Köprü Anasayfa

İnsanlığın En Uzun Yüzyılı

"Kış 2000" 69. Sayı

  • İkibin Yılda Bilim

    Hakan Yalman

    İki bin yılda bilim, varlıkları tanıyıp anlamlandırma açısından önemli atılımları gerçekleştirdi. Şahsi hayatlar ve içtimai hayatlar yeniden şekillendi. “Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmeti”1 bütün asırlar boyunca insanlığın kainatı anlamlandırmaya çalıştığı iki düşünce tarzı oldu.

    Bediüzzaman Said Nursi’nin On İkinci Sözün temsilinde belirttiği “hem dindar, hem gayet sanatkar” Hâkim’in kıymetli bütün cevherleri kullandığı yazıyla, elmas ve zümrüt harflerle, bazen pırlanta, mercan, altın ve gümüşle yazdığı harflerin oluşturduğu bir nevi Kur’an olan kainat, ecnebi feylesof ve Müslüman alimler tarafından okundu. Kitab-ı Kebir-i Kainat, Kur’an-ı Hakim’in hikmet-i kudsiyesine, dolayısı ile vahye dayanan Müslüman alim zihniyetiyle ve bilimsellik, evrim, pozitivizm, determinizm gibi kavramların şekillendirdiği bakışıyla ecnebi feylesof tarafından okundu.

    “Ecnebi feylesof” daha çok Batıda cereyan eden ve felsefi ekoller çerçevesinden kainata bakan ve “bilim” adını alan faaliyetin temsilcisi oldu. Felsefi ekollerin temel dayanağı olan akıl ise duyuların sınırlılığında izaha mecbur kaldı. Daha sonra yaşanan bilim serüveni gösterdi ki, duyuların açtığı pencere kainatın boyutlarına göre çok dar ve oradan gözüken manzara kainatın bütününü anlatmaktan çok uzaktı. “Müslüman alim” kendi dar penceresinden baktığı ile değil, bir uydudan gelen fotoğraf ile çevresini algılamaya benzer şe-kilde vahye dayanan fiilin temsilcisi oldu. Bu anlamda kimliği ne olursa olsun, hangi asrın insanı olursa olsun, her ferdin kainata bakışı, sürekli “Müslüman alim” ve “ecnebi feylesof” arasında değişti. Kimi zaman Müslüman adını alan alim de “Müslüman alim” gibi değil “ecnebi feylesof” gibi kainata baktı.

    Varlıklara kendi namına bakan, yani kelimeye ifade ettiği mana açısından değil, harflerin yazılışındaki intizam ve güzellik açısından bakan felsefenin “Neden? Niçin? Nasıl?”sorularına verdiği cevaplar sürekli değişime uğradı, çünkü algılamaların sınırlamaları ile yapılan açıklamalar bu sınırlar genişledikçe değişti.

    Tarih boyunca çizilmeye çalışılan kozmoloji tablosu sürekli değişimlere ve eklenen fırça darbeleri ile farklılaşmalara maruz kalmıştır. “Bu tabloyu çizmeye ilk kim ve nerede başlamıştır? Bazıları bunun bir Çinli olduğunu söylerler; bazıları da soylarından gelenlerin bugün Irak’ta yaşadıkları Babillilerden biri olduğu iddiasındadırlar. Evrenin mahiyeti hakkında bilimsel bir açıklama ileri süren ilk insanın kim olduğunu gerçekte kimse bilmemektedir. Her neyse, bu, “bilimsel” ile ne denilmek istendiğine bağlıdır. Babilliler evreni denizden yükselen dev bir dağ ve üzerinde de dev kubbe biçiminde bir gökyü-zü olarak düşünmüşlerdir. Güneşin her gün bir kapıdan girip başka bir kapıdan çıktığına inanırlardı. Taşlar üzerine yıldız resimleri yapmışlar ve bunları astrolojik kehanetlerde bulunmak için kullanmışlardır. Ancak evrenin bir resmi neden bir başkasından daha inanılır olsun. Evrenin nasıl olabileceğini sadece hayal ediyor olmayıp da onun gerçek mahiyetini anladığımızdan nasıl emin olabiliriz.”2

    “Stephan Hawking’in Evreni, Kainatın sırları” isimli eserinde David Filkin’in bu cümleleri haksız olmayan bir endişeyi gündeme getirmektedir. Özellikle geçtiğimiz bin yıl içinde çizilen kainat tablosu sık sık değişimlere maruz kalmıştır.

    Dünyanın her şeyin merkezi ve gökyüzünün delikli bir kapak ve kapağın ötesinde yanan ateşlerin ışığını deliklerden geçtikten sonra dünyaya yıldız ışığı olarak eriştiği anlayışına Erastotenes dünyanın yuvarlak olduğu değişimini getirmiş. Başın-da Pisagor’un olduğu Yunan felsefesi bir süre matematiğin harikalarına kapılmıştır.

    Pisagor’un “kürelerin uyumu” isimli evrensel kuramı Yunanlıların kürelerin ve dairelerin kusursuzluğuna olan geleneksel inançlarını desteklemek için matematiğin bilimsel kesinliğini kullanacaktı. Ancak Pisagor’un her şeyin temelinde olduğunu hayal ettiği basit temel sayılar değil, uyumlu matematik tanım çabalarının büyük bir kısmı çirkin kusurlu sayılarla sona erince bu ideal lekelenmiş oldu. Yine de matematiğin ortaya atılması neticesinde insanın evreni bilimsel olarak araştırması çıplak gözle görülenin ötesine gidebilmenin yolunu açmıştır.

    Dünya çevresindeki gezegenlerin incelenmesi sonucu ortaya konan bir çok kainat modeli içinde ikinci yüzyılda Ptolemy’nin ortaya koyduğu model kabul gördü. Gezegenlerin dış daireler içinde hareket ettiğini, dünyanın her gezegenin büyük yörüngesinin tam merkezinde olmadığını, esas olarak gezegenlerin güneşin ve ayın dünya çevresindeki yörüngelerinin modellerini hazırladı. Bunlara ek olarak hepsini kabuk gibi örten bir dış küre sabit yıldızlar küresi vardı. Böylece parlaklıklardaki farklılıkların ve gezegenlerin düzensiz hareketlerinin dünyadan görünümü bu modelle i-zah edilebiliyordu. Aristoteles, Pisagor ve Eflatun’un istedikleri elde edilmiş oluyordu. Dünyanın sabit merkez olduğu ve her şeyin onun çevresinde döndüğü fikri çok kesin bir kabulle ve inandırıcılıkla kainat anlayışı olarak yüzyıllarca değişmeden kaldı.

    Yalnızca çıplak gözün verileri ile Hipparchus ve Erastotenes’in ardından Ptolemy’nin diğerlerinden çok uzun süre geçerli kalan kainat modelleri aklın parlaklığını yansıtır şekildeydi. “Bu model eski dünyanın dinleri kadar Hıristiyan kilisesi tarafından da kabul edilebilir bulunmuştu. Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra Hıristiyanlık Avrupa’nın her yanında diğer inanç sistemlerini hızla gölgelemişti. Bu dinin metinleri dünyanın Adem ve Havva biçiminde kadın ve erkekle Tanrı tarafından her şeyin ortasında yaratıldığını açıkça bildiriyordu. Ve bu da Ptolemy’nin ortaya attığı Dünya merkezli evrenle tümüyle uyum içindeydi.”3

    Zamanla kilise bilim adamlarının tek hamisi olan ve onları çatısı altında toplayan bir kurum oldu. “Okur-yazarlık sadece kutsal metinlerin araştırılması için gerekliydi ve sadece kilise insanlara okuma-yazma öğretebilirdi.” Sadece kilisenin himayesinde bilimle uğraşabilme imkanı bilim adam-larının aynı zamanda papaz yada keşiş olmaları ve kendilerini hem bilime hem de kilisenin öğretilerini yaymaya adamaları demekti. Dolayısı ile bu insanlar Tanrının bir Ptolemaik evren yaratışı yaklaşımını öğrettiler. Din ve bilim iç içeydi.

    On altıncı yüzyıla kadar bu yapının ortaya çıkardığı durum ile Ptolemy’nin evren modeli herhangi bir itiraz ile karşılaşmadı. Bu dönemde Polonyalı bir papaz olan Nicholas Copernicus, dünya yerine güneşi merkeze koyduğu kainat modelini, biraz ürkek şekilde çevresine yaymış, fakat belki de kilisenin pek ciddiye almamasından fazla tepkiyle karşılaşmayınca, ancak ölüm döşeğinde, yardımcısı Rheticus’un ısrarıyla modelin yayımlanmasına razı olmuştu.

    Kilisenin bu modele karşı sessizliği şaşırtıcı bulunmaktaydı ve Copernicus’un ciddiye alınmamasına bağlandı. Coper-nicus’un açıklamaları pek çok bilim adamı ile birlikte Prag’da yaşayan Alman gökbi-limcisi Kepler’in de ilgisini uyandırmıştı. Daha sonra Kepler eliptik yörüngeler mode-lini ortaya koydu. Daha sonra iki mercekli ve görme alanını biraz daha genişleten teleskopu aracılığı ile daha yakından gözlediğinde gök cisimlerinde ve güneşte lekeleri vardı. “Galileo teleskopu aracılığı ile Ptolamaik evrene gerçek ölüm darbesini indiren iki olguyu gözlemlemişti. Bunlardan biri Jüpiter’in çevresindeki yörüngelerde aylar olmasıydı. (Kilise evrendeki her şeyin Dünya çevresinde döndüğü iddiası ile Ptolemaik evreni hep etrafında dönen gök cisimleri vardı.) Galileo’nun gözlemlediği ikinci olgu Venüs’ün yüzeyindeki gölgelerdi. Bu gölgelerin zaman içinde değişimlerini izleyince bunun nedeninin Venüs’ün güneşin çevresinde dönmesi olduğu açıkça anlaşılmıştı. Bu da dünya merkezli kainat anlayışının çöküşü anlamına gelen Copernicus modelinin kabulüne doğru bir adımdı. Galileo kilisenin isteklerini de dikkate alarak Ptolemy’nin tezlerini reddetmeyecek şekilde buldukların bir kitaba aktardı. Ancak kitap Kopernikçilik için daha fazla destek sağladı. Kilisenin baskısı ile Ptolemaik bir model sunmak gayreti işine girdiyse de inandırıcı olamadı. Onu okuyanların Kopernikçi düşünceye meyli arttı. Bu durum Galileo’yu engizisyon önüne çıkardı.

    Ancak kainatın yeni algılanış şekli baskılarla değiştirilemedi. Güneşin etrafında Dünya da dahil olmak üzere eliptik yörüngelerde dönen gezegenler modeli artık kabul görmüştü. Ancak yeni problem gezegenlerin ve güneşin bu sistem içinde nasıl bir arada durduğunun izahıydı. Bu noktada Isaac Newton bir elmanın yere düşüşünden hareketle Dünyanın üstünde bulunanları kendine çektiği sonucuna ulaştı. Buradan hareketle Dünya ve diğer gezegenlerin birbirini çektiği tezi ile sistemi matematik bir dille izah etti. Bu formül Keplerin eliptik yörüngeleri ile tam uyum halindeydi. “Mars, Jüpiter, Satürn yörüngeleri tastamam oturmuş ama daha sonra Merkür’ün yörüngesinde küçük bir tutarsızlık keşfedilmişti. Newton’un denklemleri bütün diğer yönleri tam olarak açıkladığı için bu durum gözlemlerdeki eksikliklere yoruldu. Sonuç ortadaydı Copernicus ve Kepler haklıydılar”

    “Newton’un üç yüz yıl önce formüle edilen yasaları, o kadar kesindir ki, bugün bile uyduları Dünyanın çevresinde yörün-geye oturtmak için kullanılmaktadır. Onun bu muazzam entelektüel zaferi karşısında Kilise evrenin merkezinin Dünya değil Güneş olduğu hakkındaki kanıtları daha fazla direnemedi.Bunu kabul etmeleri dolaylı olarak kolaylaştıran şey de Newton’un inandığı başka bir şey oldu. Newton evrenin bir dış sınır olması fikrinden—Ptolemy’nin sabit yıldızları küresi—memnun değildi. Newton daha yeni, daha güçlü teleskopların geliştirilmesine yardımcı oldu ve bunlar bütün yıldızların sabit olmadığını gösterdiler; yapılan çok hassas gözlemlerle bunların hemen hemen gözle görülmeyecek miktarda da olsa hareket ettikleri saptandı.

    Newton’un hareket yasaları hiçbir şeyin doğal olarak dingin olmadığı fikrine dayandığı için, bütün göksel cisimlerin daha yakından olup gözlenebilen gezegenler gibi davranmaları gerektiğini ileri sürmekteydi. Bunlar sürekli olarak hareket edecekler ve çekim gücü birbirlerinin çekim alanına girdiklerinde yollarını saptayacaktı. Her şey böylesine hareket halindeyse evrenin sınırları nerede ve nasıl çizilebilirdi? Evrenin bir sınırı olması için mantıksal bir gereklilik de yoktu. Bu da kendisini evrenin sınırları olmadığı düşüncesine götürdü. Evren, mekan ve zamanda nihayetsiz olabilirdi.

    Bu bir bakıma kilise doktriniyle çeliş-kiliyse de, (yaratılış anı için bir zaman ve mekan belirlemeyi güçleştiriyordu) en azından nihayetsiz ve ebedi fikrini benimsemekteydi. Kilise Tanrıyı böyle görüyordu. O sonsuz gücü ve bilgeliği ile evreni kendisi gibi sonsuz ve ebedi yaratacak; bunu nasıl yaptığı da sınırlı yaşamlarıyla ölümlü insanların idrakleri dışındaydı.

    Bilim ve din o an için bir barışma içindeydiler; ancak ikisi de entelektüel çatışmasından tümüyle yana olmadan çıkmış değillerdi. Din bilimin Dünyanın her şeyin merkezi değil, güneş çevresinde dönen gezegenlerden biri olduğu keşfinde haklı olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştı. Kilise hep vaat ettiği gibi yaratılış anını belirleyemiyordu. Ancak bilim de evrenin neden var olduğunu açıklayamıyordu. Newton’un çekim gücü altında nihayetsiz bir evren tablosuyla çok önemli sorunu da çözemiyordu; eğer her nesne diğer bir nesne üzerinde çekim kuvveti uyguluyorsa, evrendeki yıldızlar neden bu kadar uzun süredir birbirlerinden ayrı kalmışlardı. Nihayetsiz ve Ebedi bir Evrende herhalde her şey sonunda çekim gücüyle bir tek dev karışıma dönüşecekti ve bu da binlerce yıldır sürekli olarak gözlemlenmiş evrenle uyumlu değildi.

    Yine de, Newton’un hareket ve çekim yasaları o gözlemleri o kadar temiz bir şe-kilde açıklamıştı ki, onun nihayetsiz ve ebedi evren modeli çok geçmeden bir zamanlar Ptolemy’nin modelinin olduğunu kadar yaygın kabul gördü. Ancak Ptolemy’nin Dünya merkezli modelinin aksine Newton’un nihayetsiz modeli sadece iki yüz yıl kadar hakim kalacaktı”4

    1750’lerde Thomas Wright, Alman filozofu Immanuel Kant ve Fransız gökbilimcisi Charles Messier galaksiler fikrini ortaya attılar ve insan zihnindeki kainat tablosu yıldız aileleri veya kümelerinin teşkil ettiği yeni bir şekle büründü.

    1816’da Joseph Van Fraunhoper mercekler üzerinde uğraşırken Newton’un yüz yıl önce gerçekleştirdiği ışığı kırarak spektrumunu ortaya çıkarma işlevini gerçekleştirdi. Daha sonra Van Franuntaver maddeleri ısıtarak ışıklarını kırdı ve spektrumlarının bu maddelerin adeta parmak izleri gibi kendine özel olduğunu gördü. Bu ise ışıktan o ışığın kaynağı ile ilgili bilgiler edinebilmenin yolunu açıyordu. Bu ise bize ışıkları ulaşan yıldızların ve diğer gök cisimlerinin kimliklerini tayinde önemli bir adımdı. 1842’de ise Christion Doppler, Doppler etkisi olarak adlandırılan ve ışığı bize ulaşan cisimlerin spektrumunda kayma olduğunu ifade eden buluşu ile gök cisimlerinin bizden uzaklaşıyor yada bize cisimlerinin bizden uzaklaşıyor yada bize yaklaşıyor olduğunu tespitin kapısını açtı ve kainatın büyüklüğü ve sınırları konusunda tahmin imkânının yolunu açtı. Bu hızla 1920’lerde Hubble galaksilerin haritasını çıkardı. 1927’ye gelindiğinde Albert Einstein’ın izafiyet teorisi maddeye, zamana ve mekana farklı bir bakış açısı getiriyor ve Georgesu Lemaitre Einstein’ın kurumları ile uyumlu bir kainat modelinin ortaya konması arzusu ile çırpınıyordu. Ayrıca bu dönemlerin önemli bir rüyası da tek ve temel bir kuvvete bütün kainatın temelini teşkil ettiği şekilde bir model yani “birleşik alan”ın keşfi idi.

    1930’lu yıllar artık bilimin çok önemli bir basamağı oldu. Max Planck başta olmak üzere bazı fizikçiler 20. yüzyılın ilk yarısında izafiyet Teorisinden sonra ikinci büyük atılım olan Quantum Teorisini kurdular. Bu teori atom içi alemin kurallarını ortaya koymakta idi. Bu alemin kuralları, burayı oluşturan varlıkların teşkil ettiği makro alemin yani görülen alemin kuralları ile hiç uyumlu değildi. Bu alem belirsizlikler ve kaos alemiydi. Maddenin en temel yapı taşı aranırken bir yapı taşından öte, yapı ile karşılaşmıştı. Burada bir taneciğin yerini ve momentumunu aynı anda bilmek mümkün değildi, olaylar gözlemciye göre şekilleni-yordu, yavaş ve tedrici geçişler değil sıçrayışlar vardı, tek tanecik aynı anda iki özelliği birden bulundurabiliyor mesela tek zaman diliminde hem var hem yok olabili-yordu, burası kesinliklerin değil ihtimallerin alemiydi. Burada yaşanan şok, dünyayı merkeze koyan ancak sonraları merkezde değil sonsuz bir gezegende varlığı bile belli olmayan bir dünyayı kainatın yeni mo-delinde gören insanların yaşadığı şoktan hiç de az değildi. Kainata, olaylara bakış artık tamamen yeni bir şekil almış ve “olur”lar ve “olmaz”lar ile ilgili hükümler tamamen değişmişti.

    Bu dönemin genel seyri bilimin çok güvenilir ve “hakiki mürşit” olma özelliğinin artık son bulması yönünde idi. Her akla gelen soruda “bu konuda bilim ne diyor?”un cevabı kesin hüccet kabul edilirken; bilim aslında algıların sınırlaması ile yapılan bir tarif olmaktan öte bir kimliği olamayacağı anlayışı daha hakim olmaya başladı. Çünkü karanlık odada el yordamı ile odayı tanımaya çalışan bilim adamları tam her şeyi tarif edip anladıklarını düşünürken birileri odanın ışığını yaktığında şaşkına döndüler. Aslında bu olay bir değil, bir çok kez yaşandı. Çünkü yukarıda sergilemeye çalıştığımız bilimin basamakları tırmanış seyrinde hep bir önceki basamak bir sonrakine göre karanlık olmuştu. Bu yüzden bilimin ilerleyişi tedrici bir bilgi artışı olmaktan ziyade sıçrayışlarla geçti ve sonlarına doğru ortaya çıkan sıçrayışın “zirve” olduğu düşünüldü.

    Binyılın sonunda gelinen nokta, 1993 yılında Time Dergisinde Robert Wright imzalı makalede açıklanmış. “Bilim, Tanrı ve İnsan” isimli makale “İkibine Doğru” dergisi tarafından “Time’daki Makaleye Göre Bilimin Ulaştığı Zirve: Tanrı” başlığı ile şöyle özetlenmiş: “Bilimin 20. yüzyılda ulaştığı düzey ile evrenin ‘bilenemezleri’ arttı. Artık asıl önemli sorun, evrenin yasalarının ‘nasıl’ işlediği değil, evrende yaşamın başlamasına yol açan ilk dürtünün ‘nereden’ geldiği ya da bu dürtüyü ‘kimin’ verdiğidir.

    Makalede bilinemezlik aklanıyor. Bilimsel yöntemin içine ‘ilahi göçler’ enjekte ediliyor, bilimle din arasında köprüler kurulmaya çalışıyor. Bilinmez-cilik ve metafizik, aforoz edildikleri yerden çıkarılıp bilim çevrelerinde makbul hale gelmiş gibi sunuluyor, tanrısızlık ise 20. yüzyılın sonunda bilimsel buluşlara götüren yolda bir engel oluşturuyormuş gibi tanımlanıyor.”

    Time’daki makalenin özet çevirisi şöyle: “Geçtiğimiz ilkbaharda Amerikalı astrofizikçi George Smoot, araştırma eki-binin bazı yeni bulgularını duyurduktan sonra bunları Tanrıya adadı. Smoot’un ekibi, evrenin yaratılış anı olan Big Bang’in (Büyük Patlama) yankıları olarak niteledikleri zayıf fakat sürekli düzensiz değişmeler kaydetmişti. Smoot basın mensuplarına, ‘eğer dindarsanız, bu bulgular Tanrıya bakmaya benziyor’ diyordu.

    Nobel ödüllü fizikçi Leon Lederman bu kış “Tanrı Taneciği” başlıklı bir kitap yayınlayacak, Stephen Hawking’in “Zamanın Kısa Tarihi” başlıklı kitabı, insanoğlunun bir gün ‘gerçekten Tanrının düşüncesini bileceği’ yüce umudu ile bitmektedir.

    Kuşkusuz Hawking Tanrı dediğinde, gerçekten tanrıyı kastetmiyor. Einstein’ın Tanrının evrenle ‘zar atacağına’ ilişkin kuşkularını belirtmesine benzer bir şekilde Hawking de kişisel bir yaradan söz etmiyordu. Benzer bir şekilde Tanrı taneciği de tam olarak tüm varlıkların üzerinde şefkatle ışıldayan, ak sakallı ve cübbeli dev bir fotona karşılık gelmiyor. Bilim adamlarının teolojik ifadeleri genellikle mecazi anlamdadır.

    Fiziğin ortaya çıkardığı merak uyandıran bir gözlem, evrenin yaşamın varolacağı bir biçimde ayarlanmış olduğu görüntüsüdür. Eğer yerçekimi kuvveti yukarıya doğru biraz daha itilmiş olsaydı, yıldızlar daha çabuk yok olacak ve etrafında dolanan gezegenlere de yaşamın evirilmesi için çok küçük bir zaman kalacaktı. Eğer proton ve nötronların görevli kütleleri bir tüy kütlesi kadar değiştirilmiş olsaydı, yıl-dız ‘gıdası’ olan hidrojen oluşmayacağından, belki de hiçbir zaman ‘doğmayacaklardı.’

    Geçmişte yaşamın ortaya çıkışının çok fazla şaşırtıcı bulunmadığı bir dönem vardı. Darwin’in yaşamın türlerinden insanın nasıl olduğunu açıklamasının yanında, kendisini izleyen büyük adımlarla karşılaştırıldığında küçük bir adım olarak kalan türlerin nereden geldiği sorusu ikincil bir önem taşıyordu. Tahminen, eğer basit moleküllerin uzun bir süre gelişigüzel karışmalarına izin verirseniz, bazı karmaşık moleküller oluşacak ve daha fazla karıştırılmaları halinde kendini kopyalayabilme özelliğine sahip kararlı bir molekül olan DNA’ya benzer bir şey ortaya çıkacaktır.

    Ancak son zamanlarda çok daha dikkatli analizlerin öngördüğüne göre, böylesine nazik, etkileyici, canlı bir molekülün gelişigüzel bir şekilde oluşması bile beklenilebilecek bir olay değildi. Öyleyse bu moleküller nereden gelmektedir?

    Bir kişinin bilimi diğerinin dinidir. İnsanoğlunun evirilmesiyle ilgili bulgular.

    Ve Bennetti’in yaşamın kökeni ‘kendi organizasyonuyla’ açıklaması, insanlığın ileri mükemmelliğe olan inancını biçimlendirmiş olan yaradılış efsanesiyle çelişmektedir.

    Şimdi bu iki açıklamayı modern fiziğin yanına koyalım ve 20. yüzyılın bilimi tarafından boyanmış olan ve kimilerinin gördüğü büyük resme bakalım; Yaşam için, mekânlar yaratmak için yönlendirilmiş tüm bir evren; bu mekanların bazılarında, küçük canlı türlerin varolmasına yol açacak şekilde yönlendirilen, hala tümüyle bilinmeyen, ancak güvenilmezliği gün geçtikçe artan bir fiziksel yasa yeterli zaman veril-diğinde bu türleri düşünen, merak eden varlıklara dönüştürecek biçimde yönlendirilmiş bir evrimsel süreç. Ansızın, evren nere-deyse tümüyle, burada nasıl olup da bulunduklarına dair makaleler okuyan yaratıklar ortaya çıkacak şekilde tasarlanmıştır. Kimileri çok küçük bir çabayla ‘Tanrının elini’ görebileceklerini söylüyorlar.

    Bu tür yaklaşımlar, bilim çevrelerinde uzun süreden beri kötü bir ünü olan ve hala tümüyle kaybolmayan bir leke olarak duran, metafizik kavramına yeni bir meşruiyet getirdi. Bilimsel araştırmanın (sorgulamanın) göremediği, algılayabildiğimiz dünyanın ötesinde de bir takım kurallar olduğu düşüncesi, çok daha romantik bir çağın antika hatırası olarak kabul edilmekteydi. Ancak deneysel buluşların ötesinde hiçbir gizin görülmediği, bilimin atılgan (küstah) gençliği sona ermektedir.

    Metafiziğe saygı, bir çok dine temel oluşturan düşünceye ‘bilinmez olana’ saygıdan gelmektedir. İlahi amaç hakkındaki yargısını saklı tutan agnostisizm (bilinmezlik) her zamankinden daha savunulabilirdir. Ancak kesin bir yükselen ateizm (tanrı tanımazlık) çok daha güvenilmez duruma gelmektedir. Eğer perdenin ötesini göremeyeceğimizi kabul edersiniz, orada hiçbir şey bulunmadığından nasıl emin olabilirsiniz?”5

    Evet, genel anlamda bilim bin yılın sonuna gelindiğinde, her alanda büyük gelişmeler yaşamış olmanın sarhoşluk veren heyecanını yaşıyordu. Dioscorides, Pliny ve Galen gibi tıp tarihinin 1500 yılını boş yere geçirdikleri için “üç kahraman” adını alan tıpçılardan organ naklini gerçekleştirenlere; Freud’un psikanaliz bakışının Adler, Jung Erich Fromm ile günümüze uzantısına kadar tıptaki gelişmeleri, ile bilim iki bin yıl boyunca çok kalıp değiştirdi. Bir önceki bakışın sundukları bir sonraki adımda çok farklı bir görünüm kazandı. Önümüzdeki yüzyılda ise bilim kendini inkâr noktasına doğru gidiyor. 19 Yüzyılın mağrur, bazen şımarık ve insanlığın tek dayanağı olma ko-numu 20. yüzyılda önemli ölçüde sarsıldı.

    Time dergisinin de ifade ettiği gibi metafiziğe hurafe, dogma gibi adlar yakıştırılarak göz ardı edilen gerçekler ve laboratuarda incelemeksizin, ölçüp biçmeden, elle tutup gözle görmeden kabul etmeme tavrı temelden sarsıldı. Yeni bin yılda ise tamamen yıkıma uğrayacağa ben-zer. “Ecnebi feylesof”u temsil eden kolun yanında “Müslüman alim” kolunda da “bilim” adlı fiiller gerçekleştirildi. “Allah’ın kelâm sıfatından gelen Kur’ân-ı Kerîmle varlık, aynı kaynaklı fakat farklı tecellilerin eserleridirler. Kaynağı ilim ve vücud sıfatları kudret ve iradenin plânlayıp inşa ettiği kâinat, yine bu sonsuz iradenin kelâm sıfatından gelen; beyanıyla beşerin idrak seviyesine göre seslendirilmiş, yorumlanmış, mücerret akıl ve muhakeme ile kavranamayan noktaları da tefsir edilmiştir. Aynı kaynaktan gelen bu her iki kitabı, böyle tevhidi bir mülahaza, tabiat bilimlerini; insan, insanın hedefini, yaratılış gayesini ve onun Allah’a münasebetini de beraber götürmesi mümkündür, hatta tabiidir. İşte, böyle bir beraberliğe muvaffak olmuş yeryüzünde bir din varsa o da İslâm dinidir. Zira İslâm’ın bilim telakkisinin en önemli özelliği, ilk referans kaynağı Kur’an olmak üzere, onun müşahede, tecrübe ve pratiğe fevkalade ihtimam göstermesinde aranmalıdır. Kur’an ve Sünnet’in ruhundaki bu espriyi iyi kavrayan Müslüman ilim adamları, tıptan kimyaya, biyolojiden antropolojiye, matematikten astronomiye pek çok ilim dalında değişik teknolojiler geliştirerek daha sonraki modern çağlara ışık tutmuşlardır ki, Haydar Bammat’tan Hüseyin Nasr’a, Weber’den Kuhn’a bir çok müellif, düşünür ve bilim adamı bu konuyla alakalı örnekler ihtiva eden, dünya kadar eser vermişlerdir. Evet İslamiyet’in daha ilk asırlardan itibaren, Müslüman ilim adamları kendi dönemleri itibariyle, öylesine entelektüel seviyede bir ilim anlayışı ortaya koymuşlardır ki, İslâm tarihi boyunca, birkaç avam halk telâkkisinin dışında, Müslüman ilim adamları arasında hiçbir zaman ilim-din ikilemi gibi bir husus yaşanmamıştır. Böyle bir ikilem yaşanması bir yana, ikinci asırdan beşinci asrın başına kadar Müslüman düşünür ve bilim adamları, her gün ayrı bir kariye platformunda entelektüel seviyelerini yükselterek dünya kadar nazari bilgi üretmiş ve bir o kadar bilgiyi de pratiğe dönüştürerek arkadan gelen nesillere çok zengin bir miras bırakmışlardır.”6

    “Ecnebi feylesof” yolunun temsilcilerinin yaşadığı serüveni özetleyen ile uğraşmak ve anlamı geri plana itmek şeklinde bir gayret olduğundan insanlığın refahı açısından neticesiz kalmıştır. Ayrıca, duyu organlarının ve algılarının sınırlılığına kendini mahkum etmiştir. Bu anlamda bi-limin din ile aynı noktaya gelebilmesi zaten mümkün değildi. Çünkü dinin en temel kavramı ve merkezi olan Allah laboratuarda incelenebilir ve duyu organları ile algıla-nabilir bir varlık değildi. Gelişim süreci içerisinde algılanabilirlik şartından uzaklaşmak zorunda kalan bilim dine de yakınlaşmaktaydı. Burada yaşanan olay bakış açısının genişlemesi ile eşyanın gerçek mahiyetinin anlaşılması ve daha önce kesin olan kanaatlerin yıkılmasıyla. Yani “ecnebi feylesof” kitabın harflerini tarif etmekte bile yeterli değildi. Çünkü kitabı sayfanın gördüğü kısmından veya gördüğü sayfadan ibaret zannetti. Ancak sayfalar çevrildikçe bu anlayış çok farklılaştı. Texas Üniversitesi beşeri ilimler profesörü Frederic Turner, kainat dev bir piramit gibi; piramit’in en altında matematik var, onun bir üstünde fizik yer alıyor, böylece en üste doğru çıktıkça sanat ve felsefe geliyor ve onların da üstünde din yer alıyor” diyor. Biyoloji ve fizik arasında ayırım yapmayan bir ilim anlayışı öngörüyordu. “Bu başarıldığında ilim Rönesans’tan sonraki en büyük devrimi yaşayarak, ilahî tabii ayrımı sona erecektir.” Bugün dahi, Jim Brooks gibi ‘İlim, yaratılışımızı incelemekle Allah’ı tanımamıza imkân verir’ diyen ilim adamları ol-duğuna göre o gün çok da uzak değildir. John A. Wheeler’in, ‘Yine de daha yolun baş-langıcındayız. Bir gün gelecek…’ diye baş-ladığı sözü, Robert Jastrow şöyle tanımlıyor:

    “… Aklın gücüne inanarak yaşamış bir ilim adamı için, serüven beklenmedik şe-kilde sona erer. O cehalet dağlarını tırmanmıştır, en yüce zirveyi fethetmek üzeredir, en son kayaya doğru kendini çeker ve asırlardır orada oturan bir grup ilahiyatçı onu ‘Hoş geldin’ diye karşılar.”7

    Geçtiğimiz yüzyılın gelişmeleri incelendiğinde, iki bin yıllık tırmanışın sonunda, hala ayağı kayıp düşmek üzere olan ilim adamının zirveye yolculuğunda, yukarıda bekleyen ilahiyatçılardan eller uzanır. Bunlardan biri Bediüzzaman ile temsil edilen, bilimle dinin buluşmasında veya ayrı olamayacağında ve bu noktadaki dar kalıplarından kurtulma gayretlerinde bir şahs-ı manevî olan Risale-i Nur’un bilime uzanan eli oldu. “Aklın nuru”nu ve “vicdanın ziyası”nı uyum içinde birleştirme ve taassubu önleme gayreti; “aklın nuru”nu “akıl feneri”ne, dostluğu vahşete, aydınlığı zulmete dönüştüren yaklaşımın sendeleme-lerinde tutunacak dal oldu. Bu, bilimin insa-noğlunun günlük hayatındaki yeri açısından, çok ciddi problemlerin çözüm noktası idi. Bu anlamda, bilimin iki bin yıldır yaşadığı serüvenin sonları, Risale-i Nur’ un öneminin de arttığı dönemlerdir. Önümüz-deki yüzyılın, bilimin zirveye doğru çe-kildiği ve teşekkür için Risale-i Nur elinin öpüldüğü bir dönem olacağına dair çok kuvvetli emareler ortaya çıkmıştır.

    Dipnotlar

    1. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, 12. Söz.

    2. FILKIN, David, Stephen Hawking’in Evreni, Kâinatın Sırları, Aksoy Yayıncılık.

    3. A.g.e.

    4. A.g.e.

    5. İKİBİN’E doğru, 10 ocak 1993, Sayı:2

    6. Prof. Dr. İrfan Yılmaz, Doç. Dr. İ. Hakkı İhsanoğlu, Selim Aydın, Fuat Bezer, Nevzat Baykan, İhsan İnal; Yeni Bir Bakış Açısıyla İlim ve Din.

    7. KÖPRÜ, Ocak 1988, Sayı 118.