Köprü Anasayfa

İnsanlığın En Uzun Yüzyılı

"Kış 2000" 69. Sayı

  • İnsanı Yaralayan Binyıl

    M. Nihat Derindere

    1. İnsan ve Zaman

    Yeni yüzyıl, daha güneşi doğmadan dünya ehlini etkilemeye başladı. Asrın ilk ışıklarıyla insanlar bütün dert ve elemlerinden kurtulup yeniden doğacaklarmış gibi bir yanılsama hükmediyor. Aslında bu durum, insanın zamana karşı taşıdığı mânidâr hassasiyetin tezahürüdür. Evet insan zamana karşı hassastır, çünkü zaman denilen nehr-i azimde mânidâr bir yolculuğa hüküm giymiştir. Bu yolculukta, değil asırlar, yıllar hatta günler, saatler bile önemlidir. Zira zaman, geçen her ânıyla dünyayı zeval dalgalarının üzerine atmaktadır.1 Başka bir de-yişle; Rabbanî bir emirle seyyar olan kâinattaki mahlûkat, izn-i İlahî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor; âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zahirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbanî ile, mütemadiyen istikbalden gelip, hâle uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür.2

    Bu büyük akışta zevalin müthiş darbelerine maruz kalan biçare insan, zeval perdesi arkasında tebessüm eden Bâki-yi Hakiki’nin mücerret güzelliğini göremezse gaflete düşüyor. Yani âlemi sabit ve kendini lâyemut (ölümsüz) farz ederek nefes almaya çalışıyor. Derinleşmiş biçimine yeni bin yıl gafleti diyebileceğimiz yeni yüz yıl sarhoşluğu da, işte insandaki bu tevehhüm-ü ebediyet marazına işaret ediyor. Gafletin derecesi nispetinde, bu sarhoşluğun derecesi artıyor. Halbuki, zamanla zeval her şeyi kuşatıyor ve maziye taşıyor. Değil bir yıl, bin yıl da geçse ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Gelenler gidiyor, gidenlerse gelmiyor. Yeni bir yıla veya yüzyıla girerken, aslında insanın ve dünyanın ömrü kısalıyor. Bu arada hayata ve ölüme dair sorular, her an herkes için yenileniyor ve cevap bekliyor.

    Yazının asıl konusu olmamakla birlikte, yeni yüz ve bin yıla mütevazı bir hoşâmedi yapmak için bu girizgâhta bulunduk. Asıl niyetimiz, insanı yaralayan bin yıla dönüp yeniden bakmak ve bu sayede “zaman ipine, şeridine asılan”3 ibret levhalarından bazılarını yeniden okumaktır. Çünkü, son birkaç asırdır olan biteni bir yönüyle hatırlayarak istikbale bakmanın faydalı olacağına inanıyoruz.

    On Üçüncü Mektubun son kısmında, insanın zamandaki yolculuğuna dair veciz bir tahlil yer alır. Bu tahlilde Bediüzzaman şöyle der: “Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’an’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı, mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü anber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor; düşerek kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder, fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar. (…) İşte o bataklık ise, gafletkârane ve dalâlet-pîşe olan sefihane hayat-ı içtimai-ye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalâletle telezzüz eden mütemerridlerdir. O mütehayyir olanlar, dalâletten nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar, mütehayyir insanlardır.”4

    Bu veciz tahlil, Kastamonu Lâhikası’ndaki bir “manevî muhavere” ile beraber okununca dikkat çekici bir durum ortaya çıkar. Ayetü’l- Kübra’nın sonuna da dercedilen bu muhavereden öğrendiğimize göre; “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahri-batı, bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmı-yor, belki bin seneden beri tedarik ve te-raküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeairler kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’an’ın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor.”5

    İnsanlığın ortak kalb, akıl ve vicdanı, yani insanlığın bizatihi kendisi bin yıldır yaralanmaktadır ve bu yaralarla bin yıllık bir tedenniyi yaşamaktadır. Yani kafile-i beşerin, ekseriyetle içine düştüğü bataklığa nasıl düştüğünü anlamak için bin yılın tarihine birden bakmak gerekiyor. Yalnız, burada “kanlı yarayı kırmızı gülden temyiz edemeyen nazarların”6 göremeyecekleri kadar derinlere işleyen bir yaralanma söz konusudur ve bu ancak Kur’an’ın nuruyla görülebilmektedir.7

    Bin yıllık yaralanmanın ve düşüşün modern müsebbibi arandığında, karşımıza “terakki fikri” çıkmaktadır.8 İtirazları önlemek için Beşinci Nota’dan mülhem, terakki ikidir diyerek “Vahiy ve ilhamın talimiyle meydana gelen müspet terakkiden değil, sağ elinde sakim ve dalâletli bir felsefeyi ve sol elinde sefih ve muzır bir medeniyeti tutan te-rakki fikrinden” bahsettiğimizi söyleyebiliriz.

    Beşerin manevî düşüşünde trajik bir rol oynayan terakki fikri, pozitivistlerin akıl-dânelerinin eseridir ve yayılmacı bir ideolojidir. Öyle ki, son birkaç asrın efkar-ı umumiyesi üzerinde tam bir istibdat kurmuştur. Önce Batı Avrupa’da üstünlük kurarak, “çağdaş eğitim” yoluyla bütün dünyaya yayılmıştır. Artık neredeyse a priori (kendiliğinden, tartışılmadan) kabul gören bu fikre muhalefet, bir düşünce suçu yahut en azından düşünce özrü sayılmaktadır. Bu fikre karşı çıkanlar, medenî engizisyon yöntemi kullanılarak çağ-dışı gibi sıfatlarla aşağılanmaktadır. Bu mağrur düşünce biçiminin son tahlilde iki temele dayandığı görülür: Gözleme dayalı bilim ve bu bilimi esas alan hümanist felsefe.9 Bu iki esasın ortak neticesi ise yukarıda ifade edilen sefih ve muzır bir medeniyettir.10

    Beşerin ortak deha, nefis ve enaniyetinden beslenen terakki fikrinin sefih ve muzır medeniyetin dışında beşere iki zehirli armağanı daha vardır. Enfüsî âlemde ene, âfâkî âlemde tabiat “tağutlaşarak” beşerin başına ve kalbine musallat olmuştur.11

    Beşerin bin yıllık trajik düşüşü yeterince şaşırtıcıdır ve maksadımız bu hayretengiz düşüşün sebepleri üzerine yazılı düşünmeyi denemektir. Yani, haddimizi aşarak, mo-dern bilim ve onun felsefesini anlatmaya kalkışmayacağız. Sadece, hakikatin birden çok pencereden görülebileceği gerçeğini unutmadan, terakki fikrinin en önemli dayanağı olan modern bilimi intac eden ve aşırı mağrurlaştıran düşünce değişimine işaret etmeye çalışacağız,

    2. Modern Bilimin Kısa Tarihi

    Bilimin kutsandığı, bilim adamlarının yüceltildiği, Ortaçağın engizisyon mantığını andıran bir yaklaşımla, bilim-perestliğin telkin edildiği bir zamanda yaşıyoruz. Günümüzde modern bilimin her şeyi açıklayabilecek mutlak, mükemmel ve tek bilgi yolu olduğuna “inanan” epeyce insan var ve ekseriyet bu inancını, Batılı insanın sahih bilgi sahibi yegane mahlûk olduğu noktasına kadar taşıyor.12

    Öyle bir propaganda ile karşı karşıyayız ki, insanın, modern bilim icat edilmeden önce herkes bilme-özürlü müydü diyesi geliyor. Bilimsel yöntem, bilimsel tavır, bi-limsel bilgi methiyeleri her vesileyle işitilebiliyor. İnsana sanki bilim tarafından kuşatılmışlık hissi veren bu yaklaşım elbette “sıradan faniler”den kaynaklanmı-yor. Sıradan insanlar, bilim hakkındaki bilgilerini bilim adamlarından alıyorlar. Bilim adamları, kerameti kendinden menkul denilebilecek biçimde bilimi yüceltirken, bunun bir soyutlama olduğunu herkesten iyi bilmektedirler.13 Yani aslında yüceltilen kendileridir ve hem “marifetin iltifata tabi olması” hem de insanın iltifattan hoşlanması sırrınca bu yüceltme bilim adamlarının manevi gıdası olmaktadır.

    Bilimin bu kendini beğenmişliği ve kendisi dışındaki bütün kavrama ve açıklama biçimlerini yok sayması, ancak modern bi-limin kısa tarihi okununca anlaşılabiliyor. Bunun için de, 16. yüzyıldan itibaren batıda yaşanan büyük maddî ve manevî inkılâba dikkat etmek gerekiyor. Bu inkılâp yeni bir çığır açarak, modern bilim ve felsefenin hakimiyetini ifade eden “aydınlanma” devrini başlatmıştır.

    Batıda ortaçağa kadar, vahiy hakikatinin tahrif edilmesiyle ortaya çıkan akıl harici bir insan ve kâinat tasavvuru hakim olmuştur. Aydınlanmacılar, işte bu tahrif edilmiş vahiy hakikatinin doğrusunu aramak yerine, bilim ve felsefeyi seküler, arzî ve lâdinî bir faaliyete dönüştürerek mutlak aklın egemenlik alanı haline getirmeye çalış-mışlardır. Başka bir deyişle bu devirde akıl, nakli doğru okumanın aracı olmaktan çıkarılmış ve kendisi bilginin tek kaynağı kabul edilir olmuştur.14 Bilimsel keşiflerin tekniğe uygulanmasıyla ortaya çıkan teknolojik devrim, hem rasyonalizmi yani aklı tek bilgi kaynağı saymayı hem de bilimi giderek bir efsane haline getirmiştir.15 On dokuzuncu asra gelindiğinde, artık bu anlayışın bir “beşerî din” gibi savunulduğunu görüyoruz. Batı bilim ve teknolojisinin geçen yüzyılda geldiği nokta, bütün insanlığın ortak hedefi olarak telkin edilmekte ve bilim böylece tarihî ilerlemenin muharriki olarak da efsaneliğini sürdürmektedir. Aydınlanmacılara göre modern bilim mutluluk demektir ve artık maddi ilerleme ile manevi terakki aynı şeylerdir.16

    İnsan aklına tanınan bu üstünlük, görselliğe indirgenen bir bakışı doğurmuş, insanın nazarı zahiriliğin tuzağına düşmüştür. Tabir-i diğerle, aydınlanmacıların eliyle akıl göze indirilmiş ve göze kara bir zahir-perestlik hakim olmuştur. Shayegan’ın dediği gibi, “Eski insanların kökensel ontolojisiyle yeni zamanların modernliğini kuran ontoloji arasında büyük bir fark belirmiş ve insanın nazarı yukarıdan aşağıya kaydırılmıştır.”17

    Aydınlanmada yaşanan hadise, T. Kuhn’un paradigma değişimi dediği şeydir. Kuhn’a bakılırsa; bir bilim adamının kullandığı kavram sistemi, onun yetiştiği kültürün bir yansımasıdır. Buna göre, bir bilim araştırma grubu ile bu grubun içinde bulunduğu kültürel ve entelektüel çevre arasında karmaşık bir ilişki vardır. Bu anlamda bilim kültürel bir fenomendir.18 Kuhn; bir bilim cemaatinden bahsederek, bu cemaatin ortak tekniklerini, değer ve inançlarını, standartlar kümesini, modeller sistemini ve yöntem biçimini, yani bunların hepsini paradigma kavramı altında toplamaktadır. Bu tanıma göre paradigma kısaca, bilim adamları ve düşünürlerden oluşan özel cemaatin benimsediği ortak dünya görüşüdür. Bilimsel keşiflerle bu görüş değiştiğinde, bilim adamları için dünya da değişir ve eşya farklı bir şekilde görülmeye başlar. Yeni bakışla adeta eşyanın sureti ve anlamı da değişmektedir. Paradigma değişimiyle birlikte, insan eşya karşısında farklı tepkiler de vermeye başlamaktadır.19 Bundan dolayı her paradigma değişimi her alanda toptan bir değişimi beraberinde getirmektedir.20

    Ortaçağdaki paradigma değişiminin ilk zamanlarında, sosyal hayatta garip yansımalara rastlanmaktadır. “Journal des Savants o günlerin çılgınlığını şöyle anlatıyor: Matematikçilerin kadın kalblerinin en gizli köşelerine kadar nüfuz etmeyi ve Mercure Galant vasıtasıyla matematik kadar sağlam ve ciddi bir ilmin terimlerini kadınlar meclisinde geçerli kılmayı başarmalarından bu yana çapkınlık sanatı çökmektedir; artık problemlerden, derivasyonlardan, dik açılardan, geniş açılardan, paralel kenarlardan vs. başka bir şeyden bahsedilmiyor. Söylendiğine göre geçenlerde bu çeşit bilgilerle kafaları iyice dönen iki Parisli hanımdan biri Mercure Galant’da sık sık bahsedilen teleskopları yapmayı bilmeyen biri ile katiyen evlenmeyeceğini bildirmiş; öbürü de kendisine verilen süre içinde daireyi dörtgene çevirme konusunda hiçbir yeni fikir getiremediği için mükemmel bir damat adayını reddetmiştir. (4 Mart 1686).”

    Aydınlanma devrinde yaşanan değişimin ciddi hadiselerinden biri, on altıncı asırdan itibaren kilise ile bilim cemaati arasında başlattığı büyük çatışmadır. “Kilisenin bilgiye ve bilime karşı teşkilatlı karşı duruşu, bilim adamlarından teşkilatlı bir kiliseye karşı duruş doğurmuştur. Nitekim 18. yüzyılda Ansiklopedistler, ekip halinde bilim savunuculuğu yaftası altında Hıristiyanlık düşmanlığı yapmışlardır.”21 Fikirlerle algılar ya da daha dar anlamda kavramlarla algılar arasında ne gibi bir ilişki olduğunu düşünen22 ve ortaya koymaya çalışan bilim filozoflarının da katkılarıyla tartışmanın boyutları büyü-müştür. Çatışmanın taraflarından bilim cemaati (bilim adamları ve bilim filozofları), bilimi bir zamanların Roma kili-sesinin Hıristiyanlığı savunduğu tarzda savunmaktadır.23 Nasıl ki ortaçağda kilise, “kilisenin doktrini doğrudur, başka her şey putperest saçmalığıdır” diyorsa, bilimciler de maddî olmayan ve kendilerinin keşfedemediği her şeyi ademe mahkum etmektedirler. Yani akılcı bilimciler de “en çok nefret ettikleri dindar hasımlarının en müstebitleri kadar diktatör bir zihniyet taşıyorlardı. Niçin bunca yahudinin, müslümanın veya hıristiyanın asırlar boyunca hep ibadet edip durduklarını hiç düşünmediler. Bu insanların kalplerinde hiçbir şeyin söndüremeyeceği bir iman ateşinin bulunup bulunmadığını hiç araştırmadılar, meseleyi basitleştirdiler, batıl itikad ve peşin hüküm gibi laflar edince artık son sözü söylediklerini sandılar.”24

    Kısaca işaret edilen bu paradigma değişiminin sonuçları ve boyutları korkutucu olmuştur. Eski bir yabancı atasözünde denildiği gibi insan yine “karmaşayla başlamış, daha büyük bir karmaşayla bitirmiştir.”25 Her paradigma sorulacak soru ve alınacak cevapları kendi sistemi içinde önceden belirler. Sözgelimi yeni paradigma eski bir soruyu önemsizleştirebilir ve hatta akıldışı bulabilir.26 Rasyonalizm ve pozitivizm de böyle yaptığı halde, onların ortadan kaldıramadığı “eski sorular” varlığını sürdürmektedir. Bunlar, Tolstoy’un “sorular beklemezler, insan cevap bulamazsa yaşayamaz”27 dediği türden sorulardır.

    Tolstoy, bir edebiyatçı duyarlığıyla bu cevap bekleyen sorulara cevap arayışını şöyle hikaye eder: “Hayatın anlamı olmadığını düpedüz anlamış olsam, bunun benim kaderim olduğunu bilebilirdim. Fakat bununla rahatlayamıyordum. Bildiğine göre çıkışı olmayan bir ormanda yaşayan bir insan gibi olsaydım yaşayabilirdim. Ama ben ormanda yolunu kaybetmiş ve kaybolduğu için de telaşa düşmüş ve yeniden doğru yola çıkmak için elinden gelen bütün gayreti sarf eden biri gibiydim. Bu insan attığı her adımın, kendini, karışıklığın daha da bir içine götürdüğünü bilmektedir. Ama yine de çabalarını sürdürmeyi kesememektedir. Korkunç olan şey buydu işte. Kendimi bu korkudan kurtarmak için intihar etmek istedim.”28 En ihtişamlı olguların, kavram ve terimlerin unutturamadığı ve Tolstoy’u elli yaşında intihara sürükleyen, en aptal çocuktan en bilge ihtiyara kadar her insanın ruhunda varolan en basit soru şuydu: İnsan nedir? Nereden ve niçin gelip nereye gitmektedir? Hayatta, kaçınılmaz olan ölümle yok olmayacak bir anlam var mıdır ve varsa nedir?29

    Bilimler insanın bu basit sorusunu duymazdan geliyor, felsefe ise zaten kendisi bu soruları soruyor hepsi birden diyorlar ki: “Sen nesin ve niçin yaşıyorsun sorularına bizim cevabımız yoktur. Biz bununla ilgilenmeyiz. Ama ışığın, kimyasal bileşimlerin yasalarını; cisimlerin, onların biçimlerinin kanunlarını, sayılarla kütleler arasındaki ilişkileri ve kendi zekanın kanunlarını bilmek istiyorsan, bütün bunlar açık seçik, (bunlara) kesin ve şüpheli yanı olmayan cevaplarımız vardır.”30 Peki, bunun manası nedir? Akıl yoluyla elde edilen bilgi, ha-yatın anlamını vermediği gibi, hayatı dışlamaktadır. Tolstoy’un insanî arayışını izle-meye devam edersek, şaşırtıcı gerçeklere ulaştığını görmekteyiz. “Cevabı tecrübi bi-limlerde aradığımda ne yapmıştım? Ne için yaşamakta olduğumu bilmek istemiş ve bu amaç için benim dışımda olan her şeyi araştırmıştım. Besbelli pek çok şey öğrenebilmiştim, ama asıl ihtiyaç duyduğumu hiç bulamamıştım. Cevabı felsefi bilimlerde aradığımda ne yapmıştım? Benimle aynı durumda olan, ne için yaşıyorum sorusuna cevap bulamayan yaratıkların düşüncesini araştırmıştım. Belli tabii kendimin de bildiği şeyden başkasını öğre-nemedim, yani insanın, hiçbir şey bilemeyeceğini.”31

    İnsan, aydınlanma devrinde aklıyla çıktığı bilim serüveninde niceliğe yani kesrete yenilmiştir. Bu çağın neredeyse en temel ve öncelikli özelliği “niceliğin egemenliği” olmuştur.32 Zira; bilimsel görüş açısı, her şeyden önce akla ne geliyorsa niceliğe indirgediğini ve niceliğe indirgenemeyen hiçbir şeyi hesaba katmayacağını ve hatta ona mevcut değilmiş gibi bakacağını iddia etmekle belirginleşmektedir. Günümüz insanları içinde, “sayılamayan” şeylerin sırf bu yüzden bilimsel değerden yoksun olduğunu düşünecek ve bunu söyleyecek kadar ileri gidenlere rastlanmaktadır.33

    Devrin sonunda, Alman filozoflarının “dünyanın büyübozumu (die Ent-zauberung)” dedikleri şekilde artık arz, sema ve içindekiler bilimin etkisindeki insanlar için esrarını kaybetmiştir. Keşfedildiği sanılan âlem, giderek meçhule karışmıştır. İnsan aklı ortaçağdan çıkarken insan ruhu yeni bir ortaçağa girmiş, insan ruhundaki bu parçalanma, insanı “büyük bunalım çağına” sürüklemiştir. Modern bilim ve felsefenin, yirminci asrın çağdaş insanına armağanı, “buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikeli bir yoldur.”34

    Modern bilim ve felsefenin etkisindeki batılılar için imanın yerini büyük ölçüde agnostisizm almıştır.35 Yani artık; ulûm evhama tahavvül etmiş, hikmetler illet ve belalara dönüşmüş, hayat azab, akıl ikab olmuş, insan bir büyük huzursuzluk ve düş kırıklığı ile sarılmıştır.36 Bu hal, Abdulhak Hâmid’in Makber’de,

    “Bir şair-i â’zamı bu hicran
    Etmiş bilirim bu yolda nâlân
    ‘Ben akıldan isterim delâlet
    Aklım bana gösterir dalâlet’
    Her şey bana geliyor Fuzuli
    En sondaki ilmimiz cehalet.”

    dediği haldir.

    Bilim serüveninin sonuçları vahimdir. “Bilimin getirdiği yanıtlar büyük sorunların yeniden dirilmesine yol açmıştır. Evren artık sorundur, gerçek artık sorundur, yaşam artık sorundur, insan artık sorundur. Bilimsel bilginin kendisi bile sorundur.”37 Artık başta batılılar olarak modern insanların çoğu, müslüman bir batılı müzisyenin, Yusuf İslam’ın işaret ettiği noktadadır: “They are looking for everything but the truth.”38

    3. Mânâ-yı İsmîden Mânâ-yı Harfîye

    Aydınlanmanın agnostisizmi, sevindiricidir ki yine batıda, hatadan dönme çağrısı yapan bir fikrî cereyanı doğurmuştur. Bu cereyan, yeni bir paradigma arayışındadır. Yeni paradigmanın anlamı, “gerçekliğin yeni bir tasarımı (vision), düşünme, algılama ve değerlerde kökten bir değişimdir. Gerçekliğin mekanistik kavranışından bütüncül kavranışına doğru yönelen bu değişim hemen bütün alanlarda görülebilir”39 Bu paradigma değişimi öyle zarurîdir ki Nasr’ın dediği gibi “insanlar pozitivizm ve bilimciliğin babaları tarafından kendilerine zorla giydirilen deli gömleğini benimseyerek gerçekliğin pozitivistik kavranışıyla daha uzun müddet tatmin olamazlar.”40

    Bu kökten değişim için biraz cesaret gerekiyor, çünkü bilimin ve bilim adamının tarafsızlığı iddiası bir çok insanı çekingen kılıyor. Öyleyse en başta bu iddianın doğruluğu sorgulanmalıdır. Bilimin ve bilim adamının üstünlüğünü pekiştirmek için telkin edilen bu iddianın temeli şudur: “Hakikat (doğruluk) bir zihni değer olduğuna göre bilim bizatihi tarafsızdır.” Oysa bu iddia üstünkörü kabul edilebilecek bir doğruluk taşımaz. Her şeyden önce hatırlanmalı ki bilim bir insan çabasıdır ve bilim adamı bir insandır. Dolayısıyla evvela bilim; bilimsel araştırmanın neye yöneleceğini belirleyen para kaynağından—ki çoğu zaman doğrudan bilimle ilgisi olmayan çevrelerdir—soyutlanamaz. Yani bu çevrelerin dünya görüşünün etkisi altında bilimsel faaliyetler yönlenmektedir. İkincisi, bilim adamları eski deyimle ibnü’z-zaman yani zamanın çocuklarıdır. Yetiştikleri kültür ortamından ve yaşadıkları çağın dünya görüşleri ve ideolojilerinden mücerret düşünülemezler.41 Kısacası hem bilimsel faaliyetler hem de bilim adamları; zamanın, kültürün ve ideolojilerin etkisinden tamamen arındırılmış “steril ortamların” ürünü olmadıklarından tarafsız, dokunulmaz ve insan-üstü değildirler.

    Bu gerçeği hatırda tutarak bilimin, üze-rine yeniden inşa edileceği bir ahlak öğretisine ulaşmak kolaylaşacaktır. Bu öğretinin esaslarını ortaya koymak, hem bizi hem de bu yazının boyutlarını aşacağından, sadece konunun aydınlatılmasına yarayacak bazı ipuçlarına işaret etmek istiyoruz.

    Evvelâ, ilim faaliyetinde her şeyden önce insan, Bakara sûresinin otuz ikinci ayet-i kerimesinden mülhem, “kendisine öğretilenden başka ilmi olmadığına”42 iman etmeli ve İncil’de de geçen “Dileyin, size verilecektir, arayın bulacaksınız, kapıyı çalın size açılacaktır”43 sırrını kavramalıdır. Çünkü aslında ilim (bilim de denilebilir); insanın zihin gücünün, iktidarının bir parçası, yani onun mevhum rubûbiyetinin bir sonucu olmayıp tam tersine insanın cehd gösterip zihnen zayıf kaldığı, yani ubûdiyetini kavradığı bir anda ona ihsan ve lütfedilmiş bir zenginliktir.44 İnsan daima “gerçeği buldum” değil, “bir gerçeği buldum” demelidir.45 Bu tavır ilmin gayesiyle ilgilidir. “İlmin gayesi gerçeğin anlaşılır kılınmasıdır. Gerçek muhteliftir ve sayısız görüş açılarından kavranabilir, ilimlerin çokluğu buradan kaynaklanır.”46 Kadim hikmetin, “Görüşümüz, yanlışa ihtimali olan doğrudur. Başkasının görüşü doğruya ihtimali olan yanlıştır” bilgeliğine ve tevazuuna dönülmelidir.

    Sâniyen, yeni bilimin inşası için insana, modern bilim ve felsefe tarafından akıl lehine elinden alınan kalb gözünün iade edilmesi zarurîdir. Tek akıl gözüyle, yani deha-yı a’verle,47 bir dünya ile bir hayatı gören insan madde-perest ve dünya-perver olmakta, ölüme ve ölümden sonrasına, yani hayatın anlamına karşı “körleşerek” kendi huzurunu kaçırmaktadır. Zaten bu tek gözlülüktür ki, insanın bakışını daraltmış ve onu görselliğin (zahirîliğin) tuzağına düşürmüştür. Bu haliyle insan hüsn-ü mücerred ve münezzehi tanıyamaz ve kavrayamaz olmuştur. Sonuç, nazarın hakikatten kopması ve kesrette boğulmasıdır.

    Lemeât’taki bir teşbihte, akıl gözün beyaz tabakasına, kalb de onun içindeki siyah gözbebeğine benzetilir.48 Bu teşbih-teki tabirlerle söylersek, süveyda-yı kalbi fikret-i beyzadaki yerine iade etmek zarureti vardır, çünkü akıl kalb olmadan göremez ve “kanlı yarayı kırmızı gülden temyiz edemeyecek” biçimde körleşir. Ö-zetle söylersek, ilmî faaliyette insan, kendini tanımış, aklı başında ve kalbi yerinde olmalıdır.49

    Sâlisen, insan kâinatı bir resim gibi veya bir madde yığını olarak görmek yerine, doğru bir nazarla, yani mânâ-yı harfîyle bakmalı ve onu mânidâr bir kitap bilerek okumaya çalışmalıdır. Çünkü kâinat, Hoca Tahsin’in dediği gibidir:

    “Kitâb-ı âlemin evrâkıdır eb’âd-ı nâmahdud,
    Sutûr-u kâinat-ı dehrdir âsâr-ı nâma’dud,
    Basılmış destgâh-ı levh-i mahfûz-u tabiatta
    Mücessem lafz-ı mânidârdır âlemde her mevcud.”50

    İnsanın kurtuluşu, niyet ve nazarını değiştirmesine bağlıdır. Bakışın aşağıdan yukarıya yönelmesi yahut mânâ-yı ismîden mânâ-yı harfîye dönüşmesiyle51 birlikte kâinatın sırları da açılacaktır. İnsan, ancak bu sayede fıtratının gereği olan ilim ve dua vazifesini52 hakkıyla yapabilecektir.

    4. Sözler’in Sırlı Tenviri

    Yukarıda özetlemeye çalıştığımız biçimde gelişen fen ve felsefenin ortaya çıkardığı medeniyet, küre-i arzı bir köy şekline sokarak gaflet perdesini çok kalınlaştırmıştır. Artık ta’dili, büyük bir himmete muhtaçtır. Aynı zamanda beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olacaktır.53 Ayrıca insanların fikir ve kalbleri dağılmış, inayet ve himmetler zayıf-lamış, siyaset ve felsefeye ibtilâ ve rağbet yüzünden, bütün istidatlar fünûn-u hâzıra ve hayat-ı dünyeviyeye yönelmiştir.54

    Şair-i meşhur Paul Valery “Bütün bu faydasız şeylerin ilahî bir tarafı olmalı, yoksa hiçbir şeye karışmamak lazımdır” der. Halbuki modern bilimin, teknolojinin ve iktisadın metotları bu ilahî mânâya götürecek hiçbir anahtar vermediği gibi,55 fen ve felsefenin, san’at ve hikmetin ışıkları kabir kapısında sönmektedir.56 Eşyanın ilahî tarafını unutan çağdaş insanlar; incitilmiş, hayal kırıklığına uğratılmış, yıkılmış, beyinlerine çakılmış “gerçeklerle” ölüm korkusu arasında aptala çevrilmiş, tebessümü unutan yüzleri hayatiyetini yitirmiştir.57 Halbuki insan şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer58 ve fıtratındaki zaaf ve aczden neş’et eden bir nevî çocukluk sebebiyle her zaman şefkate muhtaçtır.59

    Yeni yüz yılda, insanların gönlünü hoş tutmak ve kabir kapısında sönmeyecek ışıklarla onların yüzünü güldürmek, “entelektüel kâşiflerin keşiflerinden” çok daha önemli olsa gerektir. Bu vazife, şefkat ve tefekkürü kendisine meslek edinen ve akıl ile kalb arasında yeni açılan berzahî bir yolda60 yürüyenlerin omuzlarındadır. Başka bir deyişle; insanı yaralayan zamanlardan geriye, açılan yaraları tedavi eden Sözler kalacak ve alâmetleri beliren saate kadar da sırlı tenvirine devam edecektir.

    Kitâbiyat

    1. Risâle-i Nur Külliyatı

    NURSİ, Bediüzzaman Said; Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul 1980

    ——————————— Mektûbat, Sözler Yayınevi, İstanbul 1986

    ——————————— Şualar, Çeltüt Matbaası, İstanbul 1960

    ——————————— Mesnevî-i Nuriye, Sözler Yayınevi, İstanbul 1980

    ——————————— Kastamonu Lâhikası, Sözler Yayınevi, İstanbul 1991

    ——————————— İşârâtü’l- İ’caz,Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997

    ——————————— Muhâkemat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998

    2. Diğer eserler

    CAPRA, Fritjof; Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, Çev. M. Armağan, İstanbul 1989

    CHALMERS, Alain; Bilim Dedikleri, Çev. H. Aslan, Ankara 1990

    CİBRAN, Halil; Ermiş, Çev. A. Altındal, 5. Baskı, İstanbul 1989

    FEYERABEND, Paul; Bilim Kilisesi, Çev. C. Cerit, İstanbul 1991

    FREUND, Julien; Beşeri Bilim Teorileri, Çev. B. Yediyıldız, Ankara 1991

    GUÉNON, René; Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri, Çev. M. Kanık, İstanbul 1990

    HAZARD, Paul; Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme, Çev. Erol Güngör, İstanbul 1981

    KUTLUER, İlhan; Modern Bilimin Arkaplanı, İstanbul 1985

    LINGS, Martin; Onbirinci Saat, Çev. U. Uyan, İstanbul 1989

    MORIN, Edgar; Avrupa’yı Düşünmek, Çev. Ş. Tekeli, İstanbul 1988

    NEF, John; Sanayileşmenin Kültür Temelleri, Çev. E. Güngör, İstanbul 1980

    ÖZEL, İsmet; Üç Mesele, 3. Baskı, İstanbul 1988

    SHAYEGAN, Daryush; Yaralı Bilinç, Çev. H. Bayrı, 2. Baskı, İstanbul 1993

    STANDEN, Anthony; Bilim Kutsal Bir İnektir, Çev. B. Dağıstanlı, İstanbul 1990

    TOLSTOY, Leo N.; İtiraflarım, Çev. K. Aytaç, Tarih ve yer yok.

     

    Dipnotlar

    1. Bkz. Sözler, s. 407 (Yirmi Beşinci Söz, Üçüncü Şule, İkinci Ziya) ve s. 187 vd. (On Yedinci Söz)

    2. Bkz. Mektûbât, s. 220 (Yirminci Mektup, İkinci Makam,Yedinci Kelime)

    3. Bkz. Sözler, s. 54 (Onuncu Söz, Mukaddime): “(…) zaman, bir ip, bir şerittir ki, o Sâni’-i Zülcelal her sene bir başka âlemi ona takıp, gösteriyor.”

    4. Mektûbat, s. 45-46

    5. Kastamonu Lâhikası, s. 25

    6. Bkz. Mesnevi-i Nuriye, s. 199 (Onuncu Risale)

    7. Şualar, s. 590 (Birinci Şua, On Üçüncü Ayetin tefsiri): “Harb-i Umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı.”

    8. Bkz. Kastamonu Lâhikası, s. 15: “Şimdiki bataklığa ve manevî tauna sukutun sebebi ise, terakki fikrinden neş’et ettiği cihetle ilh.”

    9. Bkz. Lord Northbourne, İlerlemeye Farklı Bir Bakış, İstanbul 1989, s. 8

    10. Muhakemat, Dokuzuncu Mukaddeme’nin Hâtimesinde Avrupa medeniyetinin iki sebepten dolayı inkıraza yüz tuttuğu söylenmektedir ki bunlar, “Birincisi: Din ve fazileti düstur-u medeniyet etmemeklikten neş’et eden müsaade-i sefahet ve muvafakat-ı şehvet-i nefistir. İkincisi: Hubb-üş şehevat ve diyanetsizliğin neticesi olan merhametsizlikten neş’et eden maişetteki müthiş müsavatsızlıktır.”

    11. Bkz. Mesnevî-i Nuriye, s. 108 (Habbe) ve s. 182-183 (Şemme’nin sonu)

    12. İzah için bkz. Paul Feyerabend; Bilim Kilisesi, Çev. C. Cerit, İstanbul 1991, s. 137 vd.

    13. Anthony Standen; Bilim Kutsal Bir İnektir, Çev. B. Dağıstanlı, İstanbul 1990, s. 10-11

    14. Daryush Shayegan; Yaralı Bilinç, Çev. H. Bayrı, 2. Baskı, İstanbul 1993, s. 70

    15. İlhan Kutluer; Modern Bilimin Arkaplanı, İstanbul 1985, s. 132

    16. Paul Hazard, Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme, Çev. Erol Güngör, İstanbul 1981, s. 332

    17. Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç, Çev. H. Bayrı, 2. Baskı, İstanbul 1993, s. 41

    18. Kutluer, s.126

    19. Shayegan, s.55

    20. Hazard, s. 321

    21. İsmet Özel, Üç Mesele, 3. Baskı, İstanbul 1988, s. 122

    22. Kutluer, s. 136

    23. Feyerabend, s. 108

    24. Hazard, s. 167-168

    25. Alan Chalmers, Bilim Dedikleri, Çev. H. Aslan, Ankara 1990, s. 31

    26. Kutluer, s. 129

    27. Leo N., Tolstoy, İtiraflarım, Çev. K. Aytaç, (Tarih ve yer yok), s. 22

    28. Tolstoy, s. 27-28

    29. Bkz. Tolstoy, s. 30, 32, 34

    30. Tolstoy, s. 32

    31. Tolstoy, s. 51,56

    32. Rene Guénon, Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri, Çev. M. Kanık, İstanbul 1990, s. 9

    33. Guénon, s. 87

    34. Tabir için bkz. Mesnevî-i Nuriye, s. 71 (Katre’nin Zeyli)

    35. Martin Lings, On Birinci Saat, Çev. U. Uyan, İstanbul 1989, s. 15

    36. Neden böyle olduğunun izahı için ayrıca bkz. Mesnevî-i Nuriye, s. 100 vd. (Zeylü’l-Hubâb)

    37. Edgar Morin, Avrupa’yı Düşünmek, Çev. Ş. Tekeli, İstanbul 1988, s. 116

    38. Meali, “Onlar hakikatin dışında her şeyin peşine düşüyorlar.”

    39. Fritjof Capra, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, Çev. M. Armağan, İstanbul 1989, s. 10

    40. S.H. Nasr, Sufi Essays, s. 40’ dan naklen Kutluer, s. 133

    41. Standen, s. 201

    42. Bakara sûresinin mezkur ayeti İşârâtü’l-İ’caz’ın sonunda tefsir edilmektedir. Orada verilen meâli şöyledir: Cenab-ı Hak, bütün eşyanın isimlerini Âdem’e (a.s.) öğretti. Sonra o eşyayı melaikeye göstererek dedi ki: “Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.” Melaike dedi-ler ki: “Seni her türlü nekaisten tenzih ve bütün sıfât-ı kemaliye ile muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur, her şeyi bilici ve her kimseye liyakatına göre ilm ü irfan ihsan edici Sensin.” Cenab-ı Hak dedi ki: “Yâ Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.” Vakta ki Âdem, isimlerini onlara söyledi. Cenab-ı Hak dedi ki: “Size demedim mi semavat ve arz’ın gaybını bilirim ve sizin Âdem hakkında lisanla izhar ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bilirim.”

    43. Matta; 7,7’den Lings, s. 18

    44. Sözler, s. 296 (Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas, Dördüncü Nükte): “Şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemalât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki; eşyayı ona teshir etmiştir.” Benzer bir ifade için bkz. Özel, s. 151

    45. Halil Cibran, Ermiş, Çev. A. Altındal, s. 69

    46. Julien Freund, Beşeri Bilim Teorileri, Çev. B. Yediyıldız, Ankara 1991, s. 100

    47. İzah için bkz. Sözler, s. 666 (Lemeât, Bir Meclis-i Misâlîde): “Dehâ-i a’ver, bir dar ile bir hayatı anlar; madde-perest olur ve dünya-perver. İnsanı yapar birer canavar.”

    48. Sözler, s. 658 (Lemeât, Nur-u Akıl Kalbden Gelir): “Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver. / O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver. / Gözünde bir nehar var, lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki, bir leyl-i münevver. / O içinde bulunmazsa, o şahm-pare göz olmaz; sen de birşey göremez. Basiretsiz basar da para etmez. / Ger fikret-i beyzada süveyda-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.

    49. Bkz. Sözler, s.109 (On Birinci Söz)

    50. Bu kıt’ayı Bediüzzaman şöyle tashih etmiştir: “Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’ad-ı nâmahdud, / Sütur-u hâdisat-ı dehrdir âsâr-ı nâma’dud. / Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatta / Mücessem lafz-ı manidardır, âlemde her mevcud.” Bkz. Mektubat, s. 267 (Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Makam, Dördüncü Remiz); Şualar, s. 138 (Yedinci Şua, İkinci Bab); Muhakemat, s. 134 (Unsuru’l-Akide, Birinci Maksadın sonu)

    51. Mesnevî-i Nuriye, s. 46 (Katre, Mukaddeme). Kâinata bakışın bu iki yöntemine Risale-i Nur’da çokça dikkat çekilmekte ve doğrusu olan mânâ-yı harfî ders verilmektedir. Meselâ bkz. Sözler, s. 118 (On İkinci Söz, Birinci Esas)

    52. Sözler, s. 293 (Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas, Dördüncü Nokta)

    53. Mesnevî-i Nuriye, s. 112 (Habbe)

    54. Mesnevî-i Nuriye, s. 82 (Hubab)

    55. John Nef, Sanayileşmenin Kültür Temelleri, Çev. E. Güngör, İstanbul 1980, s. 206 vd.

    56. Sözler, s. 29 (Yedinci Söz)

    57. Feyerabend, s. 187

    58. Sözler, s. 304 (Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas, Dördüncü Nükte)

    59. Mesnevî-i Nuriye, s. 147 (Zühre, Sekizinci Nota)

    60. Mesnevî-i Nuriye, s. 68 (Katre, İ’tizar)