Köprü Anasayfa

Bediüzzaman Özel Sayısı

"Bahar 2000" 70. Sayı

  • Risale-i Nur’da Bediüzzaman Said Nursi

    Bediüzzaman Said Nursî, Bitlis vilayetine bağlı Hizan kazasının İsparit nahiyesinin Nurs köyünde doğmuştur. Babasının adı Mirza, anasının adı Nuriye’dir. Dokuz yaşına kadar peder ve validesinin yanında kaldı. O esnada, bir halet-i ruhiye tahsilde bulunan büyük biraderi Molla Abdullah’ın ilimden ne derece feyizyab olduğunu tetkike sevk etti. Molla Abdullah’ın, gittikçe tekamül ederek köydeki okumamış arkadaşlarından okumakla tezahür eden meziyetini düşünüp hayran kaldı. Bunun üzerine ciddî bir şevk ile tahsili gözüne aldı ve bu niyetle nahiyeleri İsparit ocağı dahilinde bulunan Tağ köyünde Molla Mehmed Emin Efendinin medresesine gitti. Fakat fazla duramadı. Halet-i fıtriyeleri icabı, daima izzetini koruması ve hatta amirane söylenen küçük bir söze dahi tahammül edememesi medreseden ayrılmasına sebep oldu.Tekrar Nurs’a döndü. Nurs’ta ayrıca bir medrese olmadığından, dersini büyük biraderinin haftada bir defa sılaya geldiği günlere hasrederdi. Bir müddet sonra Pirmis karyesine, sonra Hizan şeyhinin yaylasına gitti. Burada da tahakküme tahammülsüzlüğü, dört talebe ile geçinememesine sebep oldu. Bu dört talebe, birleşip kendisini daima taciz ettiklerinden, bir gün Şeyh Seyyid Nur Muhammed Hazretlerinin huzuruna çıkıp, izhar-ı acz ile arkadaşlarını şikayet etmeyerek şöyle dedi:

    “Şeyh Efendi, bunlara söyleyiniz, benimle dövüştükleri vakit dördü birden olmasınlar, ikişer ikişer gelsinler.”

    Seyyid Nur Muhammed, küçük Said’in bu mertliğinden hoşlanarak, “Sen benim talebemsin; kimse sana ilişemez” buyurdu.

    Bu hadiseden sonra “Şeyh Talebesi” diye yad edildi.

    Tarihçe-i Hayat, s. 29.

    O Zamanki Hayatına Kısa Bir Bakış

    Evvela: Hükema-i İşrakiyyunun mesleklerine süluk ederek, zühd ve riyazete başladı. Hükema-i İşrakıyyun, tedric kanunu mucibince vücudlarını riyazete alıştırmışlardı; o ise, tedrice riayet etmeyerek, birden bire riyazete daldı. Gün geçtikçe vücudu tahammül etmeyerek zayıf düşmeye başladı. Üç günde bir parça ekmekle idare ediyordu. Ulema-i İşrakiyyunun “riyazetin küşayiş-i fikre hizmet ettiği” nazariyesi üzerine, onlar gibi yapacağım diye çalışıyordu.

    Saniyen: İmam-ı Gazalî Hazretlerinin İhyaü’l-Ulum’unda tasavvuf nokta-i nazarında (Şüpheli olanı bırak, şüpheli olmayana bak-Hadis-i Şerif) kaidesine ittibaen, ekmeği bile bir zaman terk edip, ot ile idareye koyuldu.

    Salisen: Nadir konuşuyordu. Kürtlerin edib dahîlerinden Molla Ahmed Hani Hazretlerinin gündüzleyin bile havf ile girilen kubbe-i saadetine kapanır, bazan geceleyin de orada kalırdı. Bundan dolayı ahali Bediüzzaman’a, “Ahmed Hani Hazretlerinin feyzine mazhar olmuştur” diyordu. Bu hali, müşarünileyhin kerametine hamlederlerdi.

    O vakitlerde kendisi on üç, on dört yaşlarında idi. Sonra, ulemadan mümtaz simalarla mülakat etmeye karar verdi. Ve Bağdat’a ziyaret kastıyla, hocasından izin istedi. Derviş kıyafetine girdi. Yollan takip etmeden, dağlarda, ormanlarda gece dolaşarak, Bağdat’a gitmek niyetinde iken, Bitlis’e geldi.

    Bitlis’te Şeyh Mehmed Emin Efendi Hazretlerinin yanına giderek, iki gün kadar dersinde bulundu. Şeyh Mehmed Emin Efendi, kendisine kisve-i ilmiyeye girmesini teklif etti.

    Molla Said cevaben, “Ben henüz sinn-i büluğa vasıl olmadığımdan muhterem bir müderris kıyafetini kendime yakıştıramıyorum. Ve ben bir çocuk iken, nasıl hoca olabilirim?” diyerek teklifini kabul etmemiştir.

    Bundan sonra, Şirvan’daki biraderinin yanına gitti. Orada büyük kardeşiyle ilk görüşmede aralarında şöylece kısa bir muhavere cereyan etti.

    Molla Abdullah: “Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim, siz ne okuyorsunuz?”

    Bediüzzaman: “Ben seksen kitap okudum.”

    Molla Abdullah: “Ne demek?”

    Bediüzzaman: “İkmal-i nüsah ettim ve sıranıza dahil olmayan birçok kitapları da okudum.” Molla Abdullah: “Öyle ise seni imtihan edeyim?”

    Bediüzzaman: “Hazırım; ne sorarsanız sorunuz.”

    Molla Abdullah, biraderini imtihan eder. Kifayet-i ilmiyesini takdir ile, sekiz ay evvel talebesi bulunan Molla Said’i kendisine üstad kabul etti ve talebelerinden gizli olarak küçük biraderinden ders almaya başladı. Ve bittabii, daha evvel okuttuğu kardeşini kendisine üstad yaptığını sezdirmiyordu. Nihayet, talebeler Molla Abdullah’ın Molla Said nezdinde ders okuduğunu, kapıdan, anahtar deliğinden gizlice görünce taaccüb ederek sormuşlarsa da, Molla Abdullah cevaben, “Nazar değmemek için, ben ona ders veriyorum” demiş ve talebelerini aldatmıştı.

    Molla Abdullah’ın yanında bir müddet kaldıktan sonra Siirt’e gelir. Orada bulunan Molla Fethullah Efendinin medresesine gider. Molla Fethullah, Molla Said’e, “Geçen sene Süyutî okuyordunuz, bu sene Molla Cami’yi mi okuyorsunuz?”

    Bediüzzaman: “Evet Cami’ yi bitirdim.”

    Molla Fethullah, hangi kitabı sordu ise, “Bitirdim” cevabını alınca tahayyürde kaldı. Bu kadar kitabı bitirdiğini, hem de az zamanda bitirdiğini aklına sığıştıramadı; taaccüp etti ve dedi: “Geçen sene deli idin, bu sene de mi delisin?”

    Bediüzzaman: “İnsan başkasına karşı kesr-i nefs için hakikati ketmedebilir, fakat babadan daha muhterem olan üstadına karşı hakikat-i mahzdan başka bir şey söyleyemez. Emrederseniz, söylediğim kitaplardan beni imtihan ediniz” der.

    Molla Fethullah hangi kitaptan sordu ise, cevabını güzelce verir. Bunun üzerine, bu muhavereyi dinleyen ve bir sene evvel Said’in hocasının hocası bulunan Molla Ali-i Suran namındaki zat, kendilerinden ders almaya başladı.

    Molla Fethullah, “Pekala, zekada harikasınız; fakat hıfzınız nasıldır Makamat-ı Harîriye’den birkaç satırını iki defa okumakla hıfz edebilir misiniz?” diyerek kitabı uzatır.

    Molla Said, alarak, bir yaprağını bir defa okumakla hıfz etti ve okudu. Molla Fethullah, “Zeka ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nadirdir” diyerek hayrette kaldı.

    Bediüzzaman, orada iken Cem’ü’l-Cevami’ kitabını, günde bir-iki saat iştigal etmek üzere bir haftada hıfz etti. Bunun üzerine Molla Fethullah şu kelamı söyleyerek kitabın üzerine yazdı:

    (Cem’ü’l-Cevami’nin tamamını bir haftada ezberine aldı.)

    Bu hal Siirt’te şuyu bulmuş ve Molla Fethullah ulemaya, “Bizim medreseye gayet genç bir talebe geldi, her ne sual ettimse bilatevakkuf cevap verdi. Bu yaşta zekasına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım” diyerek, pek çok metheder.

    Bunun üzerine, ulema bir yerde toplanarak, Bediüzzaman’ı davet ederler. Bediüzzaman, intihab ettikleri bütün suallerine bilatereddüt cevap verirken, Molla Fethullah’ın yüzüne bakıyordu. Sanki kitaba bakıyor gibi kendilerinden okuyarak cevap veriyordu. Bunu gören ulema, Bediüzzaman’ın harikulade bir genç olduğuna hükmedip, fazîletini takdir ve sena ettiler. Bu hal etrafta işitilir; ahali, kendisine veliyyullah derecesinde ihtiram eder ve o nazarla bakarlar.

    Tarihçe-i Hayat, s. 32-34.

    Cezîre alimleri, Molla Said’in şöhretini işittikleri için, mebhut ve hayran bir vaziyette, çaylarını bile unutarak, Molla Said’in sualine intizar etmekte idiler. Molla Said ise kendi çayını içtikten sonra dalgın dalgın karşısında bulunan bir-iki alimin çayını da içer; onlar fark edemezler.

    Mustafa Paşa, hocalara hitaben:

    “Ben okumuş değilim; fakat, Molla Said ile mücadelenizde mağlup olacağınızı şimdi anlıyorum. Zîra, bakıyorum ki siz düşünmekten çaylarınızı unuttuğunuz halde, Molla Said kendi çayını içtikten başka, iki-üç bardak da sizin çayınızı içti.”

    Bunun üzerine, biraz latîfe ettikten sonra, Molla Said bu alimlere karşı, “Efendiler, bendeniz vadetmişim, hiç kimseye sual sormam. Binaenaleyh, suallerinize muntazırım” der.

    Bu hocalar kırk kadar sual sorarlar. Umumuna cevap verdikten sonra, her nasılsa, Molla Said bir sualin cevabını yanlış söylediği halde, karşısındakiler doğru telakki ederek tasdik etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Said hatırlar, hemen arkalarından koşarak, “Affedersiniz, bir sualin cevabını yanlış söylediğim halde, farkına varmadınız” diyerek, cevabını tashih eder.

    Hocalar dediler:

    “İşte şimdi hakkıyla bizi tam ilzam ettiniz.”

    Tarihçe-i Hayatı, s. 37, 38.

    Molla Said’in iki mutezad hali vardı:

    Birincisi: Fikrinin münkeşif bulunduğu vakitler ki; her ne eline alırsa, onu anlamaması mümkün değildi.

    İkincisi: Fikrinin münkabız bulunduğu vakitler ki; mütalaa değil, konuşmaktan bile hoşlanmazdı.

    Tarihçe-i Hayat, s. 40.

    Molla Said, Van’da bulunduğu zamanlarda, bazı hususlarda o havalinin ulemasına muhalif bulunuyordu. Bu hususlar şunlardır:

    1. Katiyen hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile kabul etmemek. Evet, hayatta hiçbir maddî mülkiyeti olmayıp, fakir ve kimsesiz ve daimî nefiy ve hapislerle çok sıkıntılı ve dehşetli musîbetler içerisinde yaşadığı halde, kimseden para ve mukabelesiz hediye almadığı bilmüşahede görülmüştür.

    2. Hiçbir alimden sual sormamak. Yirmi sene zarfında, daima ancak sorulanlara cevap vermişti. Bu hususta kendileri derlerdi ki: “Ben ulemanın ilmini inkar etmem; binaenaleyh, kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmimden şüphe edenler varsa, sorsunlar; onlara cevap vereyim.”

    3. Yanında bulunan talebelerini aynı kendisi gibi zekat ve hediye almaktan menetmek. Onları da yalnız rıza-i İlahî için çalıştırırdı. Hatta, çok zamanlar talebelerini kendi iaşe ederdi.

    4. Daima mücerred kalmak ve dünyada hiçbir şeyle alaka peyda etmemek. Bunun içindir ki, “Bütün malımı bir elimle kaldırıp götürebilmeliyim” demiştir. Bu halin sebebi sorulunca, “Bir zaman gelecek, herkes benim halime gıpta edecektir. Saniyen, mal ve servet bana lezzet vermiyor; dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakıyorum” derdi.

    Van’da bulunduğu vakit, merhum Vali Tahir Paşa, Avrupa kitaplarını tetebbu ederek, kendisine sualler tertip edip sorardı. Bunların hiçbirisini görmediği ve Türkçe’yi de yeni konuşmaya başladığı halde, cevabında tereddüt etmezdi. Bir gün kitapları görür ve Tahir Paşanın bunlardan sual tertip ettiğini anlayarak, az bir zamanda kitapların muhtevasını elde eder.

    O zamanda en büyük gaye ve düşüncesi, Mısır’daki Camiü’l-Ezhere mukabil, Bitlis ve Van’da “Medresetü’z-Zehra” isminde bir darülfünun vücuda getirmekti. Bu teşebbüsünü kuvveden fiile çıkarmak niyetinde olup, bunu tasarlıyordu.

    Van’da yaz zamanlarını Başit ve Beytüşşebab namındaki yaylalarda geçiriyordu. Bir gün Tahir Paşaya mezkur dağların başında Temmuz’da bile buz bulunduğunu söyler. Tahir Paşa îtiraz eder ve “Temmuzda katiyen oralarda buz bulunmaz” iddiasında bulunur. Yaylada iken bir gün bunu hatırlayarak, Tahir Paşaya yazdığı ilk Türkçe mektubunda der:

    “Ey Paşa! Başit başında buz tuttu. Görmediğin şeyi inkar etme. Her şey senin malumatında münhasır değildir, vesselam!”

    Tarihçe-i Hayat, s. 42.

    Bediüzzaman, Van’da bulunduğu zamanlarda, Vali Tahir Paşa ile bazı gazetelerden havadis okurdu. Bilhassa, İslamiyeti alakadar eden hususlara dikkat ederdi. Van’daki ikameti esnasında, alem-i İslam’ın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu.

    Bir gün, Tahir Paşa bir gazetede şu müthiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi:

    İngiliz Meclis-i Mebusanında, Müstemlekat Nazırı elinde Kur’an-ı Kerîm’i göstererek söylediği bir nutukta, “Bu Kur’an İslamların elinde bulundukça, biz onlara hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’an’ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız” diye hitabede bulunmuş.

    İşte bu müthiş haber, onda tarifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlas cesaret ve şecaat gibi harika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman’ın, bu havadis üzerine, “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!” diye, kuvvetli bir niyet, ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır.

    Tarihçe-i Hayat, s. 43, 44.

    İstanbul’a gelmeden evvel, bir gün Tahir Paşa, “Şark ulemasını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul’ a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?” demişti.

    İstanbul’a gelir gelmez ulemayı münazaraya davet etti. Bunun üzerine İstanbul’daki meşhur alimler, grup grup ziyarete gelip sualler soruyorlar ve o hepsinin de cevaplarını sahih olarak veriyordu. Bundan maksadı, Şarkî Anadolu’daki ilim ve irfan faaliyetine nazar-ı dikkati celb etmekti. Yoksa, Molla Said, katiyen hodfüruşluğu sevmezdi. Her türlü gösteriş ve alayişten müberra olarak hareket ederdi. İlim, cesaret, hafıza ve zeka itibarıyla pek harika idi. Aynı derecede, belki daha ziyade olarak, halis ve muhlis idi. Tasannu ve tekellüften katiyen hoşlanmazdı. İstanbul’daki ikametgahının kapısında şöyle bir levha asılı idi: “Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz.

    İstanbul’da, grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç yaşında böyle bilaistisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet muknî ve beliğ ifade ve harika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevk ediyordu. Ve “Bediüzzaman” unvanına bihakkın layık görüyorlar ve bu fevkalade zatı, bir “nadire-i hilkat” olarak tavsif ediyorlardı.

    Hatta bu zamanlarda, Mısır Camiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahîd Efendi İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde, Kürdistan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul uleması, Şeyh Bahîd’den bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de bu teklifi kabul ederek, bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti, Ayasofya Camiinden çıkıp çayhaneye oturulduğunda, bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahîd Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman’a hitaben, “Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” der.

    Şeyh Bahîd Efendinin bu sualden maksadı, Bediüzzaman’ın şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpare-i zekasını tecrübe etmek değil, belki zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i alemdeki siyasetini anlamak idi.

    Buna karşı Bediüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu: “Avrupa, bir İslam devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak.”

    Bu cevaba karşı Şeyh Bahîd Hazretleri, “Bu gençle münazara edilmez; ben de aynı kanaatteyim. Fakat, bu kadar vecîz ve beliğane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hastır” demiştir.

    Tarihçe-i Hayatı, s. 46.

    Bediüzzaman, Kafkas Cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van’a çekildi. Van’ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van Kal’asında şehit oluncaya kadar müdafaaya katî karar verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Beyin ısrarıyla, Vastan kasabasına çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafına çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van’dan kaçan ahalinin mal ve çoluk çocuklarının düşman eline geçmemesi için otuz-kırk kadar kaçamamış asker ve bir kısım talebeleriyle o Kazaklara karşı koymuş ve hepsinin kurtulmasını sağlamıştır. Hatta, hücum eden Kazaklara dehşet vermek için, geceleyin onların üstündeki yüksek bir tepeye hücum tarzında çıkıyor; güya büyük bir imdat kuvveti gelmiş zannettirerek, Kazakları oyalayıp, ilerletmiyordu. Böylelikle, Vastan’ın Rus istilasından kurtulmasına sebep olmuştur.

    O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi Molla Habib ile, İşaratü’l-İ’caz namındaki tefsirini telif ediyordu. Bazan avcı hattında, bazan at üzerinde, bazan da sipere girdikleri zaman, kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. İşaratü’l-İ’caz’ın büyük bir kısmı bu vaziyette telif edilmiştir.

    Tarihçe-i Hayat, s. 94.

    Sonra Ruslar esir edip, Van, Celfa, Tiflis, Kiloğrif, Kosturma’ya sevk ederler.

    Ermeni fedaileri meşhurdur; hatta öyle rivayet ederler ki, “Fedailerin yüzleri, kızarmış kömür üstüne tutulup gözleri patlama derecesine gelse dahi, yine sır vermezler.” İşte Ruslar o zaman diyorlardı ki: “Bediüzzaman’ın gönüllüleri, Ermeni fedailerinin fevkindedir! Bunun içindir ki, bizim Kazaklarımızı imhada fazla muvaffak olmuşlardır.”

    Bediüzzaman’ı esirler kampına götürürler. Burada şu şekilde şayan-ı takdir bir hadise cereyan eder. Şöyle ki:

    Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında Bediüzzaman kumandana selam vermez ve yerinden kalkmaz; kumandan kızar. “Belki tanımamıştır” diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan, tercüman vasıtasıyla der: “Beni herhalde tanımadılar?”

    Bediüzzaman: “Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.”

    Kumandan: “Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus çarına hakaret ediyorlar.” Bediüzzaman: “Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman alimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakk’ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem” der.

    Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahim neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.

    Fakat Bediüzzaman, “Bunların idam kararı, benim ebedî aleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir” deyip, kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez.

    Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini ifadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek Bediüzzaman’dan özür dileyip, “O hareketinizin mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz” diyerek, verilen idam hükmünü geri aldırır.

    Tarihçe-i Hayatı, s. 103.

    Van’da, mezkur mağarada yaşamakta iken, Şarkta ihtilal ve isyan hareketleri oluyor.

    “Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir” diyerek, yardım isteyen bir zatın mektubuna,

    “Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’e hizmet etmiş ve çok velîler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir” diye cevap gönderiyor.

    Fakat, yine, hükümet Bediüzzaman’ı Garbî Anadolu’ya nefyediyor. Van’da mağaradan çıkarılıp Anadolu’ya hareket etmek üzere jandarmalarla sevk edilirken, yollara dökülüp, “Aman Efendi Hazretleri, bizi bırakıp gitme. Müsaade buyur, sizi göndermeyelim. Arzu ederseniz Arabistan’a götürelim” diye yalvaran silahlı gruplara, ahaliye ve ileri gelen zatlara, “Ben Anadolu’ya gideceğim, onları istiyorum” diyerek, hepsini teskin ediyor.

    Evvela Burdur vilayetine askerî muhafızlarla nefyediliyor. Burdur’da zulüm ve tarassudlar altında işkenceli bir esaret hayatı geçiriyor. Fakat, asla boş durmuyor; on üç ders olan Nurun İlk Kapısı kitabındaki hakîkatleri bir kısım ehl-i imana ders verip, gizli olarak kitap haline getiriyor. Bu hikmet cevherlerinin kıymetini takdir eden müştak ehl-i iman, el yazılarıyla bu kitabı çoğaltıyorlar.

    Nihayet, “Burada Said Nursî boş durmuyor, dinî musahabelerde bulunuyor” diye, gizli din düşmanları tarafından rapor tanzim ettiriliyor. Ve burada da, “Ücra bir köşede, mahrumiyetler, kimsesizlik ve gurbet hayatı içinde kendi kendine ölür gider” düşüncesiyle, dağlar arasında tenha bir yer olan Isparta vilayetine bağlı Barla nahiyesine gönderilmeye karar veriliyor.

    Bediüzzaman Said Nursî Burdur’da iken, bir gün o zamanın Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Mareşal Fevzi Çakmak Burdur’a geliyor. Vali, Mareşale, “Said Nursî hükümete itaat etmiyor; gelenlere dinî dersler veriyor” diye, şekvada bulunuyor. Mareşal Fevzi Çakmak, Bediüzzaman’ın ne kadar dahî ve ne kadar manevî büyük ve müstakîm bir zat olduğunu bildiği için, diyor ki:

    “Bediüzzaman’dan zarar gelmez; ilişmeyiniz, hürmet ediniz.”

    Sürgün edildiği bütün yerlerde Bediüzzaman aleyhinde cebirle, resmi kimseler vasıtasıyla, dehşetli propagandalar yaptırılarak, ehl-i imanın Üstad Bediüzzaman’a yaklaşmamaları ve dini derslerinden istifade etmemeleri için çok menfì gayretler sarf ediliyor. Fakat, Üstadın imanî derslerinin nüfuz ve kıymeti, ahali arasında kalbden kalbe sirayet ediyor ve eserlerine olan aşk ve muhabbet kalbleri istila ediyor.

    Tarihçe-i Hayat, s. 136.

    Risale-i Nurun Telifi ve Neşri

    Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri öyle müşkül ve ağır vaziyetler altında Risale-i Nur külliyatını telif ediyor ki, tarihte hiçbir ilim adamının karşılaşmadığı zorluklara maruz kalıyor. Fakat, sönmeyen bir azim, irade ve hizmet aşkına malik olduğu için yılmadan, yıpranmadan, usanıp bıkmadan, bütün kuvvetini sarf ederek emsalsiz bir sabır ve tahammül ve feragat-i nefs ile, bu millet ve memleketi komünizm ejderinden, mason afatından, dinsizlikten muhafaza edecek—eden ve etmekte olan—ve alem-i İslam’ı ve beşeriyeti tenvir ve irşadda büyük bir rehber olan bu harikulade Risale-i Nur eserlerini meydana getiriyor. Yüz otuz parça olan Risale-i Nur Külliyatının telifi yirmi üç senede hitama eriyor. Nur risaleleri, şiddetli ihtiyaç zamanında telif edildiğinden, her yazılan risale, gayet şifalı bir tiryak ve ilaç hükmünü taşıyor ve öyle de tesir edip pek çok kimselerin manevî hastalıklarını tedavi ediyor. Risale-i Nur’u okuyan her bir kimse, güya o risale kendisi için yazılmış gibi bir halet-i ruhiye içinde kalarak büyük bir iştiyak ve şiddetli bir ihtiyaç hissederek mütalaa ediyor. Nihayet öyle eserler vücuda geliyor ki, bu asır ve gelecek asırların bütün insanlarının imanî, İslamî, fikrî, ruhî, kalbî, aklî ihtiyaçlarına tam cevap verecek ve kafi gelecek Kur’anî hakikatler ihsan ediliyor.

    Risale-i Nur, Kur’an-ı Hakîmin hakiki bir tefsiridir. Ayetler, sırasıyla değil, devrin ihtiyacına cevap veren imanî hakîkatleri mübeyyin ayetler tefsir edilmiştir.

    Tefsir iki kısımdır: Biri ayetin ibaresini ve lafzını tefsir eder, biri de ayetin mana ve hakîkatlerini izah ile ispat eder. Risale-i Nur, bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarı ve en parlağı ve en mükemmeli olduğu, ehl-i tahkik ve tetkikten binlercesinin şehadetiyle ve tasdikiyle sabittir.

    Risale-i Nur’un telifi ve neşriyatı, şimdiye kadar misli görülmemiş bir tarzdadır. Bediüzzaman Said Nursî, kendi eliyle risaleleri yazıp teksir edecek derecede bir yazıya malik değildir; yarım ümmîdir. Bunun için katiplere süratle söyler ve süratle yazılır. Günde bir iki saat telifatla meşgul olarak on, on iki ve bir iki saatte yazılan harika eserler vardır.

    Tarihçe-i Hayat, s. 145.

    Risale-i Nur gittikçe inkişaf ettiğini, iman ve İslamiyet’in kuvvetlenmeye başladığını anlayan gizli din düşmanları, “Bediüzzaman; gizli cemiyet kuruyor, rejim aleyhindedir; rejimin temel nizamlarını yıkıyor” gibi uydurma ve hükümeti aldatıcı tertip ve ittihamlarla 1935 senesinde Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde, îdam kastıyla ve muhakkak surette mahkum edilmesi direktifiyle hakkında dava açtırılıyor. Bunun üzerine, Dahiliye Vekili ve Jandarma Umum Kumandanı, teçhiz edilmiş askerî bir kıt’a ile birlikte Isparta’ya geliyorlar. Isparta-Afyon yolu boyunca süvari askerleri yerleştiriliyor. Isparta vilayeti ve civan askerî birliklerle kontrol altında bulunduruluyor.

    Bir sabah vakti, masum ve mazlum Bediüzzaman inzivagahından çıkarılarak, talebeleriyle beraber, elleri kelepçeli olarak kamyonlarla Eskişehir’e sevk ediliyor. Yolda, Bediüzzaman ve talebelerine yakın bir alaka duyan Müfreze Kumandanı Ruhi Bey, kelepçeleri çözdürüyor. Bu suretle, namazlar kazaya bırakılmadan yola devam ediliyor. Hakîkati ve Bediüzzaman’ın masumiyetini idrak eden Müfreze Kumandanı, Bediüzzaman ve talebelerinin bir dostu olmuştur…

    Yüz yirmi talebesiyle Eskişehir Hapishanesine getirilen Said Nursî, tam bir tecrid-i mutlak içerisine alınarak, kendisine ve talebelerine dehşetli işkenceler tatbikine başlanıyor. Bediüzzaman Said Nursî, kendisine yapılan bu işkence ve azaplara rağmen, Otuzuncu Lem’a ve Birinci ve İkinci Şuaları telif ediyor. Hapisteki birçok kimseler Üstad Bediüzzaman hapse girdikten sonra ıslah-ı nefs ederek mütedeyyin bir hale geliyorlar.

    Gizli dinsizler, Isparta havalisinde “Bediüzzaman ve talebeleri îdam edilecek” diye propagandalar yaptırarak, korku ve dehşet saçıyorlar. Diğer taraftan Bediüzzaman’ın hapse konulmasından mütevellid muhtemel bir isyan hareketinin vukuundan korkan istibdat ve ceberut devrinin hükümet reisi, Şark vilayetlerine seyahate çıkıyor.

    Halbuki, Bediüzzaman, ömrü boyunca müsbet hareket etmeyi düstur edinmiş, “Birkaç adamın hatasıyla yüzer adamların zarar görmesine sebep olunamaz” demiştir. Bunun içindir ki, yapılan o kadar gaddarane zulümler esnasında bir tek hadise meydana gelmemiş ve Bediüzzaman Said Nursî, talebelerine daima sabır ve tahammül ve yalnız iman ve İslamiyet’e çalışmayı tavsiye etmiştir. Ve bu gibi evhamların dinsizlik hesabına, maksad-ı mahsusla husule getirildiğini herkes anlamıştır.

    Bediüzzaman, yüz yirmi talebesiyle beraber 1934’te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk ediliyor. Ani yapılan araştırmalarla elde edilen bütün risale ve mektuplar meydanda olduğu halde, mahkumiyetlerini intac edecek bir delile rast gelinememiş ve neticede kanaat-i vicdaniye ile keyfì bir surette Said Nursî’ye on bir ay; ve on beş arkadaşına da altışar ay ceza vererek, mütebakî kalan yüz beş kişiyi beraat ettirmiştir. Halbuki isnad edilen suç sabit olsaydı, Bediüzzaman Said Nursî’nin îdamına ve arkadaşlarının da hiç olmazsa ağır hapsine hükmedilecekti. Nitekim, bu yersiz karara Bediüzzaman îtiraz etmiş ve bu cezanın bir beygir hırsızına veya bir kız kaçırıcısına layık olduğunu belirterek, kendisinin ya beraatına veya îdamına veyahut yüz bir sene hapse mahkumiyetine hükmedilmesini ısrarla istemiştir.

    Tarihçe-i Hayat, s. 192.

    Bediüzzaman Said Nursî, Eskişehir hapsinden çıktıktan sonra, Kastamonu vilayetine nefyediliyor. Uzun bir müddet polis karakolunda ikamete mecbur edildikten sonra, karakolun tam karşısında, daimî bir tarassud altında olan bir eve yerleştiriliyor. Orada, sekiz sene ağır bir istibdat ve göz hapsi altında bir sürgün hayatı geçirtiliyor. Fakat o, katiyen boş durmuyor, neşr-i envar-ı Kur’aniyeye gizli olarak devam ediyor. Bilhassa İnebolu’da çok fedakar ve faal talebeleri yetişiyor. Aynen Isparta talebeleri gibi, şevkle Risale-i Nur’u yazmaya ve etrafa perde altında neşretmeye başlıyorlar. Karadeniz havalisinde de, Risale-i Nur eserleri böylece büyük bir rağbet görmeye başlıyor.

    Tarihçe-i Hayat, s. 248.

    Üstad Bediüzzaman’ın İkinci Dünya Harbi Esnasında Yazdığı Mühim Bir Mektup

    Şiddet-i şefkat ve rikkatten ve bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musîbet-i beşeriyeden bîçarelere gelen felaketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki; böyle musîbetlerde kafir de olsa, hakkında bir nevî merhamet ve mükafat vardır ki, o musîbet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musîbet-i semaviye masumlar hakkında bir nevî şehadet hükmüne geçiyor. Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiç haberim yokken Avrupa ve Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

    O musîbet-i semavîden zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felaketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi, büyük mükafat-ı maneviyeleri, o musîbeti hiçe indirir. On beşten yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükafatı büyüktür; belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü, ahirzamanda madem fetret derecesinde din ve dîn-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lakaydlık perdesi gelmiş ve madem ahirzamanda Hazret-i İsa’nın (a.s.) dîn-i hakîkisi hükmedecek, İslamiyetle omuz omuza gelecek; elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumlarının çektikleri felaket, onlar hakkında bir nevi şehadettir, denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musîbet çekiyorlar. Elbette o musîbet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber; yüz derece onlara kardır diye hakîkatten haber aldım. Cenab-ı Erhamürrahimine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elemden ve şefkatten tesellî buldum.

    Eğer o felaketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan alemine ateş veren hodgam, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

    Eğer o felaketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise; elbette o fedakarlığın manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür, o musîbeti onlar hakkında medar-ı şeref.yapar, sevdirir.

    Said Nursî
    Tarihçe-i Hayat, s. 259.

    Risale-i Nur’un neşriyat ve fütuhat dairesi gittikçe genişliyor. İştiyakla Nurları okuyanlar günden güne ziyadeleşiyor. Risale-i Nur’daki harika kuvvet ve tesiratın neticesini müşahede eden gizli İslamiyet düşmanları yine bir entrika çevirip Risale-i Nur’a ve müellifi Bediüzzaman’a su-i kastla, “Bediüzzaman gizli cemiyet kuruyor, halkı hükümet aleyhine çeviriyor, inkılapları kökünden yıkıyor, Mustafa Kemal’e deccal, süfyan, din yıkıcısı diyor, bunu hadîslerle ispat ediyor” gibi bir sürü bahaneler ve planlarla ittiham edilerek, Kastamonu’dan Denizli Ağır Ceza Mahkemesine yüz yirmi altı talebesiyle beraber 943 senesinde sevk ediliyor.

    Sonra, Risale-i Nur Külliyatında siyasî bir mevzu olup olmadığını tetkik için, birkaç memurdan müteşekkil bir ehl-i vukuf teşkil edilerek, müsadere edilen Nur Risaleleri ve mektuplar tetkike başlanınca, Bediüzzaman, “Bu vukufsuz ehl-i vukuf, Risale-i Nur’u tetkik edemez. Ankara’da yüksek, ilmî bir ehl-i vukuf teşkil ettirilsin, Avrupa’dan feylesoflar getirilsin; eğer onlar bir suç bulurlarsa, en ağır cezaya razıyım” der. Bunun üzerine Risale-i Nur Külliyatı ve bütün mektuplar, Ankara’da profesörler ve yüksek alimlerden mürekkeb bir ehl-i vukufa satır satır tetkik ettirilir.

    Ehl-i vukuf tarafından, “Bediüzzaman’ın siyasî bir faaliyeti yoktur. Onun mesleğinde cemiyetçilik ve tarikatçılık mevcud değildir. Eserleri ilmî ve imanidir; Kur’an’ın bir tefsiridir” diye rapor veriliyor. Mahkemeye verilişindeki ittihamlar, delilsiz ve ispatsız olduğu için, birtakım uydurma bahane ve tertiplerden ibaret olduğu anlaşılıyor.

    Neticede Bediüzzaman büyük bir müdafaa yapıyor. Nihayet, mahkeme ittifakla 16/6/944 tarih ve 199/136 sayılı beraat kararını veriyor. Yüz otuz parça Risale-i Nur Külliyatının hepsine serbestiyet verip, sahiplerine tamamen iade ediyor. Beraet kararını, Temyiz Birinci Ceza Dairesi, 30/12/1944 tarihli ilamla ittifakla tasdik edip, Risale-i Nur davasının hakkaniyeti kaziye-i muhkeme halini alıyor.

    Bediüzzaman Said Nursî ve talebelerinden bir kısmı, hapiste dokuz ay kaldıktan sonra beraat kararı üzerine tahliye ediliyor. Fakat, Said Nursî Hazretlerini hapishanede zehirliyorlar; ölüm tehlikesi geçiriyor. Cenab-ı Hakkın inayetiyle kurtuluyorsa da, tarihte hiçbir kimseye yapılmayan zulüm, işkence ve ihanetlere maruz bırakılıyor.

    Bediüzzaman, gizli dinsiz münafıkların tahrikatıyla girdiği bütün mahkemelerde olduğu gibi, bu idam planıyla verildiği mahkemede de hak ve hakikati pervasızca ve ölümü hiçe sayarak haykırıyor.

    Üstad Bediüzzaman, Denizli hapsinde Meyve Risalesi’ni telif etmiştir. Bu risale, bilahare Asa-yı Musa mecmuasının başında neşredilmiştir. Meyve Risalesi’ni iki Cuma gününde telif etmiştir. Hapishanede bulunan bütün Nur Talebeleri ve diğer mahpuslar, Meyve Risalesi’ni yazmışlar, o risalenin hakîkatleriyle iştigal etmişlerdir. Hapishaneye kağıt sokulmuyordu. O eser, gizlice yazılmıştır. Hatta, kibrit kutusuna yazmışlar ve bu gibi şartlar altında çalışmışlardır.

    Tarihçe-i Hayat, s. 349, 350.

    Said Nursî, Denizli’de iki ay kaldıktan sonra, Afyon vilayetinin Emirdağ kazasında ikamete memur edilir. Emirdağ’ına 1944 senesi Ağustos ayında nefyedilir. İlk önce, on beş gün kadar bir otelde kalır, sonra kira ile bir eve yerleşir. Ev kirasını da kendisi verir.

    Emirdağ’ındaki hayatı şöyle hulasa olunabilir:

    Daimî tarassud altındadır. Mahkemeden beraat kazanması ve eserlerinin iade edilmesine rağmen, serbest bırakılmış değildir. Eskisinden daha ziyade kontrol ve mütemadiyen pencere ve kapısından nezarete maruzdur. Mektuplarında da beyan ettiği gibi; Denizli hapsinin bir aylık sıkıntısını, bazen bir günde Emirdağ’ında çekiyordu. Üstada yapılan bed muameleler ve takınılan tavır, Emirdağ ahalisince yakından bilinmektedir.

    Denizli Mahkemesinin beraatı üzerine, mahkeme eliyle Nurların intişarına ve Said Nursî’nin hizmet-i îmaniyesine set çekemeyen gizli dinsizlik komiteleri, bu defa başka yollardan, idarî makamları evhamlandırıp aleyhe geçirerek, hatta imhasına kadar çalışıyorlardı. Bu plan katî idi.

    Bir bekçi, kapısı önünden ayrılmazdı. Üstad ile görüşebilmek pek müşküldü. Emirdağ’ında ilk defa Üstadla yakından alakadar olan Çalışkan’lar hanedanı, kasabalarına nefyedilen bu alim ve fazıl ihtiyar zata yakından dostluk göstermişler, hizmetine koşmuşlar, sırf lillah için olan bu irtibatlarını su-i tefsir edenlerin yalan ve tezviratına aldırmayarak, alakalarını gevşetmemişlerdi. Çalışkan’larla beraber Emirdağ’ında birçok sadık mü’minler Nura talebe olmuşlar, Üstadın hizmet-i Nuriyesine iştirak etmişler, Nur Risalelerini okuyup yazmaya ve etrafa neşre başlamışlardı. Üstadın Emirdağ’ında ikametinden sonra, Risale-i Nur’un dersleriyle halkın mühim bir kısmının ilim, iman, ahlak ve fazîlet bakımından terakkî ettiği herkesçe malum olduğu gibi, resmî zatların ikrarıyla da sabittir.

    Tarihçe-i Hayat, s. 399, 400.

    Bediüzzaman ve Risale-i Nur

    Risale-i Nur Nedir ve Nasıl Bir Tefsirdir?

    Kur’an’ın hakîkatlerini müsbet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve ispat eden Risale-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mesele olan “Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatleri nedir?” gibi suallerin cevabını vazıh ve kat’i bir şekilde, çekici bir üslup ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.

    Yirminci asrın Kur’an felsefesi olan bu eserler, bir taraftan teknik, fen ve sanat olarak maddiyatı, diğer taraftan iman ve ahlak olarak maneviyatı cami ve havi olacak Türk medeniyetinin, sadece maddiyata dayanan sair medeniyetleri geride bırakacağını da ispat ve ilan etmektedir.

    Ecdadımızın bir zamanlar kalplerinde yerleşen iman ve itikat cihetiyle zemin yüzünde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla mukabele etmesi, İslamiyet ve kemalat-ı maneviyenin bayrağını Asya, Afrika ve yarı Avrupa’da gezdirmesi ve “Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim” deyip ölümü gülerek karşılayarak müteselsil düşman hadisata karşı dayanması gibi milletçe medar-ı iftihar ali seciyemizin bugün biz gençlerde inkişafı, vatan ve millet menfaati bakımından ve istikbalimizin selameti noktasından ne derece elzem olduğu malumdur. Mutlaka her hareket ve hizmette maddî bir ücret ve şahsî menfaatler mülahaza etmek, Türk’ün millî tarihinin şeref ve haysiyeti ile kabil-i telif olamaz. Bizler, ancak rıza-i İlahî için çalışıyoruz. Bizzat hizmetinde bulunmakla aldığımız telezzüz, kardeş ve vatandaşlarımıza, İslamiyet’e ve insaniyete yardımda bulunabilmek mazhariyetinden gelen ebedî hayatımıza ait sürur ve ümit, bizim bu babda aldığımız ve alacağımız yegane hakîki mukabele ve ücrettir.

    Risale-i Nur Nasıl Bir Tefsirdir?

    Tefsir iki kısımdır:

    Birisi: Malum tefsirlerdir ki, Kur’an’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve ispat ederler.

    İkinci kısım tefsir ise, Kur’an’ın îmanî olan hakîkatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Zahir malum tefsirler, bu kısmı bazan mücmel bir tarzda dercediyorlar; fakat, Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları da susturan bir manevî tefsirdir.

    Risale-i Nur sübjektif nazariye ve mütalaalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur’an’ın hakîkatlerini rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip, insaniyetin istifadesine arz edilen bir külliyattır.

    Risale-i Nur, Kur’an ayetlerinin nurlu bir tefsiri: Baştan başa iman ve Tevhid hakîkatleriyle müberhen. Her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış. Müsbet ilimlerle mücehhez. Vesveseli şüphecileri ikna ediyor. En avamdan en havassa kadar herkese hitap edip, en muannid feylesofları dahi teslime mecbur ediyor.

    Risale-i Nur, nurlu bir külliyat. Yüz otuz eser; büyüklü küçüklü risaleler halinde. Asrın ihtiyaçlarına tam cevap verir. Aklı ve kalbi tatmin eder. Kur’an-ı Kerîm’in yirminci asırdaki lafzî değil, manevî tefsiri.

    İspat ediyor akla gelen bütün istifhamları, zerreden güneşe kadar iman mertebelerini, vahdaniyet-i İlahiyeyi, nübüvvetin hakîkatini…

    İspat ediyor arz ve semavatın tabakatından, melaike ve ruh bahsinden, zamanın hakîkatinden, haşir ve ahiretin vukuundan, Cennet ve Cehennemin varlığından, ölümün mahiyet-i asliyesinden ebedî saadet ve şekavetin menbaına kadar. Akla gelen ve gelmeyen bütün îmanî meseleleri, en katî delillerle aklen, mantıken, ilmen ispat ediyor. Pozitif ilimlerin müşevviki. Riyazî meselelerden daha katî delillerle aklı ve kalbi ikna edip, merakları izale eden bir şaheser…

    Az miktarda bastırılabilen, hiçbir ticarî gaye ve zihniyetle çalışılmayarak bayilere dahi verilmeyen bu eserlerin geliri, mütebaki eserlerin tab’ına hasredilecektir.

    Büyük bir titizlik ve hassasiyetle üzerinde durduğumuz mühim bir husus da, Risale-i Nur’un layık ellere geçmesi ve onun hakîki fiyatı olarak en az yirmi beş kişinin istifade etmesinin temin edilmesidir.

    Bu manevî tefsir, Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar diye dört büyük kısımdan müteşekkil olup, yekunu yüz otuz risaledir.

    Neşrinde çalışanlar
    Tarihçe-i Hayatı, s. 592, 593.

    Umum Nur Talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir.

    Aziz kardeşlerim,

    Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

    Mesela, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hadiselerle sabit olmuş. Mesela, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlahiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselam gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.

    Evet, mesela seksen bir hatasını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umuminin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

    Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. düsturu ile—ki “Bir cani yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz”—işte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkur ayetin düsturuyla vazifemiz, dahildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, alem-i İslam’da asayişi ihlal edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakk’a aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”

    Ben de Celaleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir” deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’an’dan ders almışım.

    Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dahildeki hareket, müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark pek azîmdir.

    Bir mesele daha var; o da çok ehemmiyetlidir. Hükm-ü Kur’ana göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin icabatından olarak hacat-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla, hacat-ı gayr-ı zaruriye, hacat-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Ahirete iman ettiği halde, “Zaruret var” diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı ahirete tercih ediyor.

    Kırk sene evvel, bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hatta hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler:

    “Biz şimdi mecburuz. (Zaruretler haramı helal edebilir) kaidesiyle, Avrupa’nın bazı usullerini medeniyetin icaplarını taklide mecburuz” dediler.

    Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zaruret su-i ihtiyardan gelse, kat’iyen doğru değildir; haramı helal etmez. Su-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamışsa zararı yok. Mesela; Bir adam su-i ihtiyarıyla haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa, hüküm aleyhine cari olur, mazur sayılmaz, ceza görür. Çünkü, su-i ihtiyarıyla bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup çocuk cezbe halinde birisini vursa, mazurdur. Ceza görmez. Çünkü ihtiyarı dahilinde değildir.”

    İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: “Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler haramı helal etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuşsa, mutlak zaruret olmadığı ve su-i ihtiyardan geldiği için, haramı helal etmeye sebep olamaz. Kanun-u beşerî de bu noktaları nazara almış ki, ihtiyar haricinde zaruret-i kat’iye ile, su-i ihtiyardan neş’et eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlahîde ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.”

    Bununla beraber zamanın ilcaatıyla zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek “Zaruret var” zannıyla hareket eden o biçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dahilde sarf etmiyoruz. Biçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara karşı dayandığım, zerre kadar fütur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak olduğum halde, şimdi milyonlar Nur talebesi olduğu halde, yine müsbet hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.

    Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.

    Risale-i Nur’un neşri her tarafta kanaat-i tamme verdi ki, Demokratlar dine taraftardırlar. Şimdi bir Risaleye ilişmek, vatan, millet maslahatına tamamen zıttır.

    Bir mahrem risale vardı ki, o mahrem risalenin neşrini men etmiştim. “Öldükten sonra neşrolunsun” demiştim. Sonra mahkemeler alıp okudular, tetkik ettiler, sonra beraat verdiler. Mahkeme-i Temyiz o beraatı tasdik etti. Ben de bunu dahilde asayişi temin için ve yüzde doksan beş masuma zarar gelmemesi için neşredenlere izin verdim. “Said, meşveretle neşredebilir” dedim.

    Üçüncü mesele: Şimdi küfr-ü mutlak, öyle cehennem-i manevî neşrine çalışıyor ki, kainatta hiçbir kafir ona yanaşmamak lazım geliyor. Kur’an’ın “rahmeten lil’alemîn” olduğunun bir sırrı budur ki: Nasıl Müslümanlara rahmettir; ahirete iman, Allah’a iman ihtimalini vermesiyle de, bütün dinsizlere ve bütün aleme ve nev-i beşere rahmet olmasına bir nükte, bir işarettir ki, o manevî cehennemden dünyada da onları bir derece kurtarmış. Halbuki şimdi fen ve felsefenin dalalet kısmı, yani Kur’an’la barışmayan, yoldan çıkmış, Kur’an’a muhalefet eden kısmı, küfr-ü mutlakı komünistler tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşistliği netice verecek bir surette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit dinsiz siyasetçiler vasıtasıyla neşir ile aşılanmaya başlandığı için, şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil değildir, yaşamaz. “Dinsiz bir millet yaşamaz” hükmü bu noktaya işarettir. Küfr-ü mutlak olduğu zaman, hakikat-i halde yaşanmaz. Onun için, Kur’an-ı Hakîm, bu asırda bir mucize-i maneviyesi olarak Risale-i Nur şakirtlerine bu dersi vermiş ki, küfr-ü mutlaka, anarşistliğe karşı sed çeksin. Hem çekmiş. Evet Çin’i, hem yarı Avrupa’yı ve Balkanları istila eden bu cereyana karşı bizi muhafaza eden Kur’an-ı Hakîmin bu dersidir ki, o hücuma karşı sed çekmiş, bu suretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur.

    Demek bir Müslüman mümkün değil, başka bir dine girip ya Hıristiyan ve Yahudi, hususan Bolşevik gibi olmak… Çünkü, bir İsevi, Müslüman olsa, İsa Aleyhisselamı daha ziyade sever. Bir Musevî, Müslüman olsa, Musa Aleyhisselamı daha ziyade sever. Fakat bir Müslüman, Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemalata medar hiçbir halet kalmaz. Vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur.

    Onun için, Cenab-ı Hakka şükür, Kur’an-ı Hakîmin işarat-ı gaybiyesi ile, kahraman Türk ve Arap milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtaracak bir mucize-i Kur’aniyenin Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara başlamış. Ve on altı sene evvel 600 bin adamın imanını kurtardığı gibi, şimdi milyonlardan geçtiği sabit olmuş.

    Demek Risale-i Nur, beşeri anarşistlikten kurtarmaya bir derece vesile olduğu gibi, İslam’ın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arabı birleştirmeye, bu Kur’an’ın kanun-u esasîlerini neşretmeye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.

    Madem bu zamanda küfr-ü mutlak Kur’an’a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta Cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünkü, ölüm madem öldürülmüyor. Her gün beşerde otuz bin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka düşenlere, yahut taraftar olanlara, hem şahsın idam-ı ebedîsi ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının da idam-ı ebedîsi olarak düşündüğü için, Cehennemden on defa daha fazla dehşetli cehennem azabı çeker. Demek o cehennem azabını küfr-ü mutlakla kalbinde duyuyor. Çünkü, her bir insan akrabasının saadetiyle mesut, azabıyla muazzep olduğu gibi Allah’ı inkar edenlerin itikadlarınca bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azaplar geliyor. İşte bu zamanda, bu dünyada bu manevî cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var. O da Kur’an-ı Hakîmdir. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mucize-i maneviyesi olan Risale-i Nur eczalarıdır.

    Şimdi Allah’a şükrediyoruz ki, siyasî partiler içinde bir parti, bir parça bunu hissetti ki, o eserlerin neşrine mani olmadı; hakaik-i imaniyenin dünyada bir cennet-i maneviyeyi ehl-i imana kazandırdığını ispat eden Risale-i Nur’a mümanaat etmedi, neşrine müsaadekar davrandı, naşirlerine de tazyikattan vazgeçti.

    Kardeşlerim, hastalığım pek şiddetli; belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan-bazan men olduğum gibi-men edileceğim. Onun için benim Nur ahiret kardeşlerim, “ehvenüşşer” deyip bazı biçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil… Çünkü dahilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekardır; “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha “azamüşşer”den kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.

    Hem dahildeki cihad-ı manevî, manevî tahribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil, manevî hizmetler lazımdır. Onun için, ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok… Mesela, bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hatta otuz senede hapisler de, tazyikler de olduğu halde, hakkımı helal ettim. Ve azaplarına mukabil, o biçarelerin yüzde doksan beşini tezyif ve itirazlara, zulümlere maruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki, ayeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvaya hakları yoktur.

    Hatta bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamlarıyla bizi, yetmiş kişiyi mahkum etmek için su-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mana vererek seksen yanlışla beni mahkum etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi, en ziyade hücuma maruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müdde-i umumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: “Bu müdde-i umumînin kızıdır.” O masumun hatırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler, o Risale-i Nur’un, o mucize-i maneviyenin intişarına, ilanına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılap etti.

    Kardeşlerim, belki ben öleceğim. Bu zamanın bir hastalığı daha var; o da benlik, enaniyet, hodfuruşluk, hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle geçirmek iştahı, tiryakilik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un Kur’an’dan aldığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfuruşluğu terk etmek lüzumudur. Ta ihlas-ı hakikî ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakka şükür, o azamî ihlası kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i imaniyeye feda eden çoktur. Hatta Nurun biçare bir şakirdinin düşmanları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek çoğaldığı için, rahmet-i İlahiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar isabet-i nazar hükmüne geçip onu incitiyor. Hatta musafaha etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor.

    “Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu. “Madem milyonlar kadar arkadaşların var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”

    Cevaben dedi: “Madem mesleğimiz azamî ihlastır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, baki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek azamî ihlasın iktizasıdır. Mesela, harp içinde, avcı hattında, düşmanın top gülleleri arasında Kur’an-ı Hakîmin tek bir ayetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habib katibine ‘Defteri çıkar’ diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’an’ın bir harfinin, bir nüktesini düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.”

    O kardeşimize sorduk: “Bu acip ihlası nereden ders almışsın?”

    Demiş: İki noktadan…

    Birisi: Alem-i İslamiyetin en acip harbi olan Bedir Harbinde, namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumuyla beraber mücahidlerin yarısı silahını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rek’at sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i Alem Aleyhissalatü Vesselam bir hadis-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harpte bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek en büyük bir hadise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı mutlakın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak, biz de ruh ve canımızla ittiba ediyoruz.

    İkincisi: Kahraman-ı İslam İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Celcelutiyenin çok yerlerinde ve ahirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum manası hatırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuru ile namazdaki huzuruna mani olunmamak için, bir muhafız ifriti dergah-ı İlahîden niyaz etmiş.

    İşte bu biçare, ömrü bu zamanda hodfuruşluk içinde yuvarlanan biçare kardeşiniz de, hem sebeb-i hilkat-ı alemden, hem kahraman-ı İslam’dan bu iki küçük nükteyi ders aldım. Ve bu zamanda çok lazım olan Kur’an’ın esrarına ehemmiyet vermekle, harp içinde ruhunun muhafazasını dinlemeyerek, Kur’an’ın bir harfinin bir nüktesini beyan etmiş.

    Said Nursî
    Emirdağ Lahikası, s. 455-460.