Köprü Anasayfa

İnsanlığın En Uzun Yüzyılı

"Kış 2000" 69. Sayı

  • 21. Yüzyıla Girerken Din ve Manevi Değerler

    İbrahim Özdemir

    Dr., Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Araş. Gör.

    Yaşlı gezegenimiz yeni bir yüzyıla doğru hızla ilerlerken, çok ilginç ve dikkat çekici gelişmelere de şahit olmaktadır. Bu olguyu, insanların/insanlığın tüm dünyada dini ve manevi değerlere yönelmesi olarak açıklamak mümkündür. Zaten son zamanlarda sosyal bilimcilerin din, maneviyat ve kadim geleneklere önem vermesinin temelinde de bu gerçeğin yattığı görülmektedir. Yüzyılın başında bilim ve teknolojinin gelişmesi, insan aklının her tür bağdan (burada özellikle din ve gelenek kastediliyor) tam olarak özgürleşmesi ile din ve tüm geleneklerin önemini yitireceği ve zamanla da ortadan kalkacağına inanılı-yordu. Şimdilerde ise, kaderin garip bir cilvesi olsa gerek, din ve dini değerler yeniden keşfediliyor. Yeniden anlaşılıyor ve yaşanıyor. İnsanlar hayatlarını bu manevi boyut ışığında tanzim etmeye, böylece modernizmin getirdiği sorunların üstesinden gelmeye çalışıyorlar.

    Bu çerçevede Dünya Dinler Parlamentosunun üzerinde durmak istiyorum. Dünyadaki tüm dinlerin ve manevi geleneklerin temsilcilerinin bir araya gelmesiyle teşekkül eden Parlâmento ilk kez 1883’te Chicago’da toplandı. Bu toplantıya Müslüman temsilciler katılmadı. Daha doğrusu zamanın İslam Halifesi ve Osmanlı Padişahı kimseyi göndermedi. Ancak Amerikalı bir Müslüman’ın kişisel olarak bu toplantıya katıldığını biliyoruz. Tam yüz yıl sonra 1993’te yine Chicago’da yapılan toplantıya Müslümanlar da dahil olmak üzere daha büyük bir katılım oldu. Bu Parlâmentonun temel amacını çağdaş medeniyetin kayıp boyutu olarak nitelenen dini değerler boyutunun keşif ve yeniden toplumsal ha-yata hakim kılınması olarak özetlemek mümkündür.

    Bu tesbit, bu düşünceye gönül veren insanları anlamanın da ip uçlarını içermektedir. Bildiğimiz gibi, sonuna yaklaştığımız yüzyılın başlarındaki hakim değerler bilim ve teknolojiydi. Bunun bir sonucu olarak din ve dini değerler önemini yitirmişti. Dinin bıraktığı boşluğu ise kısa bir süre sonra ideolojiler doldurmaya başladı. Dindeki Tanrının konumu bu ideolojilerin liderleri/diktatörleri tarafından dolduruldu. Şehirlerin büyük meydanlarına ve hakim tepelerine yine bu liderlerin büst ve heykelleri yerleştirildi. Mao, Lenin, Stalin veya Hitler’in görkemli heykellerini hatırlamak yeterlidir. Böylece ünlü yazar George Orwell’in 1984 adlı romanındaki öngörüsü gerçekleşmiş, “büyük birader” herkesi izler olmuştur. Daha doğrusu her yerde ve herkesi izlediği imajı vurgulanmıştır.

    Kendi yandaş ve taraftarlarına her türlü nimeti, rahatı, makam ve mevkii sağlayan ideolojiler, “öteki” yanda “düşman” olarak algıladıkları kişi/kesimlere ise hayat hakkı tanımamışlardır. Bunun bir sonucu olarak Nazizm, Komünizm ve Faşizm başta olmak üzere bu ideolojiler milyonlarca insanın ölümüne ve yine milyonlarca kişinin ise çalışma kamplarında açlık, sefalet ve yokluk içerisinde; başka bir ifadeyle insanlık onuruna sığmayan ve yakışmayan şartlarda yaşamaya mahkum etmiştir. Böylece kendilerine baş eğmeyen veya öteki olarak algıladıkları kişi/kesimlere hayat hakkı ve-rilmemiştir.

    Bunun en tipik örneklerinden birisi Stalin’in bir gecede ve beş satırlık bir emirle 25.000 Polonyalı subay ve aydını katletmesiydi. Diğer katliamları da hesaba katıldığında sadece Stalin’in 25 milyona yakın insanın ölümünden sorumlu olduğu ileri sürülmektedir. Hitler, Lenin, Mussoloni, Mao ve diğer kendilerini tanrılaştıran diktatörlerin zulümleri de buna eklenmelidir.

    İşte tüm bunlara şahit olan ve bazen bu zulüm ve barbarlıkları bizzat yaşamış insanlar 21. yüzyılın daha iyi bir yüz olması için çalışıyorlar. Adeta hayatlarını ve tüm varlıklarını bu yolda feda ediyorlar. Bu çabaların da başından beri içerisinde olan ve yaptığı çalışmalarla çeşitli uluslararası ödüller alan Dr. Robert Muller barış, diyalog ve hoşgörü davasına gönül vermiş bu insanlardan sadece birisi. BM Genel Sekreter Yardımcılığı da yapan Dr. Muller şimdilerde BM Uluslararası Barış Üniversitesi Rektörü.

    Kendisi aslen bir Fransız. İki savaş ve tabii olarak iki de muhaceret yaşamış. Yukarıda zikrettiğimiz kendini adeta ilahlaştıran diktatörlerin sebep olduğu zulüm, acı, ızdırap ve sıkıntıları ilk elden yaşamış. Bu nedenle özgürlükler ülkesi olarak geldiği Amerika’da tüm ömrünü barış ve diyaloga; açlığın, fakirliğin, işsiz-liğin ve her tür çevre sorunlarının çözümüne adeta adamış. İşte bu ruh ve anlayışı paylaşan insanlar, sonuna geldiğimiz yüzyılda, kendi yaşadıkları tüm sıkıntıların bir daha yaşanmaması ve daha güzel bir yüzyıl için işbirliği yapmaktalar. Hem de tüm dünya dinlerine çağrıda bulunarak. Onlarla eşit şartlar ve karşılıklı diyalog çerçevesinde yapmaya çalışıyorlar bu hizmeti.

    Dünya Dinler Parlamentosu başkanı Dr. Hovard Sulkin ise konuyu şöyle ortaya koyuyor : “20. Yüzyılın I. ve II. Dünya savaşlarının yanında irili ufaklı bir çok savaşa sahne oldu. Bu savaşlarda yaklaşık olarak 200 milyona yakın insanın hayatını kaybettiğini tahmin ediyoruz. Ayrıca 20. yüzyıldaki bilimsel ve teknolojik gelişmelerin başta çevre sorunları olmak üzere bir çok soruna neden olduğunu, bu nedenle insanlığın yeni bir yüzyıla girerken bir kez daha manevi geleneklere ve dine yöneldiği görülmektedir. 21. yüzyılın barış, hoşgörü ve sevgi yüzyılı olması için bütün dinlere ve bunların müntesiplerine büyük sorumluluklar düşmektedir. Komünist Rusya’da bütün açıklığıyla görüldüğü gibi bir dini inancı şiddet ve güç kullanarak yok etmek mümkün değildir. Ayrıca tarihte yaşanan din savaşlarından da ders alarak, 21. yüzyılı Medeniyetler Savaşına sahne etmek isteyenlere fırsat verilmemelidir. Bu nedenle hepimize büyük görevler düşmektedir. Farklılıklarımızı koruyarak, manevi geleneklerimizden aldığımız güçle insanlığın sorunlarına çare, dertlerine derman olmalıyız.”

    Aslında asrın başında beklendiği ve sanıldığı gibi, bilim ve teknoloji insanın tüm beklentilerini karşılayabilseydi veya sanıldığı gibi ekonomik gelişme mutluluk ve barış için yeterli olsaydı tüm bu çabalara ihtiyaç kalmayacaktı. Bilim ve din adamlarına göre 20. yüzyıl bilim ve teknolojideki tüm başarılarına rağmen, kaybettiği bir boyut yüzünden insanlara vadet-tiği barış, huzur ve mutluluğu vermedi. Savaş, soykırım ve açlıkla savaşmak zorunda kalmayan insanlar bile, bu kayıp boyut yüzünden tüm maddi servetlerine rağmen mutlu olmadıkları/olamadıkları görülmektedir. Çağdaş insan kendine, topluma ve tabiata yabancılaşmanın, adeta ruhunu kaybetmenin sıkıntısını yaşıyor. Bu nedenle bu insanların kendileriyle, aileleriyle ve toplumlarıyla barışık olmadıkları görülmektedir. Aksi takdire ailenin parçalanmasını, uyuşturucu bağımlılığını ve modern şehirlerde artan suç oranlarını nasıl izah edeceğiz. Peki nedir bu kayıp boyut?

    Bu kayıp boyut: Manevi, yüksek, aşkın, derin ve evrenselliği ile hepimizi kuşatan boyut anlamına gelmektedir. Dünyadaki tüm dinlere anlam veren ve tüm dinlerin de insanlara vermeye çalıştığı manevi ve kutsal boyuttur kaybettiğimiz. Zira bilimin, ekonominin, siyasetin ve sosyolojinin ulaşmaya ve gerçekleştirmeye çalıştığı bir çok önemli şeyin bu manevi boyutta mevcut olduğunu ve insanların bunları daha önceden bildiğini görmekteyiz. Sorun şurada: Bu yüzyılın başında bilim ve teknolojiye materyalistçe bağlılık bu manevi boyutu kaybetmemize neden oldu. İşte bu yüzyılın kustuğu tüm zulüm ve soykırımlar bunun bir sonucudur. İşte Dünya Dinler Parlamentosu projesi bu kayıp boyutu yeniden keşfetmeye ve canlandırmaya çalışıyor. Tüm semavi dinlerin ve diğer din ve geleneklerin mensupları bu kayıp boyutu yeniden tesis etmede ve canlandırmada göreve çağrılıyor. Zira ancak böyle yeni bir ruh, manevi sorumluluk, karşılıklı hoşgörü ve saygı çerçevesinde ihtiyar dün-yamızın 20. yüzyılda devraldığı kirleri temizleyebiliriz.

    Son zamanlarda tüm dünyada gözlenen dini canlanma; maneviyata, ahlaka, dürüstlüğe, diğerkâmlığa ve hatta çevreye sahip çıkma bilincini başka nasıl izah edebiliriz? En basitinden hiç bir manevi değere inanmayan, içinde yaşadığı zamanın keyfini çıkarmayı en büyük amaç olarak gören nihilist ve ateist varoluşçu bir anlayış neden ilgi duysun çevrenin bozulmasına? Ya da diğer insanların açlığına, sefaletine? Gelecek nesillerin daha sağlıklı bir çevrede yaşamasına? Bu kayıp boyutun en ilginç göstergelerinden birisi, bir zamanlar ilkel ve vahşi olduklarından yok edilmek istenen Kızılderililerin çevreyle ilgili anlayış ve geleneklerinin tüm dünyadaki çevre duyarlı insanlarca benimsenmesidir.

    Bu durumu en iyi fark edenlerden birisi kendisi bir ateist olan Andre Malraux’tur. Bu düşünüre göre: “21. yüzyıl ya manevi değerlerin hakim olacağı bir yüzyıl olacak, ya da hiç olmayacaktır”. Yine kendisi ras-yonalist bir ekonomist iken, BM’lerdeki çalışmaları ve deneyimleri sonucu mistik bir konuma gelen Dan Hammarskjöld bu durumu şöyle vurgulamaktadır: “Sürekli barış için hiç bir umut görmüyorum. Bunu yapmaya çalıştık ancak başaramadık. Dünya yeniden manevi bir doğuşu gerçekleştiremezse, medeniyetimiz yok olmaya mahkumdur.” Buna son yirmi yılını teknolojinin sebep olacağı sorunları çöz-meye harcayan çağdaş filozoflardan Hieddeger’in “Bizi ancak bir Allah kurtarabilir” tespiti de ilave edebilir.

    İşte dünyada ve ülkemizde gözlemlenen dini uyanış ve bilinçlenmeyi bu çerçevede görmek gerekmektedir. Yine ABD Başkanı Clinton’un son zamanlarda dini hoşgörüyle ilgili aldığı ve başta Amerika’da yaşayan Müslümanlar olmak üzere herkesi sevindiren kararlarının altında da bu tespitler yatmaktadır. Amerikan toplumu yeni yüzyıla, bu eğilimleri hesaba katarak hazırlanıyor. Aksi takdirde başta Amerikan toplumu olmak üzere insanları nasıl sorunların beklediğiyle ilgili ellerinde çok ciddi veriler bulunmaktadır.

    Gelişmekte olan ülkelerdeki, siyasi, ekonomik, çevresel ve diğer sorunların da bununla ilgisi bulunmaktadır. Politik kokuşmuşluk ve kendi çıkarlarını toplumun ve gelecek nesillerin çıkarından üstün tutan insanlar artık tutulmuyor. Dünyanın eroz-yonla kaybolan topraklarıyla mücadele edilirken, manevi dünyaları erozyona uğramış; kendi çıkarından başka bir derdi olmayan, ancak bunu çeşitli ali cambaz oyunlarıyla saklayan politikacılar artık tutulmuyor. Herkes adeta elinde lambayla gün ortasında insan arayan büyük düşünür gibi, gerçek insanları arıyor. Peki nerede bulacak bu insanı? Yitirdiği yerde. Yani asrın başında bazı ütopyaların etkisiyle terk ettiği ve unuttuğu manevi ve aşkın değerleri yeniden hatırlayarak, keşif ederek ve yaşayarak.

    İşte tüm bunlar da göstermektedir ki, karşılamaya çalıştığımız ve sadece iki yıl kalan 21. yüzyıl manevi ve dini değerlerin hakim olacağı bir yüzyıl olacaktır. Aslında bunu anlamak için bu kadar uzun lafa da gerek yoktur. Ülkemizde son zamanlarda cereyan eden tartışmalara bakmak kafidir. Tüm tartışmalar dolaylı-dolaysız İslam, Kur’an ve Müslümanlarla ilgilidir. Seküler insanlar bile temiz, dürüst, namuslu insan aramaktadır. Asrın başında insanlığın ilaç diye sarıldığı, komünist, sosyalist, nasyo-nalist ve faşist ideolojileri tartışan yok. Bu ideolojilere gönül verenlerin, şu anda resmi ideolojiye yaslanarak son savunmalarını yaptıkları ve zapt ettikleri son güç noktaların kaybetmemek için bütün güçleriyle çalıştıkları gözlenmektedir. Tüm sıkıntıların temelinde ise hala 20. yüzyılın ayakta tutulmaya çalışılan tekçi ve monist; başkasına söz ve yaşama hakkı tanımayan anlayışı yatmaktadır. Buna kaybolan manevi boyutun nasıl ve ne şekilde anlaşılmasında karşılaşılan sıkıntı ve sorunlarda eklenmelidir. Ancak tüm bunların üstesinden gelebilmenin yolu da yok değildir. Yeter ki iyi niyetli olunsun. Yapılan tartışma ve araştırmaların sağlıklı ve mümkün olduğu kadar objektif olması gerekmektedir.

    İşte Dünya Dinler Parlamentosu bunun tipik bir örneğidir. 1993 toplantısında be-nimsenen ve tüm dinlerin temsilcileri tarafından ve imzalanarak benimsenen Evrensel Bir Ahlaka Doğru Beyannamesine şöyle bir göz atmak yeterlidir. Bu beyannameyi dikkatlice okumak, eğitim sistemini yeniden dizayn edenlere ışık tutabileceği gibi, özellikle 20. yüzyılın başında hakim olan ve o zamanlar gerçekten de cazip olan fikirlere dönüşü savunanlara da ışık tutacaktır. Kısacası sadece ülkemizin ve milletimizin değil, tüm insanlık için endişe ve kaygı duyanların bu evrensel beyannameden öğreneceği şeyler ve alacağı dersler bulunmaktadır. Ancak bu başlı başına başka bir yazının konusu olacak kadar uzundur.

    Evet, 21. yüzyıla girerken tüm insanlık bir kez daha yüzünü semaya, yani aşkın ve kutsal olana çevirmiş bulunmaktadır. Öyle ki, materyalist ve ateist düşünürler bile insanlığın ve dünyanın geleceğini bu kayıp boyutun yeniden keşfinde görmektedirler. Ancak tarihte yaşadığımız bazı tecrübeler bazı kaygıları da beraberinde getirmektedir. Bu da dinin siyasi ve sömürgeci amaçlarla kullanılmasıdır. En tipik örneklerini Haçlı savaşlarında gördüğümüz bu tecrübeler tekrar edilmemelidir. Bu nedenle bir çok Hıristiyan din adamı ve düşünür Parlamento çalışmaları çerçevesinde bu acı tecrübelerden dolayı üzüntüsünü belirtmiş ve özür dilemişlerdir. Bundan sonra yapılacak olan şudur: Tüm dinler barış ve karşılıklı anlayış içinde insanlığın ortak sorunlarını çözmek için işbirliği yapmalıdırlar. Dr. Müller’in vurguladığı gibi hayati ve can alıcı nokta şudur: Yeni bir bin yılın eşiğinde dinlerin en temel görevi kendi inançlarının ve doğmaların propagandasını yaparak yeni üyeler kazanmak olmamalıdır. En önemli manevi görev, 20. yüzyılda kaybettiğimiz ve şimdilerde dünyanın içine düştüğü materyalizm ve ahlaki kokuşmuşluk ve bozulmalarla çok muhtaç olduğu manevi Rönesans’ı gerçekleştirmemizdir. Sorun kişisel olarak el açmamız, diz çökmemiz veya çökmememiz, başımızı açmamız veya kapatmamız değildir. Sorun açıktır: Uyuşturucu ve alkolün pençesinde kıvranan gençlere ümit verebiliyor muyuz? Açlara, işsizlere, etnik ve ırkçı ayrımlardan ızdırap çekenlere, yıkılan ve parçalanan ailelere, sokaklara terkedilmiş çocuklara, evsizlere, sakatlara, kimsesizlere, yalnız yaşamak zorunda kalmış yaşlılara, göçmenlere, hastalara ve şiddete maruz kalanlara bir mesaj ve çözüm önerimiz var mı? Tüm dinlerin mensupları insanlığa ümit, diğerkâmlık, dürüstlük ve manevi sorumluluk aşılamalıdır. Bu noktanın altını en iyi çizen ise, Cape Town’da yapılan 1999 Dünya Dinler Parlamentosuna bir konuşma yapan Nelson Mandela oldu: “Dünyanın karşı karşıya bulunduğu sorunları çözmeye çalışanlar, dinlerin ve moral değerlerin etkisini ve katkısından yararlanmadan bu sorunları çözmede başarılı olamayacaklardır. Bu nedenle, 21. yüzyıl dini ve manevi değerlerin yeniden keşfedildiği bir yüzyıl olacaktır.”

    Mandela bu iddiasını bizzat kendi ha-yatını örnek göstererek destekliyor:

    “Bugün burada sizin huzurunuzdaysam, 28 yıllık hapishane ve işkenceler beni yok edemediyse bu aldığım dini eğitim ve inancımın bir sonucudur. İnsanoğlunun insanoğluna layık gördüğü en şiddetli zulüm ve işkenceler altında bile Tanrıya olan inancımı hiç kaybetmedim. Hiçbir şeyden yılmadan. Her türlü işkenceye katlandım. İnancım olmasaydı kesinlikle bu davayı kaybederdim. Böyle bir inanca sahip olmayan bir çok arkadaşımın bedenlerinden önce ruhlarının öldüğüne şahit oldum. Ayrıca şu noktayı da özellikle belirtmek istiyorum: Bizler hapishanede iken Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi dindar insanlar ve kuruluşlar bizi hiçbir zaman yalnız bırakmadı. Bizlere ellerinden geldiğince destek oldular. Dış dünyayla irtibatımızı sağladılar. Onların sayesinde hapishaneden eğitilmiş kişiler olarak çıktık.”

    Mandela yeni bir milenyuma girerken dinlerin önemli rolüne işaret ederek, dinlerin ve manevi değerlerin 21. yüzyılı şekillendireceğini belirtti. Ona göre 1999 Dünya Dinler Toplantısının Cape Town’da yapılması ve buradaki insanların varlığı bunun en açık deliliydi? Ancak 20. yüzyıla damgasını vuran ve çeşitli savaş, soykırım ve zulümlerin kaynağı olana ideolojileri küçümsememek gerekir. Yeni bir yüzyılın eşiğinde iken bile dünya çeşitli zulüm ve soykırımlara sahne olmaktadır. Tüm bunlardan ders olarak, dini değerlere sahip insanlar daha hazırlıklı olmalı ve bu tür sorunların yaşanmaması için işbirliği yapmalıdırlar. Mandela’ya göre 20. yüzyıldaki belli başlı dikta rejimleri, askeri darbe ve güç kullanmaktan ziyade, sıradan insanların tüm bu dayatmalara direnmesi ve özgürlükten yana tavır koymasıyla yıkılmışlardır. Bunun bir diğer anlamı ise, çeşitli geleneklere mensup sıradan dindar ve manevi değerlere sahip insanlar insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü temelinde bir ortak zemin oluşturdukları takdirde, hiçbir güç onları birbirine karşı kışkırtmaya ve yeni çatışmalara sürüklemeye muvaffak olamayacaktır.

    Mandela’nın konuşmasındaki şu ifadeler adeta tüm dünyanın (dini ve dünyevi) liderlerine bir çağrı niteliğinde: “Din tarihte şahit olduğumuzdan daha derin bir şekilde karşı karşıya bulunduğumuz devasa sorunları çözmede insanlığa rehberlik edecektir. Kendi ülkem olan G. Afrika’da maddi ve sosyal gelişmeyi ve yeniden yapılandırarak gerçekleştirmek için yeni bir program başlattık. Bunun adı: Moral olarak yeniden yapılanma ve kalkınma programdır. Bizim için geçerli olan bu formülün tüm dünya için geçerli olduğunu düşünüyorum.”

    Sonuç olarak, din ve dini değerlerin yeni yüzyılda daha çok görünür olacağı görünüyor. Ancak, dinden beklenen bu olumlu taleplerin gerçekleşmesi, büyük ölçüde kendini dindar olarak tanımlayanlara bağlı olacaktır. Başka bir ifadeyle, dindar insanların tarih ve yaşanan tecrübelerden ders alarak; dini değerleri ve metinleri yorumlama, yeni çözümler üretmede gösterecekleri başarıya bağlı olacaktır.