Köprü Anasayfa

Eğitim

"Güz 99" 68. Sayı

  • Eğitim, İdeoloji ve Din

    Hüseyin Özdemir

    İnsan yaratılışı itibariyle gelişmeye müsait büyük bir istidat ve kabiliyet taşır. Eğitim bu ferdî potansiyelin fert ve toplum açısından en uygun bir şekilde geliştirilmesi ve istenilen değişmelerin meydana getirilmesi ameliyesidir.

    İdeoloji de bir toplumun şu veya bu yana yönlendirilmesi gerektiğine inananların düşünce ve fikirleridir. Bir düşünce sistemidir. Bu düşünce sistemi belli bir çıkara dayanabilir, Marxsizm’e dayanabilir veya dine dayanabilir.

    Teknik ve terim olarak din ise, akıl ve irade sahibi insanların idarî, iktisadî, sosyal, hissî ve manevî hayatlarının bütününün tanzimi için Allah tarafından indirilen kaideler bütünüdür. İnsanlar bilerek ve isteyerek bu kaidelere uyarlar.

    Avrupa’nın Din Dışı Eğitim ve Terbiye Sistemine Kayması

    Tarih boyunca toplumların temel yapısını ve düşünce sistemlerini oluşturan din olmuştur. 19. yüzyıla kadar bütün toplumların eğitim sistemlerinde din eğitimi önemli bir yer tutmuştur. Örgün eğitim kurumlarının dışında dinlere ait ibadet yerleri aynı zamanda insanlar için birer eğitim kurumu olmuştur. İnsanlar hayatlarını bu çerçevede şekillendirmiş, ilk medeniyetler ve dünyevi sistemler de dini temellere dayandırılmıştır. Çünkü insanın ve kainatın varoluş problemini, yaratılış gayesini ilahi vahye dayanan din çözümlemiştir.

    Muharref dinler zamanla evrensel ve ilahi boyuttan bazı ideolojik ve siyasal boyutlara indirgenmiştir. Yahudilik ırkçı ve dünyevi bir ideolojiye, Hıristiyanlık bilime, gelişmeye, adeta dünyaya karşı bir taassuba düşürülmüştür. Bazı toplumlar da ilahi mesajdan yeterince nasiplenememiştir. İşte bunun sonucunda ortaya çıkan problemler ve tepkiler yeni dünyevî ideolojilerin doğmasını netice vermiştir. Kainatın meydana gelişi, varlık vb. konularda çesitli mitolojik tasavvurlar ortaya atan Sokrat, Eflaton , Aristo vb. Yunan filozoflarının başlattıkları felsefi akımlar, bazen din ile barışık, bazen din dışı olarak gelişme göstermiş, az sayıdaki filozofların başlattığı fikir akımları 13-14. yüzyıllarda rönesans ve reform hareketleriyle daha geniş alanlarda ivme kazanmıştır. 19. yüzyıla gelindiğinde ise, Avrupa’da din dışı pozitivizt felsefe egemen olmaya başlamıştır. İnsanüstü bilgi ve kavramlar reddedilip, sadece ferde ve ferdî olana itibar edilmiş, din de her ferdin zihin kalıpları arasında sıkışıp kalmıştır.

    19. yüzyıl ideolojilerin hakim olduğu bir asır olmuş, bu durum 20. yüzyılda da devam etmiştir. İktisadi alanda kapitalizm, kominizim ve faşizim gibi ideolojiler ve sistemler gelişmiş, idari alanda derebeylikler, krallıklar, saltanat sistemleri yıkılmış veya yıkılma sürecine girmiş, bunun yerine genelde milliyetçilik esasları üzerinde parlamenter sisteme doğru bir süreç başlamıştır. Eğitim sistemi olarak da genelde kapitalizme ve diğer ideolojilere hizmet eden bir anlayış hakim olmuştur.

    19. yüzyıl eğitim ve terbiye sisteminin önemli bir vasfı da ferdiyetçi ve faydacı oluşudur. Yani bu felsefelere göre ferdin şahsiyet ve inkişafına ait faaliyetler cemiyetin menfaatleriyle bir görülmüş ve fert fayda bekledeği şeylere teşebbüs ettikçe cemiyetin de fayda göreceği kabul edilmiştir.1 Teavün düsturu yerine, “insan insanın kurdudur”, “ben tok olayım başkası açlıktan ölsün” gibi düşünceler eğitimde işlenmiştir.

    Hiç şüphesiz bu ideoloji ve sistem değişikliklerinin bir eğitim altyapısı vardır. Rönesansla başlayan bu yeni süreçte 17. yüzyılda Bacon, tetkik ve münakaşa edilmeksizin kabul edilen esaslardan netice çıkmaz demiş ve şe’niyetin tetkik ve müşahedesi ile tabiatın sırlarına nüfuz etmeyi esas alan tecrübî metodu ortaya koymuştur. (Avrupa’da yeni keşfedilen tecrübî metot İslam dünyasında uygulanıyordu. Endülüs’de binlerce cilt kitapları dolduran müşahhas bilgi elde edilmiş ve bu birikim Rönesansın kaynağını oluşturmuştur.) Daha sonra Descartes bu metodu tamamlamıştır. Bu arada Montaigne, Rousseau gibi büyük terbiyeciler eğitimde ihtilaller yapacak mahiyette yeni terbiye esaslarını ortaya koymuşlardır2. Bu eğitim ve terbiye sistemi büyük ölçüde dünyevi ve mataryalisttir. Batı dünyası din anlayışı ile ilim anlayışı arasında bir çatışmaya, açmaza girmiştir. Sadece aklı ve tecrübeyi esas alan, bilim adı altında materyalizme kayan Batı dünyası, maddi ve bilimsel alanda büyük bir ilerleme kaydetmiş olmasına karşın, manevi alanda büyük tahribat yapmış, yüzlerce manevi duygulara sahip olan insanı adeta maddenin, makinanın bir parçası haline getirmiş, maddileştirmiştir. Sınıf çatışmaları, menfaat çatışmaları, ırkçılık, anarşizim gibi yeni toplumsal hastalıklar meydana gelmiş ve Hitler, Max, Musolini gibi meşhurlar bu terbiye sisteminde yetişmiştir.

    Osmanlı’dan Günümüze Eğitim, İdeoloji ve Din

    Selçuklu Devleti ve Osmanlı’nın gelişme dönemine kadar yegane ilim ve irfan müesseseleri olan medreselerde din ile ilim arasında bir uyum sağlanmıştır. Çünkü bu eğitim modeli tevhid inancına, birliğe dayanırdı. Eğitimde tabiat bilimleri İslam’dan ayrı görülmezdi. İlim Çin’de bile olsa aranması emrine uyan, taassuptan uzak, ileri görüşlü müslümanlar Hint, Fars, Mezopotamya, Mısır, Bizans ve Greko-Romen kültürlerine ait zengin bir ilim mirasını İslami ölçüler içersinde alıp yeni büyük bir İslam medeniyeti oluşturmuşlardır.

    Astronomi, tıp, matematik gibi ilimlerde bir çok öncü bilim adamı yetiştiren Osmanlılar, geliştirdiği terbiye sistemiyle de faziletli bir toplum oluşturmuşlardır. Hatta öyle ki düşmanına bile farkettirmeden iyilik edebilen ince ruhlu insanlar yetiştirmişlerdir. Çünkü onların eğitim ve yaşantılarında rehber bir peygamber vardır ve O peygamber (SAV)’de bütün güzelliklerin dercedildiği bir "üsve-i hasene" vardır. Cenab-ı Hak insanın yaratılışında imtihan gereği fısk ve takva esaslarıyla techiz etmiş, onu hayra da şerre de müsait bir şekilde yaratmıştır. İşte din eğitimi nefsine uymaya, kötülükler işlemeye müsait olan bu insanoğlunu, nefsanî menfiliklerden uzaklaştırıp, buna karşılık ahlakî, nuranî yönünü geliştirmeyi amaç edinmiştir. Bu konuda Peygamber (SAV)’de bir örnek kişi olarak takdim edilmiştir. Bu gün bütün dünyada yaptığı inkılap sayesinde en etkili ilk sıraya yerleşen Hz Peygamberi tanımak ve sevmek çok önemli bir meseledir. İnsan tanıdıkça sever, sevdikçe onun gibi olmak ister. Allah Kur’an’da Peygamberi model olarak sunmuş "peygamber size neyi verdiyse alın, neyi yasakladıysa ondan sakının"(Haşr Suresi 59/7) buyurmuştur. Model şahsiyet ahlak gibi teorik bir konuda insanların işini kolaylaştıran müşahhas bir numunedir. İnsanlık tarihinde de bazı kahraman ve bilge kişiler insanların gönüllerine nüfuz ederek onları yeni ufuklara taşımıştır.

    Osmanlı Devleti’nde 17. yüzyılın başlarından itibaren bütün kurum ve sistemlerde daha önceden belirtileri görülen birtakım bozulmalar meydana gelmeye başlamıştı. Medreselerde din ilimleri ile fen ilimlerinin uyumlu birlikteliğinden, yavaş yavaş sadece din ilimlerine, hatta oradan da aslî ilimlerden sadece alet ilimlerine doğru bir kayma daha doğrusu bir dejenerasyon olmuştur. Her alanda görülen bu bozulma ve gerilemenin sonucunda Tanzimat denilen yeni bir döneme gelinmiştir. Tanzimat’la bizzat devlet tarafından geleneksel kurum ve sistemlerden, Batılı tarzda modern kurum ve sistemlere geçilmesine karar verilmiştir.

    Tanzimat sonrası modernleşme çerçevesinde eğitim faaliyetlerinde Batı örnek alınmış ve medreselerin yanında mektepler açılmaya başlanmıştır. 1869 yılında çok önemli bir değişim olmuş, o güne kadar ilmiye sınıfının, vakıfların ve şahısların uhdesinde olan eğitim hizmetleri, artık devletin bir işi, umumi bir hizmet olarak kabul edilmiş ve eğitim nezaret bünyesinde umumi olarak teşkilatlanmaya başlamıştır. Bu yeni kurumların açılmasında temel amaç gerçekten işlevlerini yerine getiremeyen kurumları bir süreç içersinde yenilemek ve devletin yıkılmasını önlemekti. Fakat bu çabalar daha sonra ideolojik bir saplantıya dönüşmüş ve bugüne kadar devam eden mektep-medrese çatışmasını, onun da arkasında Batıcı, İslamcı gibi ideolojik kavgaların başlangıcını doğurmuştur. Tanzimat’ı ve eğitim sistemini tenkit eden bir kısım sözde aydınlar, Tanzimatçıların içinde Bacon, Luther, Descartes, Rousseau gibi gibi adamlar yoktu. "Maarif sahasında da, mazi ile, dinî an’anelerle alakayı keserek, yahut gevşeterek, medreseleri ka-patmak-hatta ıslah etmek- cesaretini göstermeksizin, sadece onların yanında ve umumiyetle onların tesiri altında , mahdut miktarda, Avrupa mektepleri tipinde mektepler açmakla iktifa ettiler"3 diyerek dinin tamamen bu gün olduğu gibi vicdanlara hapsedilmesini istiyordu. Bu görüşlerin tam tersi sistemlerdeki kokuşmuşluğu göremeyen katı gelenekçi kimseler de vardı.

    19. Asırda Avrupa’da sanayi devrimi ile daha çok iktisadi ağırlıklı (kominizim, kapitalizm vb.) ortaya çıkan ideolojik akımlar, Osmanlı’nın son dönemlerinde Türkçülük, Batıcılık, Osmanlıcılık ve islamcılık şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu ideolojilerden hangisi devlete hakim olmuşsa, bu ideoloji devletin kurumlarına ve eğitim politikalarına da yansımıştır. Sözgelimi II. Abdülhamid pan-islamist bir görüşü benimsemiş, en çok Batı tarzında mektep açmakla birlikte, dini eğitim ve terbiye sisteminden de vaz geçmemiştir. İttihatçılar daha çok Türçülüğü ön plana çıkarmış, Cumhuriyet’le de Türkçü-Ulusçu ve Batıcı fikirler devlete egemen olmuşlardır.

    Cumhuriyet döneminde 1924 yılında çıkarılan "tevhid-i tedrisat" kanunu ile mektep medrese ikiliği sona ermiş ve maarifte inkılap safhası başlamıştır. 1925 yılında Muallimler Birliği’nde konuşan İsmet İnönü Tevhid-i Tedrisat Kanunu savunarak şöyle diyordu: "…Hedefe varmak için her cahilane itiraz ve teşebbüs bertaraf edilecektir. Kanunun bu husustaki salahiyetlerini bütün şumulu ile tatbikte en ufak bir tereddüt gösterecek değiliz. Hiç bir mani karşısında tevakkuf etmeyiz ve etmiyeceğiz…"4. Bu ifadelerin ideolojik bir yaklaşım olduğu çok barizdir. Gerçekten ideolojiler genelde diğer görüşleri yok etmeyi amaçlar.

    Büyük Şef yeni terbiye sisteminin esaslarını da şöyle belirtiyordu: "Milli terbiye istiyoruz; bu ne demektir. Bunu zıddile daha vazıh anlarız. Milli terbiyenin zıddı nedir derlerse söyleyebiliriz, bu belki dini terbiye yahut beynelmilel terbiyedir. Sizin vereceğiniz terbiye dini değil milli, beynelmilel değil millidir. Sistem bu. Dini terbiyenin milli terbiyeye taarruz teşkil etmediğini, zaman, her iki terbiyenin kendi yollarında en temiz bir tecelli göstereceğini isbat edicektir. Beynelmilel terbiyeye gelince esas itibariyle dini terbiye dahi bir nevi beynelmilel terbiye demektir. Bizim terbiyemiz kendimizin olacak ve kendimiz için olacaktır"5.

    "Milli terbiyede iki kısım düşünebiliriz; milli terbiyenin siyasî ve vatanî mahiyeti itibariyle, bütün bu topraklara Türk mahiyetini veren bir Türk var. Fakat bu millet henüz istediğimiz yekpare millet manzarasını göstermiyor. Eğer bu nesil şuurla ilmin ve hayatın rehberliği ile ciddi olarak, bütün ömrünü vakfederek çalışırsa siyasi Türk milleti harsî, fikrî ve içtimaî tam ve kâmil bir Türk milleti olabilir. Bu yekpare milliyet içinde yabancı harslar hep erimelidir"6.

    Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, Cumhuriyetle birlikte Türkçü-ulusçu yeni bir ideoloji devletin resmi görüşü olarak benimsenmiştir. İdeoloji bir görüşü hakim kılmak ister. Bu çerçevede Cumhuriyet sonrası dönemde İnönü’nün de yukarıda ifade ettiği gibi yeni bir hedef, ideoloji ortaya konularak, diğer bütün harslar, fikirler eritilecek yok edilecektir. Bu çerçevede yeni eğitim ve terbiye sisteminin içersinden din tamamen çıkarılacaktır. Hasan Ali Yücel, İnönü’nün yukarıdaki görüşlerini açıklarken bunu açıkça beyan etmektedir: ".. Ahlakın , son devre kadar yalnız din esaslarına dayanmasındaki isabetsizliği ve onun millet bünyesinde riyakâr bir takım karekterler doğurmuş olmasını herkesten iyi bilen Büyük Şef, ahlakımızın bütün alemce müşterek medeni esaslarla ve taassuptan sıyrılmış, hür makul fikirlerle kuvvetlen-dirilmesini tavsiye ediyor. Böyle bir mane-viyat terbiyesi kurulmak için tutulacak inzibat yolunun akla, iç duyguya dayanacağını, korkutarak, sindirerek yapılamayacağını bize anlatıyor."7

    Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkçülük hakim bir görüş iken 1930’lardan itibaren Batıcılık adeta devletin resmi ideolojisi haline getirilmiştir. 1930 yılında mevcut birkaç İmam Hatip lisesinin de kapanmasıyla din eğitimi tamamen kaldırılmış ve artık "üsvet-ül hasene" olarak, Kur’an’ın örnek almamızı istediği peygamberi öğrenmek, gericilik olarak lanse edilmiş, horlanmış, hatta yasaklanmıştır. Özellikle kırk’lı yıllarda İnönü ve Hasan Ali Yücel tarafından, ders kitaplarında Darvin, Yunan felsefesi vb. konular işlenmiş, Halkevleri ve Köy Enstitülerinde kendileri açısından çok başarılı dine düşman materyalist bir nesil yetiştirilmiştir. Bu eğitim sistemi komünist, faşist, kapitalist gibi ne kadar "izm" varsa hepsinden bol miktarda yetiştirmiştir. Çünkü, devlet bir ideolojiyi dayatarak kabul ettirmek isteyince, karşısında bir çok farklı ideolojiler doğurmuştur. Bu da anarşizme zemin hazırlamıştır.

    Sonuç

    İdeolojiler bilimsel anlayıştan uzaklaşan düşünce ve fikirlerdir, genellikle baskıcıdır. Bunun için Yargıtay başkanının itiraf ettiği gibi ve üniversitelerde halen uygulamaları görüldüğü gibi ideolojik devlet bilimden, ilerlemeden, özgürlükten uzak, anlamsız çeşitli çatışmaların, yolsuzlukların, iltimasların, despotlukların hüküm sürdüğü bir devlettir. Batı büyük ölçüde bu ideolojik yaklaşımları aşmış, eğitimde ve diğer sistemlerde bilimsel yaklaşımlara ulaşmıştır.

    Din adına da, bilim adına da katı doğmalar ve ideolojiler tarih boyunca olagelmiştir. Gerçek dinin nasları ile gerçek ilmin verileri birbiriyle çatışmaz. Çünkü ilim "adetullah kanunları" dediğimiz kâinatın, kevnî ayetlerin araştırılması ve keşfedilmesidir. Çatışma insanların farklı yorumlarından ve düşüncelerinden kaynaklanmaktadır. Osmanlının son dönemlerinde medreselerdeki yozlaşma ve taassup dine fatura edilmiş, Cumhuriyet döneminde din tamamen eğitim sisteminden ve bütün diğer alanlardan çıkarılmış vicdanlara hapsedilmiştir. Yeni Türk terbiyesinin felsefesi 19. yüzyıldaki felsefenin bazı değişikliklerle yeniden kuruluşudur. En önemli değişiklik de ferdi fayda mefhumunu biraz daraltarak hareket ve faaliyete milli gaye ile birleştirilmiştir. Hele terbiye sistemi olarak Asr-ı Saadet gibi dost düşman herkesin kabul ettiği bir saadet dönemi varken, ahlaklı olmak dinden kaynaklanmıyor, bilimden, vicdandan kaynaklanıyor demek fevkalade yanlıştır. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar her türlü vahşiliği yapabilen insanlar, İslam ile şereflendikten sonra," acaba bir karıncayı incitir miyim?" diye hassasiyet kesbetmiş ve tarih-te benzeri görülmeyen fazilet ve ahlak timsali bir "Asr-ı Saadet" dönemi meydana getirmişlerdir.

    Artık tarihteki eğitim alanındaki bu ifrat ve tefritten ders almanın zamanı geldi, geçmektedir. Eğitimde en doğru metot, din ile tecrübî ilimleri kaynaştıran metotdur. Büyük araştırmalara, tecrübelere ve deneylere dayanan bilime karşı olmak mümkün olmadığı gibi, dine karşı olmak veya dışlamak da mümkün değildir. Zaten Batı geçen yüzyılın yanlışlarından dönmekte ve her geçen gün din eğitimine ağırlık vermektedir. Bizde problem Batıyı geriden takip etmektir. Yani Yargıtay Başkanının dediği gibi, Fransa’nın yaptığı yanlışları yapmadan doğruyu bulamamaktadır. İnşallah ideoloji değil aklıselim galip gelir.

    Dipnotlar

    1. M. Saffet Engin, “Terbiyede Kemalist Felsefe”, Atatürk Devri Fikir Hayatı, C. II, s. 313.

    2. Prof. Sadreddin Celal Antel, " Tanzimat Maarifi", Tanzimat I, s. 442-443.

    3. A.g.y., s. 446

    4. Hasan Ali Yücel, Türkiye’de Orta Öğretim, s. 24

    5. A.g.e., s. 25

    6. A.g.y.

    7. A.g.e., s. 26