Köprü Anasayfa

Bediüzzaman Özel Sayısı

"Bahar 2000" 70. Sayı

  • Risâle-i Nur’un Etrafından Risale-i Nur’un İçine

    Metin tahlilleri için bir yöntem önerisi

    Senai Demirci

    Risale-i Nur, üzerindeki yoğun ve sürekli çalışmalar kadar, etrafındaki derin önyargılar, sorgulanmamış tavırlar ve adı konmamış çekincelerle de biliniyor. Risale-i Nur’a muhatap olanların bu eser etrafında bir meslek tarzı, bir diğer ifadeyle, kendi kuralları olan bir “sülûk” metodu geliştirmiş olmaları, Risale-i Nur’un bu zamandaki en ayırıcı özelliği sayılabilir. Bu yüzden “Risale-i Nur” deyince sırf yazılı eserler anlaşılmıyor; kimilerinin öteden beri mesafeli ya da yakın durduğu, sevimsiz ya da sevimli bulduğu bir hayat tarzı kodu algılanıyor. Bu durum Risale-i Nur üzerindeki çalışmaların kapsamını ve içeriğini belirsizleştirdiği kadar, Risale-i Nur etrafındaki önyargı, tavır ve çekincelerin çözümünü de müşkülleştiriyor. Sözgelimi, Şerif Mardin’in Bediüzzaman Said Nursi Olayı’nda görüldüğü gibi Risale-i Nur adına dillendirilen ya da Risale-i Nur cemaatleri içinde yaşanan kimi bakış ve söylem sorunları Risale-i Nur eserlerine atfedilebiliyor. Söz konusu eserin Risale-i Nur’un diline dair saptamaları ne kadar eser kaynaklı ise, Risale-i Nur’u ‘pozitivist’ ilan eden yorumları o kadar eserden bağımsızdır, bir de facto nitelemedir. Bununla beraber, eser, adındaki Olayı ekinden anlaşılabileceği gibi, bir sosyolog gözüyle Bediüzzaman Said Nursi etrafında gelişen olayı irdelemektedir ve eser kaynaklı/eser etrafında gelişen ayırımını yapmaması yerinde sayılabilir.

    Halen “Risale-i Nur Işığında”, “Bediüzzaman Said Nursi’ye Göre” gibi üst başlıklı çalışmaların Risale-i Nur’un terminolojik ayırımlarının, kavramsal yapılanmalarının ve üstü kapalı ya da açık olarak bildirilen özel söylemlerin inceliklerine riayet etmekten henüz uzak düşmelerinin yanı sıra, yazarlarının özel meşrebini ve tercihlerini tamamen Risale-i Nur’a hamletme ya da maletme eğilimi taşıması ve/ya da bu tür bir algılamaya meydan vermesi salt eserin yorumlanmasında karşılaşılan karışıklığı daha da derinleştirmektedir.

    Aslında, zihinlerde henüz kâğıda dökülmemiş, eser kaynaklı/eser etrafında gelişen ayırımı yapma ihtiyacı duymayan bir Bediüzzaman Said Nursi Olayı yaklaşımı hükmetmektedir. Bu bağlamda, Risale-i Nur etrafında oluşan bakış sorunlarının önemli ve çarpıcı bir kaynağı da, Risale-i Nur cemaatlerinin (hiç şüphesiz, olması gereken) siyasi tercihlerinin abartılı bir dozda sunumu ve/ya da algılanmasıdır. Özellikle, Risale-i Nur’u okumanın gerekliliğine inanan ya da en azından dillendiren kesimlerin önündeki en görünür engel Risale-i Nur’u okumanın onun “müştemilâtı”nı (yani, aşina oldukları bir cemaatin ya da cemaat üyesinin siyasî tercihlerini, “sülûk” tarzını, hususi meşrebini ve hatta giyim biçimini vs.) başından ya da en sonunda benimsemek anlamına geldiğini düşünmeleridir. Gerçekte, Risale-i Nur okuma eylemi bu kadar önşartlı bir şey olmadığı gibi, hiç kimseye hayat tarzına dair verili bir seçenek dayatıyor da değildir; aksine ‘iman’ı geliştirmeyi ‘hayat’ı biçimlendirmeden öne koyarak, Risale-i Nur, okuyucusuna kendi hayatına dair kendisinin seçenekler sunmasına kapı açar. Daha açık ifadeyle, kimsenin Risale-i Nur okumak için önceden bir “Nurcu gibi” olmak mecburiyeti olmadığı gibi, Risale-i Nur okumanın kendisini, kaçınılmaz biçimde, herhangi bir “Nurcu” tipine doğru biçimlendireceğini beklemesi gerekmiyor.

    Bu girişin amacı, makalenin, Risale-i Nur adlı eserin, etrafında oluşmuş sempati ve antipati hâlesinden bağımsız olarak, eserin kendisi üzerinde görüş geliştir(ilebil)eceğini belirtmektir. Böylece, olabildiğince belirlenmiş ve tanımlanmış bir noktadan, yani yazılı bir metin üzerinden hareket ederek, niha i tahlilde Risale-i Nur etrafındaki ve/ya da Risale-i Nur adına yaşana/söylenegelenleri de yorumlayabilecek bir bakışı birlikte ve yeniden inşa edebiliriz. Makalede, Risale-i Nur’un kendisiyle ve etrafıyla ilgili bakış sorunlarının şimdilik sistematik olmayan bir sıralaması veriliyor ve her biri üzerinde tartışma zemini olabilecek argümanlar geliştirilmeye çalışılıyor.

    Risale-i Nur’un Yerini Farketmek

    Risale-i Nur, geçmişin birikiminden bağımsız ve kopuk bir eser değildir. İslam düşüncesinin devamlılığı içinde bir yeri vardır, öteden beri gelen tartışmaların, bakışların buluştuğu, barıştığı, birleştiği bir kitaptır. Risâle-i Nur’un ne söylediğini kavramak için, onun İslâm düşünce tarihi içindeki konumu iyi bilinmelidir. Bunun için, Risale’nin klasik eserlerle ve alimlerle irtibat noktalarının, komşuluklarının farkedilmesi ve açılması gerekiyor. İslam âlimlerinin tartışageldiği ve dünya düşünce tarihinde yer etmiş varoluş problemlerinin hepsinin bir çıkış noktası var. Öyleyse Risale-i Nur öteden beri gelen problemleri nasıl ele alıyor, bunlara nasıl bir çözüm öneriyor? Sözgelimi, İşarâtü’l İ’caz’da Mutezile ve Cebriye ihtilafının Ehl-i Sünnet mesleğini tarif için kullanılması, Mektubat’ta, Şia, ‘velayet’ ve ‘hilafet’ şubelerine ayrılarak ihtiyatlı ve dengeli bir yaklaşımın sunulması, hem bugüne kadar gelen çizgi içinde bir kırılmayı işaretliyor (ki bu Risale’nin ‘tecdid’ görevini ispatlar) hem de geçmişe yönelik derli-toplu bir bakış açısı sunuyor (bu da Risale’nin hakkıyla okunması için sair İslam eserlerine bigâne kalınmaması gereğini hatırlatır). Niha i tahlilde, klasik eserlerden ve düşünce tarihindeki sorunlardan habersiz olduğumuzda, Risale-i Nur’un sunduğu cevapları, sorusunu sormadan, deyim yerindeyse, heyecansız olarak alıyoruz.

    Risale’nin hem yenilenmeyi içeren ama hem de klasik eserlerin birikimini göz ardı etmeyen duruşu, okuyucuya, yerinde bir benzetmeyle, hem kanat hem de ayak verir. Risale-i Nur, bugüne kadar gelen düşünce sorunlarına bakan derin ve rahat bir açı sağladığı için okuyucusuna uçacak kanatlar verir. Diğer taraftan, okuyucu, Risale-i Nur’un dilinin 1400 yıllık İslam düşüncesi içindeki yerini farkettiği için de, okuduğu metni ayakları yere basarak yorumlar. Hem geçmişe yönelik, hem de şimdiyi kavramaya yönelik bu farkındalık, Risale’yi okumaya derinlik verirken, okuyucunun eline klasik eserlere ve ulemaya muhatap olmada rehberlik edecek özel bir kavram haritası verir. Bu cümleden, “Risale’den başka eserleri okumamak” ifadesinin de taassubi bir yorumdan azade kılınması gerekir. Eğer Risale’nin sair eserler için de bir kılavuz olma misyonunu farkedersek, “Risale okuyan biri her kitabı okumuş olur” diyebiliriz. Çünkü, meselâ Mevlânâ’nın Mesnevi’sini anlamak için, Şeyh Abdülkadir-i Geylanî’nin ve Muhyiddin-i Arabî’nin eserlerini yorumlamak için en iyi, en anlaşılır ve en uygun anahtarlar Risale’de bulunmaktadır. Buna göre, bir Risale-i Nur okuyucusu Risaleye aşinalık kazandıkça, sair İslâm eserlerine nüfuzunun arttığını görebilir. O halde, en iyi Mesnevî okuyucusu hatta şarihi bir Risale okuyucusu olabilir. Muhyiddin-i Arabî’nin düşüncelerini muvazenesiyle anlamak ve sunmak herkesten önce bir Risale-i Nur okuyucusuna düşüyor olmalıdır.

    Risale-i Nur’un Dilini Çözmek

    Risale-i Nur etrafında oluşan önyargıların en görüneni ve en başta geleni dilinin “ağır” olduğudur. Risale-i Nur’u elinde lügatle okumaya başlayan ve zaman zaman hâlâ lügat kullanma ihtiyacı duyan bu makalenin yazarı da bu “ağır”lığın farkındadır. Risale-i Nur, elbetteki sıradan bir okuyucunun hemen nüfuz edebileceği kelimeler üzerine kurulu değildir. Çünkü, Risale-i Nur sıradan bir okuyucuya, kendisini sıra dışı okuyucu yapabilecek bir metin sunar. Bu metnin ağırlığı kasıtlı bir ağırlıktır. Sorun bu ağırlığın yüklenmeye değer olup olmadığıdır.

    Risale metnindeki ağır dil, eserin yazıldığı yılların bir artefaktı, bir kalıntısıysa, bu ağırlık çekilmeye değmez olmalıdır. Yazarının hiç farkında olmaksızın, özel bir tercih yapmaksızın, tarihsel olarak, yaşadığı zaman diliminin dilinde kaleme aldığı bir metni, okuyucunun da kendi zaman dilimindeki kelimelerle ifadelendirme hakkı olabilir. Yazarın yazdığı zaman diliminde alışkanlıkla kullandığı kelimelerin yerine, okuyucu kendi zamanında kendisinin alışkın olduğu kelimeleri koyabilir. Burada tarihsel bir sorun vardır; sorun zamanın geçmesiyle ortaya çıkmıştır ve yeni zamanın şartlarında çözümlenebilir.

    Risale-i Nur’un dilindeki “ağırlık” ise zamanla ilgili değildir. Çünkü, Risale-i Nur’un dili, tarihsel olarak belirlenmiş değil, tarihten ve tarihsel şartlardan bağımsız olarak, kasden tercih edilmiş ve özenle geliştirilmiş, özel bir dildir. Kaldı ki, Risale-i Nur ile aynı dönemlerde yazılmış sair eserlere—dinî ya da ladinî—şöyle bir göz gezdirilirse, Risale-i Nur’un diğerlerinin yanında oldukça sade kaldığı hemen anlaşılabilir. Peki öyleyse, nereden gelir Risale-i Nur dilinin ağırlığı? Bu “ağırlık”, zamana bağımlı olmayan, tarihin bir yerine ait olmayan, özel kavramların sunumundan kaynaklanır. Bunlar Kur’ânî kavramlardır-bizim aşinalığımızı yitirdiğimiz, ama yeniden aşina olmamız/kalmamız gereken kavramlar. Bunların başında Esmâ-i Hüsna gelir. Risale-i Nur’un cümle dizilimi ve kelime seçimleri, en azından yazıldığı zamanda kullanılan dile kıyasla ne kadar sade ise, Esmâ-i Hüsnanın asıl manasıyla verilmesi konusunda o kadar tavizsiz bir “ağırlık” sergiler. Kaldı ki, bir çok yerden de örneklenebileceği gibi, Esmâ gibi aslından vazgeçilmez olmayan kelimeler dışındaki ifadelerde, metnin akışı bozulmadan bir tür otomatik sadeleştirme, bir “iç lügatçe” de sunulur. (Bakınız EK 1 “İç Lügatçe”)

    Bir kaç örnek:

    “… beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.”

    “… her şey ona ilişir, onu müteessir eder…”

    “… yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için âlem-i berzahta bir visal kapısı olduğundan…”

    “… zahiren mevt inhilâldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir…”

    Çok rahatlıkla çeşitlenebilecek bu cümle örneklerinde, okuyucuya “ağır” gelebilecek kelimelerin ardı sıra ya da önü sıra daha sadesi ustalıkla yerleştirilmiştir. Bu tercih, okumaya akıcılık kattığı kadar, anlamaya da akıcılık ve kolaylık katar. Buradan anlaşılacağı üzere, Risale-i Nur’un yazarı, kendi zamanında da kullanılan kelimelerini, başka çaresi olmadığı için değil, daha yenisine aşina olmadığından değil, bilerek ve isteyerek kullanır. Dilerse, metin içine zaten yerleştirdiği sade kelimeleri kullanmakla kalırdı. Ancak, Risale-i Nur’un okuyucusunu özel bir terminolojiye aşina etme misyonu metnin bu haliyle gerçekleşmektedir. Bir kültürü taşıyan terminolojinin araçları, özel sadeleştirmelerin eşliğinde okuyucunun zihnine yerleştirilirken, o kültürün vazgeçilmez kavramları (Kur’ânî düşünüşün ekseninde yer alan terimler ve özellikle de Esmâ-i Hüsna) anlaşılır bir cümle içinde kullanılarak güncellenmektedir.

    Bunu, Birinci Söz’ün ilk cümlesi üzerinde biraz daha açabiliriz: “Bismillah her hayrın başıdır.” Bu cümledeki Bismillah ve hayır kelimeleri, hiç değişmeden, sadeleştirmeye kalkmadan yeni zihinlere ulaşmalıdır. Bu kavramları ulaştıran araç kelimeler ve cümleler ise olabildiğince sade olmalıdır. Nitekim, cümlenin kuruluşu olabildiğince basit ve cümlenin hükmünü bağlayan kelimeler de olabildiğince sadedir. Zaten ilgili bahsin akışı içinde sadeleştirmeden veril(mesi gerek)en kavramlar da, gerek cümlelerin doğrudan ifadeleriyle, gerekse bu kelimelerin anlamını açabilecek yakın kelimelerle açılır. Birinci Söz’ün tamamı “Bismillah”ın anlamının açılımını sağladığı gibi, aynı metnin içinde “bir kabile reisinin ismini almak, himayesine girmek”, “kanun namına hareket etmek” gibi özel bir benzetmelerle de kavramın açılmasında okuyucuya doğrudan yardım edilir.

    Diğer taraftan, yine aynı bahis içinde Esmâ-i Hüsna kelimeleri de asıl halleriyle takdim edilir. “Mâlik-i Ebedî”, “Hâkim-i Ezelî”, “Rezzak”, “Kadîr-i Rahîm” gibi… Bu kelimeler Risale-i Nur okuyucusunca omuzlanması gereken ve taşınmaya değer ağırlıklardır. Yine de metin içinde, bu ağırlıkların taşınmasında, bu kavramları oluşturan daha aşina ve daha sade kelimeler kullanılarak, okuyucuya bu ağırlığı kaldırmada doğrudan yardım edilir. Örneğin, “… Rezzak namına … gıdayı takdim eder.” cümlesinde, Rezzak kavramının kökünü oluşturan ‘rızk’ı akla yakınlaştırmak üzere ‘gıda’ kelimesi de kullanılır. ‘Mâlik’ ve ‘Hâkim’ isimlerinin metne girdiği yerde, önce ‘acz’ ve ‘fakr’ kavramından söz edilir, ayrıca ‘düşmanın hadsiz’, ‘hâcâtın nihayetsiz’ ifadelerinin refakatine başvurulur. (Bakınız EK 2A ve EK 2B “Kavramlaştırmalar”)

    Sonuç olarak, Risale-i Nur’un dilinin “ağır” kısmı, zihnimizi ve dilimizi, Kur’ân kelimelerine aşina kılmak için vardır ve özellikle tercih edilmiştir. Bu tercihin nedeni, Risale-i Nur yazarının yaşadığı zaman değildir. İnsan zihninin bütün zamanlarda aşina olması, anlamını açması gereken kavramlar nedeniyle tercih edilmiştir. Ve varsa, bu “ağır”lık her halükârda yüklenmeye değer bir ağırlıktır.

    Risale-i Nur’un Kur’ânî İrtibatlarını Yoklamak

    Risale-i Nur, yukarıda rasgele oluşmadığını ispatlamaya çalıştığımız özel dili sayesinde, okuyucusunu sürekli—ve hatta fark ettirmeden—Kur’ân kelimeleri ile aşina kılıyor. Bu bağlamda, modern zamanlarda, ayet ile insan arasında varolan ve meallerle kapatılmak istenen mesafeyi, meallerin aksine, Kelâm-ı Ezelînin nihayetsiz manasını ve sınırsız kapsamını daraltma riskine girmeden kapatıyor. Meallerde, en azından görünürde, Türkçe karşılığın ilgili ayet ile denk tutulma yanlışına kapı aralanır. Ancak, Risale-i Nur’da ilgili ayetler her bahsin başında ya da içinde numarasız ve mealsiz olarak sunulurken, bahsin içinde gelişen anlatım, okuyucunun zihnini ayetin manasına yakınlaştırır. Meselâ, Birinci Söz’de ayeti, ipek gibi yumuşak damarların birer Asâ-yı Musa gibi taşları parçalaması örneğinin verildiği cümle içinde zikredilerek, salâbetin, yani katılığın da emir altında hareket ettiği hatırlatılır. Böylece, Bakara Suresi’nin 60. sırasındaki bu ayetin meali ve adresi verilmeden, hem Musa Aleyhisselamın asâsıyla mazhar olduğu mucize—taşın parçalanarak göze göze olup su akıtması—ile ayetin manasına yaklaşılmakta, hem de ipek gibi yumuşak damarların taşın sertliğini delip geçmesi gibi bir gözlem ile bu mucizenin canlı ve güncel bir yorumu sunulmaktadır. Aynı bahiste, ayetine de benzer bir üslupla açılım kazandırılır. Aynı şekilde, Altıncı Söz’ün başında yer alan ayet [“Allah müminlerin nefislerine ve mallarına, karşılığında cenneti onlara vermek üzere müşteri olmuştur” mealinde/ Tevbe Sûresi 9:111], hemen ardı sıra gelen “Nefis ve malını Cenâb-ı Hakka satmak ve Ona abd olmak ve asker olmak ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen…” ifadesiyle gizlice meallendirilmiş ancak bu ayetin mana genişliği tahdit edilmeden gerçekleşmiştir.

    Risale-i Nur’un okuyucusunun zihnini ayetlere hazır etme misyonunun en görünür örneklerinden biri, Yirmidördüncü Söz’ün Beşinci Dalı’nın Birinci Meyvesi’nin sonunda ayetinin takdimidir. “Öyleyse, o Mahbub-u Ezelînin kendi Habibine söylettirdiği şu Ferman-ı Ezeliyi dinle, ittibâ et.” cümlesinde, takdim ettiği ayetin bütün kelimeleri tekrarlanmıştır. Ayetin muhtemel meali ile bu cümlede seçilen kelimeler birebir örtüşür. Bu “meal”, dolaylı olarak verilerek, ayetin manasını birebir karşılama görüntüsünden uzak durulur.

    Risale-i Nur’un tümüne hakim olan bu incitmesiz meallendirme yöntemi, modern mealler gibi, ayeti okuyucunun seviyesine indirmek yerine, okuyucusunu ayetin engin manasına doğru yükseltir. Bu bağlamda, Risale-i Nur’da ayet meali ve numarası verilmemesinin de bu bilinçaltı dersine hazırlık anlamına geldiği söylenebilir. (Bakınız EK3 “Meallendirme”)

    Risale-i Nur’un Kavram Haritalamasını Okumak

    Batıda bir dilin ince ayrıntılarını, nüanslarını çalışan özel sözlükler vardır. ‘Thesaurus’ adı verilen bu kitaplarda, o dile dışarıdan muttali olan birine, aynı anlama gelen ama nüans nedeniyle birinin diğerine tercih edilmesi gereken kelimelerin anlam haritası çizilir. Örneğin, üçü de eskimişliği ifade ettiği halde, tamamen farklı yerlerde, farklı amaçlarda kullanılması gereken ‘eski’, ‘bayat’ ve ‘köhne’ kelimelerini ana dili Türkçe olmayan biri birbirinden ayıramayabilir. Thesaurus’lar işte bu noktada “dışarıdan” bir okuyucuya yardımcı olurlar; meselâ ‘bayat’ kelimesinin ‘taze’nin zıt anlamlısı olduğunu belirterek, ‘köhne’nin gerekirse ‘modern’in karşıtı olarak kullanıldığını göstererek, o dili sonradan öğrenen birine dilin altında yatan ana kültür örgüsüne ulaştıracak ipuçları verir. Risale-i Nur’un da tıpkı bir Theasarus gibi bize Kur’ânî bir dilin ipuçlarını verdiğini fark etmek gerekiyor. Örneğin, her Risale-i Nur okuyucusu zaman içinde ‘tesadüf’ kelimesi yerine ‘tevafuk’ kelimesini kullanmaya başlar. Niye? Bir depremi anarken ‘felâket’ değil de ‘musibet’ ifadesini tercih eder. Niye? ‘Tesadüf’ ile ‘tevafuk’ kelimesi arasında ‘Kadere İman’ farkı vardır da ondan. “Tevafuk” kelimesi, bir olayın bizim bilmediğimiz ancak ezelî ilimde öteden beri varolan ve kaderce takdir edilmişliği anlatırken, “tesadüf” kelimesi, bir olayın bizim yine bilmediğimiz ve kendi bilgisizliğimiz yüzünden bize rasgele, başıboş, kendi kendine, amaçsızca oluyormuş gibi görünen biçimini anlatır. ‘Musibet’ terbiye etme iradesini ve dolayısıyla Rabb-i Rahimi hatırlatırken, ‘felâket’ derin bir kaosu hatırlatır, başıboşluğu îma eder.

    Bu bağlamda, Risale-i Nur içinde mesel olarak kullanılan kimi tabirler de, düşünceye kılavuzluk edecek bir kararlılıkla ve kasıtla seçilmiştir. Mesel olarak verilen kelimeler, temsil ettiği soyut kavramın nüanslarını birebir karşılar, okuyucuya soyut kavramların coğrafyasını keşfedebileceği güvenli bir pusula verir. Sözler’de kullanılan “iki adam”lı temsilî hikayelerde, birinci ve ikinci adamların sıfatları, ilgili konunun anlaşılması için anahtar rolündedir. Meselâ, Birinci Söz, “mağrur” ve “mütevazı” adamlar etrafında başlar, metnin her noktasına ‘gurur’ ve ‘tevazu’ ekseninde ayırımlar yapılır. Okuyucu buradaki ikili anlatımı baştan bilirse, metne daha kolay nüfuz edebilir, verilen mesajı daha yakından izleyebilir. İkinci Söz’de de “hodbin” ve “hüdabin” olarak nitelenen “iki adam”ın serüveni değişik ama birbirine zıt duran sıfatlarla Onikinci Söz’e kadar sürer, Yirmiikinci Söz’de “bir havuzda yıkandı”ktan sonra tekrar başlar.

    Bu çerçevede, EK4’de Tabiat Risalesi’ndeki “kalem” ve “matbaa” benzetmelerinin karşıladığı soyut kavramları açmaya yönelik bir deneme sunulmuştur. Yine bu çerçevede, Yirmiikinci Söz’de ısrarla ve kasıtla tekrarlanan “sikke”, “hatem”, “turra” kelimelerinin nüanslarının açılmasıyla, bunlara sırasıyla denk gelen “hayat”, “zîhayat”, “ihya” kavramlarının ayırımlarını çalışmak mümkün görünüyor. Bunun için, üstün körü bir bakışla aynı anlama geldiği düşünülebilecek bu tarihî kavramların arasında, Risale-i Nur yazarının bildi(rdi)ği nüanslar olduğuna dikkat etmek gerekiyor.

    Risale-i Nur’un Esmâ Dersini Görmek

    Modern kültürün içinde pek zikredilmez hale gelen Esmâ-i Hüsna, Risale-i Nur’da, cümle içinde kullanılarak, hayattan ve kâinattan örneklerle canlandırılarak okuyucunun dilinde ve zihninde sürekli gündemde tutulur. Bu anlamda, Yaratıcı’ya atıfta bulunulan yerlerde, modern insanın—buna ehl-i din de dahildir—dil alışkanlığı ile sürekli kullandığı “Allahü Teâlâ”, “Cenab-ı Hakk”, “Allah (cc)” gibi isimlerle değil, bahisle ilgisi olan Esmâlar tercih edilir. Örneğin, insanın aczini ve fakrını, nihayetsiz engeller ve sınırsız ihtiyaçlar içinde oluşunun anlatıldığı yerde (Birinci Söz’de olduğu gibi) Mâlik ve Hâkim isimleri zikredilir. Mâlik ismiyle anılan bir Yaratıcı, sınırsız ihtiyaçları olan insanın o vesileyle aradığı Bir’idir. Aynı şekilde, önünde nihayetsiz engeller, düşmanlar olan insan da Yaratıcısına “her şeye, her zaman hükmeden” anlamında “Hâkim-i Ezelî” ünvanıyla başvurmak ister.

    Bu yöntem, hem ilgili esmâyı açtığı gibi, metin içinde okuyucuya bir esmânın kavramsal olarak inşasına tanıklık etme izni de verir. Okuyucunun zihnine verdiği kavramı, egzersiz yaptırarak yerleştirir. (EK 2A ve 2B, “Mâlik”, “Hâkim” ve “Şahid” isimlerinin metin içinde inşasına örnek olarak da okunabilir.)

    Risale-i Nur’un esmâyı yerinde zikretme duyarlılığı, Kur’ân ve Resulullah’ı [asm] da yerinde ünvanlarla zikretmeyi kapsar. Kur’an’la ilgili “Mu’cizü’l Beyan” “Kur’ân-ı Hakîm” ünvanları, sırasıyla beyanın i’cazının ve hikmetin söz konusu olduğu yerlerde kullanılır. Resulullah’ın [asm] beşeriyet yanının söz konusu edildiği yerlerde, “Muhammed-i Arabî (asm)” ünvanıyla, risalet yönünün ağır bastığı mu’cizelerinin konu edildiği yerde “Ahmed” ünvanıyla (Ondokuzuncu Söz’ün adı “Mu’cizat-ı Ahmediye”dir-”Mu’cizat-ı Muhammediye” değil!), ve risalet ve beşeriyet yönlerinin birlikte olduğu, yani Hakk’tan halka, halktan Hakk’a elçiliğinin vurgulandığı yerde “Yaver-i Ekrem” ya da “Resul-ü Ekrem” ünvanıyla zikredilmesi, Otuzuncu Lem’a’nın sonuç kısmında semâya ve arza dönük yanlarını birlikte veren bir ünvanla, “Ahmed-i Muhammed” olarak zikredilmesi, çalışmaya değer konulardır.

    Risale-i Nur’un “Düğüm”lerini Açmak

    Kasıtlı bir gözden geçirme yapıldığında, Risale-i Nur’da bahislerin sıralanışının, numaralanışının, isimlendirilmesinin, bölümlenmesinin sanki sonradan çözümlenmek ve açılmak üzere kasıtlı kurulmuş düğümlemeler içerdiği görülebilir. Ondokuzuncu Söz ve Ondokuzuncu Mektub’un hususen risalete ayrılmış olmaları, Otuzuncu Söz’de ‘zerre’ bahsinin ‘ene’ bahsiyle birlikte ele alınması, Yirmidördüncü Söz’ün ‘dal’lı, ‘meyve’li olarak bölümlenmesi, Yirmidördüncü Söz’de çalışılan ‘reşha’ kavramının Ondokuzuncu Söz’ün ara başlıkları olması, “şakk-ı kamer” mucizesinin “mirac bahsinin zeyli yapılması ve “kab-ı kavseyn” kavramı etrafında iki mucizenin buluşturulması çalışmaya değer, heyecan verici konulardır.

    Kapsamı, hayli genişletilmeye ve konusu, hayli detaylandırılmaya muhtaç bu makalede, sonuç olarak, Risâle etrafındaki oluşumlardan ve tavırlardan bağımsız olarak, metninin özel yapısını ve kurgusunu çözme yolunda adımlar atılması gereğine dikkat çekilmiştir. Binlerce yıllık bir kültürün temel ögelerini, yazarının sıklıkla ifade ettiği gibi, kolay ve kısa süren bir eğitimle, yeni zihinlere taşıma misyonunu sessiz sedasız sürdüren Risale-i Nur yeni keşiflere, yeni çözümlemelere açıktır.

    EK 1

    “İç Lügatçe”

    Risale-i Nur’da metnin akışı içinde gizli bir lûgatçe ile Kur’an kelimelerinin sade karşılıklarını da verir. Aşağıda, Sözler’den seçilmiş ‘iç lûgatçe’ örnekleri sunulmaktadır.

    “…. o Sultana muhâtab ve halîl ve dost ol!”

    halîl = dost

    “O rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celbeder, kendine çeker.”

    celbetmek = kendine çekmek.

    “Nihayet ihtilât içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirinden ayrılıyor.”

    ihtilât = karışıklık

    imtiyaz = fark = ayrı durmak

    “Hakikî istib’ad, hakikî muhaliyet ve akıldan uzaklık…”

    istib’ad = muhaliyet = akıldan uzaklık

    “Merdâne kabre bak, dinle ne taleb eder.

    Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak ne ister.”

    merdâne = erkekçesine

    ne taleb eder = ne ister

    “Onu bütün hakaikına temel taşı ve üssü’l esas yapıyor.”

    üssü’l esas = temel taşı

    “… levh-i mahv ve isbat namında yazar-bozar tahtası hükmündedir.”

    levh-i mahv ve isbat = yazar-bozar tahta

    “Mahşer ise bir beyderdir, harmandır.”

    beyder = harman

    EK 2A

    “Kavramlaştırmalar”

    “Aczin ve fakrın hadsizdir.”

    Metin içinde dünyanın erişilmezliğin ve ulaşılmazlığın sembolü olan “çöl”e benzetildiği, cümlenin ardı sıra gelen bu cümle ile çöl şartlarındaki hal verilir. Çöl vurgusunun eşliğinde “acz” ve “fakr” anlamları derinleşir, “hadsiz”leşir.

    Çölde, en temel ihtiyaçlarına bile erişemeyen insan fakrını, yani yoksulluğunu net olarak kavrar. Çölde, en basit korunaklarından bile yoksun kalan insan, aczini, yani çaresizliğini yalın olarak kavrar. Bu derin acizlik ve fakr karşısında, insan kendini acze düşüren düşmanının ve fakra düşüren hacâtının ‘nihayetsiz’ olduğunu hisseder.

    “Düşmanın, hacâtın nihayetsizdir.”

    Bu hissediş, ‘enfüsî’ bir açılım getirir. İnsanın iç dünyasında yeni bir pencere açılır, yeni bir kapıya varılır, yeni bir arayış başlar.

    “Madem öyledir; …”

    Metnin bu noktasında, olması gerektiği gibi, “enfüsî tefekkür” önceleniyor. Mâlik-i Ezelî ve Hâkim-i Ezelî isimlerine varmak için, insanın fıtratında var olan acz ve fakr halleri referans noktası alınıyor. İnsanın aczini ve fakrını hissetmesi ve fark etmesi sağlanarak, acz ve fakr üzerine iki “esma” inşa ediliyor.

    ‘Fakr’ haline karşılık olarak, ‘Mâlik’ ismi ve ‘acz’ haline karşılık olarak ‘Hâkim’ ismi yazılıyor. Demek ki, ‘Mâlik-i Ebedî’ ve ‘Hâkim-i Ezelî’ ünvanlarıyla anılan Bir’ine olan ihtiyacı insanın fakr ve aczden yoğrulmuş fıtratında baştan beri vardır. Bu esmâ insan fıtratına kazınmıştır. Okumak için insanın enfüsi tefekküre dalarak, fakrını ve aczini fark etmesi gerekir.

    “… şu sahranın Mâlik-i Ebedî’si[nin ismini al]”

    İnsanın fakirliği sonsuz derinliktedir. Buna karşılık ihtiyaçları da sınırsızdır. Sonsuz yoksulluğunun yanı sıra sınırsız ihtiyacı da vardır. İhtiyaçları sonsuz olduğuna göre yoksulluğu sınırsızdır. Öyleyse, sınırsız ihtiyaçlarını elinde tutan, muhtaç olduğu her şeye sahip birini bulmalıdır.

    Aradığı kişi, insanın kendisi değildir. Çünkü hiçbir şeye mâlik olmadığı gibi, sahip olduklarını da sürekli elinde tutamıyor.

    Aradığı kişi, hem herşeye mâlik olmalı, hem mâlikiyeti sürekli olmalıdır. Yani, ‘Ebedî bir Mâlik’ [Mâlik-i Ebedî] olmalı.

    “[Madem öyledir; şu sahranın] Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al.”

    İnsanın aczi de sonsuz derinliktedir.

    Buna karşılık kendi varlığını tehdit eden sınırsız düşmanları vardır. Kendi kudreti ve kuvveti başına gelecekleri engelleyememektedir.

    Bir süre için düşmanlarına karşı koyabilse de, düşmanlarını sürekli engelleyecek, varlığını sürekli kılacak kudreti yoktur. Aksine, acizdir; hem de sonsuz derinlikte bir acziyet içindedir. O halde, kendine karşı duran herşeye sözünü dinleten, herşeye hükmeden birini aramalıdır.

    Aradığı kişi, insanın kendisi değildir. Aradığı, hem herşeye hükmediyor olmalı, hem hükmü devamlı olmalıdır. Yani, ‘Ezelî bir Hâkim’ [Hâkim-i Ezelî] olmalı.

    EK 2B

    “Kavramlaştırma”

    Risale-i Nur’da satır aralarında saklı kavramlaştırmalara bir örnek de Yirminci Mektub’un İkinci Makamı’nın girişinde, “Lâ ilâhe illallahû” ifadesinin açıldığı bölümüdür. Burada bir önceki cümlenin hükmü bir sonraki cümlede özel bir kavram olarak sunulur. Buradaki kavramlaştırmanın “Lâ ilâhe illallahû” ifadesinin başında söylenen “eşhedü”nün kökü olan ‘şehade’ kelimesi ekseninde oluşturulması, okuyucunun diline öteden beri yerleşik olan bir kelimeyi hem kavramsal olarak genişletmeyi hem de ‘tanıklık etme’ anlamında “göstermek” kelimesini metnin içine yedirerek, kavramı güncelleştirmeyi, yeni bir heyecanla söyletmeyi amaçlıyor olmalıdır. Bu örnek, Risale-i Nur’dan hareketle, bir Risale-i Nur lügatçesi oluşturabileceğini/oluşturulması gerektiğini de açıkça gösterir.

    “Şu hakikat-ı uzmaya ve şu tevhidin mertebe-i ulyasına, şu kâinatın sahibi, bütün gönderdiği mukaddes kitaplar ve suhuflarıyla o tevhidi gösterdiği gibi;

    ‘Kâinatın sahibi’ öznesiyle başlayan cümle, ‘göstermek’ fiiliyle bitiyor.

    ‘Kâinatın Sahibi’ tevhidi gösterdiği için bir sonraki cümlede “Şahid-i Ezelî” ünvanıyla zikredilir.

    “bütün ehl-i hakikat ve kâmilîn-i nev’-i beşer tahkikatlarıyla ve keşfiyatlarıyla, aynı mertebe-i tevhidi gösteriyorlar.

    “Bütün ehl-i hakikat ve kâmilîn-i nev’-i beşer,” [yani, insanlar] ile başlayan cümle ‘göstermek’ fiiliyle bitiyor.

    ‘Nev’-i beşer’ tevhidi gösteriyor olduğu için bir sonraki cümlede ‘ehl-i şuhud’ olarak zikredilir.

    “Ve kâinat dahi, acz ve fakrıyla beraber, mazhar olduğu daimî mu’cizat-ı san’atın ve havarik-ı iktidar, hazain-i servetin şehadetiyle, aynı mertebe-i tevhide işaret eder.

    ‘Kâinat’ öznesiyle başlayan cümle, ‘işaret etmek’ fiiliyle bitiyor.

    ‘Kâinat, tevhide işaret ettiği için, bir sonraki cümlede ‘âlem-i şehadet’ olarak zikredilir.

    “Demek, Şâhid-i Ezelî bütün kütüb ve suhufuyla ve ehl-i şuhud bütün tahkikat ve küşûfuyla ve âlem-i şehadet bütün muntazam ahval ve hakîmane şuunatıyla o mertebe-i tevhidde bil’icma’ ittifak ediyorlar.”

    ‘Şahid’, ‘şuhud’ ve ‘şehadet’ ünvanlarının, Allah’dan insana, insandan kâinata doğru, failden mef’ula doğru çekilerek sıralanışı, ayrı bir kavramlaştırmanın ipuçlarını verir. Bu cümle kurgularıyla şu îma ediliyor olabilir:

    Âlemin gayba olan şehadeti, insanın şuhuduyla gerçekleşir. İnsanın şuhudu ise Allah’ın Ezelî Şahid olmasıyla gerçekleşir.

    EK 3

    “Meallendirme”

    Risale-i Nur, okuyucusuna Kur’ân dilini benimsetir. Risale okuyucusunun diline yıllar içinde yerleşmiş kimi tabirler, bir âyetin ya da bir hadisin meâli olabilir. Bu meallendirme örnekleri, Risale’de ayrıca âyet meali ve numarası verilmeyişinin açıklaması olduğu kadar, bir meallendirme usulü de önerir. Bu meallendirmeler, aynı zamanda, temel kültürü günlük hayata taşıma uygulamaları olarak görülebilir.

    “Nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmak ve ona abd olmak ve asker olmak…”

    Altıncı Söz’ün başında yer alan âyet, Tevbe Suresi’nin 111. âyetidir. Bahiste, âyetin yeri belirtilmediği gibi, ayrıca meallendirilmiş de değildir. Çünkü, “nefis ve malını Cenab-ı Hakka satmak” ifadesi, “Allah mü’minlerin nefislerine ve mallarına cennet karşılığı müşteridir” şeklinde verilecek mealdeki anlamı zaten karşılıyor.

    Ayrıca, “ona abd ve asker olmak” ifadesi, ‘nefsimizi’ Cenab-ı Hakka satmakla, ‘abd’ olmayı, ‘malımızı’ satmakla ona ‘asker’ olmayı eşleştirerek, meali, âyetin mânâsının derinliğine doğru yönlendiriyor.

    “Öyle ise o Mahbub-u Ezelî’nin kendi Habibine söylettirdiği şu Ferman-ı Ezelîyi dinle, ittiba et:”

    Yirmidördüncü Söz’ün Beşinci Dal’ının ‘Birinci Meyvesi’ olan bu âyet için de yer belirtilmediği gibi, meal de verilmemiştir. Al-i İmran Sûresinin 31. âyeti olan bu âyeti takdim eden Risale cümlesi, zaten âyetin kelimeleri ile kurulmuştur. “Şayet Allah’a muhabbetiniz varsa, bana ittiba edin ki, Allah da size muhabbet etsin” diye meallendirilebileceğimiz âyet ile Risale cümlesini karşılaştırabiliriz.

    De ki/söylettirdiği (şu Ferman-ı Ezeli) şayet Allah’a muhabbetiniz varsa/Öyleyse, o Mahbub-u Ezelînin bana/kendi Habibine ittibâ edin/dinle, ittibâ et ta ki Allah/Mahbub-u Ezelî size muhabbet etsin.

    Âyetin başında “De ki” anlamındaki “Kul” kelimesi, Risale metni içine bahis gereği alınmamakla birlikte, takdim cümlesindeki”söylettirdiği” kelimesiyle, “De ki”nin karşılığı da verilmektedir.

    EK 4

    Tabiat Risalesi’nde “matbaa” ve “kalem” benzetmeleri üzerine

    İşini matbaaya havale eden yazan dolaylı yollardan yazar, aracılı yazar. Kalemle yazan ise doğrudan, aracısız yazar; bizzat yazar. (O halde ‘Yazan’ yani ‘Kâinat Kitabı’nın Kâtibi Vahid’dir. Her şeyi o yazdığı gibi, herbir şeyi de, araya birini koymadan, tek tek ve bizzat o yazmaktadır. Yani, ‘Zat-ı Ehad ve Samed’dir.)

    Matbaada her harf doğrudan doğruya yazarın elinden çıkmaz. Kalemle yazan her harfi özel olarak, ayrıca yazar. (Yani, ‘Ehad’dir. Tek bir şeye gösterdiği özen, ilgi, ihtimam, ustalık, başka her şeye gösterdiği kadardır.)

    Matbaada yazanın bir sonraki yazdıklarını daha önceki yazdıkları belirler; iradesi sınırlı kalır. Kalemle yazanın iradesi her harfte vardır. Bir önce yazdığı harf, bir sonra hangi harfi yazacağını belirlemez; her harfi yalnız onun iradesi belirler (Yani, bizzat o takdir eder, onun takdiriyle olur. Her bir zerre Onun ‘kader kalemi’nin ucundadır. Yaratışında [yazışında] tekrarlama ve kopyalama olmaz. Her an ‘yeni bir yaratış üzeredir.’)

    Matbaaya yazdıran yazan bir dönem yazar, daha sonra durur, makineler yazmaya başlar; yazanın tasarrufu yazının her noktasında ve her anında yoktur. Kalemle yazan yazının her yerinde ve her anında kendi kaleminin ucunu işletir. (Yazışına ara vermez, yazı sırf yazdığı için vardır, yazı sırf o ara vermeden yazdığı için süreklidir. Yani, kâinat kitabının Kâtibi ezelidir; bir önceki andan bir sonraki ana yalnız onun kalemiyle taşınır yazı. ‘An’ları birbirine ekleyen Onun yazışıdır, yazıları, kopmasız ve sürekli kılan O’dur. O Kâtib-i Ezelîdir, Kayyumdur.)

    Kalemle yazan tek bir harfi yazamıyorsa, mektubun hepsini yazamaz. (O halde, tek bir zerreyi yazamayan, bütün Kâinatı da yazamaz. Bir zerreyi yazan da, bütün Kâinatı, bütün zamanlarda yazan da Birdir, yani O Vahiddir.)

    Kalemle bütün mektubu yazmak bir harfi yazmak gibi kolaydır. (Onun yazışında [yaratışında] derecelenme yoktur, bir harfi yazdığı gibi bütün harfleri de yazabilir. Kudreti mutlakdır, yani O Kadir-i Mutlaktır.)