Köprü Anasayfa

Güzellik Felsefesi: Estetik

"Yaz 2000" 71. Sayı

  • Risale-i Nur'da Güzellik Anlayışı

    Bediüzzaman Said Nursi

    Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır.

    Mektubat, s. 457.

    Beşer, fıtraten, şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecâtına göre o muhabbet tezayüd eder, aşkın en müntehâ derecesine kadar gider.

    Lemalar, s. 62, 63.

    Bak şu kâinat bostanına; şu zeminin bağına, şu semânın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne, dikkat et! Göreceksin ki, bir Sâni-i Zülcelâlin, bir Fâtır-ı Zülcemâlin, o serilmiş ve serpilmiş masnuâttan her bir masnu’ üstünde Halık-ı Küll-i Şeye mahsus bir sikkesi ve her bir mahlûku üstünde Sâni-i Küll-i Şeye has bir hâtemi ve kalem-i kudretin birer menşûru olan sahâif-i leyl ve nehar, yaz ve baharda yazılan tabakat-ı mevcudât üstünde taklid kabul etmez bir turra-i garrâsı vardır.

    Sözler, s. 265.

    Yani, güyâ çiçek açmış her bir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasîdedir ki, o kasîde Fâtır-ı Zülcelâlin medâyih-i bâhiresini inşâd edip, şâirâne lisân-ı hal ile söylüyor.

    Veyahut o çiçek açmış her bir ağaç, binler bakar ve baktırır gözlerini açmış; tâ Sâni-i Zülcelâlin neşir ve teşhir olunan acâib-i san’atını bir iki gözle değil, belki binler gözlerle baksın, tâ ehl-i dikkati öyle baktırsın.

    Veyahut o çiçek açan her bir ağaç, umumi bayram olan baharın içindeki hususi bayramında ve resm-i geçitmisâl bir anda yeşillenmiş âzâlarını en süslü müzeyyenâtla süslemiş. Tâ ki, onun Sultan-ı Zülcelâli, ona ihsan ettiği hedâyâyı ve letâifi ve âsâr-ı nurâniyesini müşâhede etsin. Hem meşher-i san’at-ı İlâhiye olan zeminin yüzünde ve bahar mevsiminde, murassaât-ı rahmetini enzâr-ı halka teşhir etsin. Ve şecerin hikmet-i hilkatini beşere ilân etsin. İncecik dallarında ne kadar mühim hazîneler bulunduğunu ve ihsanât-ı Rahmâniyenin meyvelerinde ne derece mühim defîneler var olduğunu göstermekle, kemâl-i kudret-i İlâhiyeyi göstersin.

    Sözler, s. 650.

    Onuncu Mesele

    Kelâmın selaseti ise: Bir derece hissiyattan tafralık ve iştibak etmemek; ve tabiatı taklit; ve harice temessül; ve mesîl-i garazda sedad; ve maksat ve müstekarrın temeyyüzüdür. Şöyle ki:

    Kelâmda hissiyat da tamam olmadan çifte atmak, başkasıyla mezc etmek, selâsetini tağyir eder. Ve nizamsız iştibaktan tevakki ve maâni-i müteselsilede tederrüç lâzımdır.

    Hem de san’at-ı hayaliyesiyle tabiata şakirtlik etmek gerektir. Tâ tabiatın kavânini onun san’atında in’ikâs edebilsin.

    Hem de tasavvuratını öyle hariciyata muhâkî ve müşakil etmek lâzımdır. Farazâ tasavvuratı dimağdan kaçıp hariçte tecessüm etseler, hariç onları istilhak; ve neseplerini inkâr etmesin ve desin: “Onlar ben’im” veyahut “Keennehu” veyahut “Benim veledimdir.”

    Hem de garazın mesîlinde ve kastın mecrasında teferruk etmemek için sedad etmek, çeleçepe temayül etmemektir. Tâ canipler garazın kuvvetini teşerrüb etmekle ehemmiyetsiz etmesin. Belki köşeler, tazammun ettikleri taravet ve letafetiyle zenav gibi garaza imdat ve kuvvet vermek gerektir.

    Hem de kastın müstekarrı temeyyüz ve ağrazın mültekası taayyün etmek selâsetin selâmetine lâzımdır.

    Muhakemat, s. 96, 97.

    Hatta kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kainattan gelen manevi nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde rüzgarların terennümatını, bulutların naralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her neviden Rabbani kelamları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kainat, İlahi bir musiki dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbani aşkları intiba ettirmekle kalbleri, ruhları, nurani alemlere götürür, pek garip misali levhaları göstermekle o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.

    Fakat o kulak, küfürle tıkandığı zaman, o leziz, manevi, yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri iras eden avazlar, matem seslerine inkılap eder. Kalbde, o ulvi hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedi yetimlikler, malikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.

    Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helal, bazıları da haram kılınmıştır. Evet, ulvi hüzünleri, Rabbani aşkları iras eden sesler helaldir. Yetimane hüzünleri, nefsani şehevatı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.

    Bu cümle ile rüyete, yani göze ait büyük bir nimet-i basariyenin küfürle kaybolduğuna işaret edilmiştir. Zira, gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavileşirse, bütün kainat gül ve reyhanlarla müzeyyen bir cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, balarısı gibi, bütün kainat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, bürhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar. Eğer o göz küfür zulmetiyle kör olursa, dünya, genişliğiyle beraber bir hapishane şekline girer.

    İşaratü’l İ’caz, s. 71, 72.

    Üçüncüsü: İnsanın itidal-i mizacı ve letafet-i tab’ı ve ziynete olan meylidir. Yani, insanın insaniyete lâyık bir suret-i taayyüşe olan meyl-i fıtrîsidir. Neam. İnsan hayvan gibi yaşamamalıdır. Ve yaşamaz. Belki şeref-i insaniyete münasip bir kemalle yaşamak gerektir. Binaenaleyh, beşer mesken ve melbes ve me’keli, sanayi-i kesîreyle taltif etmesine muhtaçtır. Bu san’atlarda yalnızca kudretinin adem-i kifayetine binaen ebnâ-yı cinsiyle imtizac etmek, o da iştirak etmek, o da teâvün etmek, o da sa’yin semeratını mübadele etmesini iktiza etmekle beraber, kuvâ-yı insaniyedeki inhimak ve tecavüz sebebiyle adalete ihtiyaç, o da her aklın adalete adem-i kifayetine binaen, onu muhafaza edecek kavanîn-i külliyenin vaz’larına ihtiyaç, o da tesirini muhafaza etmek için icra edecek bir mukannine, o mukannin dahi zahiren ve bâtınen hâkimiyetini muhafaza etmek için maddeten ve mânen tefevvuka, hem de Sâni-i Âlemin tarafından bazı umurla muhassas olmasıyla bir imtiyaz ve kuvvet-i nispete, hem de evamirine olan itaati temin ve tesis eden azamet-i Sâniin tasavvurunu zihinlerde idame edecek bir müzekkire-i mükerrere olan ibadete muhtaçtır. O ibadet dahi Sâniin canibine efkârı tevcih eder. O teveccüh ise, inkıyadı tesis, o inkıyad dahi nizam-ı ekmele îsal eder. O nizam-ı ekmel dahi, sırr-ı hikmetten tevellüd eder. Sırr-ı hikmet dahi ademü’l-abesiyeti ve Sâniin hikmeti, masnudaki teennuku kendine şahit gösterir.

    İşte, eğer insanın hayvandan şu cihat-ı selâseyle olan temayüzünü derk edebildin; bizzarure netice veriyor ki: Nübüvvet-i mutlaka, nev-i beşerde kutup, belki merkez ve bir mihverdir ki, ahval-i beşer onun üzerine deveran ediyor. Şöyle ki:

    Cihet-i ûlâda dikkat et. Bak, nasıl sevkü’l-insaniyet ve meyl-i tabiînin adem-i kifayeti ve nazarın kusuru ve tarik-i akıldaki evhamın ihtilâtı, nasıl nev-i beşeri eşedd-i ihtiyaçla bir mürşid ve muallime muhtaç eder. O mürşid, peygamberdir.

    İkinci cihette tedebbür et. Şöyle: İnsandaki lâyetanâhîlik ve tabiatındaki meylü’t-tecavüz ve kuvâ ve âmâlindeki adem-i tahdid ve âlemdeki meylü’l-istikmalin dalı hükmünde olan insandaki meylü’t-terakkinin semeresi hükmünde olan kamet-i nâmiye-i istidad-ı insanîsine intibak etmeyen, belki camid ve muvakkat olan kanun-u beşer ki, tedricen tecarüple hâsıl olan netaic-i efkârın telâhukuyla vücuda gelen o kavânin-i beşer, şu semere-i istidadın çekirdeklerinin terbiye ve imdadına adem-i kifayetinin sebebiyle maddeten ve mânen iki âlemde saâdet-i beşeri temin edecek, hem de kamet-i istidadının büyümesiyle tevessü edecek, zîhayat ve ebediye bir şeriat-ı İlâhiyeye ihtiyaç gösterir. İşte, şeriatı getiren, peygamberdir.

    Muhakemat, s. 124, 125.

    Tenbih

    Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, suretperestlik, üslûpperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik, şimdi filcümle, ileride ifratla, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edip, edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.

    Evet, lâfza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla. Ve suret-i mânâya haşmet vermeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla. Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelân ve şâşaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdat etmek şartıyla gerektir.

    Muhakemat, s. 79.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Sath-ı alemde kurulan şu sergi-yi İlahide teşhir edilen tezyinata, kemalata, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle ulühiyetin azametine bir müşahit, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lazımdır ki, o güzellikleri görsün, o manzaralar arasında tenezzüh etsin, o harika nakışlara, ziynetlere tefekkürle hayran olsun. Sonra o sergiden Saniinin celaline, Malikinin iktidar ve kemalatına intikalle Onun azametine secde-i hayret etsin. Bu vazifeyi ifa edecek, insandır. Çünkü, insan gerçi cahil, zulmetli birşeydir, ama öyle bir istidadı vardır ki, aleme bir enmuzeç ve bir nümune olmaya liyakatı vardır. Hem o insanda öyle bir emanet vedia bırakılmıştır ki, onunla gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki kuvvetler tahdit edilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Buna binaen, külli bir nevi şuur sahibi olur ki, Sultan-ı Ezelin azamet ve haşmetinin şaşaasını idrak ediyor.

    Evet, maşukun hüsnü, aşıkın nazarını istilzam ettiği gibi, Nakkaş-ı Ezelinin rububiyeti de insanın nazarını iktiza eder ki, hayret ve tefekkürle takdir ve tahsinlerde bulunsun.

    Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren Zat, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan aşıkları icad etmesin? Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır.

    Kezalik, bu alemi şu kadar ziynetlerle, nakışlarla tezyin eden Malikü’l-Mülk, elbette ve elbette o harika, antika, mucize manzaraları, ziynetleri, seyircilerden, müşahitlerden, aşık ve müştaklardan, arif dellallardan hali bırakmayacaktır. İşte, camiiyeti dolayısıyla insan-ı kamil, halk-ı eflake ille-i gaiye olduğu gibi, halk-ı kainata da semere ve netice olmuştur.

    Mesnevi-i Nuriye, s. 159.

    Nasıl ki işlenmiş bir eserin güzelliği, işlemesinin güzelliğine; ve işlemek güzelliği, ustalığın o san’attan gelen ünvanın güzelliğine; ve ustadaki san’atkârlık ünvanının güzelliği, o san’atkârın o san’ata ait sıfatının güzelliğine; ve sıfatının güzelliği, kabiliyet ve istidadının güzelliğine; ve kabiliyetinin güzelliği, zâtının ve hakikatinin güzelliğine derece-i bedahette gayet katî bir sûrette delâlet ettiği gibi, aynen öyle de, bu kâinatın baştan başa bütün güzel mahlûklarında ve yapılışları güzel umum masnularındaki hüsün ve cemâl dahi, San’atkâr-ı Zülcelâldeki fiillerinin hüsün ve cemâline katî şehadet; ve ef’âlindeki hüsün ve cemâl ise, o fiillere bakan ünvanların, yani isimlerin hüsün ve cemâline şüphesiz delâlet; ve isimlerin hüsün ve cemâli ise, isimlerin menşei olan kudsî sıfatların hüsün ve cemâline katî şehadet; ve sıfatların hüsün ve cemâli ise, sıfatların mebdei olan şuûnât-ı zâtiyenin hüsün ve cemâline katî şehadet; ve şuûnât-ı zâtiyenin hüsün ve cemâli ise, fâil ve müsemmâ ve mevsuf olan zâtının hüsün ve cemâline ve mâhiyetinin kudsî kemâline ve hakikatının mukaddes güzelliğine bedahet derecede katî bir sûrette şehadet eder. Demek Sâni-i Zülcemâlin kendi Zât-ı Akdesine lâyık öyle hadsiz bir hüsn-ü cemâli var ki, bir gölgesi bütün mevcudâtı baştan başa güzelleştirmiş. Ve öyle münezzeh ve mukaddes bir güzelliği var ki, bir cilvesi kâinatı serbeser güzelleştirmiş ve bütün daire-i mümkinatı hüsün ve cemâl lem’alarıyla tezyin edip ışıklandırmış.

    Evet, işlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi, fiil dahi fâilsiz olamaz. Ve isimler müsemmâsız olması muhâl olduğu gibi, sıfatlar dahi mevsufsuz mümkün değildir. Madem bir san’atın ve eserin vücudu, bedahetle o eseri işleyenin fiiline delâlet; ve o fiilin vücûdu, fâilinin ve ünvanının ve eseri intac eden sıfatın ve isminin vücudlarına delâlet eder. Elbette bir eserin kemâli ve cemâli dahi, fiilin kendine mahsus kemal ve cemâline, o da ismin kendine münasip, muvafık güzelliğine, o dahi zâtın ve hakikatın-fakat zâta ve hakikata lâyık ve muvafık-kemâline ve cemâline ilmelyakîn ile ve bedahetle delâlet eder.

    Aynen öyle de bu eserler perdesi altındaki faaliyet-i daime fâilsiz olması muhal olduğu gibi, bu masnuat üstünde cilveleri ve nakışları gözle görünen isimler dahi müsemmâsız hiçbir cihetle mümkün olmadığı ve müşahede derecesinde hissedilen kudret, irade gibi sıfatlar dahi mevsufsuz olması muhâl olduğundan, şu kâinatta bütün eserler, mahlûklar, masnular hadsiz vücudlarıyla, Halık ve Sâni ve Fâillerinin vücud-u ef’âline ve esmâsının vücûduna ve evsafının vücuduna ve şuûnât-ı zâtiyesinin vücuduna ve Zât-ı Akdesinin vücub-u vücuduna katî bir surette delâlet ettikleri gibi, o masnuatın umumunda görünen muhtelif kemâlât ve ayrı ayrı cemaller ve çeşit çeşit güzellikler, Sâni-i Zülcelâlde olan fiillerin ve isimlerin ve sıfatların ve şe’nlerin ve Zâtının kendilerine mahsus, münasip ve lâyık ve vâcibiyetine ve kudsiyetine muvafık olarak hadsiz kemâlâtlarına ve nihayetsiz cemallerine ve ayrı ayrı ve umum kâinatın fevkınde güzelliklerine gayet sarih şehadet ve gayet katî delâlet ederler.

    Şualar, s. 69, 70.

    Evet, görünüyor ki, şu âlemde tasarruf eden Zât, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona bürhan mı istersin? her şeyde maslahat ve faydalara riâyet etmesidir. Görmüyor musun ki, insanda bütün âzâ, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyrâtında, her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bâzı âzâsı, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki, nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor? Hem, her şeyin san’atında nihayet derecede intizam bulunması gösterir ki, nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor.

    Evet, güzel bir çiçeğin dakîk programını, küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir ağacın sahife-i a’mâlini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihazâtını küçücük bir çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak, nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir.

    Hem her şeyin hilkatinde gayet derecede hüsn-ü san’at bulunması, nihayet derecede hakîm bir Sâniin nakşı olduğunu gösterir. Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazâin-i rahmetin anahtarlarını, bütün esmâlarının aynalarını derc etmek, nihayet derecede bir hüsn-ü san’at içinde bir hikmeti gösterir.

    ……..

    Dördüncü Hakikat:

    Bâb-ı Cûd ve Cemâldir; ism-i Cevâd ve Cemîlin cilvesidir.

    Hiç mümkün müdür ki, nihayetsiz cûd ve sehâvet, tükenmez servet, bitmez hazîneler, misilsiz sermedî cemâl, kusursuz ebedî kemâl, bir dâr-ı saadet ve mahall-i ziyâfet içinde dâimî bulunacak olan muhtaç şâkirleri, müştak âyinedarları, mütehayyir seyircileri istemesinler?

    Evet, dünya yüzünü bu kadar müzeyyen masnuâtla süslendirmek, ay ile güneşi lâmba yapmak, yeryüzünü bir sofra-i nimet ederek mat’umâtın en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli ağaçları birer kap yapmak, her mevsimde birçok defalar tecdid etmek, hadsiz bir cûd ve sehâveti gösterir. Böyle nihayetsiz bir cûd ve sehâvet, öyle tükenmez hazîneler ve rahmet, hem dâimî, hem arzu edilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyâfet ve mahall-i saadet ister. Hem katî ister ki, o ziyâfetten telezzüz edenler, o mahall-i saadete devam etsinler, ebedî kalsınlar; tâ zevâl ve firâkla elem çekmesinler. Çünkü, zevâl-i elem lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet dahi elemdir. Öyle sehâvet, elem çektirmek istemez.

    Demek, ebedî bir Cenneti, hem içinde ebedî muhtaçları ister. Çünkü, nihayetsiz cûd ve sehâ, nihayetsiz ihsan etmek ister, nimetlendirmek ister. Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise, nihayetsiz minnettarlık, nimetlenmek ister. Bu ise, ihsana mazhar olan şahsın devam-ı vücudunu ister. Tâ, dâimî tenâumla o dâimî in’âma karşı şükür ve minnettarlığını göstersin. Yoksa, zevâl ile acılaşan cüzî bir telezzüz, kısacık bir zamanda öyle bir cûd ve sehânın muktezâsıyla kabil-i tevfîk değildir.

    Hem dahi, meşher-i san’at-ı İlâhiye olan aktâr-ı âlem sergilerine bak, yeryüzündeki nebâtât ve hayvanâtın ellerinde olan ilânât-ı Rabbâniyeye dikkat et, mehâsin-i Rubûbiyetin dellâlları olan enbiyâ ve evliyâya kulak ver. Nasıl müttefikan Sâni-i Zülcelâlin kusursuz kemâlâtını, hârika san’atlarının teşhiriyle gösteriyorlar, beyân ediyorlar, enzâr-ı dikkati celb ediyorlar.

    Demek, bu âlemin Sâniinin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemâlâtı vardır. Bu hârika san’atlarla onları göstermek ister. Çünkü gizli, kusursuz kemâlât ise, takdir edici, istihsan edici, mâşallah diyerek müşâhede edicilerin başlarında teşhir ister. Dâimî kemâlât ise, dâimî tezâhür ister. O ise, takdir ve istihsan edicilerin devam-ı vücudunu ister. Bekası olmayan istihsan edicinin nazarında kemâlâtın kıymeti sukut eder. Hem dahi, kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve san’atlı ve parlak ve süslü şu mevcudât, ışık güneşi bildirdiği gibi, misilsiz mânevî bir cemâlin mehâsinini bildirir ve nazîrsiz, hafî bir hüsnün letâifini iş’âr ediyor. O münezzeh hüsün, o mukaddes cemâlin cilvesinden, esmâlarda, belki her isimde çok gizli defîneler bulunduğunu işaret eder. İşte şu derece âlî, nazîrsiz gizli bir cemâl ise, kendi mehâsinini bir mir’atta görmek ve hüsnünün derecâtını ve cemâlinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir aynada müşâhede etmek istediği gibi, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemâline bakmak için, görünmek de ister. Demek, iki vecihle kendi cemâline bakmak-biri, her biri başka başka renkte olan aynalarda bizzat müşâhede etmek; diğeri, müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşâhedesi ile müşâhede etmek-ister. Demek, hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek, görünmek ise, müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemâl ebedî, sermedî olduğundan, müştakların devam-ı vücudlarını ister. Çünkü, dâimî bir cemâl ise, zâil bir müştâka râzı olamaz. Zîrâ, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adâvete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıddır. Halbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adâvet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah’ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor.

    Mâdem, o nihayetsiz sehâvet-i cûd, o misilsiz cemâl-i hüsün, o kusursuz kemâlât; ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktizâ ederler. Halbuki, şu misafirhâne-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor. O sehâvetin ihsanını ancak az bir parça tadar, iştihâsı açılır; fakat, yemez gider. O cemâl, o kemâlin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zayıf gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider. Demek, bir seyrangâh-ı dâimîye gidiliyor.

    Elhâsıl: Nasıl ki şu âlem bütün mevcudâtıyla Sâni-i Zülcelâline katî delâlet eder; Sâni-i Zülcelâlin de sıfat ve esmâ-i kudsiyesi, dâr-ı âhirete delâlet eder ve gösterir ve ister.

    Sözler, s. 69.

    Zîhayat cisimlerin zerrâtı içinde çekirdek ve tohumdaki gibi bir kısım zerreler öyle mânevî bir nura, bir letâfete, bir meziyete mazhar oluyorlar ki, sâir zerrelere ve o koca ağaca bir ruh, bir sultan hükmüne geçer. İşte azîm bir ağacın bütün zerrâtı içinde bir kısım zerrelerin şu mertebeye çıkmaları, o ağacın tabaka-i hayatında çok devirleri ve nâzik vazifeleri görmesiyle olduğundan gösteriyor ki, Sâni-i Hakîmin emriyle vazife-i fıtrat içinde zerrâtın enva-ı harekâtına göre onlara tecellî eden esmânın hesâbına ve şerefine olarak, birer mânevî letâfet, birer mânevî nur, birer makam, birer mânevî ders almalarını gösteriyor.

    Elhâsıl: Mâdem Sâni-i Hakîm Her şey için o şeye münâsip bir nokta-i kemâl ve ona lâyık bir mertebe-i feyz-i vücud tâyin edip ve o şeye, o nokta-i kemâle sa’y edip gitmek için bir istidad vererek ona sevk ediyor; ve bütün nebâtât ve hayvanâtta şu kanun-u Rubûbiyet câri olmakla beraber, cemâdâtta dahi câridir ki, âdi toprağa, elmas derecesine ve cevâhir-i âliye mertebesine bir terakkiyât veriyor ve şu hakikatte muazzam bir “kanun-u Rubûbiyetin” ucu görünüyor.

    Hem, mâdem o Halık-ı Kerîm, tenâsül kanun-u azîminde istihdam ettiği hayvanâta ücret olarak, birer maaş gibi, birer lezzet-i cüz’iye veriyor. Ve arı ve bülbül gibi, sâir hidemât-ı Rabbâniyede istihdam olunan hayvanlara birer ücret-i kemâl verir, şevk ve lezzete medâr birer makam veriyor; ve şunda bir muazzam “kanun-u kerem”in ucu görünüyor.

    Hem, mâdem Her şeyin hakikati Cenâb-ı Hakkın bir isminin tecellîsine bakar, ona bağlıdır, ona aynadır; o şey ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o ismin şerefinedir, o isim öyle ister. O şey bilse, bilmese, o güzel vaziyet hakikat nazarında matlûbdur. Ve şu hakikatten gayet muazzam bir “kanun-u tahsin ve cemâl”in ucu görünüyor.

    Sözler, s. 511.

    Güzel şeylere ve bahara meşrû muhabbetin, yani, “Ne kadar güzel yapılmış” nazarı ile o âsârın arkasındaki ef’âlin güzelliğini ve intizamını ve intizam-ı ef’âl arkasındaki güzel esmânın cilvelerini ve o güzel esmânın arkasında sıfatın tecelliyâtını ve hâkezâ, sevmekliğin neticesi ise, dâr-ı bekada o güzel gördüğün masnuâttan bin defa daha güzel bir tarzda, esmânın cilvesini ve esmâ içindeki cemâl ve sıfatını Cennette görmektir. Hattâ İmâm-ı Rabbânî Radıyallâhü Anh demiş ki: “Letâif-i Cennet, cilve-i esmânın temessülâtıdır.” Teemmel!

    Sözler, s. 592.

    Hem, güzel şeylere muhabbetin, mâdem Sâni’leri hesâbınadır, “Ne güzel yapılmışlar” tarzındadır. O muhabbetin, bir leziz tefekkür olduğu halde hüsünperest, cemâlperest zevkinin nazarını, daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemâl mertebelerinin defînelerine yol açar, baktırır. Çünkü, o güzel âsârdan ef’âl-i İlâhiyenin güzelliğine intikal ettirir; ondan esmânın güzelliğine, ondan sıfatın güzelliğine, ondan Zât-ı Zülcelâlin cemâl-i bîmisâline karşı kalbe yol açar. İşte bu muhabbet, bu sûrette olsa, hem lezzetlidir, hem ibâdettir ve hem tefekkürdür.

    Sözler, s. 588.

    Evet, her bir nebat, her bir ağaç pekçok lisân ile Sâni’lerini öyle gösteriyorlar ki, ehl-i dikkati hayretlerde bırakır ve bakanlara “Sübhânallah! Ne kadar güzel şehâdet ediyor” dedirtirler.

    Evet, her bir nebatın çiçek açması zamanında ve sümbül vermesi ânında tebessümkârâne mânevî tekellümleri hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zâhirdir. Çünkü, her bir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisâniyle ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşâhede, ilmi gösteren bir mîzan içindedir. Ve o mîzan ise, maharet-i san’atı gösteren bir nakş-ı san’at içindedir. Ve o nakş-ı san’at, lûtuf ve keremi gösteren bir zînet içindedir. Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler, öyle bir lisân-ı şehâdettir ki, hem Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.

    İşte, birtek çiçekten böyle bir şehâdet işitsen; acaba zemin yüzündeki Rabbânî bağlarda umum çiçekleri dinleyebilsen, ne derece yüksek bir kuvvetle Sâni-i Zülcelâlin vücûb-u vücudunu ve vahdetini ilân ettiklerini işitsen, hiç şüphen ve vesvesen ve gafletin kalabilir mi? Eğer kalsa, sana insan ve zîşuur denilebilir mi?

    Gel, şimdi bir ağaca dikkatle bak. İşte, bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzunen açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde, mâsum çocuklar gibi, nesîmin esmesiyle oynaması içindeki latîf ağzını gör. Nasıl bir dest-i keremle yeşillenen yaprakların dili ile ve bir neş’e-yi lûtufla tebessüm eden çiçeklerin lisâniyle ve bir cilve-i rahmetle gülen meyvelerin kelimâtı ile ifade edilen hikmetli nizam içindeki adilli mîzan; ve adli gösteren mîzan içinde bulunan dikkatli san’atlar, nakışlar; ve maharetli nakışlar ve zînetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatlı tatmaklar; ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mu’cize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zâhir bir sûrette, bir Sâni-i Hakîm, Kerîm, Rahîm, Muhsîn, Mün’im, Mücemmil, Mufaddıl’ın vücûb-u vücudunu ve vahdetini ve cemâl-i rahmetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir. İşte, eğer bütün rûy-i zemindeki ağaçların lisân-ı hallerini birden dinleyebilsen, hazînesinde ne kadar güzel cevherler bulunduğunu göreceksin, anlayacaksın.

    Sözler, s. 611.

    Hayvânat ve nebâtâtın icadında, gözümüzle görüyoruz, hadsiz bir sehâvet ve kesret içinde, nihayet derecede bir itkan, bir hüsn-ü san’at bulunuyor. Hem nihayet derecede karışıklık ve ihtilât içinde, nihayet derecede bir imtiyaz ve tefrik görünüyor. Hem nihayet derecede mebzuliyet ve vüs’at içinde, nihayet derecede san’atça kıymettarlık ve hilkatçe güzellik bulunuyor. Hem nihayet derecede san’atkârâne bir surette, çok cihazata ve çok zamana muhtaç olmakla beraber, gayet derecede suhuletle ve süratle icad ediliyor. Âdetâ birden ve hiçten, o mu’cizât-ı san’at vücuda geliyor.

    Mektubat, s. 238.

    Sâni-i Kadîr, külfetsiz, muâlecesiz, süratle, suhuletle, herşeyi, o şeye lâyık bir surette hâlk eder. Külliyâtı, cüz’iyat kadar kolay icad eder. Cüz’iyâtı, külliyat kadar san’atlı hâlk eder.

    Evet, külliyâtı ve semâvâtı ve arzı hâlk eden kim ise, semâvat ve arzda olan cüz’iyâtı ve efrad-ı zîhayatiyeyi hâlk eden elbette yine Odur ve Ondan başka olamaz. Çünkü o küçük cüz’iyat, o külliyâtın meyveleri, çekirdekleri, misal-i musaggarlarıdır.

    Mektubat, s. 242, 243.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Herhangi birşeyin sonu ve âhiri intizam ve güzellikçe evvelinden aşağı olmadığı gibi, zahiri ve sureti de san’at ve hikmetçe bâtınından güzel değildir. Öyleyse, eşyanın içyüzlerini ve nihayetlerini sahipsiz zannedip, tesadüflere havale etme. Çiçekle, çiçekten çıkan semeredeki eser-i san’at ve hikmet; çekirdekle, çekirdekten çıkan filizin eser-i san’at ve nakşından aşağı değildir. Binaenaleyh, Sâni-i Zülcelâl hem evveldir, hem âhir, hem zahirdir, hem bâtın.

    Mesnevi-i Nuriye, s. 81.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.

    Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham ise havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur.

    Mesnevi-i Nuriye, s. 124.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Tabiatları latif, ince ve latif san’atlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevari bir şekilde şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanları yaptırmakla, bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letafetin, o güzelliğin derecesini göstermek için, bazı çirkin kaya, kaba, gayr-ı muntazam mağara ve dağ heykelleri gibi şeyleri de ilave ediyorlar ki, onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, letafeti fazlaca parlasın. Çünkü, Lakin, müdakkik bir kimse, o ezdadı cem eden bahçenin manzarasına baktığı zaman anlar ki, o çirkin, kaba şeyler kasten yapılmıştır ki, güzellik, intizam, letafet artsın. Zira, güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir. Demek bahçenin tam intizamını ikmal eden, o çirkinlerdir. Ve o çirkinlerin adem-i intizamı nisbetinde bahçenin intizamı artar.

    Kezalik, dünya bahçesinde nizam ve intizamın son sisteminde bulunan mahlukat ve masnuat arasında-hayvanlarda olsun, nebatatta olsun, cemadatta olsun-bazı çirkin, intizamdan hariç şeyler bulunur. Bunların çirkinliği, intizamsızlıkları, dünya bahçesinin güzelliğine, intizamına bir ziynet, bir süs olmak üzere Sani-i Hakim tarafından kasten yapılmış olduğunu, pek yüksek, geniş, şairane bir hayalle dünyanın o bahçe manzarasını nazar altına alabilen adam, görebilir.

    Maahaza, o gibi şeyler kasti olmasaydı, şekillerinde hikmetli tehalüf olmazdı. Evet, tehalüfte kasıt ve ihtiyar vardır. Her insanın bütün insanlara simaca muhalefeti buna delildir.

    Mesnevi-i Nuriye, s. 179.

    Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur. Hakikati tanımayan, hayalâta sapar. Sırat-ı müstakîmi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Muvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır.

    Zahirperestleri aldatan bir sebep, kıssanın hisseyle münasebeti ve mukaddemenin maksutla zihinde mukareneti, vücud-u haricîde olan mukarenetle iltibas olunmasıdır. Bu noktaya dikkat et, sonra muhtaç olacaksın.

    Hem de ihtilâlâtı tevlid eden, ihtilâfatı ika eden, hurafatı icad eden, mübalâgatı intaç eden esbabın birisi ve belki en birincisi, hilkatte olan hüsün ve azamet ve ulviyete adem-i kanaattir. Hâşâ, zevk-i fâsidesiyle istihfaf-ı nizam etmektir. Halbuki, akıl ve hikmet nazarlarında her biri kudretin en bâhir mucizelerinden olan hakaik-i âlemde olan hüsn-ü intizam ve kemal ve ulviyet, o derece dest-i hikmetle nakşolmuş ki, bütün hayalperestlerin ve mübalâğacıların hülyalarından geçmiş olan harikulâde hüsün ve kemâle nispet olunsa, o harikulâde hayaller gayet âdi ve o âdâtullah gayet harikulâde bir hüsün ve haşmet gösterecektir. Fakat cehl-i mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathînin annesi olan ülfet, mübalâğacıların gözlerini kapatmıştır. Böyle gözleri açmak içindir: Me’lûf olan âfâk ve enfüste dikkat-i nazara, Kitab-ı Hakîm emreder.

    Muhakemat, s. 43.

    İşaret

    Sani-i Zülcelâl, ne kadar evsaf-ı kemaliye varsa, onlarla muttasıftır. Zira mukarrerdir ki: Masnûda olan feyz-i kemal, Sâniin kemâlinden iktibas edilmiş bir zıll-i zalîlidir. Demek, kâinatta ne kadar hüsün ve cemal ve kemal varsa, umumundan lâyuhadd derecede yüksek tabakada evsaf-ı cemaliye ve kemâliyeyle Sâni muttasıftır. Evet, ihsan servetin, icad vücudun, icap vücubun, tahsin hüsnün fer’idir ve delilidir. Hem de Sâni-i Zülcelâl, cemî nekaisten münezzehtir. Maddiyatın mahiyatının istidatsızlığından neş’et eden nekaisten müberradır. Kâinatın mahiyat-ı mümkinesinden neş’et eden evsaf ve levazımatından mukaddestir.

    Muhakemat, s. 120.

    âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:

    Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:

    Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış. Ve güz mevsiminin haşin tahribâtı, hazin firâk perdeleri arkasında, tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhâfaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, vebâ gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhiri çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güyâ umum inkılâblar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.

    Fakat insan, hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan, zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhâkeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana âit gayesi bir ise, Sâniinin esmâsına âit binlerdir. Meselâ, kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkkî eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zâhiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Meselâ, “kar”ı pek bâridâne ve tatsız telâkkî ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.

    Hem insan, hodgâmlık ve zâhirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhâkeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilâf-ı edeb zanneder. Meselâ, âlet-i tenâsül-i insan, insan nazarında bahsi hacâletâverdir. Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa, hilkate, san’ata ve gayât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacâlet ona hiç temas etmez.

    İşte, menba-ı edeb olan Kur’ân-ı Hakîmin bâzı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasıl ki bize görünen çirkin mahlûkların ve hâdiselerin zâhirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar; ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar; ve pek çok zâhirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitâbet-i kudsiyedir.

    Üçüncü Nokta:

    Mâdem kâinatta hüsn-ü san’at, bilmüşâhede vardır ve katidir; elbette, risâlet-i Ahmediye (a.s.m.) şuhud derecesinde bir kat’iyetle sübutu lâzım gelir. Zîrâ, şu güzel masnuâttaki hüsn-ü san’at ve zînet-i sûret gösteriyor ki, onların San’atkârında ehemmiyetli bir irâde-i tahsin ve kuvvetli bir taleb-i tezyin vardır. Ve şu irâde ve talep ise, o Sânide ulvî bir muhabbet ve masnu’larında izhâr ettiği kemâlât-ı san’atına karşı kudsî bir rağbet var olduğunu gösteriyor. Ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnuât içinde en münevver ve mükemmel ferd olan insana daha ziyâde müteveccih olup temerküz etmek ister.

    İnsan ise, şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir. Meyve ise, en cemiyetli ve en uzak ve en ziyâde nazarı âmm ve şuuru küllî bir cüz’îdir. Nazarı âmm ve şuuru küllî zât ise, o San’atkâr-ı Zülcemâle muhatap olup görüşen ve küllî şuurunu ve âmm nazarını tamamen Sâniinin perestişliğine ve san’atının istihsanına ve ni’metinin şükrüne sarf eden en yüksek, en parlak bir ferd olabilir.

    Şimdi iki levha, iki daire görünüyor:

    Biri, gayet muhteşem, muntazam bir daire-i Rubûbiyet ve gayet musannâ, murassâ bir levha-i san’at.

    Diğeri, gayet münevver, müzehher bir daire-i ubûdiyet ve gayet vâsi, câmi’ bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve imân vardır ki, ikinci daire bütün kuvvetiyle birinci dairenin nâmına hareket eder.

    İşte, o Sâniin bütün makasıd-ı san’atperverânesine hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni ile münâsebettar ve onun nazarında ne kadar mahbub ve makbul olduğu bilbedâhe anlaşılır. Acaba hiç akıl kabul eder mi ki, şu güzel masnuâtın bu derece san’atperver, hattâ ağzın her çeşit tadını nazara alan in’âmperver San’atkârı, Arş ve ferşi çınlattıracak bir velvele-i istihsan ve takdir içinde, berr ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbirle, perestişkârâne Ona müteveccih olan en güzel masnuuna karşı lâkayd kalsın ve onunla konuşmasın ve alâkadarâne onu resûl yapıp güzel vaziyetinin başkalara da sirâyet etmesini istemesin?

    Kellâ! Konuşmamak ve onu resûl yapmamak mümkün değil.

    Sözler, s. 210, 211, 212.

    Evet, bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziya-zulmet, hararet-bürudet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalâlet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir. Çünkü şer olmazsa hayır bilinmez. Elem olmazsa lezzet anlaşılmaz. Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz. Soğukla, hararetin dereceleri tahakkuk eder. Çirkinlikle, hüsnün tek bir hakikati, bin hakikat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücut bulur. Cehennemsiz, Cennetin pek çok lezzetleri gizli kalır. Bunlara kıyasen, herşey, bir cihette zıddıyla bilinebilir. Ve birtek hakikatı, sümbül verip çok hakikatler olur.

    Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fâniden dâr-ı bekaya akıp gidiyor. Elbette, nasıl ki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennete akar; öyle de, şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehenneme yağar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havuza girer, durur.

    Asa-yı Musa, s. 45.

    Kamilin insanların zevk-i mealisini hoşnut eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez, onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süfli, sefih, hem nefsi ve şehvani içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhiyi bilmez.

    Avrupadan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat, romanvari nazarla, Kuranda olan letaif-i ulviyet, mezaya-i haşmeti göremez, hem tadamaz,

    Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:

    Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edebse, hamaset noktasında hakperestliği etmez.

    Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında aşk-ı hakiki bilmez,

    Şehvetengiz bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kainata sanat-ı İlahi suretinde bakmaz,

    Bir sıbga-i Rahmani suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.

    Onun için telkini, aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

    Yine ondan gelen, dalaletten neşet eden ruhun ıztırabatına, o edebsizlenmiş edeb (müsekkin, hem münevvim), hakiki fayda vermez.

    Tek bir ilacı bulmuş; o da romanlanyınış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.

    Hem tiyatro gibi tenasühvari, mazi denilen geniş kabrin hortlaklan gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

    Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fasık bir göz takmış, dünyaya bir alufte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

    Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi karie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet fenadır; insanlara yakışmaz.”

    Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki, sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hakim kalamaz.

    Kastamonu Lahikası, s. 133.

    Sanemperstliği şiddetle, Kur’ân, men ettiği gibi; sanemperestliğin bir nevi taklidi olan sûretperestliği de men eder. Medeniyet ise, sûretleri kendi mehâsininden sayıp, Kur’ân’a muâraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli, gölgesiz sûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-i mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. Hem Kur’ân, merhameten, kadınların hürmetini muhâfaza için, hayâ perdesini takmasını emreder; tâ hevesât-ı rezîlenin ayağı altında o şefkat mâdenleri zillet çekmesinler, âlet-i hevesât, ehemmiyetsiz bir metâ hükmüne geçmesinler. Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki, âile hayatı, kadın-erkek mâbeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık samimi hürmet ve muhabbeti izâle edip, âilevî hayatı zehirlemiştir. Hususan, sûretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukùt-u ruha sebebiyet verdiği, şununla anlaşılır: Nasıl ki, merhûme ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder; öyle de, ölmüş kadınların sûretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan sûretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine, hissiyât-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.

    İşte şu üç misâl gibi binler mesâil-i Kur’âniyenin her birisi saadet-i beşeriyeyi dünyada temine hizmet etmekle beraber, hayat-ı ebediyesine de hizmet eder. Sâir meseleleri mezkûr meselelere kıyas edebilirsin.

    Sözler, s. 374.

    * Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd hırçın rûhunda, mütebessim küçük cenâzeler olan sûretlerin rolü ehemmiyetlidir.

    * Memnû heykel; ya bir zulm-ü mütehaccir, ya bir heves-i mütecessim, veyâ bir riyâ-yı mütecessiddir.

    Hutbe-i Şamiye, s. 136.