Köprü Anasayfa

İnsanlığın En Uzun Yüzyılı

"Kış 2000" 69. Sayı

  • Dünya ve Türkiye Nasıl Bir Yüzyıla* Hazırlanıyor?

    Muhammed Bozdağ

    Kültürlerarası Araştırma ve Dostluk Vakfı Başkanı-Siyaset Bilimci.

    İnsanlık tarihinin asırlar boyu süren gidişatının hızlı bir değişime uğramasına neden olan bir asrın üzerinden geçtik. Yaşadığımız yüzyılın ürettiği akımlar, tarihsel geçmişi kökten değiştirebildiği gibi, doğdukları dönemi de değiştirip dönüştürecek unsurlar içerdi. Bu açıdan, yüzleştiğimiz yeni yaşama ve düşünme biçimi kendi içerisinde kabuk değiştirerek bambaşka bir 21. yüzyıl hazırladı. Yıllarca karşısında mücadele ettiğimiz Batı, bir anda sığınmak istediğimiz bir hürriyet alanı oluverdi karşımızda.

    Bir asır içinde yaşadığımız hızlı değişimleri temel dinamiklerinden oluşan uygun başlıklar altında analiz ederek, daha sağlıklı yaklaşımlar geliştirebiliriz:

    BİLİM DÖNÜŞÜYOR

    Batı Aydınlanma hareketi ile birlikte bilim, dinlere bir tepki olarak gelişiyordu. Bilim, Hıristiyan Batı ruhbanlığının gelenekselleştirdiği skolastisizme meydan okuyuşun en güçlü aracı oldu. Doğu toplumları gelenekseli taklit ede dururken, Batı iç çatışmaları yüzünden iyice ezilmiş ve bir çıkış yolu arar olmuştu. Tüm çıkış ve kurtuluş kapılarının kapatıldığı feodal bir vasatta bilim, dinin susturulması amacına hizmet eder hale getirilmeye çalışıldı. Ruhban sınıfın yeni unsurlar kattığı din—muharref Hıristiyanlık—bilimsel bulgularla çatışır hale gelmişti.

    Descartes’ın rasyonalizmi sayesinde ilk kırılmayı yaşayan Batı düşüncesinin ulaştığı nokta ikinci bir kırılmaya zemin hazırladı: August Comte’un pozitivizmiyle yapılandırılan bilim, aklı ön plana çıkardı ve akılla bulgulananların insanlık için tek doğru olduğu tezi hızla hakim olmaya başladı. Din akılla sorgulanıyor, Hıristiyanlık kendi içinde bu sayede “dinsizleşme” görüntüsü altında tasaffi ediyordu.

    19. yüzyıl ve öncesi tartışmaların odağında hangi dinin tercih edilmesi gerektiği konusu vardı. Bu defa tüm dinler tamamen dışlanıyor; bilimin meydan okuyuşu, zaferle yetinmeyen Batılı cüretkarları ve Doğu’da onlardan etkilenenleri tüm dünyaya yönelik bir meydan okuyuş arayışına itiyordu. Güncel Hıristiyanlıkla çatışan bilim, aslında tüm dinlerle çatışıyor olmalıydı. Eğer bilim mutlak doğruyu ortaya koyabiliyorsa ve bu doğru Batı’nın en sağlam ilahi kaynak sandığı Hıristiyanlıkla çatışma alanları taşıyorsa, aynı bilim tüm dinlerle çatışma alanları taşıyor olmalıydı. “Yaratılmış tabiat” düşüncesini çürüttüğünü sanan bilimin dinleri tartışmaya değer bulması beklenemezdi zaten. Bilim adamlarının aklına dinlerin kökenine inerek sağlıklı analiz yapma fikri gelmediği gibi, aslında İslam uleması da —Efgani, Abduh, Namık Kemal gibi isimlerin tartışılır teşebbüslerinin ve sınırlı reddiyelerinin dışında— Bediüzzaman’a kadar, yeterince kapsamlı ve eksiksiz bir karşı materyal de ortaya koymamıştı. Bu durum bilimin düşmanı olan inançlar kümesine İslam dahil tüm dinlerin girmesine izin verdi. Osmanlı Dar-ül Fünun’una, “Madde ve Gücü” anlatan materyalist kitaplar doluşuvermiş; ardından Darwin ve Marx tüm düşünce dünyası üzerinde fırtınalar estirmişti.

    Müslümanlar hiç beklemedikleri bir anda—19. Yüzyıl ortalarında—kendilerini Batı’dan gelen bir saldırı ortamında buldular. Materyalist bilim meydan okuyordu. Ateizmin tarihsel uzantıları için bu gelişme büyük bir fırsat olarak değerlendirildi ve bu meydan okuyuş, Batıyla en fazla temas halinde olan Osmanlı’dan başlayarak tüm Doğu toplumlarına yöneldi. İslam dünyasının gelenekçi düşünürlerinin önemli bir bölümü, toplumu kurtaracak çözüm arayışlarına girişmek yerine, çözüm arayışı içine girenleri “modernist, reformist, mezhepsiz” gibi çirkin ifadelerle karalamayı ve dışlamayı tercih ederek içine kapanıp küçüldü.

    Bediüzzaman’ın İslam’la bilimin çatışmadığı tezlerini işleyişi ve bunu ilk defa karşı konulmaz biçimde ortaya koyuşu bu çatışma ortamının tam merkezine rastlar. Osmanlı ulemasının asıl örgütlü kesimi öylesine bir taklidin içerisine girmişti ki, dünyanın düz mü yuvarlak mı olduğu, yerkürenin neyin üzerinde bulunduğu, Ay’ın nur mu, uydu mu olduğu, Güneşin Dünyanın etrafında dönüp dönmediği gibi konularda inanılmaz bir kısırlık yaşanıyordu. Dahası bu ortamda Kur’an, Hadis, Fıkıh, Kelam gibi din ilimlerinin öğretildiği kimi medreselerde, bazı ulema Kur’an dışında bilgi içeren bilim metinlerinin dünyeviliğini ve necasetini savunarak dışlıyorlardı. Dini dışlayan bilime hakim olup, onu doğru biçimde yeniden tanımlamak yerine, ona cephe alarak geçmişe saplanmak büyük bir hata olmuştur. Bediüzzaman bir yandan içerdeki bu sapmayı tamir etmeye çalışmış, diğer yandan Batı’nın ürettiği bilimi yeniden yorumlayarak “Muallimleri değil, bilimi dinleyin —yani öğreticilerinin bilime yükledikleri felsefeyi yeniden yapılandırın—” fikrini ileri sürmüş, ancak bunu yaparken çok köklü bir yenilik yaparak, bilimin dayandığı bulgulara yeni bir yorumlanma biçimi getirmişti.

    Söz konusu din-bilim çatışması Doğu toplumlarına geçiş noktası olan Türkiye coğrafyasında kolay atlatılmadı—okuyamaz hale geldiğimiz için hala atlatılamadı. Ama iki cephedeki çabalar bilimin kendini yeniden yapılandırmaya başladığı günü-müze kadar devam ediyor.

    Zaman içinde bilimin gelişmesi ve başlangıçtaki yüzeyselliğin aşılması, buna paralel olarak insan aklının önceki dar ka-lıplarının ötesine geçmesi, yeni sorgulamaları beraberinde getirdi. Çünkü bilimsel paradigmalar kısa süre içerisinde derhal paramparça oluyor; yerlerini yeni bulgulara dayalı paradigmalar alıyordu. Bu durum bi-lime dayalı olarak üretilen felsefelerin kısa ömürlü olmasına, tarihin baş döndürücü bir hızla, felsefeler mezarlığıyla dolmasına yol açıyordu.

    Dinden kopamayan insan aklı, ilk şaşkınlığı atmanın ardından kendini toparlamakta fazla gecikmedi. Reddiyeler birbirini takip etti. Özellikle İslâm düşünce gele-neğinde bilimin İslâm’la çatışamayacağı, bir çatışma biçimi üretiliyorsa, bunun ya dinin—İslam—yanlış anlaşılmasından ya da bilimin eksik bulgulara dayanmasından kaynaklandığı veya bulguları yorumlayan insan aklının bir yerlerde hata yapmasından doğduğu ortaya konulmaya başlandı.

    Bu defa akılcı bilim iki cephe tarafından hırpalanıyordu: Bir taraftan dinin konumunu—safsatalardan ayıklamak suretiyle—yeniden ayağa kaldırmaya çalışan çabalar, diğer taraftan bilimin kendi içerisindeki tutarsızlıklarını ve yanlışlarını tespit eden iç saldırılar, bilimin sorgulanmasına ve yeniden yapılanmasına neden oldu.

    Modernizm bu son aşama öncesinde, bilimin ürettiği bir felsefeler manzumesidir. İnsan merkezli, akla dayalı, dünyevi ve nedensel, determinist yaklaşımlar—mo-dernizm—yeni bir sanal tanrı üretmişti: Bilim. Bu yeni tanrıya ihanet edenler, özellikle Darwinizm karşıtları, modern engizisyonlarda infaz edildiler.

    Tüm insanlık sistemi buna göre yeniden şekillendi. Dini dışlayan akıl en doğruyu bulabilecek tek araç olduğuna göre, toplumlar, gelişmiş akılların—felsefe üretenler— ellerine terk edilmeli ve tepeden —çağdaş krallar tarafından—zorla değiştirilmeliydi. Bu zorlamalar zaten akla alışkın olan—çünkü tarih boyunca Batı, aklın doğurduğu felsefelerin kaynağı olmuştur—Batı için bir sorun oluşturmamış olsa da, vahye ve nakle dayalı Doğu toplumlarında çok büyük tatminsizliklerin ve çatışmaların nedeni olmuştur. Çözümün bu iki uç arasında olabileceği düşünülmemiştir. Açıkçası, Kur’an’ın gerçek mesajı, geleneksel ulema ile Batı’nın kullandığı düşünsel aletlerle Batı’ya cevap veren Modern İslam düşünürlerinin tezleri arasında bir yerlerde kalmıştır. Şimdi sistemli bir çabayla ortaya çıkarılması gereken, Bediüzzaman’ın gelenekselle modern arasındaki bu sentezi—her iki safın da dışında kalmayı—nasıl başardığı ve ürettiği sentez denendiğinde ortaya nasıl bir sonuç çıkacağı sorusudur.

    Türkiye de modernizmin sözünü ettiğimiz saldırısından nasibini aldı. Devrimler gelenekleri birer birer yıktı. Bilimin ürettiği tanrılaştırılmış akıl—mo-dernizm—dehşetli ideolojileri doğurmuş; Hitler Almanyası, Lenin Sovyetleri gibi, Kemalizm Türkiye’si de bu süreçte kendi içini kemirmişti. İlginçtir bugün artık mo-dernizm geri çekiliyor, modernizmin Batı’da hakim kıldığı ideolojiler birer birer yıkıldı ve postmodern bir Batı veya “İkinci Modernizm” ortaya çıktı ama, Doğu toplumları Batı’dan alıp bağırlarına bastıklarını şimdi çöpe atan Batı’ya rağmen, aynı değerleri hakim kılmak için çatışmalar üretmeye devam ediyorlar. Saddam’ın Irak’ı, Kaddafi’nin Libya’sı veya Hafız Esad’ın Suriye’si, hep aynı modernizmin ürünü olarak insanlığın sırtında bekliyorlar.

    Batı, kaderin ilginç bir cilvesidir ki, bir zamanlar bize dayattığı çöküşümüze neden olan kalıplardan bizi kurtarmak için çırpınıyor bugün. Avrupa Birliği bizi kapısına davet ettiğinde, nedenini anlamakta güçlük çekmiş miydiniz? Bill Clinton Türkiye’ye geldiğinde unutulmaz bir mesaj vermiş ve Avrupa’nın tüm kültürleri barıştırabilecek bir yeni felsefi temele dayanmaya hazırlandığını anlatmaya çalışmıştı. Bu geleceğin en açık ve nihai biçimini Bediüz-zaman’ın cümlelerinde buluruz: “Nas-raniyet—Hıristiyanlık—, ya intifa veya istifa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi’ olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki: ‘Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.’” Clinton’un öngördüğü üzere, önümüzdeki yüzyılın belirleyici gücü olmamızı sağlayacak düşünsel kaynağımızı, nerede arayacağımızı sanıyorsunuz?

    Bilimden şüphelenmeye neden olan gelişmelere paralel olarak bilim, kendi içerisinde, değişimine neden olan postmo-dern yaklaşımları üretti ve şimdi Türkiye İkinci Cumhuriyeti, Dünya ikinci Modernizmi tartışıyor: Pekala bilim ve din bir arada bulunabilirdi ve toplumlar yerel kültürleriyle birlikte müstakil ideal şartlara sahip olabilirlerdi. Tek bir doğru yerine, birden fazla doğrunun aynı derecede üstün ve değerli olması imkan dahilindeydi. Huntington’un Medeniyetleri çatışmak veya birbirlerine göre üstün olmak zorunda değildi. Farklılıkları koruyarak ortak evrensel değerler manzumesi içinde buluşma imkanı mevcut olabilirdi. Uygulama sonuçları ortaya çıkınca, yalın aklı kullanan, tabiat kanunları gibi kontrollü deneylenemeyenleri ve herkese istedikleri her zaman görünemeyenleri reddeden mo-dernizmin aslında hiç de ideal ve barışçı bir toplum üretemediği veya üretebileceğinin genellenecek bir tez olarak ileri sürülemeyeceği anlaşıldı ve bu gelişme, toplumların yok oluşlarını hazırlayan bir felsefeden dönülebilmesi gerektiğini düşündürdü.

    İşte yaşamaya başladığımız en önemli değişim bu. Totaliter ve dayatmacı zihniyetlere dayanak teşkil eden tanrılaştırılmış(?) pozitif bilim hızla gündemin aşağısına iniyor, değişime uğruyor, yeniden yorumlanıyor. Kainatı yorumlayan felsefelere kaynaklık teşkil eden fizik derinleştikçe, felsefeler, quantum teorilerinin kafa karıştırıcı tezlerinin etkisi altında ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Felsefi açıdan çaresiz düşen “Modernizm Medeniyeti”, esir askerlerini kaçırmamak uğruna, televizyona ve onunla sunduğu müziğe, görsel sanatlara ve spora dikkatleri çekerek ürettiği renkli popülizm sayesinde, insanları düşündürmemeyi başardı. Bediüzzaman’ın tabiriyle, “Ruhlarımızdan dünyaya derin menfezler” açılmıştı. Popüler kültür, günlük 24 saatimizi bu denli “aralıksız” işgal edemeseydi, asıl gündemimize dönmeyi çoktan başarmış olacaktık. Terk etmek üzere olduğumuz bu geçiş döne-minin yeni bir istikrara imkan tanıyacağı bir yüzyıl daha yaşamaya hazırlanıyoruz.

    Son bir asır boyunca, fizik ötesini açıklayıcı önermeler sunan din kaynaklı bilgilere meydan okuyan bilimin içerisine, yakın geçmişe kadar şiddetle dışlanan fizik dışı olgular ve tespitler girmeye başladı. MIU—Maharishi International Univer-sity—gibi üniversitelerde ruhsal güçleri geliştirme pratikleri öğretiliyor. Üniversitelerin pek çoğunda parapsikoloji kürsüleri kuruluyor. Pek çok istihbarat örgütü—CIA, MOSSAD, ayıplanmaktan korkarak gizli şekilde—ruhsal güçler ve cinlerle temas gibi konular üzerinde uzmanlaşan elemanlarla çalışmayı ihmal etmiyor. Ve dünyanın nereye gittiğini analiz etmek bakımından örnek alabileceğimiz Amerika Birleşik Devletlerinde en çok satan kitaplar yalnızca psikoloji kitapları oluveriyor. Bizim, “Düşün ve Başar” isimli kitabımızın hızlı tükenişini gözlemlediğimizde, insan psikolojisini ön plana çıkaran akımların Türkiye toplumunu da kuşatmakta olduğunu sezinleyebiliyoruz.

    Newton’un mekanik evreninin—katı madde—yerine, Einstein’ı takip eden Werner Heisenberg, Fritjov Copra gibi fizikçilerin ürettiği belirsiz evren ve hatta fizik dışı kaynaklardan varlığa sıçrayan “hayal evren” kavramları girmeye başlıyor. Ruhun yerine beyin hücrelerini, nazar olgusunun yerine x ışınlarını, ilhamın ye-rine içgüdüyü koyan tezler; “yogi uçuşu”, “dervişlerin tabiat kanunlarına muhalif pratikleri” gibi olguları açıklayamayınca sorgulanmaya başlıyor. Bilimin kendisi—quantum tezleri—nedenselliği sorguluyor ve hatta tüm bilimi mahv edercesine reddetmeyi gerektirecek matematik formüller ileri sürüyor. Oysa Bediüzzaman’ın, hiçbir bi-limsel destek bulamadığı yıllarda, nedensellik safsatasının “iktiran”—yani fiziköte-si/melekût tarafından bir arada veya ardışık gerçekleştirilme—olgusu olduğunu izah ettiğini; bu izahlar yüzünden bilimin tabiat kanunlarına ve içgüdülere verdiği “anlamı” gülünç bulmayı başardığımızı biliyoruz. Bunlar bir yana, akıl her pratiğe ve sürece nesnel nedensellikten bir açıklama getirmeyi denese de, Kainatı kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan pozitif bilimin ürettiği ruhsal tatminsizliğin, insanlığı daha fazla ikna edici olması beklenemez zaten.

    Bilim yeni bir fonksiyon icra etmeye hazırlanıyor: 20. yüzyılda, Batı’dan başlayarak Doğu’ya doğru, ilahi gerçeklikle insan aklının çatışmasına hizmet eden bilim, bu defa aynı yönde her iki alanı birleştirmeye hizmet etmek için hazırlanıyor. Bediüzzaman’ın yorumladığı Hadis’in ifade ettiği gibi, bu defa “Güneş Batı’dan doğacak” ve yeni yüzyılda farklı bir bilimle yüzleşeceğiz.

    Teknik Değişiyor

    Tabiattaki diğer varlıkları ve tabiatın yaratıcısını göz ardı eden bilimin ürettiği teknik, insanlığı büyük bir felaketin eşiğine getirdi. Günümüzün kıyamet senaryolarının ardında bilimin ürettiği tekniğin önemli bir yeri var. Ne yazık ki, modern bilim sayesinde yeryüzünün hayata imkan tanıma süresini kısaltmış bulunuyoruz.

    Dinlere alternatif olma iddiasıyla ortaya çıkan bilim, insan merkezli, bencil ve diğerlerini tahrip edici bir psikolojinin ürünü olan işleyiş biçimleri üretti. Allah’a meydan okumaya kalkışma, tabiata meydan okumaya kalkışma iddiasını beraberinde getirdi. Böylesine tahrip edici bir insan aklına dayanan bilim kullanıldığında üretilen teknik, son derece tahrip edici olacaktı ve oldu da.

    Üretilen modern cihazların uzaya saldığı kloroflorakarbon (CFC) gazları Yaratıcının bir kalkan olarak üzerimizi korumak üzere yarattığı atmosferi tahrip etti ve ozon tabakasını bozdu. Zehirli gazların atmosfer üzerinde sera etkisi yapmasına paralel olarak dünya iklimindeki denge değişmeye ve tüm karaları kaplamak üzere kutuplarda bekleyen buzulların süratle erimeye, dev nehirler halinde akmaya başlamalarına neden oldu. Hiçbir sıra dışı tabiat olayıyla yüzleşmesek bile, bundan 100 yıl sonra denizler 100 santim yükselecek ve ardından New York gibi pek çok anıt şehir, denizlere gömülmeye mahkum kalacaktır.

    İklim bozulmalarına paralel olarak dünya çölleşmeye, dünyanın akciğerleri olan ormanlar aşırı sıcakların etkisiyle kitleler halinde yok olmaya başladı. Suni gübreleri ektiğimiz tarlalarda yabani hayat türleri birer birer tükendi. Uçaklarla yaptığımız ilaçlamalardan bu yana, Anadolu’nun dağlarını, taşlarını kuşatan kuşlardan ve böceklerden son 20 yıldan bu yana haber alamaz olduğumuzun,—geçmişi bilen yaşlı avcılarımız dışında— farkında değiliz. Tarih boyunca insanlık ilk defa bu yüzyılda,—iki dünya savaşına rağmen— savaşlardan daha fazla can kaybını, doğal afetler yüzünden vermiştir. Şimdi bilim adamları, önümüzdeki yüzyılı tanımlarken, —Hürriyet Gazetesinin ifadesiyle—“Mega Felaketler” beklediklerini yazıyorlar. Peygamberimiz de (a.s.m.) kıyamet asrını böyle tanımlamıştı zaten.

    Detayda boğulmaya gerek yok: Modern bilim bugün bir gerçeği itiraf ediyor: Ürettiğimiz teknikle çevreye verdiğimiz zarar yüzünden bozulan ekolojik dengenin önümüzdeki 150 yıl içerisinde oluşturacağı ekolojik tablo insan hayatına imkan vermeyecek. Üzgünüm, bugün açıkça aynı bilim, Dünyada böyle giderse ancak 150 yıl daha yaşayabileceğimizi söylüyor. Daha önce Yeni Asya Gazetesi’nde, “Kıyametin tarihiyle ilgili dini bilgilerin bilimsel veri-lerle örtüştüğünü,” yaşadığım bir parapsi-kolojik tecrübe üzerine yaptığım araştırmalara dayanarak kaleme almıştım. Bediuzzaman’ın Kastamonu Lahikası’ndaki bir mektup bu konuda size ilham verecektir.

    Bitirmek üzere olduğumuz yüzyıl—sanayi/kısmen bilgi çağı—işte böylesine bir kıyameti kendimiz için hazırladığımız bir yüzyıl oldu. Ama aynı dönem, ürettiğimiz felaketin de farkına vardığımız ve yeni yüz yıla tüm yanlışlarımızı yeniden tamir etme çabası içerisinde girdiğimiz dönemdir.

    Artık teknik yeniden sorgulanıyor. Çevrecilik, yükselen en büyük değer oluverdi. Nükleer yöntemler, karşı konulmaz toplumsal muhalefetlerle yüzleşmek zorunda. Çevreyi tahrip eden teknik aşağılanıyor. Denizdeki balıkları düşünmek zorunda bırakılıyoruz. Otomobillerimizin atmosfere zehirli gaz salmadan çalışmalarını temin edecek alternatif yöntemler araştırılıyor. Batı, yeni bir felsefeyi, tabiatı Yaratıcının harika bir sanat eseri olarak gören, Kainatın Sahibiyle kurulan dostluğun onun eserleriyle kurulacak dostluğu üreteceğini açıklayan Risale-i Nur’u, entelektüel düzeyde keşfetmeye hazırlanıyor. Bir zamanlar tartışmanın odağında “Batı’nın tekniğini alıp kültürünü reddetmek gerektiği” tezi yer alıyordu. Şimdi, aynı kültürde geçmişimize ait unsurlara—ahlak—müşteri olunması gerektiği ve Batı tekniğinin aynen alınması değil, yeniden yapılandırılarak geliştirilmesine ihtiyaç bulunduğu tartışılıyor.

    Türkiye bu süreçten ne yazık ki tüm Doğu toplumları gibi kopuk. Neler olup bittiğinin farkında olmak istemiyor. Çünkü bunu anlamak için Dünyaya başını çevirdiği taktirde, hakim takımın ekonomik menfaatleri tehlikeye girecek, bu gurubun kendisini ayakta tutmak için arkasına sığındığı ideoloji—Kemalizm—çatırdayacak. Ancak Batı’yı ezip geçen bu kaçınılmaz gelecek, tüm Doğu toplumları gibi Türkiye’nin de geleceği olacaktır.

    Tekniğin yaşama biçimimizi nasıl değiştirdiğini biliyorsunuz. Otomobiller, televizyonlar, buzdolapları, bilgisayarlar… Tüm bunlar oturma, konuşma, yürüme, yeme, uyuma, evlenme ve düşünme biçi-mimize kadar her şeyimizi kökten değiştirdi. Hayatımızı, içinde yaşadığımız teknik mekanizmanın çarklarına göre belirlemeye mecburuz. Şimdi yeni bir çarklar manzumesi oluşmak üzere ve önümüzdeki yüzyıl bu acıdan radikal değişimler yaşamamıza neden olacak.

    Hayat Kalıpları Farklılaşıyor

    Tüm görünümümüz ve sosyal hareket biçimlerimiz başkalaştı. Hayret edeceğimiz şu: Aynı hızda yeni bir başkalaşmanın eşiğindeyiz ve binlerce yılda gerçekleşebilecek değişimler, gelecek yarım asır içinde hayatımızı kuşatacak.

    Bu değişimlerin ön belirtilerini Batı toplumlarında izleyebiliyoruz. Son üç yıl içinde, katlanarak milyarlarca dolara ulaşan bir “self-servis ticaret kültürü” gelişti: İnternet adı verilen yeni iletişim biçimi sayesinde insanlık olağanüstü değişimler yaşıyor. İnsanlar, tarih boyunca, bu kadar kısa süre içinde zengin olma fırsatına hiç sahip olmamıştı. Elektronik bilgi —rakipsiz bir paket; oyun, yazılım vs.— üretiyorsunuz, evinizin bir köşesindeki bilgisayarınızdan bunu bir gece satışa çıkarıyorsunuz, sabah olduğunda bir milyon kişinin ürününüzü satın aldığını görüyorsunuz. İnternet üzerinden yılda milyonlarca dolar kazanan Kanada’lı 18 yaşındaki çocuk Corey Rudl, internet ticaretiyle ilgili kitabını, salonumdaki bilgisayarımın karşısında otururken, 220 dolara bana da satmayı başarmıştır.

    Basit: Siz sadece dosyayı hazırladınız. Etkili tanıtım sayesinde—reklam hiç bu kadar ucuz olmamıştı—dünyanın her tarafından insanlar gelip sitenize girdiler. Kredi kartı bilgilerini verdiler, otomatik sisteminiz paralarını hesaplarından çekti ve satın aldıkları programı elektronik postalarına otomatik olarak gönderdi. Size düşen, sadece sabah olduğunda hasılatınıza bakmak. Asırlardır var olan şirketler ayakta durmaya çalışıyorken, bizimle yaşıt olan Bill Gates tek başına kurduğu küçük bir şirketle, General Motors gibi asırlık dev şirketleri geride bırakarak Dünyanın en zengin adamı oluveriyor.

    Bu açıdan Batıda “eve veya internete dayalı işlerin—home—internet based businesses” hızla artan hakimiyetini görüyoruz. Yılda 50 milyon kişi evinden para kazanmasını sağlayacak bir internet işi kurmaya girişiyor. Kimileri deniz sahillerinde eğlenirken, diz üstü bilgisayarlarıyla binlerce kilometre uzaklıktaki işlerini yöneti-yorlar. Bir gün sabahın köründe kalkıp otobüs beklemekten ve akşam iş yorgunu olarak evinize dönmek zorunda kalmaktan kurtulmaya hazır olun.

    Bu arada, gelişen bu yeni iletişim biçimi, dünyanın her yeriyle aynı evden görüntülü konferanslar yapmanıza imkan tanıyor. İlginçtir ki, bunu bilgisayar alabilecek kadar parası olan bir lise mezunu da büyük bir başarıyla yapabiliyor. Paranızın veya fiziksel gücünüzün hiçbir değeri kalmadı artık. Eğer bilgiye hakim olmanın bir yolunu bulabilirseniz, aradığınız tüm güçlere ulaşabiliyorsunuz. En ucuz ve en kolay güç kaynağı olan bilgi, artık tüm insanların önüne “eşit bir fırsat” olarak sunulmuştur kader tarafından.

    Artık televizyon kanallarının size sunduğu görüntüleri izlemeye mahkum olma-yacaksınız. Dünyanın her yerindeki yayınları interaktif olarak kendi katılımınızla izleyebileceğiniz gibi, evlerden ve salonlardan yapılan canlı yayınlara iştirak edip yayını yönlendirebileceksiniz veya kendi evinizden internet ortamında tüm dünyaya televizyon yayını yapabileceksiniz. Bugün Amerikan toplumunun yaptığını, yarın sizin de yapabileceğinizden şüpheniz olmasın. Hala bilgisayarsızlığın derin ıstırabında boğulmuyor musunuz?

    Bir gün gazetelere, otomobilleri ihti-yacımız olmayabilir. Sahalara gidip maç seyretmek yerine, kubbe altlarında toplanıp birlikte aletsiz uçuş sporları yapma pratikleri geçebilir. Bir gün mekanlar arası ışınlamayı öğrenebiliriz, ruhlar arası iletişimi—telepati—geliştirmenin kolay bir yolunu bulabiliriz. Yirminci yüzyıl, tabiatı araştırmış ve tabiatın tam sınırında ruhu keşfetmiştir; 21. yüzyılın da ruhu araştıracağını tahmin edebilirsiniz.

    Bilime dayalı teknolojinin gelişmesine paralel olarak hayatın nasıl değişmeye başladığını görüyorsunuz. Bu değişimlerin yönünün ne olacağı konusunda izlenim edinmek için Alwin Toffler gibi gelecek bilimcilerin analizlerine bakabilirsiniz. Üzgünüm: Baktığımızda tüm varlığın sadece %4’ünü görebiliyoruz. Gerisini keşfedebilmemiz, ilim öğrenme azmimize ve geniş ufuklu olmamıza bağlı olacaktır.

    Artık ideolojik sembollerin ve seramonilerin sistemleri ayakta tutma fonksi-yonları ortadan kalkıyor. İnsanlık devletlerinin sınırlarını aşıyor ve hemen her birey kendi coğrafyasının sınırlarının dışına taşarak uluslararası vatandaş olabilme imkanına kavuşuyor. İnsanları daha şimdiden sanal olarak tüm dünyaya bağlayan internetin verdiği zevk, bu işin gerçek hayata yansımasını sağlayacak psikolojik ateşlemeyi yapmak üzeredir. Bundan sonra çatışmaların da yapı değiştirmeye başlayacağını, artık devletlerin veya blok halinde toplumların yerine, toplumlararası menfaat kümelerinin, fikirlerin ve inanç akımlarının çatışmaya başlayacağını görüyoruz. Yaşayacağımız bu geleceği öngören Bediüzzaman, çok erken bir dönemde, “Devletler, milletler muharebesi; tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.” demiştir. Bambaşka bir yeni asır için Türkiye yeterince hazır mı?

    Açık olan, toplumumuzun bu geleceğe hazırlanmaması için, topluma hakim kesimlerin her şeyi göze aldıkları ve bizlerin bu konuda—sayısal çoğunluğumuz itibariyle—gaflet içinde yaşamaya devam ettiğimizdir. Gerçi “Uyuyan Dev” uyanıyor; zaten bu tutumumuza dünyadan kopacağımız güne kadar dayanmamız mümkündür, koptuğumuz zaman derman aramaya kalktığımızda ise kalbimiz çoktan durmuş olacaktır.

    Batı elde ettiğinin ücretini ödedi, tarihi içerisinde gerildi ve çözüldü. Her çiçek, parladığı tekamül noktasına varıncaya kadar yorucu mevsimleri yaşamak zorundadır. Sanırım önümüzde, ücretini ödemek zorunda olduğumuz ciddi bir mücadele bekliyor. Karamsarlık ve ümitsizlik içerisine düşenlere “Düşün ve Başar” isimli kitabımızı okumalarını öneriyoruz.

    Kadın Sahneye Çıkıyor

    Tarih boyunca kadın, tartışmaların hep odağında olmuştur. Peygamberimiz(a.s.m.), kadınları aşağılayan, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen mücrim bir kavme gönderilmişti. İslam, kadını hak ettiği saygın konuma taşıdı; ama ne yazık ki çok geçmeden İslam toplumları da cahiliye toplumlarının bazı geleneklerine geri dönerek, kadını yeniden ikinci plana ittiler.

    Sonuna geldiğimiz yüzyıl moder-nizminin en büyük dayanaklarından biri, ezilmiş sınıf içinde yer alan kadın olmuştur. Toplumsal tahribatımızı hedefleyen ve dinin yerine, kolay saptırılabilen bilimi alternatif sunan ideolojiler için kadın unsuru, toplumları değiştirebilmek için kendisine dayanılabilecek en değerli güçtü. Bu unsur, Batı dahil tüm toplumlarda, dayatmacı modernleşme sürecinde görsel medya sayesinde başarıyla kullanılmıştır. Son 50 yıl içinde kadının sokaktaki görünümü Marilyn Moore örneğinden etkilenerek amansız bir değişime uğramış, Bediüzzaman’ın “Ahirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor.” Sözü bütün açıklığıyla kendini göstermiştir. Çok değil 25 yıl önce, siyah beyaz ekranlarda Ajda Pekkan’ın günümüz şartlarına göre son derece muhafazakar denilebilecek görüntüsünden utanarak televizyonu kapatan köylülerin bugünkü çocukları, nesillerin uğradıkları değişimi hayal bile edemiyorlar.

    Açıkçası, genel olarak kadın, tarih boyunca kendisine yapılan haksızlık karşısında, erkeğe karşı, jakoben moder-nizmle işbirliği yapmış, bu suretle hürriyetini eline geçireceğini sanmıştır. Ancak, dinini rüşvet vermesi yüzünden, farkında olmadan daha ağır bir esarete düşmüştür.

    Doğru olan, kadının en az erkek kadar eğitilmesi ve çabasının karşılığını en az erkek kadar almasının sağlanması idi. Kendisinden, buna karşılık kendisini bir cinsel imge olarak sokağa terk edenlere engel olması ve bu suretle toplumsal idea-lizmin köreltilmesinin yolunu kapaması beklenirdi. Büyük hata şu olmuştur: Modern bilim öncesi Batı, kadının insan olup olmadığını tartışacak kadar geri gittiği gibi, İslam toplumları da onu—İslam’ın emirlerini çiğneyerek—eğitimi ihmal edilen ve aile içerisinde ağır bir tahakküm altında erkeğe hizmet etmekle görevli, terk edilmesi kolay ve terk edildiğinde sığınacak hiçbir kapısı olmayan varlık haline getirmişti. İstisna kitleler hariç, dinden koparılan İslam toplumunda hakim renk bu olmuştur. Anadolu’nun bazı dağlarında hala dipdiri ayakta duran ve göç edenlerle birlikte şehirlere taşınan bu kahredici gelenek sinirlerinizi hiç germiyor mu?

    İçinde yaşadığımız asır, kadına hürriyetini ve bir kısım hakları rüşvet vermiş, yani zaten hakkı olan bir kısım değerlere kavuşmasına göz yummuş; ama insanlığın geleneksel eziciliğini yine hakim tutmuştur. Bedensel ve psikolojik olarak hassas ve zayıf yaratılan kadın, iş hayatına girmiş, hayatın canavarlığına terk edilmiş, bu defa kadın eskisinden on kat daha yorucu bir mücadeleye mahkum edilmiştir. Dinin “ahlaki” temelli korumasını terk etmesinin acısını, bencil aklın yırtıcılığına terk edilmekle çekmiştir.

    Esasen modern medeniyetin kadın üzerinden kendini ürettiğini ve geliştirdiğini iddia etmemiz mümkündür. Televizyon, buzdolapları, bulaşık makinaları, ütüler, kısacası ev içine yönelik tüm cihazlar öncelikle kadınlara hitap etmiş ve onları et-kilemiştir. Bu arada kadın, moda ve kozmetik alanından başlayarak oluşturulan tüketim toplumunun genel israfının temel dinamiği olarak başvurulan en kolay kaynak olmuştur.

    Her gün, güzel görünebilmek için makyaja mecbur bırakılarak bu yolla yalan söylemeye zorlanan, cinsel çekiciliği—suretperestliği—ön planda tutan—gelecek boyutundan mahrum—aklın zorlamasıyla önüne konulan “daha güzeller” karşısında, çirkinlik paranoyasına terk edilen ve üstelik, akşama kadar erkek gibi büro işlerine mahkum olduktan sonra çocuklarının bakımını üstlenmeye devam etmek zorunda kalan kadın için, umut sandığı 20. asır, tam bir fiyasko ve çaresizlik olmuştur. Fiziksel ve ruhsal estetiğini eşiyle değil, toplumla paylaşmaya zorlanan kadın, sığınmak için muhtaç olduğu aileyi cehenneme çevirmiştir. Kadın, ebedi hayatını idama mahkum etmekle kalmamış; vahşi bileklerin boğuştuğu sokak, kadına umduğu zaferi de kazandıramamıştır.

    Bu süreçte tekniğin sunduğu heyecan uyandıran aletlerin ve feminist akımların hiç biri kadını tatmin edememiş ve daha kötüsü kadın özellikle Batı toplumlarında ve bilhassa şu sıralarda internet ortamında, birer cinsel nesneye dönüştürülerek aşağılanmıştır—dünya çapında tüm internet data trafiğinin %60’ı cinsel materyallerle, kadın vücuduyla ilgilidir. İlginç olan, erkeklerin hiç biri bacaklarını açıp sokakta dolaşmaya veya cafcaflı elbiselerle, pahalı kozmetikle güzel görünmeye çalışmazken, böyle bir psikolojik baskı altına itilmezken, kadının sırtına böylesine, yorucu olduğu kadar utandırıcı bir yük ve psikolojik bir ağırlık yüklenmesi ve pek çok kadının tarihin karanlık sayfalarındaki esaretlerinden çok daha teslimiyetçi bir biçimde, bu esarete sahip çıkmalarıdır. Çarpık bir şe-kilde, günde beş defa ibadeti—ve bu suret-le ruhsal ve bedensel arınmayı zor bulanlar için, on defa makyaj yapmaya ve kozmetik arınmaya—zorlayan duygu, daha tatmin edici gelmiştir. Merhametli yaratılan kadının, son 50 yılda nesillerimize reva gördüğüne ağlamak yerine, biz, 20. yüzyılın sonlarına doğru gözlemlediğimiz değişim kıpırdanmalarına dikkat edelim.

    Bu defa kadın çok farklı bir hareket geliştiriyor. Kadının gerçek rahatlığa ulaşması açısından bulduğu yeni ufkun “din” olduğunu göreceğiz. Gelecek bilimci Alwin Toffler sosyal eğilimleri analiz ederek, “yeni bir karanlık(?) yüzyıla”, yani dinsel imgelerin etkin olduğu, dinin geri çağrıldığı bir döneme gireceğimizi söylüyor. İşte bu yeni dönüşün ardında baş rolün fark edilir biçimde kadınlar tarafından oynandığını görüyoruz. Amerika Birleşik Devletleri toplumunda mistisizme eğilen kesim üzerinde yapılacak cinsiyet istatistikleri bu gerçeği ele verecektir.

    Türkiye toplumuna da dikkat etti-ğimizde, ruhçulukla, cin çağırma konularıyla, çaput bağlamalarla, velilerin kabirlerini ziyaret etmeleriyle kadınların başı çektiği, “doğru ve yanlış yaklaşımların” iç içe olduğu yeni bir “dinileşme” eğilimini rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz. Üniversite kapılarında erkeklerin sus pus olduğu ve namaz kıldıklarını gizleyebildikleri bir vasatta, başörtülerine sarılan, başlarını kaldırıp tarihin unutulmaz derslerini verenlerin yine kadınlar olduğunu göreceksiniz. Şimdiden küçük çıkışlar halinde gözlemlediğimiz bu değişimin önümüzdeki asra damgasını vuracağını, insanlığın hak veya batıl dinlere dönüşünde—ama dinlere dönüşünde—kadınların hürriyet arayış-larının ve kendileriyle birlikte insanlığı kurtarma çabalarının önemli bir rolü olduğunu göreceğiz. Bu açıdan önümüzdeki asır, Peygamberimizin (a.s.m.) “Ahir zamanda ihtiyar kadınların dinine tabi olun” hadislerinin bir anlamının yansıması olarak karşımıza çıkacaktır. Bu hadise özellikle vurgu yapan Bediüzzaman’ın, “Hanımlar Rehberi” isimli kitabı, kadınların gelecekte üstlenecekleri rol açısından önemli ip uçları vermektedir.

    Kadının ön plana çıkışında din kendini hissettirecektir elbette; ama bu sadece bir boyutu, bu olgunun da desteğiyle, tarih boyunca erkek merkezli şekillenen hayatın bir dönem kadın merkezli şekillenmesine; ardından, kadın-erkek çatışmalarının yerini, kadın-kadın çatışmalarının almasına şahit olacağız.

    Ordular Farklılaşıyor

    Sanayi devrimi insanlığın modern silahları keşfetmesine neden oldu. Bu silahların prototiplerinin kullanımından edinilen tecrübe insanlığın kendini bir çırpıda yok edebileceğini ortaya koydu. İnsanlığın silah gücü artık savaşlarda tüm tarafların kaybetmesine yol açacak düzeye ulaşmıştır.

    Haçlı seferlerinden ve mezhep çatışmalarına dayalı iç savaşlardan bunalan Avrupa, 20. yüzyılın ilk çeyreğine dünya savaşlarıyla girmiş; geçmiş asırlarda çatışmaların kaynağını teşkil eden din ve mezhep farklılıklarının yerini, bu defa Fransız İhtilalini takip eden milliyetçilik akımlarının neden olduğu çatışmalar almıştır.

    Japonlar üzerinde 1945 yılında denenen ilk atom bombalarının zaman içinde daha tahrip edicileri üretilmiş, toplumsal katliamlara neden olabilecek ve hatta tüm insanlığı bir çırpıda yok edebilecek nükleer ve kimyasal silahlar, günümüzün tek ku-tuplu dünyasında bile kolaylıkla kontrol edilemeyecek bir düzeyde yaygınlaşmıştır.

    Silah gücünün amansız gelişimi, uzaydan ve yerden desteklenen son derece gelişkin bilgi toplama tekniklerinin etkisi altına girmiş, bu durum, savaş taktiklerin ciddi şekilde değişmesini gerektirmesinin ötesinde, dünya toplumlarını askeri bloklar halinde organize olmaya itmiştir. 20. yüzyıl askeri çatışmaları ve savunma sistemlerini bloklar içerisine taşımışken, yüzyıl biterken NATO ve Varşova Paktı gibi silah temelli bloklar—diğer faktörlerle destekle-nemedikleri sürece—eğer hala çökmemişlerse, tehdit veya caydırma güçlerini yitirmeye başlamışlardır. Komünist bloğun çöküşüne ve ideolojilerin birer birer yıkılışına zemin hazırlayan bu gelişme “Yeni Dünya Düzeni’nin-New World Order” ekonomik ağırlığından etkilenmiş; sistemleri ayakta tutabilecek oluşumlar, ekonomiye ve bilginin toplanıp dağıtılması süreçlerine hakim olan güçlere dayanmaya başlamıştır.

    Kapitalist ve Komünist bloktan oluşan iki kutuplu dünyanın kapitalist cephesinde yer aldığımız bir yüzyıl yaşadık. Kutuplardan biri parçalanınca ortaya atılan teoriler, tek kutuplu yeni sistemin kendine yeni bir düşman aradığını ve bunun İslam’ın başını çektiği yeşil kuşak olduğunu ileri sürdüler. Biz son 5 yıl boyunca çevremizi kuşatan, kuzey ve batı komşularımızın oluşturduğu Ortodoks bloktan ve bize saldırıya yönelen, komünizm çökünce yeni varlık sebebi olarak İslam düşmanlığını keşfettiği ileri sürülen NATO’ya karşı kendimizi nasıl savunacağımızı düşünmeye başlamıştık. Bunları unuttunuz mu? Ne oldu? Bosna’da Kosova’da, Çeçenistan’da bizden daha cesur davrananlar, oturduğumuz yerden mazlumlara yardım etmelerini istediklerimiz, Avrupalılar olmadı mı? Çeçenistan dramına daha çok yer verenler, Türkiye’nin en çok okunan gazeteleri mi, yoksa Avrupa’nın en çok okunan gazeteleri mi? Avrupa’nın disiplinli sokaklarında dolaşmayanların, nasıl bir düşünce sapmasına zorlandığımızı anlamaları zordur. Avrupa’yı göklere çıkardığım düşünülebilir. Görmediğimiz şudur: Avrupa tıpkı bizim kendi içimizde verdiğimize benzer bir mücadele veriyor. Rezalet bir Avrupa ile olağanüstü bir Avrupa iç içe yaşıyor. Nasıl ki, bizim tüm menfaat guruplarımız kendi içlerinde belli hedeflere ulaşmak için sistemi kullanmayı hedefliyorlar, mücadeleler sürerken güç dengeleri değişiyor; aynı durumu Avrupa içinde de gözlemleyebilmeliyiz. Bizi Batıya davet eden düşünce, —İslam’la Batıyı buluşturmasına neden olacağı için—dünyanın geleceği açısından insanlığın çok şey borçlu olacağı düşüncedir.

    Batı’ya düşmanlığımızı körüklemek için komplolar üretenler, Batı’nın dönüşümünde tevhide yaklaşan Hıristiyanlığın İslam’la ittifak etme arayışlarının etkisinin sanmadığınız kadar farkındadırlar. Başlarına gelmesinden korktukları, din düşmanlığını yok edebilecek tek ittifak tehlikesi budur. Ve eğer siz, kalbinizdeki imanın güzelliğinin Avrupa kadınlarının ve erkeklerinin çaresiz ruhlarında parıldamasını istiyorsanız, onları düşman kafirler olarak görmek yerine, Allah’tan korkup onun tüm sanat eserlerine yönelen bütün sevginizle, imanınızı kavramalarını sağlamaya çalışmak zorundasınız.

    Din çatışmaları din dayatmalarından kaynaklanıyordu. Şimdi dayatabilecek kadar güçlü değilsiniz ve kıyamete kadar, kader bu maddi gücü elinize vermeyecektir. Rahmetsiz mevsimler üzerimize çökünce, hürriyet hasretimiz yüzünden dudaklarımız çatladı, kalbimiz kurudu. Şimdi tüm dünyaya bağımlı olarak yaşamak zorunda olduğumuzu görüyoruz.

    Asrımızın son çeyreğinde şekillenen global ekonomi bir vücudun azaları gibi birbirine bağlı, bir tarafında meydana gelen sarsıntının tüm vücudu etkilediği bir yapıya dönüşmüş, Çin veya Japonya’da ortaya çı-kabilecek en küçük bir kriz, tüm dünya ekonomisini sarsacak hale gelmiştir. Bu karşılıklı bağımlılık, önümüzdeki yüzyılda daha da kemikleşecek ve Enerji Koridoru haline dönüştürülmesi hedeflenen Türkiye için çok riskli olmasının yanı sıra çok avantajlı bir gelecek üretecektir.

    Körfez Savaşı, Bosna, Kosova ve nihayet Çeçenistan tecrübeleri, global dünya sistemlerine entegrasyonun önemini bütün açıklığıyla ortaya koymuştur. Önümüzdeki yüzyıl bu yeni gelişmenin iyice ivme kazanacağını, yerel çatışmaların çok daha belirgin şekilde uluslararası nitelikli sosyal ve siyasal blok oluşumları karşısında bulacağını göstermektedir.

    Bu gelişme karşısında, silah gücüne aşırı yatırım yaparak ekonomilerini çö-kerten toplumlar, modern dünyanın yeni gereklerine adapte olmak için daha profes-yonel, mobil ve yüksek teknik donanımlı, küçültülerek güçlendirilmiş ordular oluşturmanın çaresini arayacaklardır. Tabii ki bu durum, askeriyenin iç siyasetteki etkilerini —sokakta hak arayan bireyin şiddet zoruyla kontrolü anlamında—iyice geri plana itecek ve çatışmalarda sivil unsurlar daha belirgin şekilde ön plana çıkacaktır.

    Tarihi geriden takip eden Türkiye, bir zamanlar boy ölçüşebildiği Avrupa’dan ekonomik anlamda on kat geride kalmasını, Osmanlı yeniçerilerinden bu yana sürekli iç siyasete müdahale eden ihtilalci zihniyete borçlu olmuştur. 28 Şubat süreci dahil 4 ihtilalin Türkiye’ye faturası, 2000 yılında, 1950 öncesinin siyasal (ve günümüzden 30 yıl öncesinin ekonomik) şartlarını yaşamak olmuştur. Silah gücünün iç siyasette kullanımının önüne geçmeyi başaran—satın alacağımız silahları Güney Doğu’da kullanıp kullanmayacağımızı sorguluyorlar— Batı toplumlarının meydan okuyuşu karşısında, çıkış yollarının ip uçları 21. yüzyılın ilk çeyreğinde kendini gösterecek ve Türkiye de, silah gücünü modernize etmek, küçülterek hareket kazandırmak hususunda önemli adımlar atmak zorunda kalacaktır.

    Bu yeni durumun, devletin ekonomiden elini çekmek—özelleştirme—zorunda kalmasına paralel olarak, devlet aygıtının kontrolünü halkın eline daha büyük ölçüde terk edeceği; devleti kontrol ederek ekonomik çıkarlarını maksimize eden ve ekonomik büyüklüğün %80’ini elinde bulunduran %4’lük kitlenin eşit şartlarda toplumun diğer kesimiyle yüz yüze kalmasına yol açacağı öngörülebilir. Türkiye’nin Avrupa Birliğine girme arzusu, Batı standartlarında demokratikleşme arzusunu taşıyan çevrelere bu acıdan büyük bir güç ve destek sağlayacaktır.

    Türkiye örneğinde olduğu gibi, demokratik sürecin ihtilallerle kesilmesi ve devletin azınlık bir kitlenin bu derece kont-rolünde bulunabilmesi, siyasi iktidarların gerçek iradelerini ortaya koymalarını engellediği gibi; halkın, yaşadığı zihniyet karışıklığı içerisinde, istikrarlı ve isabetli tercihler yapmasına da engel oluyordu. Nitekim ihtilalin 8 yıl gecikmesinin bir uzantısı olarak halkın ne denli keskin karar değişiklikleri yapabileceği ve çözüm arayışlarında ne ölçüde sistemi sorgulayabileceği 28 Şubat sürecini takip eden en son seçimle ortaya çıkmıştır. Bu açıdan Türkiye, gerçekten ümitle bakılması gereken, kısa vadede acı dolu, ama orta ve uzun vadede heyecan verici bir geleceği beklemekle boşuna hayal kurmuş olmayacaktır.

    Siyaset Yeniden Yapılanıyor

    20. yüzyıl siyasi sistemler açısından hızlı bir değişim süreci yaşamıştır. Siyaset bilimi teorileri bir asrın her on yılında yeniden yapılanmış, ortaya çözüm sunmayan bir bilim çerçevesi miras bırakmıştır.

    Kronolojik olarak analiz ettiğimizde gelişme şudur: İnsanlık tarihinin geçmişinde sosyal bütünleşmeler din esasına dayanmış, millet din temelli tanımlanmıştır. Ancak toplum bilincinde meydana gelen değişimlere paralel olarak, tatmin edemez hale gelen bu ortamda gelişen mezhep kaynaklı savaşların oluşturduğu tahribat ve Batı’daki din istibdadı, dinin siyasal birliğin tahrip edicisi olarak algılanmasına—ve böyle olmasına—neden oldu. Fransız İhtilalini takip eden milliyetçilik akımı yeni bir sosyal birlik tanımının üretilmesine yol açtı ve din esaslı birlik sistemleri—başta Osmanlı olmak üzere— hızla dağıldı. Ancak milliyet—ırk—temelli yeni birlik anlayışı—ulus devlet modeli— faşizme ve ardından Birinci Dünya Savaşına neden oldu. Bu temel çekirdek etrafında oluşturulan değişik birlik versi-yonlarının her biri bu asrın ilk yarısının dehşetli savaşlarla ve gerginliklerle harcanmasına yol açınca, insanlık işe yarar başka bir çözüm aramaya koyuldu. Artık ABD örneğinde olduğu gibi, “kültür temelli” bir milliyet anlayışı ön plana çıkmaya, farklılıkları geliştirerek toplumu aynı ideal etrafında buluşturmayı hedefleyen bir düşünce çerçevesi üretilmeye başlandı. Ama biz Cumhurbaşkanının ortaya attığı “Anayasal Vatandaşlık” kavramını tartışmaya değer bulmadık. Kaderin bizi zorla içerisine yuvarladığı Risale-i Nur’un sunduğu çözümleri ise, dinden duyduğumuz korku yüzünden dikkate almadık bile. Çelişiyoruz, çatışıyoruz.

    Gelişmelerden daha ilginci, taklit ettiğimiz Fransız laikçiliği örneğinde olduğu gibi, dini dışlayan yaklaşımların sosyal tatminsizliklere çözüm üreteme-diğinin anlaşılması, bunun dinin yeniden, ama bu defa çatışmacı değil, buluşmacı bir yaklaşımla tanımlanmasının kapısını aralaması oldu. “Dinler arası diyalog” gibi, din isimlerinin doğrudan telaffuz edildiği hareketlerin yanı sıra, dinlerin ortak değerleri üzerinde yeni bir konsensüs aranmaya başlanan—Avrupa Birliği gibi—sosyal/si-yasal arayışlar gelişti.

    Asrımızın son çeyreğine sığan bu yeni gelişme “insan hakları, düşünce ve inanç hürriyeti, tam demokrasi” gibi kavramlar etrafında oluşturulan kriterleri üretti ve onlara dayanmaya başladı. Bu yeni gelişme, dinlerle ve mezheplerle barışık bir temeli, yine insan aklının ürettiği, ama bu defa evrenle—çevreyle—barışan bir aklın ürettiği anlayışı, siyasal sistemlere hakim kılmayı hedefliyor. Avrupa Birliği’ne dayanak teşkil eden kriterleri bu açıdan “Dinlerarası Diyalog” olgusunun ürünleri—tüm dinlerin üzerinde ittifak edebileceği asgari şartlar— olarak da görebilmemiz ve bu sürecin dine yeniden dönüşün önemli ivmelerinden biri olacağını düşünmemiz doğru olacaktır.

    Sanayi Devrimi sonrası Avrupa’nın ve ondan etkilenen Doğu toplumlarının oluşturduğu demokrasiler, M. Weber’in tanımladığı mekanik bürokrasinin esareti altına girmiş, R. Michels’in sözünü ettiği—kaçınılmaz—oligarşileri üretmişti. Ancak son 30 yılda, postmodern bilim ve gelişen iletişim teknolojilerinin etkisi altında sıkı eğitilen toplumlar, Liberal Demokrasinin felsefi söylemine kapılmıştır. Sovyetler Birliğini bile demokrasi olarak gösterebilen Macpherson’cu “sınırlı demokrasi” tanımcıları, felsefi desteklerini yitirmeye başladığında, Türkiye dahil pek çok Doğu sisteminin, “demokrasiyle hiç ilgisi olmayan bir sistem üzerine kurulduğunu” anlatmaya çalışanların ne demek istedikleri görüldü.

    Bundan 10 yıl—hatta abartı değil 28 Şubat—öncesine kadar Türkiye’de demokrasiyi lanetleyenler,—Bediüzza-man’ın ısrarla vurguladığı “hürriyet ve demokrasi-ahrarlık” olgusuna kulak tıkayarak— aslında Batı’nın yükselişinin tek kaynağı olan ve faziletlerinden hiçbir zaman istifade edemedikleri için ne olduğunu bilmedikleri bir sistemi lanet-lediklerini fark etmeye başladılar. Yaygınlaşan iletişim sayesinde gerçekleşen bu ufuk açılması olmasaydı, Avrupa Birliğine ve onun bize dayattığı kriterlere karşı sosyal muhalefetimiz, en az Kema-listler kadar katı olacaktı. Bizi, böylesine olağanüstü hayırlı bir değişimin kapısını açmak zorunda bırakmayacak olsaydı, kader 28 Şubat sürecine izin verir miydi dersiniz?

    Türkiye’nin çağdaş dünyayla entegras-yonunun, yıllar boyunca demirperde gerisinde kalmışlığın ezikliği içerisinde olan Bulgaristan ve Romanya gibi ülkeleri geriden takip edeceği doğrudur. Açıkçası bu durumumuzun nedenlerinden biri, her on yılda bir iradesi ayaklar altında ezilerek korkutulan bir toplum olmamız—bunu hep alkışladık—ve bu suretle yüksek ideallere yönelik reflekslerimizin tahrip edilmesidir. Ama Osmanlı’nın son dönemlerinin yanı sıra, daha çok Cumhuriyet dönemine rastlayan bu tarihi tecrübeden daha köklüsü, dayandığımız dinin—İslam—Selçuklu ve hatta Osmanlı tarihi boyunca siyasi anlamda süregelen yorumlanış biçimidir. Açıkçası bu, Sünni mezhepler ve özellikle Hanefi mezhebinin geleneğinde, siyasi iradeye itaatin çok keskin bir biçimde önümüze konulması, eğitimsiz kitlelerin kontrolü için konjonktürel açıdan gereklilik olması nedeniyle siyasi iradeye “kayıtsız” itaatin emredilmesi ve şüphe oluşturan idari icraatların “hikmet-i hükümet” gerekçesine dayandırılması olmuştur.

    Halife’nin doğrudan ve haktan sapması halinde, “Seni kılıcımızla düzeltiriz.” diyebilen zihniyetin temelini attığı dinin geti-rildiği nokta bu mu olmalıydı? Ancak yine de insaflı olalım: Tarih boyunca yalnızca farklı dinlerin ve Ehl-i Sünnet dışı olarak tanımlanan mezheplerin —şia vb— muhalif olduğu bir süreçte muhalefet, dinen muhalif cephede bulunmak anlamına gelmiştir. Dolayısıyla her türlü söylemin rağmına, saflaşmaların oluşmasında din, belirleyici-liğini korumaya devam edecek; günümüzün Türkiye toplumunun alt bilincine hükme-derek kabuklarını parçalayabilmesi, bu açıdan çok daha çetin geçecek ve sanırım toplumumuz kısa bir süre boyunca—belki de bir 3 yıl daha—çok daha zorlayıcı iç basınçlara maruz bırakılacaktır.

    Sivil toplum örgütlenmeleri gerilmelerin en önemli teneffüs noktaları olmuştur. Çoğulcu Batı toplumunun ürettiği gelişkin sivil örgütlenmeler sayesinde, siyasal sistemlerin halk tarafından kontrol edilebilmesi mümkün olmaktadır. Batı, katı ideolojileri çözebilmenin tek yolunun sivil örgütlenmelerden geçtiğinin bilincinde olarak bu konuya özel bir ilgi ile eğilmiş, ancak Türkiye böyle bir tehlikenin(?) önünü tıkayacak önlemleri çoktan almıştır. Osmanlı dönemi Anadolu toplumunun diri ve üretken kalmasını ve üç kıtayı kontrol altında tutabilmesini sağlayan Vakıfları örnek alarak canlanan Batı, bugün—ilginçtir—aynı canlılığı kendi menfaati uğruna bizim için önerirken—müşterilerinizin zengin olması menfaatinizedir— siyasal kontrolün gerçek anlamda toplumun eline geçmesine kapı açması ihtimaline karşı, bizde bu konuya katı şekilde muhalefet ediliyor.

    Şu basit örnek dikkatinizi çekmiştir: Otomobillerde LPG dönüşümünün önüne geçmek—ve bu suretle pahalı benzinden kaçanların neden olacağı vergi kayıplarını önlemek—isteyen hükümet, taksi esnafının tepkisiyle geri adım atarak, toplumun yalnızca örgütsüz kesimi üzerinde bağlayıcı olan bir uygulamaya gideceğini ilan etmiştir. “Genellik ilkesini” çiğneyen tüm yasal düzenlemelerde,—çıkan kanunları, tüzükleri, yönetmelikleri analiz—mutlaka bir güç gurubunun etkisini göreceksiniz. Yasal düzenleme yapan siyasi irade, her zaman toplumun örgütlü—ve bu yüzden güçlü—kesiminin muhalefetine boyun eğebilmiş, örgütlenmeyen kesimler diğer ke-simlerin ezdiği bir sistem altında kalmaya mahkum olmuştur. Sivil örgütlenme—vakıfçılık, dernekçilik, sendikacılık vb— ekonomik ve siyasal kaynakların dengeli paylaşımına imkan sağlayan çoğulcu bir toplum oluşturduğu gibi, toplum bireylerinin entelektüel gelişimlerine, sorumluluk ve idealizmlerinin canlılığına ve üretken zekalarının inkişaf etmesine de yol açan biricik yöntem olmaya sonsuza dek devam edecektir.

    Devrimleri yerleştiren siyasal irade, bunu Osmanlıdan miras kalan sivil örgütlenmeleri imha ederek başarmış;—başka türlü başarılamazdı—ancak, geriye dönüş arayışlarına—irtica—kaynaklık edeceği korkusuyla toplumun yeniden canlanışının önüne katı setler kurmuştur. Bu yokluk, varlığını her geçen gün daha da şiddetli hissettirecek ve yaşanacak darboğazlar kaçınılmaz olarak—17 Ağustos depreminde olduğu gibi—sivil örgütlenme ihtiyacının önünü eninde sonunda açacaktır. Türkiye halkı, kendisinden korkulan, güvenilemez bir halk olarak sonsuza dek algılanamaz.

    Türkiye’nin değişimi açısından şunları bekleyebiliriz: Siyasal sistemin çarkları Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu kadar açık deşifre olmuştur. Menfaat guruplarının çatışmalarına ve gelişen iletişim sistemlerinin bu süreci bize yansıtmalarına borçlu olduğumuz bu durum, analiz yeteneğimizi umulmadık şekilde değiştirmiştir. Bu açıdan—kanaatimce—Türkiye toplumu—ciddi yanlışlarına rağmen—merhum Turgut Özal’a çok borçlu olacaktır. Bugün toplumun yaşadığı gerginlik, halka adanacak basit bir muhalefeti kahraman ilan etmeye hazırdır. Çavuşesku’nun Roman-ya’sının, bir gün içinde, nasıl değişebildiğini unutmuş olmamalısınız.

    Irak veya İran gibi kapalı bir sistem toplumu olmaktan bizi çıkarmayı başaran Özal, Batı kültür ve teknolojisiyle tanışmamıza ve zihinsel kalıplarımızı sorgulayabilmemize imkan tanıyan aksiyonlarda bulunmuştur. Baş döndürücü bir hızda, sindiremeden yaşadığımız değişimin bizi nereye taşıdığını daha iyi görüyor; bugün, tahrip edici yönleri ön planda gözüken değişimin, yerleştikçe çok daha heyecan verici—olumlu—gelişmeleri üreteceğini söyleyebiliyoruz.

    Sonuç

    Olağanüstü değişimler yaşadığımız bir yüzyılı geride bıraktık. İnsanoğlu fıtratındaki üstünlük ve tekamül arayışları içerisinde asırlar boyunca gerildi. Tahrif edilmiş dinlerin sunamadığı çözümü sunan tek sağlam din İslam’a dayanan Müslümanlar da, başlangıçtaki dinamizmlerini yitirince, patlama noktasına ulaşan arayışların, tüm dinleri kökten reddettiklerine şahit olduk. Çare değilseniz, gölge etmenize izin verilmez. Komünizm, baş döndürücü bir hızda dünyanın dörtte birini istila etti. Birbiri ardına ideolojilere ve felsefelere—kurtarıcılara—sığındı insanlık. Kendine aklının ürettiği yeni ilahlar edindi. Aradığı zevki kadında, içkide, müzikte, sporda, teknikte bulacağını sandı. Çözüme ve kurtuluşa öylesine susamıştı ki, son bir asır boyunca ürettiği bilgi, tüm insanlık tarihi boyunca üretilen bilgiyi katladı. Ama insanlar, görme özürlülerin fili dokunarak tanımlarken düştükleri çaresizlik içerisinde, bunaldılar. Salt akıldan yola çıkan hiçbir buluş, yol ve yöntem, insan ruhunu tatmin edemiyordu; gerçeğin haritasını olduğu şekliyle çizemiyordu. Bu yüzden, gelen ideolojiler gitti, üretilen paradigmalar yıkıldı.

    Şimdi yepyeni bir çağa, insanı yaratılış gayesine yakınlaştıran bir döneme giriyoruz. İnsanı Yaratıcıyla buluşturan bir bilim. Tabiatla uyum içinde, sevgi ve ruhsal tatmin yayan bir teknik. Tüm yetenekleri ateşleyen ve insanları unutulmaz izler ve eserler bırakmaya zorlayan, rekabetçi, işbirlikçi, hür ve eşitlikçi bir siyasal düzen. Tüm dünya insanlığını birbirine bağlayan ve bağımlı kılan bir iktisadi sistem. Çözüm ararken neden olduğu çevresel tahribatlar yüzünden maddi felaketlerle boğuşacak olan, ama manevi huzura kavuşacak olan son devrin insanları. Hakim bir evrensel hukuk, dışlanmış kurtarıcılar ve Yaratıcıla-rıyla baş başa kalarak yükselmeye hazırla-nan bir insanlık. Heyecan verici gibi görü-nüyor: Kapsayıcı bakalım; ufukta, bedenlerimizi bekleyen cehennemi—kıyamete hazırlanan—ruhlarımızı bekleyen cenneti—ebedi saadete kavuşturacak olan imanı—görüyoruz. Önümüzde görebildiğimiz bu.

    Peygamberimizin(a.s.m.) haber verdiğini, Hazret-i İsa’nın (a.s.) gelip yapacağı şeyleri yapmaya girişti insanlık. Hazret-i İsa(a.s.) nerede? O bir ruh mu, bir düşünce akımı mı, bir sosyal hareket mi? İnsanlığın ruhuna süratle sirayet eden bir duygu seli mi? Bilmiyoruz, göremiyoruz; ama işte haber verilenlerin yapılmaya başladığına şahit olarak ve bu süreçte en muteber sözleri söyleyecek bir Türkiye toplumu olmaya hazırlanarak, yeni bir çağa adım atıyoruz. Geleceğin mutlu günlerinde buluşabilecek kadar ömrümüz uzun olsun.

    Dipnotlar

    * "BİNYIL" diyemiyorum. Çünkü —kişisel olarak— yeryüzünde 22. yüzyılın ötesine tanıklık edecek bir insan hayatına şahit olmayacağımıza inanıyorum.