Köprü Anasayfa

İnsanlığın En Uzun Yüzyılı

"Kış 2000" 69. Sayı

  • Bilgi, Medeniyet ve İslam

    Alparslan Açıkgenç

    Prof. Dr. Fatih Üniversitesi, Öğr. Üyesi.

    Yirminci Yüzyılda İslam Medeniyeti

    İnsanlık tarihi bir bütün olarak devam ediyor olmasına rağmen, bu tarih içinde sanki kesintili olarak ortaya çıkan ve devamlılık arzetmeyen birtakım yüksek kültürler müşahede etmekteyiz. Medeniyet olarak adlandırılan bu kültürler mahallî kalma özelliklerini aşarak küllî değerler oluşturan çok dinamik bir yapıya sahiptirler. Bir kültürün, küllî değerlere ulaşması mahallî kalma özelliklerini aşabilen faaliyetler sayesinde mümkündür. Bunlar da şüphesiz ki fizik, kimya, tıp ve biyoloji gibi bilimlerin ortaya koyduğu ilmî; ve felsefe, tarih, hukuk, sosyoloji, psikoloji ve sanat gibi bilimlerin geliştirdiği tefekkürî faaliyetlerdir. Ancak bunlara ilaveten küllî hakikatlar ortaya koyan dinlerin de bunda etkisi olduğunu İslam medeniyeti gözler önüne sermektedir. Bu etkenler sayesinde bir kültür ilmî ve felsefî bir özellik kazanarak mahallî yönlerini aşar; gittikçe kendi çevresi dışındaki kültürleri de içine almaya başlar ve içinde birden fazla kültürü barındırmaya başlar. Bu dinî, ilmî ve tefekkürî süreç sonunda bir kültürün ulaştığı duruma “küllîleşme” demekteyiz. Buna göre medeniyeti, küllîleşmiş bir kültür olarak tarif edebiliriz. Ancak bu tarifimiz medeniyetin üç önemli unsuru olarak gördüğümüz, din, bilim ve düşüncenin medeniyetleşme sürecindeki katkılarını dile getirmemektedir. Bu açıdan bunların düşüncenin medeniyetleşme sürecindeki katkılarını kısaca şöyle ifade edebiliriz: 1. Din, bir kültürde küllî değerler sistemi getirerek yol gösterici olma durumundadır; 2. Teknolojiyi de burada dahil edebileceğimiz bilim, o kültürün âleme ve insana bakışını öznel çerçevesinden çıkarıp nesneleri oldukları gibi anlama çabasına sürüklemektedir; 3. Düşünce ise, kültür içindeki bütün birikimlerin küllî bir şe-kilde değerlendirmesini temin ederek bu değerlendirme çerçevesinde bir âlem anlayışına (dünya görüşü) götürmektedir.

    Medeniyetlerin, bu şekilde dinî, ilmî ve felsefî faaliyetlerle küllîleşen kültürler olduğunu savunmamız onların ancak bu tür faaliyetlerle ortaya çıkabileceklerini de savunduğumuzu gösterir. Diğer taraftan medeniyetlerin çöküşü de ancak bu faaliyetlerin sönmesi ile olacağı sonucu mantıken buradan çıkarılabilir. O halde medeniyetler, tarih boyunca bu şekilde ortaya çıkıp çökegelmişlerdir. Onların bu “ortaya çıkma” veya “doğma”sı ve sonra da “çökmesi” tarih içinde bir zaman dilimi içerisinde gelip geçtiklerini gösterir. Bu yüzden tarih içinde sanki “kesintili” olarak ortaya çıktıklarını ve “devamlılık” arzetmediklerini dile getirmek istiyoruz. Halbuki tarih, kesintili değildir; yani kesintisiz olduğundan devamlılık arzetmektedir. Ancak mesela bir Sümer veya Hitit veya Eskiçağ Yunan Medeniyetlerini ele alacak olursak bunların tarihte devam ettiklerini savunamayız. Bunlardan eserlerin geriye kalması ve bizlerde bunların izlerinin devam etmesi, tarihte devam ettikleri anlamına gelmez; şayet bunu savunan olursa o zaman şöyle sorabiliriz: nerede bu medeniyetlerin insanları ve nerede bunların etkin ilmî ve kültürel faaliyetleri? Hatta bunların dilleri bile artık tarihe ölü dil olarak geçmişlerdir. Ancak bunların bulundukları kültür ve coğrafyada tarih devam etmiştir. O halde tarihte olan devamlılık ve kesintisizlik özelliği medeniyetlerde yoktur. Bu yüzdendir ki bazı tarih felsefecileri, toplumların yani medeniyetlerin doğup yükselip zaman içerisinde çöktüğünü tarihî bir olgu olarak değil de tabiî bir olay gibi yorumlamışlardır. Durum nasıl olursa olsun bizi burada ilgilendiren bu tür tartışmalardan ziyade İslam Medeniyetinin 20. yüzyıldaki durumunun bir değerlendirmesidir. Fakat zaman zaman bu tür felsefî konulara girmeden böyle bir değerlendirme yapamayacağımız açıktır. Bunu göz önünde bulundurarak konumuzu açmaya çalışacağız.

    İnsanlığın düşünce tarihi, devamlı bir değişme halindedir. Bu değişme hiçbir zaman belli bir noktada durmayacaktır. Tam aksine küllîleşme sürecine girmiş olan bir medeniyet büyür, gelişir, olgunlaşır ve ölebilir. Burada “ölebilir” ifadesini bir medeniyetin çökme olgusuna atfen kullanmaktayız. “Ölebilir” derken de bir imkanı ifade etmekteyiz, dolayısiyle medeniyetlerin mutlaka çökmesi gerektiğini dile getirmek istemiyoruz, çünkü, aşağıda da göstereceğimiz gibi medeniyetleri küllîleştiren faaliyetler, faal (dinamik) olarak kaldıkları sürece medeniyet çökmez. Burada ele aldığımız konu içerisinde bir çok ayrıntı arzeden mesele gündeme gelmektedir. Bunları mümkün olduğu kadar kısa ve öz ifade ederek geçmek zorundayız. Bu açıdan konumuzu dağıtmadan tekrar medeniyetleşme konusuna dönelim.

    İnsanlık tarihi medeniyetlere ortamlık yapmıştır. Bu ortam içerisinde çok çeşitli kültürler doğmuş ve bunların ancak bazıları mahallî yönlerini aşarak cüz’îlikten kurtulmuş ve böylece medeniyet halini almıştır. Küllîleşme medeniyetleşmenin bir ön şartı olduğuna göre, ancak küllî olma özelliğindeki etkinlikler bir kültürü medeniyetleş-tirebilir. Bunlar da üç önemli olgudur; 1. Din, 2. Tefekkürî faaliyetler, 3. İlmî (bilimsel) faaliyetler. Bunlardan din, küllî kaide-ler içeren bir sistem olduğundan cemiyetin kültürünün o yönde oluşmasını temin edeceği açıktır. Bilim ise temelde insandan bağımsız olan konuları incelediğinden yapısı itibariyle küllîliğe açıktır. Tefekkür de külli akıl ilkeleri ile olduğundan sonuçları aynı kapıya, değişik yollardan da olsa çıkaracaktır. Şimdi medeniyetin bu unsurlarının medeniyetleşme sürecine olan katkılarının ne olduğunu biraz açabiliriz.

    Önce dini ele alınca, iki ayrı olgu ile karşılaşmaktayız: Birincisi, hayatın her yönü ile ilgili genel, küllî ve mutlak ilkeler bütünlüğü, ki bunlar vahiy ile verildiğinden bu olgu tamamen ilâhîdir; ikincisi, bu ilke-ler bütünlüğünün, çeşitli durumlarda yorumlanıp uygulanmasıdır ki, bu da âlimler tarafından yapıldığından tamamen ilâhî temele oturtulan beşerî olgular bütünlüğüdür. Bu doğrultuda İslâm’ı ele alırsak onun da hem ilâhî, hem de beşerî yönlerinin olduğunu gayet açık olarak görebiliriz. İslâm’ın ilâhî yönünü, sadece Kur’an ve Kur’an’a dayanan Sünnet oluşturmaktadır. Beşerî yönünü ise, Ebu Hanife, Şafiî, Gazalî, Eş’arî, Maturidî, Farabî ve Razî gibi yüzlerce âlimin, Kur’an ve Sünnet’e dayanarak geliştirdikleri dünya görüşü teşkil etmektedir ki, bu geniş dünya görüşünü, bizim geleneksel olarak bildiğimiz fıkıh, kelam, tefsir gibi ilimlerin meydana getirdiği bakış açısı temsil etmektedir. Hatta Sünnet’in bile tamamı vahiy mahsulü değildir. Peygamberimizin kendi şahsî ictihadı da İslâm’ın beşerî yönlerine dahildir. Ancak Peygamberliğin beşerî katkısı ile vahiy yönü “girgin bir içiçelik” arzettiğinden, Sünnet’i genel olarak ilâhî kabul etmekte, bizce bir sakınca yoktur. Nitekim Peygamberimizin bu yönleri din açısından dünyaya ilişkin haller olarak belirlenmiştir.

    İslâm’ın kaynak olarak ilâhî yönünü Kur’an ve Sünnet ile sınırlandırınca, beşerî yönünü de âlimlerin ictihadı olarak belirlersek bu ikinci yönünü “İslâm Medeniyeti” diye rahatlıkla tanımlayabiliriz. Böylece karşımıza iki türlü İslâm çıkacaktır: 1. Kaynak olarak İslâm (Kur’an ve Sünnet); 2. Medeniyet olarak İslâm (âlimlerin yorumları ve şahsî görüşleri). Medeniyet olarak İslâm, Kur’an ve Sünnet’ten kaynaklandığı için “Kaynak İslâm”dan koparılıp ayrı bir şekilde ele alınamazsa da; uygulamadan doğan yorum ve görüş ayrılıklarını, burada dikkatle ve ictimâî-kültürel tarihî bağlamında ele almak zorundayız. Aksi halde İslâm’ın medeniyet olarak anlaşılması bile söz konusu olamaz. Nitekim bu yüzdendir ki, burada böyle bir ayırımı yapma ihti-yacını duymaktayım. Bizce bu ayırım çok önemlidir. Çünkü şayet kaynak olarak İslâm inceleniyorsa, o zaman Kur’an ve Sünnet’in doğru anlaşılıp anlaşılmadığı ve doğru yorumlanıp yorumlanmadığı söz konusu olabilir. Ancak medeniyet olarak İslâm eleştiriliyorsa, bu durumda nass’lara değil, yorumlara ve bunların uygulanmasına yöneldiğimiz açıkça ortadadır. Medeniyet ortamına geçildiğinde kaynak olarak İslam olan İlâhî alandan beşerî alana geçmiş durumdayız.

    Kaynak olarak İslâm, Kur’an ve Sünnet olduğuna göre, bunlar nass olarak esastırlar; küllî ve mutlaktırlar. Bunlar ilâhî yönden vahiyle geldiklerinden yanlış olmaları söz konusu olamaz. İslâm, medeniyet olarak ele alındığında ise, nassların yorumu söz konusudur. Diğer bir deyişle, İslam medeniyeti, Kur’an ve Sünnet’ten kaynaklandığından bu temelinden ayrıldığı halde onunla sadece çakışması söz konusu olabilir, ama özdeşliği ileri sürülemez; burada medeniyet ile İslâm’ı karıştırmamak gerekir. Ancak din olarak İslâm ile medeniyet olarak İslam yoruma dayandıklarından, bir medeniyet olarak İslâm medeniyeti ile din olarak İslâm’ın birçok ortak yönleri vardır. İslâm medeniyetinin temeli ise, kaynak olarak İslâm, yani Kur’an ve Sünnettir. Dikkat edilirse, din olarak İslâm; Kur’an ve Sünneti içeren kaynak olarak İslam; ve bir de bunların daha geniş faaliyetler içerisinde yoğrulmasından oluşan medeniyet olarak İslam şeklinde üçlü bir ayırımı gündeme getirmekteyiz. Bunların üçü de tarih içerisinde çok yakın bir ilişki içerisinde bulunmuşlardır, hatta bizzat uygulamada üçü de çok içiçe olmuşlardır. Bu, elbetteki yanlış değildir, ancak İslam medeniyetini burada değerlendirmemizde esas alınacağından bizim için bu ayırım konumuz açısından bir önem arzetmektedir. Bu üçlüden, sadece yukarıda belirtildiği gibi kaynak olarak İslam, tarihsel özelliğe sahip değildir veya belli bir zaman diliminde vuku bulması hasebiyle ancak sınırlı bir tarihsel özelliğe sahiptirler.

    İslâm ile İslâm’ın temel kaynakları arasında bir ayırım yaparken, İslâm’ın genel din anlayışı içerisinde bir medeniyet olarak ele alınabileceğini böylece belirlemiş olduk. O halde İslâm’ın, temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’ten, yorumlanarak veya doğrudan yorumsuz alınan küllî hakikatlar bütünlüğünü oluşturan İslam dinî yapısının insan hayatının bütün yönlerine uygulanması ile ortaya çıkan umumî kültür birikimine “İslâm Medeniyeti” diyebiliriz. İslâm Medeniyetinin oluşma şekli, diğer medeniyetlerden pek farklı değildir. Çünkü bütün medeniyetlerin yükseliş ve çöküşleri temelde beşerî olgular oldukları halde bunların oluşum sürecinde geçerli olan ilkeler devamlı aynıdır. Kur’an’ın “sünnetullah” olarak adlandırdığı bu toplumsal ilkeler hiç bir zaman değişmez. Fakat sünnetullah, devamlı ilâhî bir yön içermektedir. Çünkü Kur’an bu terimi devamlı toplumların peygamberlere karşı çıkmaları ile ortaya çıkan durumlara ilişkin kullanmıştır:

    Bütün güçleriyle Allah’a yemin ederek; ‘Andolsun, eğer bir peygamber gelirse, diğer bütün milletlerden daha çok doğru yolu takip edeceğiz’ dediler. Ancak kendilerine bir peygamber gelince doğru yoldan uzaklaşmaktan başka bir şey yapmadılar; derken yeryüzünde daha fazla kibirlenerek dolaşıp kötü tuzaklar kurmayı düşündüler. Halbuki kötü tuzağın etkisi neticede ancak sahibini bulur. Onlar önceki toplumlara uygulanan ilkelerden başkasını mı umdular? Allah’ın ilkesinde (sünnetullah) asla bir değişiklik olmaz. Allah’ın ilkesi değiştirilemez. Kendilerinden önceki toplumların sonunun nasıl olduğunu görebilmek için hiç yeryüzünde gezmediler mi? Halbuki onlar daha güçlü idi. Ne göklerde, ne de yerde Allah’ı âciz bırakacak hiç bir şey yoktur. O, bilendir; güçlüdür. (35/Fâtır, 42-44)

    Bu, Allah’ın önceki toplumlara uyguladığı ilkedir (sünnetullah). Allah’ın ilkesinde asla bir değişiklik bulamazsın. (33/Ahzâb, 62; ayrıca krşz. 17/İsrâ, 77; 48/Fetih, 23)

    Medeniyetlerin oluşumunu, yükseliş ve çöküşünü düzenleyen ilâhî kaideler (sünnetullah) her medeniyette aynı ise de, bunların medeniyetleşme süreci içerisinde takip ettikleri tarihî süreç farklıdır. Bu ilâhî kaideleri açıklamaya çalışırsak zannedersem bundan ne kasdettiğimizi de açıklamış oluruz. Medeniyetleşme sürecini, âdeta kontrolü altında tutan birtakım önemli unsurlar vardır ki, bunlara “itici güçler” veya “ictimâî kanunlar” diyebiliriz. Bir medeniyetin oluşmasında en önemli ve en zorunlu, bu yüzden de en baskın olan itici güç, bilgidir. Kur’an’ın “ilm” dediği bu bilgi her hangi bir bilgi değil, belli bir tür bilgidir. Bu bilgi, toplum fertlerine açık ve berrak bir dünya görüşü kazandıran yaklaşımdır. Nitekim İslâm medeniyetinde bu bilgi, vahiyle Peygamberimiz tarafından kazandırılmıştır. Bazı âyetler bunu gayet açık bir şekilde dile getirmektedir:

    Yemin olsun ki, sana Bilgi (el-ilm) gönderdikten sonra şayet onların arzularına uyarsan, Allah’tan ne bir dost, ne de bir yardımcı bulursun. (2/Bakara, 120)

    Ayrıca diğer peygamberlere gönde-rilenin de bilgi olduğu vurgulanmaktadır: “Gerçekten Biz, Davud’a ve Süleyman’a Bilgi verdik.” (27/Neml, 15); “Şüphesiz ki, Biz, onlara inanan bir topluluk için bir yol gösterici ve rahmet kaynağı olmak üzere Bilgi ile açıkladığımız bir Kitap getirdik.” (7/A’raf, 52).

    Bilgi unsuru genellikle her medeniyette aynı işlevi görür. Fakat bilginin bu işlevi gerçekleştirme şekli medeniyetten medeniyete değişir. O halde sünnetullah olarak bilgi her toplumda medeniyetleş-meye yol açar ve bu bakımdan bilginin, her medeniyette aynı olan işlevi, bilginin toplum fertlerine açık ve berrak bir dünya görüşü kazandırmasıdır. İslâm medeniyetini ele alacak olursak Peygamberimizin vahiyle, kendi toplumuna nasıl bir dünya görüşü kazandırdığını inceleyebiliriz. O toplumdaki her fert, kim olduğunu, neden var olduğunu, bu dünya hayatının gerçek amacını, ölümün ne olduğunu İslâm dünya görüşü içerisinde gayet açık ve berrak bir şekilde biliyordu. Bunun yanında, bu tür metafizik bir anlayışın nasıl bir toplumda gerçekleşebileceğini ve ne tür ictimaî, siyasî ve iktisadî bir anlayışla uygulanabileceğini de gayet iyi biliyordu. Bu tür fertler yanında, ayrıca özel olarak seçilmiş (Ashab-ı suffa, vahy katipleri ve hâfızlar gibi) ve eğitilmiş fertler de vardı ki, bunlar henüz doğmakta olan İslâm medeniyetinin ilk âlimleri olarak belirlenebilirler. Bu âlimler sınıfı ise, daha sistemli ve düzenli bir bilgiye sahip olduklarından kendilerine İslâm hakkında bir soru yöneltildiğinde bunu İslâm dünya görüşü içerisinde daha sistemli ve daha derli-toplu cevaplayabiliyorlardı. Bu yüzden Peygamberimiz, bu âlimleri tebliğ için İslâm’ı öğrenme eğilimi gösteren yörelere gönderirdi ve ilimden başka bir işle ilgilenmelerini pek istemezdi. Bu âlimlerin bir çoğu toplumu eğitme görevi ile ilgilendikleri için pek bir eser vermemişlerdir. Tabiî ki, Müslüman âlimin tek görevi, kitap yazmak olmamalıdır. Ancak Abdullah İbn Mes’ud, İbn Abbas, Zeyd İbn Sâbit, Ali İbn Ebî Talib ve Ebu Hureyre gibi zatlar aynı zamanda küçük risaleler ve kitaplar telif etmişlerdir. Bu şekilde bilgi unsurunun İslâm medeniyetinin oluşmasında oynadığı işlev, harekete geçirilmiş oluyordu.

    Tabiî ki, İslâm medeniyetinin başlangıcındaki bilgi, daha sonraki devirlerde aynı kalmamış, yeni bilgiler buna eklenerek İslâm dünya görüşü daha bir derinlik kazanmıştır. İslâm medeniyeti ve aslında hiç bir medeniyet her devirde aynen olduğu gibi kalamaz. Nitekim İslâm medeniyeti de ilk devrindeki gibi kalmamış, Müslümanların geliştirdikleri yeni bilimlerin kazandırdığı bilgiler çerçevesinde zenginleştirilmiştir. Böylece toplumda beliren yeni sorunlara, devamlı yeni ve daha etkin çözümler getirilmiştir. Bu çerçevede kelam (yani felsefe), hadis, tefsir, fıkıh, tarih, dil bilimleri, fizik, kimya, matematik ve astronomi gibi bir çok bilimler geliştirilmiş ve İslâm medeniyetine mal edilmiştir. Bunun yanında binlerce düşünür, filozof ve bilim adamı yetişmiştir. Bu düşünür ve bilim adamlarının insanlık tarihindeki önemine örnek olmak üzere, sadece Latince’ye ve Batı dillerine yüzlerce eserlerinin çevrildiğini; böylece Batı medeniyetine öncülük ettiklerini belirtmek yeterlidir.

    İslâm medeniyeti böylece başladığı gibi hiç bir zaman kalmamış, tarihî gelişim sürecini devam ettirerek sürekli bir değişim olgusu içerisinde olagelmiştir. Şayet böyle olmasa idi, İslâm medeniyeti kendi temel kaynağı ile de çelişki içerisinde olurdu. Zira Peygamberimiz bir hadisinde “İki günü bir olan zarardadır” demektedir. İslâm medeniyeti de hiç bir zaman aynı kalmamış, sürekli daha iyiye ve daha doğruya taraf bir değişim süreci içerisinde tarihî seyrini sürdürmüştür. Bir medeniyet içerisinde birden fazla kültür bulundurduğu gibi; İslam medeniyeti de içerisinde bulunan birden fazla milletlerin kültürlerini, imha etmeden, benliklerini koruyabilecekleri bir şekilde barındırmıştır. Yine her medeniyetin âdeta resmî diyebileceğimiz bir dili olduğu gibi İslam medeniyetinin de Arapça resmî dili olarak alınmış ve değişik bir çok millet Arap olmamasına rağmen Arapça’nın gelişmesine ve bir bilim dili olarak yerleşmesine katkıda bulunmuşlardır. Ancak 16. yüzyıldan sonra İslâm medeniyetinde bir durgunluk başlamış ve nihayet 19. yüzyılda çökmüştür diyebiliriz. Nasılki İslam medeniyetinin doğuşu için 610 senesi ile ilk vahyin verilmesi mümkün ise, aynı şekilde çöküşü için de Osmanlı’nın dağılması olan Birinci Dünya Savaşı’nın sona eriş tarihi, 1918 verilebilir. Zira bu tarihle İslam medeniyeti küllîliğini kaybetmiş ve mahallîleşen bir takım küçük kültürlere bölünmüştür. Yüksek bir medeniyet dili olarak Arapça da bilim dili olmaktan çıkmış ve mahallî birkaç kültürün dili olarak kalmıştır. Aynen tarihin geçmiş devirlerindeki çökmüş medeniyetlerde de görüleceği üzere bu mahallî kültürler, kendi medeniyetlerini unutup kısa zamanda hâkim medeniyetin etkisi altına girdiler; o kadar ki bunlardan bazıları kendi kişiliklerini kaybettiler. Zaten yıkılan bir medeniyetin en önemli özelliği, kendi benliğini hızla yitirmeye başlamasıdır. Bunun gibi günümüz Müslüman milletlerinin sergilediği daha bir çok davranışlar çökmüş medeniyetlerin özellikleridir. Bunun, ictimaî, siyasî, iktisadî ve eğitim gibi bir çok değişik alanlarda sebepleri vardır; fakat bunlardan konumuzu ilgilendiren en önemli ve temel baş sebebi burada “bilgi” unsuru olarak gündeme getirmek istiyoruz.

    Müslümanlar 12. ve 16. yüzyıllar arasında yeni bir zihniyet geliştirdiler. Bizce, bu zihniyet 16. yüzyıldaki bilimsel ve tefekkürî duraklamanın, sonuçta da sosyal, ekonomik, siyasî ve eğitim alanlarına yansıyan durağanlığın asıl sebebidir. Bu zihniyet, oluşmuş İslâm geleneğini hakikat-i mahza (yani hakikatin bizzat kendisi) olarak algılıyordu. Böylece gelenek, yorum ve şahsî veya mezhep görüşleri bizzat temel kaynaklar (nasslar) yerine konmaktaydı. Durum böyle olunca eldeki kitaplara, gelmiş-geçmiş ve gelebilecek tüm bilgileri içeriyor olarak bakılıyordu. Bu da bilginin sonu demekti. Âlime düşen tek bir görev kalıyordu, o da bu bilgileri anlamaya çalışmak ve açıklamak idi. Dolayısıyla şerhler ve haşiyeler dönemi böylece başlıyordu. Artık geçmiş bir bilgiyi eleştirmek -yanlış bile olsa- pek mümkün olmuyordu. Dolayısıyla İslâm Medeniyetinin gerilemesine sebep olan, bu medeniyetin temel kaynakları değil, aksine temel kaynakların yorumundan çıkarılan zihniyettir. İşte burada Müslümanların içinde bulundukları güç bir durumla bugün karşılaşmaktayız. On sekizinci yüzyıla kadar Müslümanlar ilmî ve tefekkürî faaliyetlerde çok etkin olmalarına rağmen bu etkinliklerinin zamanla gerilemesi onları güç bir duruma sokmuştur.

    Burada konumuzu ilgilendiren önemli bir ayırımdan bahsetmemiz yerinde olacaktır. Medeniyetleri etkinlikleri açısından üç sınıfta toplayabiliriz; 1. Canlı medeniyet, 2. Durağan medeniyet, ve 3. Ölü medeniyetler olarak üç sınıfta toplayabiliriz. Bu medeniyetlerin her biri, şayet kendi sınırlarını aşıp birden fazla dil ve millet topluluğunu kapsayacak duruma gelebilmişse, bu medeniyetlere, “küllî medeniyetler” diyebiliriz; İslam, Eski Yunan ve günümüzde Batı medeniyetleri gibi. Diğer taraftan, bu medeniyetlerin her biri, kendi sınırlarını aşamayıp bölgesel nitelikte kalmışsa bunlara da “mahallî medeniyetler” diyebiliriz. Bu medeniyetlerin kendilerine has bazı özellikleri vardır; ancak bunlardan biz, önemli gördüğümüz bir kaç tanesini, bunlardan ne anladığımızı açıklaması bakımından burada zikredelim.

    Canlı medeniyetin özelliği, bu medeniyetin hakim olduğu bir yerde ilmî ve felsefî faaliyetlerin diğer insan faaliyetle-rine öncülük etmesidir. Böyle bir medeniyete mal olan bir toplum, “bilgi toplumu” olarak adlandırılabilir. Bir canlı medeniyet toplumunda, hiç bir sorun, ithal bilgilerle çözülmeye çalışılmaz; aksine o toplumda üretilen bilimsel bilgiler ışığında, özgün kuramlar çerçevesinde çözülmeye çalışılır.

    Durağan medeniyetler ise, artık bilimsel alanlarda pek bilgi üretmeyen ve dolayısiyle teknolojik, ekonomik, politik ve nihayet askerî güç olarak da çöken medeniyetlerdir. Böyle bir medeniyetin geçmiş tarihî birikimi, miras olarak henüz paylaşılmadığından aslında ölü medeniyet olmasına rağmen bu görünümü vermemektedirler. Bunun en belirgin örneği, İslam medeniyetidir. Özellikleri ise, durağan Medeniyetlerin özellikleri ile çakışmaktadır. Ancak bu medeniyette ölü medeniyetlerin bazı özelliklerini de görmek mümkündür. Nitekim ölü medeniyetler, aslında mirası paylaşılmış durağan medeniyetlerdir. Şimdi konumuza ışık tutması açısından, bir medeniyetin mirasının ne olduğunu açıklamamız yerinde olacaktır.

    Her şeyden önce bir medeniyetin, bilimlere yaptığı katkı, en önemli mirasıdır. Bunun yanında diğer kültürel birikimleri, coğrafî hakimiyetleri, bu coğrafya üzerinde yaşayan toplumları ve nihayet medeniyetin bir de dili vardır. Ölü medeniyetlerde bu mirasların hemen hemen tamamı yeni ortaya çıkan veya yaşamakta olan medeniyet tarafından paylaşılmış veya paylaştırılmıştır.

    İslam medeniyetinin dili Arapça idi ve bugün, Eski Yunanca gibi, klasik Arapça olarak ölü bir dil olmaya doğru gitmektedir. Bu medeniyetin bilimsel ve kültürel birikimleri, Orta Çağ’da henüz dirilmeye başlayan Batı medeniyeti tarafından belli çerçevelerde özümsendi ve 17. yüzyıldan sonra Batı, bu birikimleri aşarak, özgün ve kendi kültürel özelliğini içine yoğurduğu yeni bir bilgisel anlayışa yöneldi. Yine bu medeniyetin coğrafî bütünlüğü, yavaş yavaş kaybolarak bugün önemsiz devletlerin yer aldığı ve canlı medeniyet olan Batı medeniyetinin akbabalar gibi üzerine çullandığı cesetler birikimine dönüştü. Zaten tarihte genellikle henüz ölen durağan bir medeniyet, diri, bir diğer medeniyet tarafından yutulmuştur; insanları da kendi millî özelliklerini zamanla kaybederek başka millet veya kavimlere dönüşmüştür. Bu çerçevede şöyle soralım: Nerede eski Babil kavimleri? Nerede eski Grek milletleri? Nerede Asurlar, Fenikeliler, eski Mısırlılar? Bütün bunlar ölü medeniyetlerin ölü milletleridirler. Bunları zaman yok etmemiştir; aksine fikren ve kültür olarak diğer canlı medeniyetler tarafından yutulmuş ve sonuçta kendileri de o medeniyetlerin milletlerine dönüşmüşlerdir.

    Burada pek ayrıntılı ele almadığım, medeniyet kavramı çerçevesinde ve İslam’dan ne anladığıma dair getirdiğim açıklamaları da dikkate alarak, burada şu soruyu sorabiliriz; Yirminci yüzyılda İslam Medeniyeti nasıl değerlendirilebilir? Cevabımız çok üzücüdür: İslam, durağan bir medeniyet olarak yirminci yüzyılda artık çökmüş bir küllî kültürdür. Burada yanlış anlaşılan bir durum her zaman dikkatimizi çekmektedir; denilmektedir ki, ezelden gelmiş ebede gidecek olan İslam her türlü kaynağı ve canlılığı ile karşımızda bulunmaktadır. Nasıl böyle bir medeniyete çökmüş diyebilirsiniz? Burada din olarak ve kaynak olarak İslam ile İslam medeniyeti karıştırılmaktadır. Çöken, kaynak olarak din değildir, din çökemez, yaşandığı sürece devam edip ayakta durur. Nitekim İslam her türlü kaynağı ile ayakta durmaktadır. Çöken, bu dinin uygulanması ile küllîleşen hiç bir kültürün olmayışıdır, yani İslam Medeniyetidir. Aslında din olarak yukarıda kaynak olarak İslam’dan ayırdığımız vec-hesiyle de çökmüş durumdadır. Elimizde sadece hurafe şeklinde kullanılmakta olan kaynak olarak İslam durmaktadır. Yukarıda din, kaynak ve medeniyet olarak İslam ayırımımız bunu yeterince açıklamış olmalıdır.

    Burada özellikle üzerinde durmamız gereken bir konu da İslam Medeniyetinin hâlâ bir katkıda bulunma potansiyeli mevcut olmasına ve yeniden canlanma ümitleri bulunmasına rağmen; neden biz burada bu medeniyetin çöktüğünü ileri sürmekteyiz? Evet, günümüzdeki İslâmî uyanış hareketleri olarak tanımlayabileceğimiz ilmî ve tefekkürî faaliyetler gerçekten sevindirici olmasına rağmen bunlar medeniyetimizin çökmediğinin delilleri değil aksine çöktüğünün işaretidir. Zira tarihte çöken her medeniyet, yeniden dirilme mücadelesi vermiştir. Ancak maalesef yeniden canlanmış ve tekrar ölü medeniyet durumundan dinamik medeniyet durumuna geçmiş bir medeniyet görmemekteyiz; mesela Eskiçağ Yunan medeniyeti çökünce yeni canlanma hareketleri bunu kurtaramadı onun yerine yeni bir Roma medeniyeti kuruldu ve tamamen onun kalıntılarını ve kültür mirasını kullandı. İslam medeniyeti de aynı şekilde kendinden önceki medeniyetlerin yıkıntısı üzerine ancak Kur’anî temelleri yerleşti-rerek kuruldu. İslam medeniyeti üzerine de Batı medeniyeti kurulmuştur. Yalnız İslam medeniyetini, bütün bu diğerlerinden ayıran çok önemli bir özelliği bulunmaktadır: İslam medeniyeti sadece beşerî bir olgu olarak medeniyet sürecini geçirmedi; buna ilaveten ana kaynakları ilahî olduğu için onun medeniyetleşme süreci aşırı, hatta mucize denecek bir sür’atte gerçekleşmiştir. Mesela, 610 tarihinde ilk vahyin gelmesinden sonra 50 yıl gibi kısa sürede, bir hiç olan İslam öncesi kültür, küllîleşerek o zamanın dünya gücü haline gelmiştir. Ama bu güç kaba kuvvetten ibaret bir güç değildir; yüksek bir kültür ve insanlık anlayışı taşıyan bir medeniyetin doğuşudur. Nitekim tarihte hiçbir medeniyete nasib olmayan bir hızla 300 sene gibi kısa bir sürede bu mahallî İslâmî kültür küllîleşerek dünya medeniyeti haline gelmiştir. Yine hiçbir medeniyette göremediğimiz kısa bir sürede bir çok ilim bu medeniyetin bizzat kendi içinden neş’et etmiştir. Bu yüzden onun bu mucize olma yönü, ona tarihte hiçbir medeniyete nasib olmamış bir özellik kazandıracaktır; çökmüş bir medeniyet olmasına rağmen bu çöküntünün altından çıkıp yeniden dirilecektir. Bu konuda çok ümitli olmamız için deliller ve işaretler de vardır. Ancak biz bu deliller ve işaretlerden ziyade çökmüş olan bir medeniyetin yeniden dirilmesi için neler gerektiği meselesi üzerinde durmak istiyoruz ki zaten mezkur deliller ve işaretler de aslında bunlardır.

    Durağan bir medeniyet ile ölü medeniyet arasındaki fark, ikisinin nasıl yeniden faal bir duruma getirile-bilmesindedir. Şayet İslam durağan bir medeniyet olarak algılanırsa yeniden “dinamik” bir medeniyet olması için yapılması gereken ile “ölü” bir medeniyet olarak algılanırsa yeniden dinamikleşmesi için gerekenin ne olduğu çok farklıdır. Bu yüzdendir ki biz İslam Medeniyetinin “çökmüş”, yani “ölü” bir medeniyet olduğunu gündeme getirmekteyiz. Aksi halde kimse kendi medeniyetini öldüğünü savunmak istemez. “Ölü” bir medeniyetin yeniden oluşması ve dinamikleşmesi, tamamen yeniden faal bir duruma getirilebilmesi, Bediüzzaman tarafından neredeyse bir yüzyıl önce çok veciz bir şekilde şöyle ifade edilmişti: “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlâl”. Eski halin muhal olması demek “ölene” geri dönmenin imkansız-lığını dile getirmektedir; yeni hal ise, “ölenin” yeniden, ancak artık değişik bir kimlik kazandırılarak diriltilmesi demektir. Bu durumda durağanın dinamikleşmesinde her ne kadar bir geriye dönme söz konusu olabilirse de, tâbir yerinde ise “ölenin” diriltilmesinde geriye dönme hiçbir şekilde söz konusu olamaz. Burada tamamen yeniden yapılanma söz konusudur. Yanlış anlaşılmasın, kaynak olarak İslam’a bizzat yönelme burada söz konusu olduğu halde geriye dönme söz konusu değildir. Zira kaynak olarak İslam hâlâ dipdiri karşımızdadır. Bunları esas alıp İslam Medeniyetini beşerî olan yapısını yeniden oluşturarak bir çok ictimâî, siyasî ve hatta dinî kurumunu geriye dönmeden ancak geride kalan mirasımızı da kullanarak yeniden oluşturabiliriz. Hakikat şayet bizden önce bulunmuş ise bunu almak geriye dönmek demek değildir; zira hakikat hiç bir zaman değişmez ve her zaman dinamik bir özelliğe sahiptir, sadece hakikatın değişik bir açıdan sunulması gerekebilir ki, bu da onun canlılığını yeniden topluma yansıtır.

    İslam Medeniyeti, tarihte bir kaç defa durağanlaştığı halde yeniden canlanarak 1700’lere kadar dinamikliğini korumuştur. Bu tarihlerden sonra malesef durağanlaşma tekrar başlamış ve nihayet 1918’de çökerek ölü medeniyet durumuna geçmiştir. Eski hal muhal olduğuna göre, bu durumda ne yapmalıyız? Sünnetullah’a dönmeliyiz; yukarıda belirttiğimiz gibi toplumları ve medeniyetleşmenin sürecini idare eden âdetullah olarak da tâbir edebileceğimiz kanunlara sarılmalıyız. Ancak bu kanunlar bize ifade edilerek Kur’an’da formüller halinde verilmemiştir, aksine yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde de görüleceği gibi tarihteki medeniyet olaylarından ibret dersi alıp bunları bulmaya teşvik edilmişizdir (35/Fâtır, 42-44; 33/Ahzâb, 62; ayrıca krşz. 17/İsrâ, 77; 48/Fetih, 23). Örnek olması kabilinden burada bu sünnetullah olduğunu kabullenebileceğimiz bazı ictimâî kanunları zikredebiliriz. Bunlardan ilkini ve medeniyetleşme açısından önemli olanını şöyle ifade etmek mümkündür: Mede-niyetler bilgi üzerine kurulur. İkinci olarak diyebiliriz ki, Ahlâken çöken bir toplum medeniyetleşemez. Üçüncü olarak mede-niyetleşmenin şöyle bir itici gücünü daha zikredebiliriz: Eğitim, bilgi ve ahlâkın etkinlik vasıtasıdır. Bunlar irdelenirse ve geçmiş medeniyetler incelenirse diğer bazı kanunlar da çıkarılabilir. Ancak burada zikrettiğimiz, bilgi veya Kur’ânî tâbiriyle ilim, ile ahlâk medeniyetin en önemli unsurlarını oluşturmaktadırlar. Bunların açıklanması ve işlenmesi bunlara bağlı bir çok konuyu daha gündeme getireceği açıktır; meselâ, ilme ilişkin, eğitim ve bilgi yayılım mekanizmasının topluma yerleşti-rilmesi gibi. Ayrıca bunlara bağlı olarak tefekkürî bir yapının topluma kazandırılması ve buna bağlı ilimlerin gelişmesi de bu bağlamda zikredilebilir. Ayrıca ahlâka bağlı olarak, ahlâka temel teşkil edebilecek olan din ve bunun medeniyetleşmedeki rolü göz önünde tutulmalıdır. Bunlar zannedersem dikkatle incelenirse medeniyetimizin bugünkü durumu daha iyi anlaşılır ve gelecekteki durumu ona göre daha şuurlu olarak belirlenebilir.