Köprü Anasayfa

Eğitim

"Güz 99" 68. Sayı

  • Hasan Ali Yücel

    Talha Kokmaz

    Cumhuriyet tarihimiz boyunca Milli Eğitim Bakanlığı görevini en fazla yapmış olan (8 yıl) H. Ali Yücel 1897 yılında İstanbul’da doğdu. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından bir süre sonra (1925) Vefa İdadisi son sınıfta olduğu sırada yedek subay olarak askere alındı. Bu savaşın bitiminden sonra fakültede okumaya başladı.

    Yüksek tahsiline Hukuk alanında başlamasına rağmen buradan ayrılarak Edebiyat fakültesine geçti. 1921 yılında Edebiyat fakültesi felsefe bölümünden mezun oldu. Mezuniyetten sonra İzmir ve İstanbul’da bir süre öğretmenlik yaptı. 1927-30 yılları arasında bakanlık müfettişleri görevinde bulundu. Öğrenci Müfettişi olarak Fransa’ya gönderildi. İki yıl (1930-32) bu görevde kaldı.

    Fransa dönüşünde Ankara Gazi Eğitim Enstitüsüne müdür olarak atandı (1932). Kendi ifadesiyle 20 yıl sürecek olan siyasi hayatı bu tarihlerde başladı, 1935 yılında İzmir milletvekili olarak meclise girdi. Üç yıl sonra da (1938) Eğitim Bakanlığına atandı. Bu görevde kesintisiz olarak 1946 yılına kadar kaldı. Başta Köy Enstitüleriyle ilgili olmak üzere, parti içi ve dışından gelen sert eleştirilere karşı bakanlık görevinden (1946) istifa etti. 1950 seçimlerinde seçilemeyince siyasetten çekildi ve İstanbul’a yerleşti.

    Aktif siyasetten çekildikten sonra beş yıl boyunca İş Bankası Kültür Yayınlarını (1955-60) yönetti. Bu arada (1958) bir süre UNESCO Türkiye Mali Komite üyeliği yaptı. 64 yaşında iken 1961 yılında vefat etti.

    Eğitimci, şair, yazar ve siyaset adamı olan H. Ali Yücel her fırsatta düşüncelerini, fikirlerini yazıya dökmüş ve bir çok eser meydana getirmiştir. Bu eserlerin önsözünde yazı ve düşüncelerini dile getirirken samimi olduğunu ısrarla belirtmiş, bazı eserlerinde de yanlış anlaşılmaktan korkmuştur. Ona göre tahammülü en güç olan şey anlaşılamamak, ters ve yanlış anlaşılmak daha da kötüsü "Ne kadar benzemezmişim bana ben?" dedirtecek kadar yanlış anlaşılmaktır. Belki de kendisine yöneltilen tepkilerin farklı ve sert oluşu Onu bu düşünceye sevketmiştir.

    Atatürk’e ve Kemalizm’e dair ifrat derecedeki fikir ve yazıları, İsmet İnönü’ye olan sadakati, çok kısa bir zamanda parlamasını sağlamış, milletvekilliğinin üçüncü yılında bakanlığa atanarak uzun bir süre bu görevde kalmıştır.

    Pazartesi Konuşmaları (1937) adlı eserinde "Nutuk"u kutsallaştırmıştır. "Kitabımız" başlığı altındaki makalesinde; "her içtimai inanma sisteminin bir kitabı vardır. Bu kitap ona inananlarca kutsal tanınır. Kemalizmin kitabı Nutuk’tur; Onu biz Türkler mukaddes tanırız… Yeni Türk cemiyetinin her türlü hayat safhası ondaki prensiplere dayanır. Bu prensiplerin nasıl var olduğunu bize nutuk öğretmektedir…" bu sözlerin devamında Mustafa Kemal’in arması, Türk cumhuriyetçiliğinin levh-i mahfuzu olarak niteler. Devamında "…bizim kutsal kitabımız olan Nutuk … Nutuk bizim kitabımızdır, onun büyük sahibine inananların kitabıdır" derken; bu düşünceleriyle Kemalizmi bir "din" Nutuk’u da onun kutsal kitabı olarak algılanmaya sebebiyet vereceğinin ve bu yüzden eleştirileceğinin belki de farkında değildir (1936 s. 1-4).

    Adı geçen eserin "Müsbet ilim, Müsbet kafa" başlıklı makalesinde kendine göre müsbet ilim hakkında değerlendirmelerde bulunur. Ona göre ilmin gereği beşerin vekasını Allahsız çalıştırmaktır… "İlim, itikat değil, hesap ister… Tabiat üstünde ve tabiattan başka, her şeye hakim, semavi bir kuvvet dünyayı döndürüyor; hastayı öldürüyor; insanları doyuruyor; çiçekleri açtırıyor.; hayvanları yaşatıyor; şimendiferleri yürütüyor dediniz mi, ne hayat ilmi, ne tıp, ne biyoloji ve ekonomi, ne botanik, ne zooloji, ne fizik, bunların hiçbirisine lüzum kalmaz" (1936 s. 167-170).

    Pazartesi Konuşmaları adlı eserinde hemen her konuda yazılmış makaleleri yer almaktadır. "Kültür Meselesi" başlıklı makalesinde; İslamiyetle birlikte tabiatçı olan Türk kültürünü bozduğunu, özgürlüğünü kaybettiğini iddia eder. Türk inkılabının kendini yeniden buluş hareketi olduğunu belirtir (s. 187-192).

    "Türkçe Roman" başlıklı makalesinde yazarlarımızın pek çoğunun okuyucu kitlesine hitap etmediklerini, yazarların gerçek hayata ilgisizliklerinin buna sebep olduğunu halka inmenin yazarı alçaltmayacağını aksine yücelteceğini yazar (s. 118-121).

    Dünden ve bugünden sevdiği yazar-şairleri şu şekilde açıklar:

    Yunus’taki ilahi coşkuyu, Fuzulî’nin ızdıraplı şiirini hayranlıkla sevmektedir. Hamit’in büyük şair olduğunu ifade eder. Fikret için; daha çok görüp bilen birisi olsaydı, daha büyük bir şair olurdu der. Halit Ziya, Halide Hanım, Reşat Nuri, Yakup Kadri sevdiği isimlerdir. Diğer sevdiği, yazı-şiirlerini beğendiği kimseler; Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi’dir. Necip Fazıl’ın "Kaldırımlar" şiiri hoşlandıkları arasındadır (1931 s. 88-89).

    Yılbaşı ve Noel Baba adlı makalesinde; yılbaşı geleneğinden çok Avrupa kültürünü yansıttığını, çünkü bu dinin doğduğu Asya’da, soğuk iklimin sembolü olan kürk ve külahın yerinin olmadığını belirtir. Noel Baba taklitçiliğini eleştirerek bunun Türk kültüründe yerinin olamayacağını dile getirir. Kamburu çıkmış, soğuktan donmamak için deriden elbiseler giymiş, süpürge sakallı semboller bizde yoktur. Türk kültüründe Aydede vardır. Aydede güler yüzlü, neşeli, elma yanaklı ve canlıdır. Türk çocukları, Noel Babalara değil Aydedelere alıştırılmalarının gereği üzerinde durur (1936 s. 96-99).

    Bakanlığının en önemli icraatlarının başında Köy Enstitüleri gelir. Açılış tarihleri kanunun yayımından (1940) iki yıl sonradır. H. Ali Yücel, 1936 tarihli bir makalesinde Osmanlı; köylüyü ezmekle, sadece köye almak için gitmekle suçlar. Cumhuriyetin, köylüyü bu durumdan kurtardığını ifade eder. Oysaki Köy Enstitüleri ile köylüye yeni bir angarya getirilir, okulların yapım ve onarım işlerinde her yıl en az 20 gün çalışma mecburiyeti getirilir.

    H. Ali Yücel için 1946 ve 1950 yılları önemli dönüm noktalarıdır. 1946 yılında İnönü’nün desteğini çekmesi ve eleştirilerin yoğunlaşmasıyla bakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı. Elli seçimlerinde seçilemeyince de siyasetten tamamen çekilir. Bu tarihlerden sonra yazı ve şiirlerinde önemli bir değişiklik göze çarpar. Özellikle 1950 yılından itibaren dini muhtevalı yazılar yazmaya ve dini konular üzerinde daha hassas bir şekilde durmaya başlar.

    İyi Vatandaş, İyi İnsan (1956) adlı eserinde; ikinci dünya savaşının insanlığa kaybettirdiği maddi değerlere karşılık manevi değerlerin güçlendiğini, Bolşevik Rusyanın ve Komünizmin dahi bu bu değerleri yıkamadığını yazar. Müsbet ilim ve teknikte ilerleyen toplumlarda manevi ilerlemenin de olduğunu belirtir. Son yıllarda dini bağların gevşemediğini, aksine güçlendiğini dile getirir. Bizde de çok partili hayatla birlikte demokrasi ve hürriyetteki gelişmelerin manevi kıymetleri tekrar gündeme getirdiğini, ilahiyat fakülteleri ve imam hatip okullarının açılışının bu ihtiyaçtan kaynaklandığını ifade eder (s. 4-6).

    İki şiirden oluşan “Allah Bir” adlı eserinde siyasi hayattan sonraki dönemle ilgili olarak ilgi çekici mısralar yer alır. Kitabın önsözünde insanlık tarihini, tüm devirlerde insanı Allah’ı aramasının hikayesi olarak özetler ve tanımlar. “İyi Vatandaş İyi İnsan” eserinin önsözünde de “… günlük ve geçici ikballerin parlak, fakat gözlerimizi oyan ve bizi kör eden aletler…” olduğunu anlamış bulunduğunu, halbuki insan için en büyük nimetin görme olduğunu ve özellikle de olanı olduğu gibi görmek olduğunu yazmıştı.

    İmansızlık ile imanı ve inkarı karşılaştırdığı mısralarda Allah’ın varlığını işaret eder:

    İmansızlık bir ayrı îmân,
    İnkâr ile sarsılar mı Ralmân?

    Zâten, yoksan nedir bu inkâr?
    İnkâr edenin içinde ikrar (s. 26).

    Kur’ân-ı Kerim ve surelerini konu edindiği mısralarda Arapçası üzerinde dururken;

    Güçlük yoktur Arapçasında,
    İdraki lâfızlar arasında (s. 36) diye belirtir.

    İman ve Hürriyet arasında doğrudan irtibat olduğunu yazar. Hürriyetsiz ne ibadetin ne de diyanetin olamayacağını, Allah’a bağlanan kullara birden yolların açlıdığını, imana esaretin yakışmadığını, selametin hür olmada olduğunu;

    İslamiyet bu kurtuluştur,
    Hürriyeti dinde bir buluştur.
    Feyz aldım onun hakikatinden,
    Kurtuldum esirlik âfetinden (s. 42-43) diye noktalar.

    Mısralarında huzura vardığını, zulmetin bitip nura vardığını, tevhide ermekle hür bir insan olduğunu, düştükten sonra sahte kaygılardan sıyrıldığını, artık eski zamanları aramadığını, artık yükselişe meyli kalmadığını;

    Bıktım kula kulluk eylemekten,
    Her hırsı çıkarmışım yürekten.
    Bağsız kişiyim, bağımsız oldum;
    Hürriyeti ben bu yolda buldum. mısralarıyla teyid eder.

    Kendini hakka vermekle dertlerinin bittiğini gördüğünü yazmıştır.

    Bir tek dileğim sen oldun artık,
    Mâşuk olayım diyor bu âşık.
    Ancak sensiz dilimde zikrim,
    Zikrimle bir oldu şimdi fikrim.

    Tanrım, beni senden ayrı kılma;
    Sensizlik içinde gayrı kılma.

    Farklı yorumlara ve değerlendirmelere müsait bir hayat seyrini yaşayan ve birçok eser bırakan H. Ali Yücel sadece bu özellikleriyle bile akademik tezlere konu olabilecek bir mahiyettedir. Yaşam seyrinin üç bölümü (siyasi hayattan önce, siyasi dönemi ve sonrası) de üzerinde durulmaya değerdir.