anadolu’ya has tek bir mües-sese olarak düşünmediğini ortaya koymaktadır.

    Medresetüzzehra’nın Dili

    Projenin hitap ettiği alan, Arabistan, İran, Hindistan, Türkistan, Kafkasya ve Bosna’ya kadar Osmanlı toprakları olduğu için, eğitim-öğretim de kullanılacak dil veya dillerin de, bu alana mutabık olması zarureti vardır. Bu noktadan baktığımızda, Doğu Anadolu’daki Medresetüzzehra için, üç dilin birden tedrisatta kullanılarak başarının temin edilmesinin hedeflendiğini görüyoruz. Bediüzzaman, “Arabî vacib, Kürdî caiz, Türkî lazım” (1996a, 125) diye bu dilleri formülleştirmiştir.

    İlk önce belirtmekte yarar vardır ki, kuruluş dönemlerinden itibaren medrese-lerdeki tedrisat dili, XIX. yüzyılda değiş-meye başlamasına rağmen, esas olarak Arapça idi. Burada Bediüzzaman yeni bir adım atarak tedrisat dilini birden üçe çıkarmıştır. Bu üç dili özellikleri açısından tahlil ettiğimizde; İslam dünyasında farklı diller konuşan insanların ilim ve iletişim dili olarak Arapça’yı kabul etmekteydiler. Bu isabetlidir; zira Bosna’dan Hindistan’a Tataristan’dan Yemen’e kadar ulemanın anlaşabildiği dil o anda hala Arapça’dır. İlim ve iletişim dilinin mahalli sınırları ve devlet hudutlarını aştığı, çok geniş bir bölge insanına hitab ettiği için Medresetüzzeh-ra’da vacib olarak kabul edilen dil de Arabça’dır.

    XX. yüzyıl başlarında batınında tesiri ile oluşmaya başlayan, Avrupaî dillerin ilim ve iletişim dili olarak Osmanlıya girmesine rağmen, Bediüzzaman’ın bu dilleri, en azından eğitim dili olarak kabul etmemesi son derece önemlidir. Belki de, batılı dillerin bile doğunun kültürel kaybı ve kimlik kaymasında rolü olduğu gerekçesiyle reddi, yani emperyalizmin dilini bile tasvib etmemenin tezahürü olsa gerektir.

    Günümüzde, ilim ve iletişim dili olarak Arapça’nın yüz yıl önceye göre büyük kayıp içerisinde olduğunu görmekteyiz. SSCB’den ayrılan yeni Müslüman cumhuriyetler ile halen Rusya federasyonu içerisindeki federal Müslüman kimlikli cumhuriyetlerin veya toplulukların Rusça’yı ilim ve iletişim dili olarak kullandıkları; Batılı devletlerin çeşitli şekillerde egemenlik veya nüfuzunda kalan Türk, Hint, Fars ve Arab vs. bölgelerinin ise İngilizce, Fransızca gibi Avrupaî dilleri geniş mikyasta ilim ve iletişim dili olarak kullanmaya başladıkları; hatta, İslam Konferansı Teşkilatının toplantılarında bile İngilizce’nin ortak dil olarak yerini aldığının tesbiti zor değildir.

    Bu gelişmeyi nazara alarak Bediüzzaman’ın düşüncesi değerlendirdiğinde, Müslümanlar arasında bile ilim ve iletişim dili olarak sadece Arapça’yı kabul etmek artık mümkün değildir. O zaman, ilim ve iletişim dilinin sayısında bir artış olması gerekir. İslamî ilimler ile kültürel değerlerde Arapça’yı yine ortak dil kabul edilirken, ilim ve iletişim için zaruri olarak batılı da olsa, ikinci bir dile ihtiyaç duyulmaması mümkün değildir.

    Doğu Anadolu’ya “maarifi, medrese kapısıyla sokmak” isteyen (1996a, 130) Bediüzzaman, cehaletin önlenmesi ve özellikle ırkçılıkla Doğu Anadolu’daki insanların ifsad edilmemesi için (1997, 139) insanların anlayacağı dille onlara hitab edilmesini, Medresetüzzehra’da mahalli dil olarak Kürtçe’nin caiz olmasını teklif etmektedir.

    Ana lisanı ile öğrenilenlerin taş üzerine kazılan nakış gibi olduğunu belirten (1990, 95) Bediüzzaman, bu teklifi ile, aynı zamanda insanların birbirini anlamaları için, Osmanlı son döneminde uygulanmaya çalışılan her öğrencinin, Avrupaî bir dil yanında, kendi bölgesinde kullanılan, ikinci bir yerli dili öğrenmesi metodunu da hatırlatmaktadır. Kürtçe’yi mahalli dil, Arapça’yı ilim ve iletişim dili, Türkçe’yi de resmi ve siyasî dil olarak görüyordu. Eğer, Bediüzzaman’ın, her bölge insanını kendi ana dilini kullanarak irfan sahibi yapılması düşüncesinden hareket edilirse, başka dillerin konuşulduğu bölgelerde kurulacak Medresetüzzehra’ların mahalli dillerinin de o bölgeye mutabık olması gerektiğini kabul etmek gerekir.

    Bunun yanında yaygın eğitim-iletişim vasıtalarının etkisinin artması dolayısıyla resmi veya iletişim ve ilim/eğitim dilinin mahalli lisanın tesirinin ve kapasitesinin çok üzerine çıktığı ve mahalli insanların bile diğer dilleri kendi dillerine tercih ettikleri bir ortamda da bu hususun yeniden değerlendirilmesinde zaruret vardır. Zaten “caiz” in karşılığı, “mümkün, olabilir”, “yapılması mübah ve sahih olan fiil” ve “akit” olduğunun dikkate alınması da gerekir.

    Osmanlı’da resmi dilin Türkçe olması dolayısıyla, Türkçe’nin herkes tarafından bilinmesinin zaruretine binaen “lazım” kelimesi ile ifade eden Bediüzzaman, Anadolu’yu merkez olarak kabul ettikten sonra, Arabistan, Hindistan, İran, Türkistan ve Kafkasya’dan gelecek olanların veya bu merkez ile irtibat kuracak şahısların Türkçe bilmesinin zaruretini açıklamak için de Türkçe’nin “lazım” kelimesi ile ifade ettiğini söylemek mümkündür. Zaten, Osmanlı ülkesinde resmi dilin Türkçe olması yanında, İran, Türkistan, Kafkasya, İdil-Ural ve ötesindeki bölgelerde Türkçe’nin Müslümanlar arasında en etkili dil olduğu da unutulmamalıdır. Özellikle, XIX.yy.’dan itibaren İstanbul Türkçesi esas alınarak, Rus ve Çin işgali bölgelerinde özellikle Gaspıralı İsmail Bey gibi şahısların çalışmaları ile Türkçe’nin bir iletişim ve kültür dili haline getirilmiş olması da Türkçe’nin resmi dil yanında geniş bir bölgede iletişim, siyasî ve kültür dili olarak işlev görmesinden Türkçe’yi “lazım” konumuna getirmekteydi. Bugün de Türkçe’nin bu konumu pek değişmemiştir.

    Müderrislerin Özelliği

    Medresetüzzehra’da müderrisler “zülcenaheyn” yani zahiri ve batıni ilimlere sahib olacak, “Kürt ve Türklerin mutemedi olan Ekrad ulemasından” veya mahalli lisana yani Kürtçe ile iletişim kurabilmesi için bu dile “aşina” olanların müderris tayin edilmesi sağlanacaktı.(1996a, 126) Bu üç dilde birden tedrisat yapılmasının müderris açısından ifadesidir. Başka bölgelerde kurulacak medreselerde ise o bölgedeki mahalli dili bilen veya aşina olanların müderris olarak düşünüleceğine de işaret etmek gerekir.

    Medresetüzzehra Resmi Kuruluş mudur?

    Medresetüzzehra, resmi yüksek okullarla eşit tutulmasının istenmesine, sınavları-nın onların ki gibi yapılması gerektiğinin beyan edilmesine karşılık devletin resmi bir müessesesi olmayacaktır. Darül-mualli-min’de “muvakkaten” medresetüzzehra’ya dahil edilecektir. (1996a, 127-128) Maddi kaynakları da vakıflardan ve bağışlardan oluşacaktır.

    Medresetüzzehra resmi seviyeli özel kuruluş olarak düşünülmüştür.

    Medresetüzzehra’nın Öğrencileri Hangi Bölgelerden Olacak?

    Bediüzzaman’ın öncelikli olarak Doğu Anadolu’da kurulmasını istediği Medresetüzzehra’nın hitap edeceği bölgeleri Arabistan, İran, Hindistan, Türkistan, Kafkasya (1997, 439) ve Osmanlı’ya tabi olması bakımından Anadolu ve Balkanlar olarak tesbiti dolayısıyla buralardan gelecek öğrencilere de Medresetüzzehra’nın açık olması zaruridir. Zaten Bediüzzaman’ın üslubu olarak da bütün İslam dünyasından gelen öğrencilerin okutulduğu Ezher’i kabul etmesi gözönüne alındığında, Bediüz-zaman’ın Medresetüzzehra’sının öğrencileri, Doğu Anadolu Yanında bütün İslam dünyasından gelenlerden oluşacaktı.

    Maddi Kaynakları

    Resmi okullara müsavi, ancak, özel bir müessese olması düşünülen Medresetüz-zehra’nın gelir kaynaklarının ilki vakıflardır. Bediüzzaman vakıfların ellerindeki imkanları kullanamadığına işaretle, hakkıyla düzenlenmesi halinde, Tevhid-i Medaris yoluyla, vakıflarının da birleştirilmesi halinde mühim bir kaynağın oluşturulabileceğini “bir mühim çeşmeyi havuza akıtma” nın mümkün olacağını belirtmektedir.

    İkinci gelir kaynağı, zekat olacak ve bir kısım zekat haklı olarak Medresetüzzeh-ra’ya münhasır edilecektir. Zekatın zeka-tının bile kafi geleceği düşünülmektedir

    Üçüncü gelir kaynağı olarak, Medresetüzzehra’nın aynı zamanda tekke olması dolayısıyla kısmen “nüzur ve sadaka”nın da bu müesseseye teveccüh edeceği tahmin edilmektedir. (1996a, 128)

    Medresetüzzehra ve Eğitim-Öğretimin Niteliği

    A- Ukulün yanında en ala bir mekteb kulub yanında en ekmel medrese vicdanlar nazarında en mukaddes zaviye olacaktır. Hem mekteb, hem medrese, hem tekke olacaktır.

    B- “Fünun-u cedideyi, ulum-u medaris ile mezc ve derc” etmek ve bu sayede safsatanın zulmünden muhakeme-i zihniyeyi halas etmek

    C- Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir, ikisinin imtizacından hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisin de taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.

    D- Bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecmaü’l-küll, biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şura olacak.

    E- Mekteb (Darulmuallimin)’deki “intizam ve tefeyyüz ondan buna (medreseye) geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan (medrese) ona (mekteb) geçsin; tebeddül ile herbiri ötekine bir kanat verip zülcenaheyn olsun. (1996a, 125-134)

    F- “Hem mekteb hem medrese olacak bir üniversite” (1997, 439)

    Medresetüzzehra’nın Hedefleri

    A- İslamiyete ve İnsaniyete hizmet

    B- Maarifi “Kürdistana” medrese kapısıyla sokmak

    C- Meşrutiyet ve hürriyetin mehasinini göstermek

    D- Kürt ve Türk ulemasının istikbalini sağlamak

    E- İslamiyeti, onu paslandıran hikayat ve İsrailiyat ve taassubat-ı barideden kurtarmak…

    F- Maarif-i cedideyi medarise sokmak için bir tarik ve ehl-i medresenin nefret etmeyeceği saf bir menba-ı fünun açmak

    G- Ehl-i medrese, ehl-i mekteb, ehl-i tekkenin musalahalarıdır. En azından maksatta ittihatı sağlamak.

    H- Kürdistan’da adet-i müstemirre olan talim-i infiradiyi halka ve daireye tebdil etmek. (1996a, 125-134)

    İ- “Arabistan, Hindistan, İran, Kafkasya, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakiki, müsbet ve kudsi ve umumi milliyet-i hakikiye olan İslamiyet milliyeti ile “inneme’l-müminune ihvatun” Kur’an’ın bir kanun-u esasisinin tam inkişafına mazhar olsun.”

    J- “Felsefe fünunu ile ulum-ı diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti İslamiyet hakaikiyle tam müsalaha etsin.”

    K- “Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbiriyle yardımcı olarak ittifak etsin” (1997, 439-440)

    Medresetüzzehra’nın Açılışı İçin Çabalar

    1907 Kasımında İstanbul’a gelen Bediüzzaman, II. Abdülhamid nezdinde teşebbüste bulunmuşsa da, karşılık olarak kendisini hapishane ve tımarhanede bulmuştu.

    II.Meşrutiyet döneminde, Sultan Reşad’ın da takdir etmesi ve 20.000 altın vermesi üzerine Van-Edremit’te medresenin temeli atılmıştı. Ancak Medresetüzzehra’nın binası bitmeden ve açılışı gerçekleşmeden I.Dünya savaşı başlamış ve bölgenin savaş alanı haline gelmesiyle de gerçekleşmesi mümkün olmamıştı.

    Milli Mücadele sırasında İstanbul’da faaliyet gösteren ve TBMM’nin takdirini kazanan Bediüzzaman, davet üzerine 1922 yılında Ankara’ya gitmişti. Medresetüz-zehra’nın açılışı için yine faaliyetlerine devam eden Bediüzzaman, 200 milletvekilinden içlerinde Mustafa Kemal Paşa’nın da bulunduğu, 163’ünün reyi ile Doğu’da bir üniversite kurulmasını kabul ettirmişti. (1997, 439) Ancak bir ikinci yapım kararında inşaatına bile başlanamamış, kağıt üzerinde bir karar olarak kalmıştı.

    Avrupalılaşma döneminde de, Doğu’da Medresetüzzehra’nın açılmasının zarurî olduğuna inanan Bediüzzaman, buna delil olarak ekser Peygamberlerin Asya’da, filozofların ise Batı’da geldiğini ve Asya’yı hakiki terakki ettirecek olanın fen ve felsefe değil, din hissi olduğunu göstermektedir. Bediüzzaman, “bu fıtri kanunu nazara almayarak garplılaşmak namına an’ane-i İslamiyeyi bıraksanız ve ladini bir esas yapsanız dahi, vatan selameti için dine, İslamiyetin hakaikine katiyen taraftar olmak lazım ve elzemdir” demekte ve buna uyulmazsa “menfi ırkçılık”ın insanları ifsad edeceğini belirtmektedir. (1997, 46-61; Şahiner, 1998, 46-61)

    Demokrat Parti Dönemi Doğu Üniversitesi ve Bediüzzaman Said Nursi

    1945’ten itibaren Sovyetler aleyhine olmak üzere gelişmeye başlayan Türkiye-Batı ilişkileri, Türkiye içerisinde, çok partili hayata geçiş başta olmak üzere, Komünizmle mücadele ekseninde olarak, eğitim, kültür ve sosyal politikalarda da değişikliklere yol açmıştı. Önce CHP, sonra da DP’nin devam ettirdiği bu politika ek-seninde, Doğu’da bir üniversitenin kurulması, DP’li Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın hedefi haline gelmişti.

    Doğu’da kurulacak üniversite ile, kendisinin düşündüğü Medresetüzzehra arasında bazı noktalarda paralellik bulan Bediüzzaman, bu üniversiteyi kendi istediği şekilde olmasını temenni ederek desteklemişti. Bediüzzaman, yaptığı bu teşebbüs ile, Bayar’ın “medresenin medar-ı iftiharı” olduğu ve bu “medrese-i ilmiye” (üniversite)nin kendisine “büyük bir şeref” verdiğini, ve “eski hocalık* hissiyatıyla” bu çalışmaları yaptığından dolayı da bütün şark hocalarının minnettar olduğunu belirtmişti. Bediüzzaman, kurulacak olan üniversitenin, Bayar tarafından, “Orta Şarkta sulh-ı umuminin temel taşı ve birinci kalesi” olarak belirtilmesi ve “yeni mesail-i azime-i siyasiye içinde yeniden nazara alması” dolayısıyla, vatan, millet ve devlete çok faydalı neticeler vereceği kanaatindedir.

    Bediüzzaman’ın Doğu Üniversitesi’ne sahib çıkmakta, ancak kendisinin istediği Doğu üniversitesinin niteliğini de izah etmektedir; üniversitede “ulum-u diniye” esas olacaktır. Zira, Bediüzzaman’a göre, “hariçteki kuvvetin tahribatı manevi ve imansızlık” olduğu için “o manevi tahribata karşı atom bombası, ancak manevi cihetinde, maneviyattan kuvvet” alarak o tahribatı durdurabilecektir. (1997, 440)

    Bediüzzaman, Sovyetler Birliği ve onun fikriyatına karşı, Ortadoğuyu muhafaza edecek kuvvetin manevi alanda yapılması gerektiğinden hareketle Doğu’daki üniversitenin dini ilimler esaslı olmasını istemektedir.

    Hatta, Bediüzzaman, kendisinin 55 yıl doğuda bir üniversite açmak için çalışan bir kişi olduğunu ve bu konuyu “bütün dekaikiyle ve neticeleriyle tetkik etmiş” olması dolayısıyla reyinin ve fikrinin sorulması gerektiğini belirtmektedir. Bu serzeniştte, fikrinin sorulmaması dolayısıyla kırıldığı belli olan Bediüzzaman, “Amerika’da, Avrupa’da bu meseleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden elbette benim de bu meselede söz söyle-meye hakkım var” (1997, 440) diyerek tepkisini ve nedenini ortaya koymaktadır.

    Kendisinden fikir sorulması gerekirken, A.B.D. ve Avrupalı müttefikler ile istişare yapılmasını tasvip etmeyen Bediüzzaman’ın, Doğu Üniversitesi konusunda D.P. iktidarı ile de yolları ayrılmaktadır. Çünkü, hükümet uluslararası ilişkiler ve siyasi bazda konuya yaklaşırken, Bediüzzaman, üniversitede dinî ilimlerin esas olacağı, manevi alanda tahkim edilmiş insanlar yetiştirilmesini istemektedir.

    Manevi Medresetüzzehra ve Bediüzzaman Said Nursi’nin Vasiyeti

    Bütün çabalarına rağmen, Medresetüz-zehra’sını gerçekleştiremeyen Bediüzza-man, Medresetüzzehra’nın “manevi hüviyeti Isparta vilayetinde tesis edildiğini, tecessüm ettiğini kabul ediyordu. (1996b, 252) Risale-i Nur ve yayıldığı merkezleri “Medresetüzzehra” diye adlandıran (1997, 124; 1994, 159) Bediüzzaman, Risale-i Nuru manevi bir Medresetüzzehra olarak vasıflandırarak, “maddi suretini” de tesis etmelerini talebelerinden istemişti. (1996b, 252)

    Sonuç:

    Avrupa’nın üstünlüğü ele geçirip, emperyalist amaçlarla doğuya yönelip, buraları sömürgeleştirmede önemli mesafe aldığı bir sırada, İslam dünyasında manevi alanda tek dayanak halinde duran Kur’ân’ın ortadan kaldırılması veya etkisiz hale geti-rilmesi çalışmaları karşısında, Bediüz-zaman, fen, dini ilim ve tasavvufu içine alan bir külliye teşekkül ederek, Batılıların bu çabalarını boşa çıkartmak istemiştir.

    İslam Darülfünunu kurmak düşüncesini on yıllık bir yetişme-gelişme döneminde Medresetüzzehra olarak sistemleştiren Bediüzzaman, II. Abdülhamid dönemi sonlarında İstanbul’a gelerek bu projesini gerçekleştirmek için çalışmış ancak başarısız olmuştu. II. Meşrutiyet döneminde temelleri atılan medrese, savaşlar dolayısıyla tamamlanamamıştı. Cumhuriyet dönemi arefesinde de alınan karara rağmen gerçekleşmemişti.

    Bediüzzaman, üslub ve tarz bakımından, yani bütün İslam dünyasına hitap etmesi ve taleb edenlere ilim imkanı sağlaması bakımından Ezher’i model kabul ederken, mana bakımından Ezher’i tasvip etmemektedir. Çünkü kendisi dini ilimler, fen bilimleri ve tasavvufun birlikte okutulacağı bir müfredatın takibini istemektedir. Bu özellik Ezher’de yoktur. Bundan dolayı Bediüzzaman, şekil bakımından Ezher’i model alırken, mana ve mahiyet bakımından medresesini kendisi ortaya koymuştur.

    Açılacak ilk Medresetüzzehra’nın Bitlis merkezli veya İslam dünyasının merkezi konumundaki Doğu Anadolu’da olmasını istemektedir.

    Geniş halk kitlelerinin rağbetini uyandırmak için medrese adını kullanan, Bediüzzaman, yeni bir dinamizm ile de medresenin bütün ilimlerin tedril edildiği bir müessese haline getirerek medreseyi itibarlı bir hale getirmek istemektedir.

    Medresetüzzehra, ilkeğitim üzerinde, orta, yüksek ve ihtisas alanlarını içine alan bir külliye olarak tasarlanmıştır. Medresetüzzehra tipi medreseler sadece Doğu Anadolu’da değil, Osmanlı ülkesi dışında bile kurulması bile düşünülmüştür. Doğu Anadolu’da kurulacak olan ilk Medresetüzzehra’nın Öğrencileri de bütün İslam dünyasından olacaktır.

    Medresetüzzehra’nın ilim ve iletişim dili Arapça, resmî, siyasî ve kültürel olarak Türkçe ve mahalli dil olarak Doğu Anadolu için Kürtçe veya o mahallenin dili düşünülmüştür.

    Medresetüzzehra resmi seviyeli, özel bir müessese olacak, ihtiyaçları vakıflar, zekat ve hayırseverler tarafından verilecek yardımlarla karşılanacaktır.

    Mahalli olarak Medresetüzzehra, Doğu Anadolu’da cehaleti izale edecek; medeniyet sahasında, dini ilimler ile fen ilimleri arasında İslamiyet bir problemin olmadığını ve hakiki ilmin İslamiyet’le çelişmeyeceğini ispat edecek; siyaset ve insaniyet alanında ise, sömürge altında madden ve manen ezilenlere eğitim-öğretim yoluyla yardım edecektir.

    Kaynakça

    Nursi, B.S., (1994), Kastomonu Lahikası, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat

    Nursi, B.S., (1996a), Münazarat, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat

    Nursi, B.S., (1996b), Tarihçe-i Hayat, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat

    Nursi, B.S., (1997), Emirdağı Lahikası, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat

    Nursi, B.S., (1990), İçtima-i Reçeteler, İstanbul, Tenvir Neşriyat

    Şahiner, N., (1998), Bediüzzaman Üniversitesi Medresetüzzehra, İstanbul,

    Vollers, K., (1977), “Ezher”, İA., IV, İstanbul, MEB