Köprü Anasayfa

İnsanlığın En Uzun Yüzyılı

"Kış 2000" 69. Sayı

  • İnsanlığın İhtiyacı Nedir: Yeni Bir Milenyum mu, Yeni Bir Medeniyet mi?

    Ali Arslan

    Tam 24.00’da miladî 2000’e girerken meçhul hedefi vurmak için sıkılan kurşunların havayı delik-deşik edip, silah sahiplerinin büyük zafer kazandıkları coşkusunu diğerleri ile paylaştıklarında, insanların artık çöken sükûnette —esasında her şeyi sorgulaması gerekirken—muhasebeye değil uyumak ve uymak hakkıydı. Kendinin nereye ait ve ne yapabilecek kudrette olduğunu bilmeyen küresel insanların neredeyse tamamı mutlu hatta cennetasa bir ortamın içinde gibiydi. Bu sanal mı? Hakikat mi? Yoksa belirlenmişe görüntüde dahil olmak mı idi? Acaba, insanlar mutluluktaki zirveyi mi, yoksa umutlarına cevap verecek bir yeni oluşum arzusunu mu kutluyorlar? Veyahut da İnsanlığın milenyuma değil, yeni bir ufka, yeni bir medeniyete mi ihtiyacı var ve bunu istiyorlar?

    Mevcut Avrupa/Batı Medeniyetinin Devreleri

    Dünyayı şu anda etkisi veya tasarrufunda bulunduran Avrupa yada Batı Medeniyeti’ni ana hatlarıyla Merkantilist dönem, Sanayi İnkılabını içinde barındırdığı klasik dönem ile sosyalist ve komünist fikirlerin büyük etkisiyle meydana çıkan, belli ölçülerde olsa refahtan pay alanların sayısını ve oranını arttıran bir dönem olarak üçe ayırabiliriz. Ancak, bu değişimler yaşanmakla beraber, Avrupa Medeniyeti’nin prensip, tavır ve insanlara bakış açılarından farklılaşma olmasına rağmen, esas itibariyle bunun öze ait değil, yeni konjon-k-türe göre oluşturulan şekil ve rahatsızlıkları örtecek veya hafifletecek söylem olduğunun tespiti zor değildir.

    Avrupa Medeniyeti’nin Yayıldığı Alan

    Avrupa dışındaki coğrafyada toprak kazanarak yayılmaya başlayan Avrupalılar, Merkantilist dönemde esas itibariyle Avrupa dışındaki altına ve kıymetli maddeler ulaşmayı hedeflerken, daha sonra ulaştıkları yerleri her şeyiyle sömürmeye, bazı yerlere yerleşmeye, kendi menfaatleri istikametinde sınırlar çizmeye, buraları yönetmeye, bilahare istedikleri şekilde yönetilmesini sağlamaya çalışmışlardı. Böylece, dünya tarihinde daha önce görülmemiş bir tarzda, Avrupa Medeniyeti alanını, etkisini, siyasî coğrafyasını veya tahakküm alanını, vasıtaları farklı olmak üzere, neredeyse dünyanın tamamına şamil olmak üzere gerçekleşmişti.

    Gerek SSCB’nin kurulması ve gerekse sömürgecilikten kurtulan devletlerin oluşması, veyahut da Avrupalılar tarafından parçalanan devletlerin bakiyesi üzerine yeni devletlerin kurulmasına rağmen, Avrupa Medeniyeti’nin alanında bir küçülme olmamış, hatta bu medeniyette dahil olma istikametinde çabalar artmış ve fakat sadece bu bölgelerle münasebet şeklinde bir değişim yaşanmıştır.

    Avrupa Medeniyeti’nin Yayılma Şekli

    Avrupa Medeniyeti’nin dünyada bu kadar geniş bir alana, kendi değerleri ile yayılmasında en etkili olan, ilk defa sömürgecilik veya onun farklı versiyonu olan kapitülasyon ve benzeri metotların uygulanmış olması veya karşısındakileri uygulamaya mecbur bırakılmasıdır. Avrupa’nın uyguladığı bu usul, daha önceki dönemlerdeki bir medeniyet sahası ve hakimiyet alanı örneklerini çok aşan, kendisinden yani Avrupa’dan ayrı coğrafya ve insanları kendisinden ayrı, öteki ve aşağı kabul eden bir anlayıştır. Bu husus fertten yönetim tarzına ve hatta devlet düzeyine kadar uygulanmıştır. Bu tarz sadece sömürge veya fiili sömürgelerde uygulanan bir anlayış değil, Avrupa’daki ülkelerde bile soylu ile halk veya daha sonra parası olanlarla olmayanlar arasındaki ilişkilerde de cari olmuştur.

    Şahsi alandaki kendi menfaatini esas alan ve haklı bulan, kendisi ve öteki anlayışı, daha sonra bölgesel ve dünya çapında sömürgecilik veya kendi menfaatini temin şeklinde yansıyor, dolayısıyla ben(merkez) ve öteki(çevre) kavramı keskin hatlarla yerleştiriliyordu. İngiltere, kendi yüz ölçümünün altmış katına varan bir coğrafyayı, Fransa kendisinin yirmi katı olan bir alanı doğrudan kendi hesabına olarak emperyalizm esasına göre sömürü-yordu. Daha çok ve büyükçe sömürmek, kendi merkezlerinin refahını daha çok artırmak için, Avrupalıların iki dünya savaşı ve bir soğuk savaş gerçekleştirmesine dünya kanıyla-canıyla da tanıklık etmiştir. Nihayet olay, Avrupa dışındaki sömürge ve tahakküm kavgası yanında, önde gelenlerin, Avrupa da dahil, birbirlerine tahakküm et-me çatışmaları ile yeni boyut kazanacaktır.

    Menfaat teminindeki ve sömürgecilikteki hükmün esası güç olduğundan, yayılmadaki ve üstünlükteki esas unsur da güçtür.

    Medeniyet Kime Hizmet Eder

    Bir medeniyetin kimler tarafından kurulması önemli bir konu değil, önemli olan kimleri mutlu etmesidir. Bir medeniyet; ilk döneminden itibaren büyük ölçüde küçük bir gruba saadet temin edip, en azından ekseriyetin bile mutluluğunu temin edemiyorsa, insanlık büyük bir problemle karşı karşıya demektir. Batı Medeniyeti’nde 100 kişinin geliri 100’lerce devletten daha fazla ise, bir şirket onlarca hatırı sayılır ülkeden fazla gelir elde ediyorsa, bu medeniyetin umuma refah getirmesi mümkün değildir. Avrupa Medeniyeti’nin merkezindeki insanların mutluluk oranlarındaki uçurum ile, Avrupa yani merkez ile diğerleri arasındaki uçurum bir birine paraleldir. Teknolojik gelişme ve refahın artmasından dolayı normal olarak, bütün insanların belli ölçülerde de olsa istifade etmelerine zemin hazırlamasına rağmen, en azından çoğunluğun saadetini temin edecek yeni bir medeniyete geçişe insanlığın ihti-yacı vardır.

    Avrupa’nın Medeniyeti’ne Dahil Olunabilir mi?

    Avrupa (Batı)’nın bir coğrafi terim değil, bir medeniyetin adı olduğu ve bu medeniyete dahil olmak isteyen Avrupa dışındaki ülkeler tarafından değişik şekillerde ifade ettikleri kavramların veya beyanların esasıdır. Bu, aynı zamanda Avrupa tarafından kabul edilmemelerine rağmen, kendilerini mevcut medeniyete dahil kabul eden veya daha doğru bir ifade ile öyle olmak isteyenlerin benimsedikleri bir görüştür.

    İptidaî sömürgecilikten günümüzün modern metotlarına kadar her çeşit vasıta ile Avrupa Medeniyeti’nin bir uzantısı ve etki alanı meydana getirilmiş olması nor-maldir. Avrupa’nın dünyanın her tarafını et-kilemesine, hatta yönetmesine rağmen, kendisi ile eşit olunmasını pek de kabullenme-diği görülmektedir. Kategorik bir tarzda, merkezde kendisi olmak üzere diğer ülke ve insanları kademelere ayırdığı görülmektedir.

    En güzel örnek olarak; Osmanlı’dan itibaren Avrupa’ya dahil olmaya çalışmamıza, Cumhuriyete geçerek hukuk ve aile hayatında bile Avrupaî tarzı benimse-yerek Avrupa Medeniyeti esaslarında bir devlet kurmamıza rağmen, Türkiye Batı’dan kabul görmemiş ve görmemektedir. 1856 Paris Antlaşması ile Osmanlı’nın Avrupa hukukunun bir parçası olduğu beyan edilmesine rağmen, Osmanlı Devleti yıkılışına kadar Avrupa’da da eşit bir devlet muamelesi görmemiş ve fiili sömürge olarak Avrupa hukukunu yapanlara veya güçlerine sadece bağımlı ve tabi olmaktan kurtulmamıştır.

    1945 sonrasında SSCB’ye karşı Batı Bloğu’nda yer almasına, NATO’da bulunmasına, pek çok Avrupaî örgütte yer almasına karşılık Türkiye, esas itibariyle bu bloğun çıkarları istikametinde bir yardımcı unsur olarak Batılılar tarafından kabul edilmiş, Türkiye’nin çıkarları ve kendisi dikkate alınmamıştır. 1995’te AB’ye girmek istediğinde red olunduğu gibi, tek taraflı, yani Avrupa’ya üstünlük sağlayacak şekilde Gümrük Birliği’ne kabul edilerek, yaklaşık 150 yıl önceki gibi Avrupa’ya dahil değil, özellikle ekonomik açıdan tabi hale geti-rilmiştir. En sonunda kendi aralarındaki hesapların bir neticesi olarak, daha önce Türkiye’nin reddettiği 12+1 şeklindeki adaylığı, resmen ilan edilirken fiili olarak 6+6+1 ve bazı şartlara bağlayarak meçhul vakte veya Alman Başbakanı’nın ifadesi ile “kendilerinin hazır olduğu zamana” atılarak, 13. aday olarak Avrupa’ya dahil olmak isteyen Türkiye’ye, kendilerince takdir edilen yerde durması tavsiye edilmiştir.

    Her şeyiyle Avrupa medeniyetine dahil olmak isteyen Türkiye, Avrupa’da eşit muamele göremiyorsa, diğer dünyanın da eşitlik ilkesi ile muamele görmesi mümkün değildir. Öyle ise, Avrupa Medeniyeti’ne dahil değil tabi olunabilir. AB üyeliği dahil, bu medeniyetin sadece tabisi olmayı kabul etmek mümkün değildir. O zaman bütün dünyanın yeni bir medeniyeti oluşturmak için çalışması şarttır.

    Kendinden Olana veya Menfaati Bulunana Yardım-İnsanın Değer Ölçüsü

    Avrupa medeniyeti dahilinde; ırk, renk ve din birliği olanlara eskiden beri, belli bir ölçüde iyi muamele yapılırken, tersi ko-numda olanlar için daha sonraları belli o-randa düzelme veya düzeltme olmasına kar-şı, ayrımcılığın devam ettiği görülmektedir. Bu durum, Batı ülkelerinde yaşayan zencilere ve yabancılara yapılan muamelelerden devletlerarası ilişkilere kadar aynı şe-kilde cereyan etmektedir. Bosna’da on binlerce insan Sırplar tarafından öldürülürken çok ağır davranan, anlaşmayı Sırplar lehine sonuçlandıran etkin ülkeler, Hıristiyanların yaşadığı Doğu Timor’un Endonezya’dan ayrılması için bütün kararları çok fazla zayiata sebep olmadan almaları örneklerden sadece biridir. Batılı bir insana verilen değer ile bir Afrikalıya veya Doğuluya ve-rilen değer kıyas bile kabul etmemektedir. İyi olmak değil, kendinden olmak veya menfaatine uygun olmak önemli, değilse zararlı anlayışı hakimdir. Öyleyse, bütün insanlara aynı değeri verecek bir medeni-yete ihtiyaç yok mudur?

    Tek Tip Yaşam Tarzı ve Kültürlerin Yok Edilmesi

    Bugünkü Avrupa’da çokça söz edilen demokrasi, çoğulculuk, çok kültürlülük gibi kavramların tersine Portekizleşme, İspan-yollaşma döneminden günümüzdeki küreselleşmeye kadar Avrupalıya ve Avrupa’ya benzeme anlayışı gittikçe yerleşecek ve mecburileşecektir. Artık dünya hızlı bir şe-kilde giyimde, yemede, üretmede, tüketmede, ahlak anlayışında hatta dinî davranışlarda, toplumsal ilişkilerde kısacası yaşam tarzında her geçen gün, biraz daha Avrupalılara yaklaşacaktır.

    Bu medeniyetin temsilcileri, Avrupa’ya karşı çıkanların veya çekimser bulanların kültürel doku ve direncini siyasî, iktisadî ve ilmî/teknolojik gücü kullanarak, kendi içinde eritmeyi veya kendine uydurmayı bir çıkış yolu olarak kabul etmişlerdir. Millet ve toplumların yaşam tarzını belirlemede en önemli faktör olan kendi kültürleri onların birer folklorik özelliğine dönüşmüştür. Batı tarzının, medeniyet olarak yerleşmesi tek tip ve monotonluğu beraberinde getirmektedir. Bu husus, Batı’da bile ciddi olarak sorgulanmaya başlamıştır.

    Bugün bile, Batılı kendine benzeyenlerle bütünleşirken uzağında olanları ayrıştırma politikası gütmektedir. Kendi anlayış ve menfaatine aykırı olan toplumdan devlete kadar her türlü yapıyı, kimliği parçalamakta, yeni kimlikler oluşmasına gayret etmektedir.

    İktisadî Alan

    Avrupa Medeniyeti’nin en önemli göstergesi ve belki de merkezini teşkil eden iktisadî refah ve çıkarlardır. Bu anlayış, Merkantilist dönemden iki kutuplu dünyanın sonrasına kadar, fertten devlete hatta zenginler kulübüne kadar özde değişmemiştir. Merkantilist dönemde bir ülkenin tahribini makul gören anlayış sayesinde dünyadaki hasılasının Avrupa’ya akması veya dünyanın Avrupa için çalışması usulü tatbike koyulmuştu. XVII. yy. ortalarında, Zenci ticareti yapma hakkını anlaşma ile kazanan İngiltere’nin bu davranışı ile 1740’ta Osmanlı Devleti’nde kapitülasyonlar daimî ve tek taraflı hale getirilerek ticari imtiyazların emperyalizm şekline dönüştürülmesindeki anlayış aynıdır. 1838 Ticaret Antlaşması ile de, dahilî ticarete müdahale hakkını elde ederken, Osmanlı’ya mukabiliyet esasının verilmesini isteyen İngiliz diplomat da hükümeti tarafından cezalandırılmaktan kurtulamamıştır. 1856’da, Osmanlı’ya Avrupa devletleri hukukundan faydalanacağı söylenmesine rağmen tek taraflı sömürü anlayışı şiddetlenerek devam etmiş, I. Dünya Savaşı sırasındaki Osmanlı müttefikleri de dahil, kapitülasyonların kalkmasına pek gönüllü razı olmamışlardı. XIX. yüzyılda, Avrupa özellikle sanayi alanında üretim mekanizmalarını elinde tuttuğu gibi, tüketim sahalarını da resmen veya fiilen hakimiyetine almıştı.

    Dünyanın, artık, Avrupalı devletler veya şirketler hesabına çalıştığı, hasılanın Avrupa’ya aktığı bir sistem kurulmuştu. Kapitalizmin bu anlayışına karşı, korumacı bir ekonomik anlayış ortaya konsa da, bu sadece rakiplerinin seviyesine gelene kadar kendini koruma anlayışından başka bir düşünce değildi ve bu politikayı uygulayanlar da daha sonra birer sömürgeci haline geleceklerdi.

    İki kutuplu düzende belli ölçüde bir parçalanma yaşansa da pek bir şey değişmemiş doğrudan ele geçirilen hasıla, yerine dolaylı metotlarla aynı netice alınmaya devam edilmişti. 1990 sonrasında, kendi kademelerine göre, etkin devletler; teknoloji, üretim ve para piyasasına elde tutarak, siyasî gücü de kullanarak, kendileri dışındakileri tüketici konumda bırakarak veya belirledikleri ölçüde işbirliğine mecbur ederek, hasılanın Batıya akmasını temin etmektedirler. Bu istikamette, Avrupalı olmak isteyen Türkiye’ye esas itibariyle kendi lehlerine bir Gümrük Birliği anlaşması kabul ettirirken, daha büyük çapta olarak, dünyaya düzen vermeyi hedef-leyen, başta ABD olmak üzere etkin güçler, Dünya Ticaret Örgütü vasıtasıyla, dünyadaki gümrüklerin sıfırlanmasını temine çalışarak, gelişmelerin üretici geri kalanların ise tüketici konumuna mahkum ederek, dünya hasılasının toplandığı yerin tahkim ve takviyesine çalışmaktadırlar. Hele hele, büyük şirketlerin birleşerek devleşmeleri, tüketici alandaki bütün iktisadî faaliyetleri kendilerine bağımlı hale getirme çabaları ve bunu siyasi güçleri de kullanarak sağlamaları, iktisadî alanı hem geri kalmış bölgelerde, hem de gelişmişlerin kendi alanlarında daha küçük gurubun eline geçmesini sağlayacağından, hasıla aynı ellerde toplanacak, bu insanlararası dengesizliği daha da artacaktır. O zaman yeni arayışa insanlık için ihtiyaç yok mudur?

    Hukuk Alanı

    Avrupalılar ilk gittikleri yerlerde ya hukuku kendileri belirleme veya kendileri lehine düzenlemeler yapma ve yaptırma politikası takibe başlamışlardır. Osmanlı’-da, Tanzimat döneminde ticaret mahkeme-leri ile başlayan hukuku lehlerine çevirme girişimi, nihayet mütareke döneminde üç İ-tilaf Devleti temsilcisi ile bir Osmanlı mü-messillerinin bulunduğu ve devamlı olarak kendi lehine karar verecek bir mahkemeyi, yani Muvakkat Muhtelit Encümen-i Adli’yi kurarak son noktaya varmışlardı.

    Bugünkü dünya sisteminde uluslararası mahkeme ve kurumlarda siyasi tercihler dışında kararların verildiğini kabul etmek çok nadir vakalar için geçerlidir. Bundan dolayı, kısmen kendi hataları olmakla beraber, başta Türkiye olmak üzere aynı konumdaki ülkelerin uluslararası mah-kemelere ve kurumlara güvenmelerinin esas kaynağı da budur. Kendine yakın olanın lehine karar verme veya kararları menfaatleri istikametine çevirmede, siyasî alandan terörizme, hatta futbol maçları itilaflarına kadar aynı davranışın ortaya konduğu görülmektedir. Zayıf, yabancı hatta düşmanına bile eşit davranacak bir değişime ihtiyaç yok mudur?

    Devletlerarası İlişkiler ve Siyasî Alan

    Avrupa Medeniyeti öncülüğünde dünyada, güçlü devletler ile uygulayıcı veya tabi devletler manzarası görülmektedir. Hakim veya etkin devletlerin birbiriyle mücadelesi dolayısıyla bu durumdan faydalanabilen diğer devletlerin değeri bir derece fazla olabilmektedir. BM’de veto hakkına sahip olanların, nükleer güce de sahip olmaları dolayısıyla, istedikleri pek çok şeyi kendilerine göre düzenleyebilmektedirler. Bunların da askerî, siyasî ve ekonomik durumlarına göre etkinlikleri artmakta veya azalmaktadır. İmtiyazlı üye olmamalarına rağmen ekonomik, siyasî ve stratejik gücünü birleştirebilenler de dolaylı olarak üstün ve etkin konuma gelebilmektedirler.

    Bu grupların dışında kalanlar ise ya müttefik veya müttefiklerinin insafına veya üstünlerin rekabetinden elde ettiği menfaat ile rahat yaşama zemini bulabilmektedirler. Bunun en güzel örnekleri, NATO, ABD aleyhine bir karar alamadığı gibi, Varşova Paktında da SSCB’ye aykırı karar alınmamıştı. AB’de Almanya, Fransa, İngiltere aleyhine karar alınamadığı gibi, her üyenin ortak oy hakkına sahip olduğu AGİT’te de güçlülere dokunulmazken, küçükler ve zayıflar “ikna” ile yönlendirilebilmektedirler. İnsanlar ekseriyetin yaşadığı ülkelerin ast konumda kalması, bu ülkeleri sınırlandırdığı gibi, bu ülkelerde yaşayan insanların da kendi hayatlarını hür bir şe-kilde yaşamasına engel oluşturmaktadır. Büyük ve güçlü, hukuku kendine göre tan-zim etmektedir. Bunun çaresi, bu problemi çözecek yeni bir medeniyet midir?

    Askerî Güç

    Avrupa Medeniyeti için ilk döneminden itibaren askerî gücü ve üstünlüğü elinde tutma en önemli konulardan biridir. Sömürge ve fiili sömürgelerde hakimiyetin en önemli dayanağı askeri güçtür. Zaten, Osmanlı örneğinde olduğu gibi, Avrupalılaşmak sürecindeki ilk adım onların silahlarına sahip olmaktır. Avrupa’nın elindeki askeri gücü müttefikleriyle belli ölçülerde paylaşma prensibi vardır. Ancak, merkezi gücün her zaman üstün olması şarttır. Silahların üretilmesinden kullanılmasına kadar üstünlük daima sağlanmaya ve korunmaya çalışılmıştır. En son Nükleer Silahların Yasaklanması Antlaşması’nda içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerin ilelebet nükleer silah sahibi olmayacağına dair imza attırılırken, merkez ülkelerin daimi nükleer silaha sahip olması garanti altına alınmıştır. Bu, nükleer güce sahip olan ülkelerin hegemonyasını koruduğu gibi diğerlerini stratejik mahkumiyete mecbur eden bir anlaşmadır. Çeçenlere soykırım uygulanmayı başlatan Rusya Federasyonu Başkanı Yeltsin’in Rusya’nın nükleer gücünden dolayı hiç kimsenin kendilerine Çeçen harekatından döndüremeyeceğini beyanı, askerî gücü olanın her şeyi yapabileceğinin tescili niteliğindedir. Bazılarına hakimiyet diğerlerine mahkumiyet getiren bu anlayıştan kurtulmak için yeni bir medeniyete ihtiyaç yok mudur?

    Ferd

    Hürriyet vaat ederken yalnızlaştıran, toplumsallaştırma derken bencilleştiren doğmalardan kurtarırken maddileştiren, madde ve menfaatle ruh ve vicdanı köreltilen parçalanmış fertlerin, ferdi mutluluk ve hazzı tatmaları veya hakikaten yaşamaları mümkün değildir. Eğitilirken parçalanan ferdin yeniden ferd olması gerekmektedir. Batı medeniyeti ve onun etkisindeki dünyanın ferdin, belirlenmiş şablona uydurulması yerine fıtrî olmasına ve bireyin dünyada son materyal veya kullanılacak hammadde olarak kabul ve teminine artık engel olunması şarttır. Fıtrî yeni ferdin yeni ufukla doğabilmesi nasıl gerçekleşecektir?

    Aile

    Birey özgürleştirilirken, toplumsal yapının en temel taşı olan aileden koparılarak toplumsallaşması istenmekte, o da toplumda yalnızlaşarak sevgisiz, ruhsuz hale dönüşmektedir. Sevgi ve toplumsal u-yumun ilk basamağı olan ailenin önemsiz-leştirilmesi, sevgi, yardım ve sorumluluk duygularının zayıflamasına aile içerisinden itibaren kriterlerin maddileşmesine neden olmuştur. En yakındakilerle başlamak üzere tüm insanlık ile ilişkileri yeni bir anlayışla hayata geçirmeye ihtiyaç yok mudur?

    Sosyal Alan

    Avrupa toplumu toprağa bağımlı kölelikten veya fiili bağımlılıktan işçi statüsüne dönüşerek verilen ücretle çalışma mecburiyetinde kalmış, uzun mücadelelerden sonra çalışma şartlarında, ücretlerinde ve yaşam şartlarında belli bir düzelme olmasına rağmen, ücretlerin seviyesi esas itibariyle toplumsal yapıdaki seviyeleri belirlemede en önemli gösterge olmuştur. Gelir seviyesi ve servet hâlâ toplum yapısının temelini oluşturmaktadır.

    Toplumsal yapıdaki; ırk, din, mezhep farklılıkları, her türlü hürriyet ve eşitlik söylemlerine rağmen, bazı sıkıntıların kaynağı veya toplumdaki konumu belirlemede etkinliğini korumakta, taraf veya kinin kaynağı olmaya devam etmektedir. Din ve renk ayrımcılığı hâlâ toplumsal yapıya tehdit özelliğini devam ettirmektedir.

    Toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmada eğitime büyük rol atfedilmesine rağmen, toplumsal hareketliliğe, değişime ve statü elde etmeye fazla bir katkısı olmamaktadır. Toplumsal farklılaşmadaki belirleyiciliği ekonomik göstergeler oluşturmaktadır. Toplumda kendisini ve menfaatini esas alan bir görünüşün hakim olması, aynı mekanlarda yaşamaya engel olmasa da, bir toplum olmayı sağlamada en büyük engel oluşturmaktadır. Şehirlerde iç içe mekanlarda yaşarken yalnızlık artmış, bencillik güçlenmiştir. Toplum kâr ve ekonomik çıkarlar istikametinde yönlendirilerek mutlu olduğu kabul ettirilen, hayatiyet özelliği olmayan, bir karışıma dönüştürülmüştür. Toplumsal refah ve hayatiyet, temel prensibin menfaat ve ekonomik çıkarlar olması dolayısıyla sağlanamamaktadır. Yenilik ne ile nasıl sağlanacaktır?

    Kendilerini Yönetme

    Kendi kendilerini yönetme Avrupa Medeniyeti’nin en önemli iddialarından biridir. Burada da merkez ile çevrenin farklı kabul edildiği görülmektedir. Etkin güçlerin etrafındaki ülke insanlarının kendilerini yönetmesi değil, güçlü merkezin istediğinin gerçekleşmesi gerekmektedir. Bunun sağlanması içinde propagandadan güce kadar her şeyin gizli veya açık kullanılması mümkündür. Merkezi ülkelerdeki yaşayanlar nispeten daha şanslıdır. Buna rağmen onların da para ve gücü elinde tutan azlığın telkini ve iknasıyla oluşturduğu çoğunluk ve onların hakimiyetinin, halk adına olduğunun sanallığını çoğunlukla kabul etmek gerekmektedir. O zaman, yönetim gücünün çoğunluk değil etkin azlık belirlemektedir. Bunun çözümü nedir, ne ile olacaktır?

    İlim ve Teknoloji

    İnsanlığın saadet ve mutluluğunun temininde bir vasıta olması gereken ilim ve teknolojinin, tahakküm ve menfaat temininde bir alet olarak kullanılması bazılarına refah getirirken diğerlerini köleleştirilmesi için kullanılması yanlıştır.

    İlim ve teknolojiye sadece maddecilik, menfaat açısından bakmak, ilimin fertten insanlığa kadar refahını engelleyici, sınırlandırıcı, parçalayıcı özellik göstermekte, bizzat ufkun açılmasının önünde durmaktadır. İlim ve teknolojinin insanlığı mutlu edecek alanlara yönlendirilmesi, refahı artıracak büyük bir kaynak oluşturacaktır. Bu sistemde bunu sağlamak mümkün müdür?

    Sonuç

    Avrupa veya Batı Medeniyeti, hatasıyla sevabıyla tarihteki yerini artık almalı veya almaya hazır olmalıdır. Mevcut medeniyet mensupları, gelecek medeniyete geçişi zorlaştırmak değil, vaktinin tamam olduğunun farkına vararak, kendi fertlerini ve dünyayı, kısmî tedbirlerle, insan hakları söylemleri yanında eski sömürgelerini ve diğerlerini de seviye yükseltmesi yaparak oyalamamalı, siyasî ve askerî tedbirlerle yolu kapatmaya veya geciktirmeye çalışmamalıdır. Yoksa gelecek medeniyet nazarında menfur bir medeniyet haline düşmesi mukadderdir.

    Ancak, Batı Medeniyeti’nin buna pek niyeti yok gibi görülmektedir. Zirvede-kilerin mutluluğunun daha fazla artması karşılığında geride kalanların da mutluluğundaki oran artabiliyorsa, bu artış reel değildir. Merkezin zayıflaması veya tabilerin güçlenmesi sayesinde ikincil olanların konumlarında biraz düzelme olsa da, kuvveti ve kendini merkeze koyan ve bunu kaybetmemek için her türlü vasıtayı kullanmaktan çekinmeyenler açısından değişen, sadece eskinin yeni formatla devamını temin etmekten başka bir şey değildir ve böyle olmaktadır. Batı Medeniyeti’nde esas olarak bu hal yaşanmaya devam etmektedir.

    Bir medeniyet kendi içerisinde devrelere ayrılabilir, değişimler yaşayabilir, bazı yönlerini düzeltebilir, ancak, ana hattını ve esasını kaybederse başka medeniyete dönüşebilir. Kendi çerçevesinde sadece bazı hatalarını düzeltmeye çalışıyorsa, bu hal yeni medeniyete geçiş vaktinin yaklaştığının da bir habercisidir. Zira, mevcut medeniyet yeni medeniyet oluşturamaz, belki mahreç olabilir.

    Esas itibariyle ilim, teknoloji ve güç sayesinde dünyanın her tarafında hakim ve etkili olan Batı Medeniyeti’nden özellikle ilim ve teknolojisinden faydalanırken, bir sonraki medeniyeti kurma düşüncesi ufkundan, insanlık için ayrılınmamalıdır. Vasıta asli hale getirilmemeli, hele hele yeni açılımlar yapabilecek olanlar, gelecek huzurunda itham edilecek konuma düşmemelidirler.

    Dünyada devlet ve siyasal hakimiyet kurmak ile medeniyet kurmanın mümkün ve aynı şey olmadığını bilmek, mevcut medeniyetin konumunu da devamlı bir surette korumasının geçerli olmadığını kavramak gerekmektedir. Zoraki bir tarzda mevcut medeniyetle nikahlanmak veya nikahlandırılmakla da dünyada hazır medeniyetin devamını sağlama imkanı bulunmamaktadır.

    Batı Medeniyeti’nin umum insanlığa refahı getirmediğini idrak edenlerin, sadece Batı’dan farklıyı veya Batı’ya karşıtlığı ileri sürerek yeni bir dönüşüm sağlamaları mümkün değildir. Yeniyi kurabilmedeki esas ölçü, karşıtlık değil üstünlük olmalıdır. Üstünlükteki temel ölçü de, bütün insanlığın mutluluğunu, coğrafya ve toplumsal kademedeki konumuna bakmadan gerçekleştirecek bir nitelik olmalıdır. Bunu temin etmeyen bir medeniyeti aşmak insanlığın bir insanlık borcudur.

    Kısacası, yeni bir medeniyet kurulmadan yeni bir düzen kurulması mümkün değildir. Çünkü, gelecek medeniyete şekil veren anlayış, yeni düzenin de ruhunu oluşturacaktır. Eğer bu yeni medeniyet gerçekleştirilmez ise yeni bir sistem kuruluyor görünse bile, bu eskinin yeni bir biçimi veya el değiştirmiş hali olacaktır.

    Kendi bölgemizde yaşamış daha önceki medeniyetlerdeki katkımızı bir kenara bırakırsak, Avrupa Medeniyeti’nin oluşumuna, bilhassa ilmî ve fikrî planda atalarımızın katkısını kabul etsek bile, Avrupalılaşma dönemimizde, zirvede olan bu medeniyete katkımızın olduğunu söyleyemeyiz. O zaman yeni oluşacak medeniyete katkımızı yaparak, yerimizi alarak, hatta önderliğini yaparak insanlığa hizmetimizi gerçekleştirebiliriz.

    Yenilik arzularını bütün insanlığa mutluluk getirecek yeni bir medeniyete dönüştüğünü görmek arzusuyla…