Köprü Anasayfa

İnsanlığın En Uzun Yüzyılı

"Kış 2000" 69. Sayı

  • Bir Dönüşüm Zamanı Olarak Yirminci Yüzyıl

    Nazmi Eroğlu

    Zamanı yüzyıllık bölümlere ayırmanın, olayları kronolojik sıraya göre birbirine karıştırmadan anlamaktan başka fazla bir önemi yoktur. Ancak yüzyıl, binyıl gibi bir zaman diliminin başına gelindiğinde insanları gizemli bir anlamlandırma çekmektedir. Fakat dikkat edilmesi gereken husus, iç içe giren sosyal, siyasal, kültürel, ve teknik… vs. olayların, farazî bir şekilde yüzyıllara bölünerek anlaşılmayacağıdır. Yani, olaylar adeta yüzyıllar dikkate alınıp belli bir sıra, seviye ve uzunlukta düzenlenmemiştir. Her yüzyılın içinde olayların ve çok yönlü gelişmelerin geçişi cereyan etmektedir. Bu bakımdan, kopukluk olmadan iç içe giren olaylar bir sonraki yüzyılda devam etmekte veya yüzyılın içinde dönüşümlere uğramaktadır.

    Yirminci yüzyıl dendiğinde modern hayatı yaşayan ve buna ulaşmaya çalışan toplumlar ve bu toplumların problemleri akla gelmektedir: Bu bakımdan zamanlamayı olayların gelişim sürecine göre geriye götürerek bu yüzyılda anlatılmak istenen hususlar kavranılabilir. Buna çıkış noktası bulmak için sanayileşmenin aşıldığı dönemden itibaren meseleye bakış açısı getirmek gerekmektedir. Bu anlamda yirminci (modern) yüzyıla geçiş 1900’da değil, 19. yy’ın ortalarına kadar inebilmekte; felsefi ve düşünsel boyutta 18. yy.’a, hatta daha eskilere kadar götürülebilmektedir1 ki, bu da yüzyıl kavramını ortadan kaldıracak mahiyettedir. Bunun yanında insanlığın yaşadığı süreci sanayi öncesi ve sonrası olarak ayırmak mümkün olacağı gibi, bilginin elde edilmesindeki yaşanan sıçramalar ve dönemler olarak da ayırmak mümkündür.

    Bilginin elde edilip korunması alanındaki devrim niteliğindeki adımlar ilkin, M. Ö. 5000 yıllarında yazının Mezopotamya’da ortaya çıkmasıyla başlamıştır. İkincisi, M. Ö. 1300’lerden sonra Çin’de bilginin kitaplar aracılığıyla korunmasının öğrenilmesi ve üçüncü safha olarak 1450’lerde matbaanın kullanılmaya başlanmasıdır. Bu, daha geniş insan guruplarının bilgiye ulaşma imkanına kavuşmasını temin etmiş ve bundan sonra bir çok sahada sosyo-kültürel yapı gelişmiştir. Yirminci yüzyılın geride kaldığı bir zamana tekabül etmesi açısından bakılacak olunursa, bilgisayar ortamına bağlı son bilgi devrimi, artık o kadar geniş bir boyuta ulaştı ki, bilgiye ulaşmanın bir çok zorluklarını (zaman-mekân) ortadan kaldırmıştır.

    Ancak, bütün bu gelişmeler uzun bir sürecin sonunda ortaya çıkmış, fakat dünya üzerinde yaşayan toplumların tamamı bu sürece bağlı bir gelişme seyri gösterememiştir. Yirminci yüzyılın dünyasında motorlu lüks bir arabayla at arabası, yani en ilkel hayatla en modern hayatın tabakalarını kapsayacak derecede, gözlem yapabilmek açısından zengin bir zaman dilimi meydana gelmiştir. Yani yirminci yüzyıl denilen zaman kesiti bir çok bakımdan laboratuar gibi insanın se-rüveninin sergilendiği bir yüzyıl olmuştur.

    Yirminci yüzyılı değerlendirmek insan, teknoloji, refah, siyasal rejimler, sosyo-kültürel gelişmeler, ideolojiler vs. gibi münhasır konular bazında da geniş ve yoğun bir düşünme ve çalışmayı gerektirmektedir. Bir çok kaynağa ulaşmada daha büyük imkanlar bulunmasına rağmen, hayatın daha karmaşık hale gelmesi işi zorlaştırmaktadır.

    XV. yy’dan XIX. yy’a kadar meydana gelen siyasi, iktisadi ve sosyo-kültürel gelişmeler yirminci yüzyıla bir nevi mukaddime olmuştur. Bir çok sahada Modern Batı Medeniyeti’nin dört başı mamur alt yapısı oluşurken, doğal siyasî sınırlar da meydana geliyordu. Ancak Modern Batı Medeniyeti oluşumu itibarıyla kendi sınırları içine sığmayan ve her bakımdan yayılmacı bir istidada sahip olan, maddî ve manevî olarak misyonerlik ruhunu da içinde taşıyordu. Bu ruhun karakterinde tahakküm ve sömürü, insan hakları ve serbestiyet, egoizm ve ferdiyetçilik gibi tezat kavramlar iç içe geçerek yirminci yüzyılın mayasını oluşturdu. Esasında yirminci yüzyıl dendiği zaman biraz da Batının yüzyılı anlamını taşımaktadır. Zira, dünyevi güçler dengesi açısından bakıldığında büyük bir hakimiyet söz konusudur: Avrupa medeniyetinin dışındaki toplumların tamamına yakını yüzyıla güçsüz bir şekilde girmiş, Japonya gibi kalkınmada önemli aşamalar kat etmiş ülkeler de bu güç dengelerinin etkisi dışına çıkamamıştır. Diğer ülkelere bakıldığında, gerçek anlamda bağımsızlıklarını kazanmaktan aciz durumdadırlar. Yapay bir şe-kilde bağımsızlığına kavuşan ülkelerin Batının gücü karşısında, siyasal anlamda hiç bir etkisi bulunmamaktaydı. Ancak bu yapay zaferler ve bağımsızlık kazanımları ülke içindeki despot bir siyasal rejimin halka kabul ettirilmesi ve halkın gerçek anlamda gelişip alternatif bir model oluşturmasını önleyici bir baskı unsuru olarak kullanılmıştır. Bu mesele yirminci yüzyılda yaşayan “geri kalmış” toplumlar açısından ilginç bir trajedi oluşturmuştur. Hasılı, günahı ve sevabıyla, yirminci yüzyıl Batı Medeniyeti’nin eseri olduğunu söylemek mübalağa olmasa gerek.

    Yüzyılın başında Said Nursi’nin şu ifadelerine rastlanmaktadır: “Avrupa’nın medeniyeti Hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilalci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği…”2 ve bu ihtilalci komiteler I. Dünya Savaşı’ndan sonra bütün dünyayı tehdit eder bir duruma gelmişler ve uzun bir süre etkilerini sürdürüp yüzyılın sonuna kadar geniş halk tabakalarına ıstırap vermişlerdir.

    Bununla beraber, yirminci yüzyılın ortalarından itibaren “soğuk savaş” diye adlandırılan bir zaman dilimi içinde, ABD ve SSCB’nin, kendi menfaatleri doğrultusunda ve diğer bir çok devletin zararına icbar ettiği bir barış süreci yaşanmıştır. I. ve II. Dünya Savaşlarını kısa bir zaman içinde yaşayan insanoğlu, baş döndürücü ilmi ve teknolojik gelişmelerin askeri alanda kullanılmasının faturasını ağır bir şekilde ödemiştir. Nükleer gücün kullanıma sokulmasıyla savaşların etkisi korkunç bir boyuta ulaşmış, hatta nesilden nesile intikal edecek bir şiddeti olduğu anlaşılmıştır. Ancak bundan kimin ne kadar zararlı çıkacağının kestirilmesi güçleşmiştir. Neticede dünyanın geldiği teknolojik düzeyi insanların mutluluğu için kullanma temayülleri kuvvet kazanmıştır.

    Büyük güç odaklarının bundan sonraki savaşı iktisadi alana kayarak zamanımıza kadar sürmüştür. Bu o kadar etkili olmuştur ki, SSCB gibi büyük bir imparatorluğu sıcak bir çatışmaya girmeden doğal sınırlarına geriletebilmiştir.

    1950’lerden sonra ulusal boyutların üzerinde büyük şirketleşmeler geliştikçe devletlerin sınırlarını ve gücünü aşan yeni bir fenomen ortaya çıkmıştır. Öyle ki XXI. yüzyıla girerken büyük şirketlerin itibarı devletlerin itibarından daha önemli hale gelmektedir. Şirket mensupları, bir ülkeye mensubiyetten ziyade şirketine mensubiyeti önemser duruma gelmiştir. ABD, Japonya, İngiltere, Fransa, Almanya, İsviçre, Hollanda gibi iktisadi alanda ileri ülkelerde gelişip bir nevi imparatorluğa dönüşen dev şirketler, bütün dünya ülkelerini pazar olarak gördüklerinden, küresel bir dünya anlayışına önemli katkı sağlamaktadırlar. Bu şirketler siyasal iktidarları etkileyebilmektedir. Ayrıca dünya ölçeğinde para, mal ve bilgi akışını kontrol edebilmekte, böylece toplumların geleceğinde söz sahibi olmaktadırlar. Bütün bu gelişmeler yaşanırken nüfus artışının aksine, gelir düzeyinde, toplumlar ve sınıflar arasında büyük uçurumlar meydana gelmektedir.3

    Yirminci Yüzyılda Bilim, Teknoloji ve İdeoloji Anlayışı

    Zamanın medarı iftiharı olan modern bilim, zannedildiği gibi, İslam biliminin bir devamı niteliğinde olduğu düşüncesi —tamamen— doğru değildir. Zira İslam coğrafyasında XIII. yy’a kadar gelişen İslam bilimi, değişik medeniyetlerin felsefî ve ilmî eserlerinden tercüme edilen metinlere dayanmasına rağmen yeni bir senteze ulaşıp, yeni bir hüviyet kazanmıştır. Yani, İslam’la beraber gelişen tevhid anlayışıyla yoğrulan İslam bilimi, modern Batı biliminin bakış açısından farklılık arz etmektedir. İslam bilimindeki kainat ve dünya tasavvurunda tesadüflere yer olmadığı gibi; Allah, isim ve sıfatlarıyla her mahlukta, birliğinin mühürlerini göstermektedir. Yani, yaratılmış olan her alanda nihayetsiz tasarrufu olan bir kudretin varlığı nazarı itibara alınmaktadır. Dolayısıyla kainat başıboş olmayıp bir maksada ve ga-yeye hizmet etmektedir ve insanlar için bu dünyadan başka bir alem beklenmektedir. Aksi halde, bu kadar muhteşem bir şekilde yaratılan kainatı insanın hizmetine sunan bir yaratıcının, geçici bir ömür için insanı dünyaya getirdiğini söylemek, eşyanın tabiatına aykırı düşer. Netice olarak Müslüman bilim adamı, eşyanın hikmetini (veya kainatı ve insanı) araştırırken, bu gerçeği göz önünde bulundurup ona göre hareket etmeli ve insanların gerçek saadetine hizmet etmelidir.4

    Batı medeniyeti içinde gelişen, hususan Aydınlanma Felsefesi’yle ortaya çıkan bilim anlayışında, tanrıdan bağımsız bir bilim tasavvuru etkili olmuştur. Tanrı inanışı kilise doğmaları içinde hapsedilmiş ve insanların zihinleri ve kişilikleri bölün-müştür. Ancak, bu yapının ortaya çıkmasında, kilisenin skolastik düşüncesini dayatmasının rolü olduğu şüphesizdir.

    Tanrının tasavvur edilmediği bilim anlayışı, özellikle yirminci yüzyılın modern bilim anlayışında etkili olmuştur. Do-layısıyla İslamî anlayışın etkisindeki bilim anlayışından farklı bir sentez ortaya çıktığı görülmüştür. Ancak başarılı olan bu bilim anlayışı, sosyal ve kişisel hayatı seküler anlamda etkileyerek insanları hayatlarında yalnız bırakmıştır. Halbuki Müslümanlık-taki (hatta Hıristiyanlıktaki) ferdiyetçi anlayış, başka insanların bazı ayrıcalıklarından dolayı onlara kul olmama, bir insan olarak diğer insanlarla eşit ve kardeş olma yönünden tanzim edilmiştir. Dolayısıyla insan, uçsuz bucaksız kainatta, Allah’a kul olması hasebiyle yalnız değildir. Onu bekleyen sonsuz bir gelecek olduğu için kainat içinde sorumlu olmak zorundadır. Bu sorumluluk sadece diğer insanlar ve toplumların önünde söz konusu değildir. Aynı zamanda diğer canlılara ve doğaya karşı da sorumluluk taşımaktadır.

    Halbuki Hıristiyanlığın etkisinden kurtulan modern Batı toplumunda etkili olan evrimci görüşe göre, insan evrim sonucunda hayvandan türemiştir. Bu anlayış, yirminci yüzyılın modern toplumunu ve insanını Tanrı’dan bağımsız olarak ortaya konulmasına katkıda bulunmuştur. Zira, evrim teorisindeki “tekâmül” anlayışına göre insanın, yaratıcı kudretin etkisinden uzak bir şekilde ortaya çıktığı yönünde anlaşılması ve bu ispatlanmış bir bilimsel veri gibi kullanılması, kafaları karıştırmıştır. Ayrıca sosyal ve siyasal olaylara böyle bir “tekâmül” anlayışla yaklaşma, siyasal gücün yanlışlarını ve uluslararası yayılmacılığı meşrulaştırma fonksiyonu görmektedir. Halbuki bilimsel bir teori olarak tartışılması, biyoloji bilimi açısından önemli kazanımlara sebep olabilecekken, bir doğma halinde empoze edilmesi, materya-list bir hayat anlayışının ortaya çıkışına etki etmiştir.5

    Böylece “Aydınlanma” sürecinden sonra meydana gelen medeniyetin semerelerinin toplandığı yüzyılımızda, adeta cennet dünyada aranmaktadır. Halbuki dünyada insan saadeti için meydana getirilen refah anlamlı olsa da, insanların gerçek mutluluğuna asla vesile olamayacak bir mahiyettedir. Hatta, sanıl-dığının aksine, refahın artışı manen mutsuzluğu daha da yoğunlaştıracaktır. Zira insan psikolojisi refahın artışıyla tatmine ulaşamayacak kadar kompleks bir yapıya sahiptir. Yarın, böyle bir rahatı kaçıracağını mantıken bilen insanın hakiki saadete ulaşması zordur. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere dünyevi cennet bir ütopyadır ve bunun vaat edilmesi de insanların ümitlerini tüketerek, hayal kırıklığına sebep olmaktadır.

    Bunun yanında diğer yıkıcı bir husus, Batıda kuvvet bulan ilerlemeci tarih görüşüdür. Nihai hedefe ulaştığını düşünen, veya buna kendilerini yakın hisseden Batı toplumları açısından diğer milletler münbit tasallut ve sömürü alanı olarak görülebilmiş ve vicdanen rahatsızlık duyulmamıştır. İşin acı tarafı, yirminci yüzyılda bazı bilimsel(!) açıklamalarla meşrulaştırılan zulümler, yirmi birinci yüzyıla devredildikleri görülmektedir. Bütün bunların temel saiki, insan gerçeğinin farklı algılanması, bilimin materyalist bir anlayışla tanzim edilmesi olarak düşünülebilir. Ruhunda ahiret inancının olduğu bir dünya görüşünde, bilginin hikmetle yoğrulduğu bir anlayışın bu tür zararları asgariye indireceği anlaşılabilecek bir durumdur. Halbuki tanrı inancını kaldıran akımların tesirinde kalan bilimsel ve teknolojik çalışmalar birçok önemli sonuçlara ulaşsa da, aslında insanların vicdanlarını zayıflatmaktadır. Zira tanrı anlayışı olmadan gerçek anlamda vicdanın teşekkül etmesi zordur ve vicdanı olmayan bir insanın gerçek mutluluğa kavuşmasına imkan yoktur. Her şeyi yasalar ve toplumsal baskılarla dengeli bir şekilde götürmek mümkün değildir. Yirmi birinci yüzyılda insanın mutluluğuna giden yoldaki taşlar döşenirken—bütün modern gelişmelere rağmen—nelere dikkat edileceği yine de önemli bir problem olarak durmaktadır.

    Yirminci yüzyılda iki büyük yıkıcı savaş geçiren dünya, mazideki umum vahşeti kısa bir sürede misliyle yaşadı. Bu kadar yıkımın olabilmesi için teknolojinin ve buna bağlı olarak savaş makinesinin de gelişmiş olması gerekmekteydi. Bilim adamlarının ortaya koydukları bilgi ve bulguları, maneviyatla terbiye edilmemiş bir medeniyetin emrine vermeleri, beşer için mutluluk kaynağı olmaktan çok mutsuz-luğuna sebep olmuştur. Barış zamanlarında da dünyanın bir kesiminde yaşayan insanlar israf içinde yaşarken, bir kesimi de haya-tiyetini zor sürdürmektedir. Halbuki, bilim adamları etik kurallar içinde, bilgi ve bulgularını bütün insanlığın hizmetine sunmaları için çalışmalarını sürdürmekle yükümlüdürler. Ancak bu, her zaman mümkün olma-mıştır; maneviyatın hiçe sayıldığı totaliter ve ulusçu rejimlerle; sözde demokratik ül-kelerde (kendi ülkesinde gösterilen hassasiyeti, bazı emperyalist kaygılarla ve alışkanlıklarla başka ülke insanları için göstermeyen ülkeler) yönetimi elinde bu-lunduran muhteris şahısların projelerine bir çok bilim adamı çalışmalarını peşkeş çekmiş, bu da yirminci yüzyılın insanına hayli eziyet vermiştir. İktisat ve sosyal bilimci Kenneth Boulding’in şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Yirminci asırda bile Sovyetler Birliği’ndeki ilim adamları alim hüviyetleriyle Rus veya kominist hüviyetlerini bilhassa biyoloji sahasında uzlaştırmakta güçlük çekmişlerdir.”6

    Yirminci yüzyılda modern siyasal rejimlerin teşekkülü, dünyanın değişik bölgelerindeki devletlerde, farklı zaman dilimlerinde ve farklı tekâmül sürecinde oluşmuştur. Bu süreç içinde kralların, aristokratların, burjuva ve proleteryanın yeri belirlenmiştir. Bununla beraber, yirminci yüzyılın başından sonuna kadar demokratik rejimlerin yanında, insanlar için tarihin gördüğü en acımasız rejimleri de yaşamıştır. Yani, bu yüzyılın modern ha-yatında tezatların uç vermesi ve bunların despot yönetimler olarak ortaya çıkması, daha çok pozitivist anlayışla, insanları sinek gibi gören, —insanı eşref-i mahlukat olarak tarif eden anlayışın aksine— siyasal rejimler türemiştir.

    Hasılı insanlar antidemokratik rejimlerde devlet karşısında yalnız bırakılırken ve bir makinenin parçası olarak tasarlanırken, liberal ve demokratik ülkelerde de maneviyatın ihmalinin meydana getirdiği boşluktan dolayı değişik problemler yaşamışlardır.

    Modern Yaşam Tarzının İki Ucu

    Yirminci yüzyılda doruk noktasına ulaşan modern yaşam tarzı, İslam dünyasındaki geleneksel yapıya aykırı olduğu gibi, sanıldığının aksine Hıristiyan geleneklerine de ters düşmektedir. Özellikle Batı dünyasının başını çektiği hayat tarzı sanayi öncesi toplumlarındaki hayat tarzından çok daha farklı bir anlayışı beraberinde getirmektedir. Daha önceleri aristokrat ve burjuva sınıflarında geçerli olabilecek imkanlar, yirminci yüzyılda, üretimde gerçekleştirilen başarıyla, daha yaygın hale gelebilmiştir. Bununla beraber, önceleri bazı kurallara bağlı olan kültürel akış, daha özgür, daha bireysel, hatta egoist bir yaşama dönüşmüştür. Genel renk olarak eğ-lence, kendini kaybetme, çılgınlaşma ve sınır tanımayan giyime varıncaya kadar; cinsellikte de sınır tanımaz serbestiyetle, yerleşmiş kurallara bir çeşit meydan okuma tarzında bir hayat özendirilmiştir.

    Bu noktalarda öncülük yapan Batı dünyasında, şüphesiz daha önce Hıristiyan-lığın etkisiyle oluşan gelenekler hakimdi. Belki de Batının ayakta durması ve intikalinin temel direği buydu. Ancak sanayi toplumunun meydana getirdiği toplumsal yapı ve bunun yanında Fransız Devrimiyle beraber, Ortaçağın mantığıyla temellenen sosyo-kültürel yapıya karşı indirilen darbenin sonucunda, insan ha-yatında tedavi edilmesi zor birçok sorun meydana geldi: Kadın erkek ilişkileri ve kadının statüsündeki değişim, esasında top yekun değişimi de simgeliyordu. Ancak bütün bunların yanında epiküryen ve hedonist hayat tarzı, mutluluğun kaynağı olarak telakki edildi. Kitle iletişim araçları tarafından da özendirilen bu müsrif hayat, kitleleri kendileri olmayan bir kişilikte yaşamaya icbar etti. Şahıslar, mutluluk oyunu oynamakla meşgul edilebilecek tüketim aracı olarak kurgulandıklarından, özendirildikleri kalıpların dışına çıkmakta güçlük çekerek, bir nevi modern hayatın modern köleleri durumuna gelmişlerdir. Yani İslamî terminolojiyle ifade edecek olunursa nefislerinin esiri durumuna gelmişlerdir. Halbuki ha-yatın gerçekleri, hele hayatın en büyük gerçeği olan “her nefis ölümü tadacaktır” gerçeğiyle her an yüzleşme korkusu, insana kaçabileceği bir zemin bırakmamaktadır. Belki de materyalizmin girdabına tutulan insanlık, çareyi aklı bir yönüyle uyuşturan yollara ve nihayet sanal bir dünyanın atmosferine kaçmakta bulmuştur.

    Önce geniş aile hayatı küçülerek çekir-dek aileye, daha sonra bir kesimiyle ferdi yaşama anlayışına kadar inerek, hususan ileri toplumlarda atomize yaşama temayülleri kökleşmiştir. Bu beraberinde sorunlu nesilleri de getirmiştir. Ayrı yaşayan anne babaların veya iş hayatının ve toplumsal alışkanlıkların dikte ettiği yoğunluk gereği yeterince sevgiyle büyüyemeyen çocuklar bazı ruhsal problemlerle yetişmekte ve karmaşık hayat karşısında çareyi çılgınca eğlence, alkol, uyuşturucu, cinsel fanteziler vs. de bulmaktadır.

    Hasılı, bir kısım zümrelerin, adeta bütün ortaçağı atlayarak, Eski Yunan ve Roma’daki eğlence anlayışını yeni bir yorumla tevarüs etmeleri, yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı ihtiyaca (!) cevap verecek istidattadır. Bilim adamları veya topluma daha değişik açılardan katkıda bulunan insanlar, kitlelerin örnek aldıkları şahıslar olmaktan çıkmışlardır; spor ve müzikle uğraşan popüler şahsiyetler idol (put) durumuna gelerek bir tarikat vecdi içinde takdis edilmektedirler. Gençlerin önemli bir bölümünün anlık hislerine hitap edilip geçmiş ve gelecekten koparılmışlardır. Böylece insanlar kendi dünyasına ait hayatı yaşamaktan ziyade, özenti içinde, yalanlarla örülmüş başka bir dünyaya ait hayatı yaşamaktadırlar. Belki Erasmus’un Deliliğe Övgüsü, yirminci yüzyılın modern insanı için daha geçerli olduğu söylenebilir. Belki de bu kadar acı ve yalnızlık içinde yaşayan insanın, yapay bir mutluluk için, bir parça deliliğe ihtiyacı vardı.

    Bununla beraber, faşist rejimler anlamını yitirdikten sonra, siyasal rejim mantığı ve pratiği açısından bir nevi ikiz kardeşi olan sosyalist bloklardaki inkıraz, dünya insanının yaşamında maneviyatın ve dinin önemini tekrar ortaya çıkarmıştır. Böylece yönetimler, daha insan merkezli olarak, kültürel çeşitlilik ve inanç özgürlüğü temelinde yeniden düşünülmeye başlandı. Bir zamanların rağbet gören “arsız” gençliği artık karşısında, ayakları yere basan, düşünen, bilgi ve becerisiyle topluma katkıda bulunmaya aday bir alternatif gençliği bulmaktadır. Yirminci yüzyılın yaşam tarzındaki arızalara ve menfiliklere rağmen, bu ortamlarda geleneksel çizgilerini modern yaşamın içinde yeniden yorumlayabilenlerin varlığı azımsanamayacak orandadır ve belki de Batıda toplumun müspet anlamda dinamosu olan ve toplumları ileriye götüren çok önemli zümreler böyle bir ortamdan çıkmaktadır.

    Doğayı tahrip edip insanların geleceğini risk altına sokan olumsuzluklara karşı çıkan insan gurupları yanında, AIDS hastalığının yaydığı tehditlere karşı meşru ve fıtri yaşama önem verilmeyi bir kampanya haline getiren bilinç düzeyi oluşmaktadır. Yirminci yüzyılın tezatları çözüldüğünde yirmi birinci yüzyılın insanı daha özgür ve daha insani bir yaşama tarzını benimseyeceği görülmektedir. Said Nursi’nin ifade-leriyle ve bir temenni niyetiyle söylenecek olunursa: “… istikbaldeki İslamiyet’in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temiz-leyecek, sulh-u umumiyi temin edecek”7tir.

    Dipnotlar

    1. Felsefi bağlamda modern düşüncenin oluşumu için bakınız, Betrant Russell, Batı Felsefesi Tarihi, İstanbul: Say, 1983, Üçüncü Kitap.

    2. Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, İstanbul 1960, s. 31

    3. Uluslararası büyük şirketlerin dünya ölçeğinde gelişmesi hususunda bakınız: Richard J. Barnet, John Cavanagh, Küresel Düşler İmparator Şirketler ve Yeni Dünya Düzeni, Çeviren: Gülden Şen, İstanbul: Sabah Kitapları, 1994.

    4. Eşyanın hikmeti, Kainat, Ahiret, Vahdet, Tevhid… vs. gibi konular için B. Said Nursi ve Seyid Hüseyin Nasr gibi İslam alimlerinin eserlerine müracaat edilebilir.

    5. Bu konuyla ilgili, tenkitçi bir bakış açısıyla kaleme alınan Harun Yahya’nın şu çalışmalarına bakılabilir: Evrim Aldatmacası, İstanbul: Vural Yayıncılık, Tarihsiz; Yaratılış Gerçeği; Evrimcilerin Yanılgıları, Ortadoğu gazetesine ek olarak hazırlanmıştır.

    6. Kenneth Boulding, Yirminci Asrın Mânâsı, Çeviren: Erol Güngör, İstanbul: Ötüken Neşriyatı, 1997, s. 45

    7. Nursi, a. g. e., s. 31