Köprü Anasayfa

İslam’ın Siyasallaşması Sorunu

"Güz 2000" 72. Sayı

  • İslâm'ın Siyasallaşma Sürecinde Cemiyet-i Müderrisin'den Teâli-i İslâm'a

    Kemal Gurulkan

    İslâmcılık, XlX-XX. yüzyılda, İslâm’ı inanç, ibadet, ahlâk, felsefe, siyaset, eğitim vb. açılardan bir bütün olarak yeniden hayata hakim kılmak ve akılcı bir metotla, İslâm dünyasını Batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist ve eklektik yönleri baskın, siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü kapsayan bir hareket olarak tarif edilebilir (Kara, 1986, XV)

    İslâmcılık, müesseseler ihdas edecek bir fikir ve inanç sistemi olduğunu iddia etmesi ve bu iddiasını gerçekleştirmek için sosyal bir hareketi davet ettirmesi açısından ideolojik; toplumu yani Osmanlı Devleti’ni bir blok halinde korumak ve bütünlüğünü devam ettirmek, onu belli bir amaca yöneltmek istemesi açısından siyasi bir harekettir. (Yücedağ, 1999, 119)

    Rönesans ve Reform hareketleriyle kilisenin, bir bakıma da dinin hakimiyetinden kurtulan, ardından da sanayi devrimini gerçekleştiren Batı dünyası, maddî ve teknik üstünlük itibariyle İslâm dünyasıyla arasına büyük mesafeler koymuştu. Hemen bütün İslâm dünyası Batı karşısında askeri başarısızlıklarla sarsılmış, buna bağlı olarak siyasi, ekonomik ve sosyal çalkantılar yaygınlık kazanmıştı. Önce sefirler, daha sonrada Batıda eğitim gören aydınların etkisiyle gittikçe artan bir oranda Batıya karşı büyük bir hayranlık ve bunun beslediği bir aşağılık duygusu Müslümanlar arasında hakim olmaya başladı. 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanları ile gayr-ı müslimlere sağlanan ayrıcalıklar fiili uygulamada Müslümanların aleyhine Hıristiyan üstünlüğü şeklinde tecelli edince devletin Müslüman ve Hıristiyan teb’ası arasındaki uçurum giderek büyüdü (Eraslan, 1992, 51)

    1838 Balta Limanı Ticaret Anlaşması ile Osmanlı ticaret ve sanayiini ele geçiren Batılı devletler, kendi mezheplerindeki Hıristiyan Osmanlı vatandaşlarının haklarını korumak bahanesiyle hareket ettikçe Osmanlı teb’ası arasındaki eşitlik dengesinin bozulmasına sebep olmuşlardır. Osmanlı Hıristiyanlarının dertlerini anlatabileceği yerler olan Batılı devletlerin İstanbul temsilciliklerine karşın Müslümanların dertlerini anlatabilmeleri için hükümet nezdinde dahi muhatap bulamaması Müslümanlar arasında kahredici bir durum meydana getiriyordu.

    Dahildeki bütün unsurları “Osmanlı devleti toprakları üzerinde yaşayan herkes Osmanlı’dır” düsturu ile muhafazaya çalışıp ittihâd-ı anâsır’ı gerçekleştirmek isteyen Tanzimat’ın bir ileri merhalesi olarak ıslahat, devletin Müslüman kesimdeki son moral güç olan üstünlük duygusunu yıkmıştı (Eraslan, 1992, 37). Tanzimat ve Islahat Fermanları beklenen huzur ve emniyeti temin edememiş olmasının yanında toplumda alafranga adetlerin yarattığı lüks yaşama cereyanı hızla artıyordu. Medreseli hocalar açıkça içinde bulunulan kötü gidişin siyasi yönündeki açmazını halka anlatıyorlardı. Müslümanlar arasındaki hoşnutsuzluk hem aydınlar hem de askerler arasında tepkisini vermeye başlamıştır. Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi aydınların gazete sayfalarına yansıyan tepkilerinin yanısıra Batılıların “geriye dönüş” olarak niteledikleri ve öncülüğünü Süleymaniyeli Şeyh Ahmet (Beyazıt Camii Dersiamlarından), Ferik Çerkez Hüseyin Paşa, Arnavut Cafer Paşa, Tophane-i Amire ketebesinden Arif Bey ve İmâlat Meclisi azasından Binbaşı Haşim Beylerin yaptığı gizli cemiyet, Mirliva Hasan Paşanın kendisine yapılan üyelik teklifini üst makamlara bildirmesi ile önde gelenlerden 41 kişi yakalanarak “Kuleli Kışlası”n da yargılanmaları ile tarihe karışmıştır. Tarihimize KULELİ VAKASI olarak geçen bu hareket ilk İslamcı tepki olarak kabul edilebilir (Albayrak, 1989, 76). Bu dönemde gelişen İslâmcı fikirler yalnız düşünce düzeyinde kalıp devletin politikalarını etkilememiştir. Bu ancak II. Abdülhamit döneminde gerçekleşmiştir (Karal, 1988, 319).

    Devlet idarecilerinin Hıristiyanlar’a geniş ölçüde, hatta Müslümanlar’ı rencide edici surette verdikleri hakların devletin bütünlüğünü yine de koruyamadığı 1875’te başlayan Balkan isyanları ve neticesinde çıkan 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında ve hemen sonrasında açıkça görüldü. Bu durum yöneticilerin ileriki yıllarda siyasetlerine İslâmcı bir şekil vermelerinin en önemli sebeplerinden biridir (Eraslan, 1992, 55).

    XIX. yüzyıl, Batıda milliyetçiliğin geliştiği dönem olmuştur. Bu milliyetçi görüş, Avrupa’nın milliyetlerden oluştuğunu, bu milliyetlerden her birinin armasında özel bir kültür yattığını ve bu kültürün biçimlenmemiş olsa bile o milletin içinden, halkın geleneklerinden çıkabileceğini ileri sürüyordu. Milliyetçiliğin kültür boyutunun yanı sıra siyasal boyutu da gelişmekte idi. Osmanlı Devletinin kaderini etkileyen iki büyük milliyetçi akım olmuştur. Bunlar Alman Birliği (Pan-Germenizm) ve Slav Birliği (Pan-Slavizm)’dir. II.Abdülhamid dönemi İslâm birliği politikaları bu devir hakkında yazanlar tarafından Pan-İslamizm olarak nitelenmektedir. Böyle bir politikanın 1890’dan önce varlığından söz edilemeyeceği gibi, 1890’dan sonrada atak bir “Pan-İslamizm” politikasına girişildiğini ispat etmek zordur. (Bunun gerekçeleri ve zorluğu hakkında geniş bilgi için Cezmi Eraslan’ın “II. Abdülhamit ve İslâm Birliği” kitabına bakılabilir.) Abdülhamit’in tahta çıktığı zaman Osmanlı İmparatorluğu’nda “Osmanlılık” ilkesini egemen kılmak istediği ve “bilâ tefrik-i gaye ırk ve din” bir millet kurma yolunda Tanzimat adamlarının giriştikleri çabayı devam ettirmek niyetinde olduğu, izlediği “hiçbir milleti gücendirmeme politikasından anlaşılır. (Mardin, 1989, 59-60)

    II. Abdülhamid’in devleti toprak kaybına uğratmadan, Avrupalı devletlerin aralarındaki ihtilaflardan ve menfaat çatışmalarından yararlanarak devam ettirme yolundaki çabaları; 1908’de İttihatçıların iktidara geçip 31 Mart olayıyla II. Abdülhamid’i tahttan indirerek devlet işlerinden uzaklaştırmaları ve Almanya ile olan yakınlaşmayı çok ileri boyuta taşımalarıyla sona ermiştir (Özcan, 1995, 92). Balkan savaşları bittiği zaman İttihat Terakki hükümeti büyük ölçüde İttihad-ı İslâm siyasetinden vaz geçerek fikren bağlı olduğu Türkçülüğe ve Türk milliyetçiliğine yaslanma temayülü göstermiş. (Kara, XXX), Balkanlarda meydana gelen bağımsızlık cereyanları neticesinde devletin gayr-ı müslim teb’ası hemen hemen kalmamıştır (Kuran, 1956, 620-625). Bu durum devleti yönetenlerin Türkçü ve hayalci düşünceleriyle birleşince ortaya maceracı bir devlet politikası çıkmış ve Osmanlı Devletini kaçınılmaz sona götüren zemini hazırlayacak olan I. Dünya Savaşına sokmuştur.

    Uzun direnmeler ve kısmen kazanılan zaferlere rağmen müttefiklerinin savaşı kaybetmeleri ile yenilmişler sınıfına giren Osmanlı Devleti, bu savaşın faturasını toprağı ve gün gün eriyen milletinin uğradığı kayıplarla çok ağır bir şekilde ödemiştir. Bütün yokluklara rağmen cepheden cepheye koşan ve bir zamanlar kızılelmalar peşinde koşan millet için vatanın sınırları, çift sürdüğü tarla ile çizilir hale gelmiştir. Halkın bu denli uzun ve yorucu geçen savaşlar neticesinde bezgin bir ruh hali içinde olduğu bu dönemde acilen bir ateşkes yapılması ve dayanma gücü kalmayan devletin ve milletin biraz nefes almasını sağlamak gerekmiştir. Böylece Osmanlı Devleti taraf olduğu grubun I. Dünya Savaşını kaybetmesi üzerine, Mond-ros Ateşkes Antlaşmasını (30 Ekim 1918) imzalamak zorunda kalmıştır. Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Ordusu terhis edilmiş, silahları elinden alınmış ve ülke topraklarının hemen tamamı işgâle açık hale getirilmiş, devletin siyasal açmazı kuruluşundan o güne yaşamadığı ölçüde ağırlaşmıştır (Er, 1985a, 1120). Osmanlı halkı yaklaşık 10 yıldan beri devam eden savaşlarda malını canını kaybettiği yetmiyormuş gibi şimdi bunlara bir de bağımsızlığının tehlikeye girmesi eklenmişti. Bu durum Osmanlı toplumunda üç kötü durumu ortaya çıkartmıştı.

    Bu üç kötü durumdan birini tercih ederek ülkeyi içine düştüğü bunalımdan kurtarmak gerekiyordu. Bunlar;

    a) Bütün olumsuz neticelerine rağmen Mondros Ateşkes Antlaşması hükümlerine rıza gösterip, yenilmiş olmanın dezavantajını en iyi şekilde atlatıp derlenip toparlanmak için vakit kazanmaya çalışmak.

    b) Devletin devamiyetini, bir büyük devletin mandasına girmek suretiyle sağlamak.

    c) Galip Devletlerin bütün isteklerini reddedip, gerekirse Türk insanının topyekün imhasını da göze alarak kendilerine yetecek ölçüde bir “vatan” parçası üzerinde bağımsız yaşayabilmek üzere mücâdele vermek.

    Bu üç farklı görüşte Osmanlı siyasal yaşamı içerisinde temsil imkanı bulmuştur. Zaten mütareke dönemi siyasal olayları da bu üç alternatiften birini seçen grupların kimi zaman siyasal, kimi zaman da askeri boyuta varan mücadeleleri ve Osmanlı siyasal açmazlarına çözüm arayışlarıyla şekillenmiştir (Tekeli-İlkin, 270-271).

    “Mütareke sonrası, bir belirsizlikler ve arayışlar dönemidir. Böyle dönemlerde, toplum içinde değişik toplumsal gruplar farklı çözümler öngörürler. Bu görüşlerin ya da çözümlerin hangisinin doğru yol olduğunu başlangıçta saptamak güçtür. Böyle bir düşünce deneyimi sonucu yapılacak saptamaların bir tek mihenk taşı vardır. O da eylemdeki başarıdır. Zaman içinde eylem farklı çözüm önerilerini eleyen bir mihenk taşı rolünü görür ve görüşler arasından biri üzerinde birleşilir. Tabii her siyasal ayıklama sürecinde olduğu gibi bu süreçte, çatışmalarla ve acılarla dolu bir süreç olacaktır (İlkin-Tekeli, 270). Bir sosyolojik tespit olan bu değerlendirme mütareke döneminin gerçekten zor ve belirsizlik dönemi olduğunu ve ortaya çıkan fikirlerde herkesin haklı olarak görülebileceğini fakat esas haklının girişilen bu mücadele ortamında başarıyı kazanan tarafın olacağını ortaya koymaktadır. Bu durum “Devlet nasıl kurtulur?” sorusunu soranların ve bu soruyu cevaplamaya çalışanların sayısını hızla artırmış (Alev Er, 1985a, 1120), mütareke sonrası Türkiye’sinde önemli bir toplumsal ve siyasal canlanma görülmesini sağlamıştır. Yasal dayanağını 1909 Cemiyetler kanunundan alan (Kabasakal, 19) ülkenin ya da bölgelerin siyasal kaderini çizme amacını güden (Tanör, 1992, 18 ), başta bir zamanların sözü dinlenir örgütlerinden olan Hürriyet ve İtilaf fırkası olmak üzere bir çok siyasal örgüt, İttihat ve Terakki yönetiminin son bulmasıyla birlikte siyaset yapma imkanı bulmuş hepsi yasama meclisi dışında kurulmuş ve çoğu Damat Ferit Paşa Hükümeti’nden yana siyasal parti ve derneklerin sayısı otuz birdir (Kabasakal, 1991, 77-78).

    Mütarekenin siyasal olsun olmasın tüm dernekleri, tüzük ve programlarında siyasetle uğraşmayacaklarını belirtmekle birlikte, gerek amaçları ve faaliyet alanları gerekse yapıları ve işleyişleri yönünden birer siyasal dernek ya da siyasal organizma kimliğine bürünürler (Tanör, 1992, 18).

    Millî mücâdele döneminde faaliyet göstermiş olan bu cemiyetleri gizli olan, olmayan ya da zararlı ve yararlı cemiyetler şeklinde tasnif etmek artık alışıla gelmiştir. Bu cemiyetleri faaliyetlerinin sonuçları itibarı ile Millî Mücâdeleye yararlı ya da Millî Mücâdeleye zararlı (Hanioğlu, 1993, 331’de bu cemiyetleri “yabancı işgaline ve ülkeye kabul ettirilmeye çalışılan barış şartlarına karşı olduğu gibi ayrıca milliyetçi kuruluşlara muhalif” cemiyetler olarak tanıtmıştır.) cemiyetler şeklinde ayırmak doğru olmakla birlikte faaliyet gösterdikleri dönemin kaos ortamı içinde kimin, kime ve neye göre yararlı olduğu henüz netleşmemiş olduğundan bu cemiyetleri;

    a) Damat Ferit Paşa Hükümetleri’nin tezine yakın cemiyetler

    b) Millî Mücâdele fikrini oluşturan cemiyetler

    şeklinde tasnif etmek ve faaliyet yılları itibari ile fikirleri başlangıçta yargılamadan değerlendirmenin daha doğru olduğu kanaatindeyiz. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde yapmış olduğumuz sınıflandırma da cemiyetlerin yeri değişmeyecek fakat yapılan yorum itibarı ile bir farklılık ortaya çıkacaktır.

    1918-1919 yıllarında İstanbul’da kurulan siyasal örgütlenmelerin başlıcaları (Kabasakal, 1991, 77-78; Kuran, 1956, 620-625):

    Radikal Avam Fırkası, Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası, Selameti Amme Heyeti, Teceddüt Fırkası, Osmanlı Sulh ve Selâmet Cemiyeti, Millî Kongre, Ahâlî İktisat Fırkası, Selâmeti Osmaniye Fırkası, Sulh ve Selâmeti Osmaniye Fırkası, Sosyal Demokrat Fırkası, Vahdeti Milliye Heyeti, Kürdistan Teâlî Cemiyeti, Millî Ahrar Fırkası, İngiliz Muhipler Cemiyeti, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası, Osmanlı İlâ-yı Vatan Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti, Hürriyet ve İtilaf Fırkası (Hürriyet ve İtilaf Fırkasının Kuruluş, Faaliyet ve Fikirleri açısından geniş bilgi için bkz.: Birinci, 1990), Nigehban Cemiyeti Askeriyesi, Osmanlı Mesai Fırkası, Osmanlı Çiftçiler Derneği, Mağdurini Siyasiye Teavün Cemiyeti, Türkiye Sosyalist Fırkası ve esas konumuzu teşkil eden Teâlî-i İslâm Cemiyeti (Cemiyeti Müderrisîn)dir.

    Bu cemiyetler hakkında genel değerlendirme yapılırken “bir çoğunun Hürriyet ve İtilaf Fırkası etrafında birleştikleri görülür” (Eroğlu, 1982: 153) şeklinde yorumlandığı dikkati çekmektedir. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın kuruluşunda, İttihatçı düşmanlığı olduğu görülmektedir. Fırkanın kurucularından Dr. Rıza Nur Beyin Hürriyet ve İtilaf Fırkasının kuruluş ilanının çıktığı gün Meclis-i Mebusanda İktidar Partisinin yayın organı Tanin’in baş yazarı Hüseyin Cahit Bey’e söylediği şu sözler fırkanın dayandığı temeli bize göstermektedir: “… Sizi devirmek için şimdi ne bulursak topladık, siz düşün, o gün bu fırkayı dağıtacağız. Böyle fırkalar zaten dağılmaya mahkumdur (Tunaya, 1986: 540)”.

    1918 sonrası Anadolu’da meydana gelen durumu yine aynı şekilde değerlendirdiği görülen Hürriyet ve İtilaf’ın, aynı misyon ile ortaya çıktığı ve çevresine bir çok cemiyeti topladığı ihtimali çok uzak bir düşünce değildir. Mütareke döneminin iktidar partisi görünümünde olan bu fırkanın, Damat Ferit Paşa Hükümetinin görevi Tevfik Paşa Hükümetine bırakmasıyla tarihe karışması (Kabasakal, 1991, 78 ) bunu ispat etmektedir. Bu bakımdan Millî Mücâdele karşıtı bütün hareketleri Hürriyet ve İtilaf merkezli kabul etmenin temelinde bu durum yatmaktadır. (Hürriyet ve İtilaf’ın temsil edildiği Damat Ferit Paşa hükümeti ve o dönemde kurulan cemiyetlerin şartları ile ilgili geniş bilgileri dönemin sadrazamlarından Ahmet İzzet Paşa’nın hatıratında daha geniş görmek mümkün. (bkz. Ahmet İzzed Paşa, 212-213).

    Cemiyet-i Müderrisîn

    Mütareke döneminin meydana getirdiği kaos, devletin toprak bütünlüğünü tehdit etmesinin yanında çok geniş çaplı bir iktidâr boşluğunu beraberinde getirdiğini belirtmiştik. Bu iktidâr boşluğuna İttihat ve Terakkî’nin uygulamaları sonucu oluşan muhalefetle birlikte Osmanlı siyasal yaşamına yeni yeni girmeye başlayan fırkacılık kavgaları eklenince ortaya çok farklı, biraz da Türk toplum yapısına uygun bir politik ortam çıkmış oldu. Özellikle muhalif olmak için muhalefet anlayışının (Birinci, 1990, 97-99) hakim olduğu bu siyasal yapıda iktidar partisinin adam kayırma ve kamu görevlerine kendi fırkasına yakın kimseleri atama şeklinde faaliyetlerinin meydana geldiğini görürüz.

    Osmanlı Devlet yönetiminde meydana gelen bozulmalar medreselerde de kendisini göstermiştir. Bu medreselerde görevli müderrislerinde siyasî tercihleri noktasında gruplaşmaya başlamaları aslında yeni değildir. II. Abdülhamid’in istibdâd yönetimine karşı en büyük tepkilerden birisi de ulemâdan, medrese hoca ve talebelerinden gelmiştir (Eraslan, 1992, 389). Meşrutiyet için İttihat Terakkî ile ortak tavır ortaya koyan ulema (Hanioğlu, 1989, 112) II. Meşrutiyet’in ilânı akabinde İttihat Terakki önderlerinin İslâm’a karşı takınmış olduğu tavır ve sonra meydana gelen 31 Mart hadisesi sebebiyle ulemaya karşı oluşan toplumsal antipati (Kara, 1986, 51-58) bu zümreyi İttihat Terakki’den uzaklaştırıp muhalefet konumunda Hürriyet ve İtilâf Fırkasının saflarına itmiştir.

    Dünya Savaşının kaybedilmesi neticesinde mağlubiyetin faturasının İttihat Terakkiye çıkarılması ve bu partinin faaliyetlerinin sona erdirilmesiyle, Hürriyet ve İtilâf mütareke döneminin yegâne siyasal gücü haline gelmiştir. İttihat Terakkî’nin dine yaklaşımı sebebiyle bu fırkaya yönelen ulema da H.İ.F içerisinde faaliyetlerini yoğunlaştırmış ve bozulan bürokratik yapı içerisinde onlarda iktidarda bulunmanın avantajlı konumundan yararlanma yoluna gitmişlerdir (Mevlanzade Rıfat, 1993, 318-335) Meclis-i Mebûsan almış olduğu bir kararla dersiamların terfi işlerini bir tasnife tabi tutmuş ve sıraya koymuş olmasına rağmen, bazı kimselerin bu sırayı atlayarak terfi etmeleri (Ankara İstiklâl Mahkemesi Zabıtları (1926), s. 103) neticesinde mağdur olan medrese öğretim görevlileri teşkilatlanma ve haklarını arama yoluna gitmiştir (Cemiyeti Müderrisînin Reis-i Evvel’i Mustafa Sabri’nin Damat Ferit Paşa kabinelerinde Şeyhü’l-İslâm olmasıyla aynı şekilde istismar iddiaları, cemiyet içinde başlayacaktır).

    Bu gaye ile 15 Şubat 1335/1919 tarihinde Vefâ’da Molla Hüsrev Mahallesi’nde Şehzâde Cami’i sokağında 1 numaralı hanede kurulan Cemiyet-i Müderrisîn, kuruluş amacını bir beyannâme ile kamuoyuna duyurmuştur. Kuruluş beyannâmelerinin yanında yayınlamış oldukları ana nizamnâme ile amaçlarını somutlandırmışlar ve bu amaçların hayata geçirileceği organların tasnifi ile faaliyet sahalarının sınırlarını belirtmişlerdir.

    Cemiyet-i Müderrisîn’in Kuruluş Beyânnâmesi*

    “Bir milletin vücud ve bekâyı siyasîsi kendisini teşkil eden bir veya müteaddid kavmin havî olduğu sınıflar tarafından fıtrat-ı insaniyede müesses bulunan bütün ihtiyaç ve istidatların kitlece tesviye ve tenmiyesine vâbestedir. Bir kavmin yalnız cengâverliği yahut yalnız kabiliyet-i zirâiyye ve ticâriyyesi mevcûdiyetini temine kâfî değildir. Ulûm ve fünûnda, hurûf ve sanâyide, zirâatte, ticârette, adâlette, siyâsette, diyânette, askerlikte vesâir anasır-ı medeniyede de gösterilecek mevcûdiyetlerdir ki, vücûd-ı millî payidâr olur.”……. (*Cemiyet-i Müderrisin Nizamnâme-i Esâsisi, Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, 1337; Beyannamenin tam metni için bkz.: (Gurulkan, 1996, 16-18)

    Cemiyet-i Müderrisîn ilmiye mesleğinin ihyası, Müslümanların eğitimi ile terakkîleri, Müslümanlar arasında maddî manevî bağları kuvvetlendirmek gibi gayelerle toplumun topyekûn ihyası yolunda üzerlerine düşen görevi yerine getirmek için ortaya çıkmıştır. İlim yolundaki ilerlemenin, toplumun tamamen ilerlemesine ait düşüncede, hem dindar hem de zamanın ihtiyaçlarına yönelik teknik bilgilere sahip bir neslin yetiştirilmesiyle ulaşılabileceği düşüncesinin hakim olduğunu görmekteyiz. Aynı doğrultuda hareket etmiş olan II. Abdülhamid, açmış olduğu modern okullarda—uyguladığı islamcı siyasete rağmen—programları sadece dîni derslerle şişirmemiş, ilim ve teknolojiden haberdar dindar devlet adamları yetiştirmeyi amaçlamıştır (Doğan, 1994, 19-67) . Devletin sadece bu şekilde kurtulacağına inanan bu düşüncenin ürünü olan insanların bir süre sonra İstiklâl Savaşı kadrosunu oluşturduğunu görmekteyiz. Bu noktadan baktığımızda Cemiyet-i Müderrisîn’i oluşturan kadronun II. Abdülhamid’in eğitim politikasını takdir ettiğini ve bu kişilerin teknoloji konusundaki fikirlerine baktığımızda, ilim ve fennin toplumun ilerlemesindeki rolü konusunda bağnaz olmayan ve Batı teknolojisinden yararlanırken dikkat edilmesi gereken hususları belirterek, onun yeni uygulayıcısı durumunda olduklarını söyleyebiliriz.

    Öncelikle cemiyeti kuran ve idâre heyetinde vazife olan kişileri vermek gerekir:

    Kurucular:

    Fatih Dersiamlarından Abdülfettah

    Fatih Dersiamlarından Geyveli İbrahim Hakkı

    Fatih Dersiamlarından İskilipli Mehmed Atıf

    Bayezid Dersiamlarından Ermenekli Mustafa Safvet

    İdare Heyeti:

    Reîs-i Evvel: Fatih Dersiamlarından Mustafa Sabri Efendi.

    Reîs-i Sâni: Darü’l-Hilâfeti’l-İbtidâ-i Dahil Medreseleri Umûm Müdürü İskilipli Mehmed Atıf Efendi.

    Kâtib-i Umûmî: Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye İbtidâ-i Dahil Medreseleri Osmanlı Edebiyatı Müderrisi Ermenekli Mustafa Safvet Efendi.

    A’zalar:

    A’za: Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye a’zasından Eşref Efendizâde Şevketî,

    A’za: Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye a’zasından Said-i Kürdî,

    A’za: Fatih Dersiamlarından Düzceli Zahid,

    A’za: Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Sahn Medreseleri Fıkıh Müderrislerinden Seydişehirli Hasan Fehmi,

    A’za: Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye İbtidâ-i Dâhil Medreseleri Mantık Müderrisi Manisalı Mustafa,

    A’za: Fatih Dersiamlarından Âsitâneli Hafız Abdullah,

    A’za: Dersiamdan Sinoplu Mehmed Emin Efendilerdir.

    Yukarıdaki listeden de görüleceği üzere, Cemiyet kurucuları ve yöneticileri dönemin en gözde medreselerinin müderrisleridir. Cemiyet-i Müderrisîn’in kurucularının yalnız dini tedrisât ile kurtuluşa ulaşılamayacağını ilim ve fen alanındaki ilerlemelerinde takîp edilmesini ve talebelere öğretilmesi yolunda amaçları olduğunu belirttik. Dönemin en önemli müderrislerinin böyle bir gaye ile ortaya çıkışlarında son dönem uleması hakkında ortaya çıkan “kadîm bilgeliğin hazineleri olmaktan çok, cahil şarlatanlar” (Mardin, 1992, 59). oldukları fikrine ve bu fikir sahiplerine bir cevap niteliğinde görürüz. Nitekim Cemiyetin kurucularından ve en önemli şahıslarından biri olan İskilipli Mehmed Atıf’ın “şeriat nazarında kuvve-i bahr ve berriyenin ehemmiyeti ve lüzûmu” adlı makalesi teknolojinin kullanımı konusundaki fikirlerini bize oldukça tafsilatlı olarak verir (Makalenin metni için bkz.: Kara, 1986, 254-266). Yine a’zadan Bediüzzaman’ın eserleri bu konuda sayısız örneklerle doludur. (Detaylı bilgi için bkz, Risale-i Nur Külliyatı)

    Burada Cemiyet-i Müderrisîn’in ana nizamnamesini genel olarak değerlendirirsek;

    Medreselerin hocaları, dinî ilimlerle ilgilenenler ve İslâmiyet’in yücelmesinin gereklerine inanmış ve bu işe gönül vermiş kimselerden müteşekkil olmak üzere kurulan Cemiyet, eğitim mesleğinin bütün yollarını ve gerekliliklerini yerine getirerek Müslümanlara ilmi, İslâmiyet’i sevdirmek ve öğrenmeye teşvik etmeyi, İslâmiyet’i hakkıyla bilen ve çağın gereklerini bilip anlayabilecek derecede fen ilimleriyle uğraşan talebeler yetiştirmeyi onların her türlü ihtiyaçlarını sağlayarak eğitimlerinin önündeki maddi engelleri aşmayı amaçlamıştır.

    Cemiyet bunun yanısıra müderrislerin haklarını savunmayı, atamalarda yapılacak haksızlıkları izale etmeyi de amaçları arasında saymış, hak arama işini yaparken hiç bir ifrat ve tefrit hareketine girmeyeceklerini, mutedil olmayı meslek bildikleri aynı zamanda kişilerin siyasi hakları saklı kalmak kaydıyla kesinlikle siyasete karışmayacaklarını belirtmişlerdir

    Cemiyet-i Müderrisîn’in Faaliyetleri

    Sosyal Faaliyetler

    Cemiyet-i Müderrisîn’in nizâmnâmesinde bildirdiği üzere halkı irşâd vazifesini îfâ için faaliyete geçtiğini ve İstanbul’un çeşitli camilerinde va’z u nasihate başladığını görmekteyiz. (Bu va’z ve nasihatlerin listesi için bkz, Gurulkan, 1996, 22)

    Ana nizamnâmede belirtilen gayeler, gerçekten savaştan savaşa koşmuş ve ilim faaliyetlerine fazla zaman ayıramamış bir millet için çok güzel ifadeler ve gerçekleştirilebildiğinde kurtuluş reçeteleridir. Fakat maalesef siyaset hastalığı sebebiyle ülkenin içinde bulunduğu kaos ortamının da tesiriyle kendi görüş ve düşünceleri çerçevesinde siyasi konularda yorumlar yapacaklar. Nihayet bir müddet sonra genel manada yayınlayacakları bir beyanname ile ülkenin kurtuluşuna dair reçetenin padişahla birlikte hareket etmek olduğunu vurgulayacaklardır.

    Siyasî Faaliyetler

    Cemiyet-i Müderrisîn, nizamnâmesinde belirttiği şekliyle siyaset yapmayacaktı. Fakat şahsî olarak kişilerin siyasî düşüncelerine sınırlama getirilmeyeceği için, üyelerin siyasî partilere üye olabileceklerini belirtiliyor. Cemiyetin siyasetle uğraşmayacağına dair almış olduğu karara rağmen gelişen olaylar karşısında ortaya koyduğu tavır bu durumu oldukça değiştirmiştir.

    Erzurum ve Sivas kongrelerinin toplanma aşamasında Damat Ferit Paşa Hükümetinin; Ali Galip ve Muhittin Paşa olaylarıyla M. Kemal’i tutuklama ve ortadan kaldırmaya çalışması sonuçsuz kalınca Heyet-i Temsiliye İstanbul Hükûmeti ile muhabereyi kesmiştir (Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, sayı: 10, Belge nu: 221). Bu durumun İstanbul üzerinde meydana getirdiği tesir, Padişah’ın Anadolu ile ilişkileri düzeltmek (Akşin, 1976, 580-582) noktasında fayda beklediği bir beyannâme ile daha da net görülür. 20 Eylül 1335 tarihli bu beyannâme (HTVD, agb)’de padişah, İzmir’in işgali ve sonrasında meydana gelen hadiseleri, gelen telgraflarla öğrendiğini Anadolu’da meydana gelen hadiselerden haberdar olduğunu ve bu olaylar karşısında büyük üzüntü duyduğunu belirtiyor. Heyet-i Temsiliye’nin almış olduğu “haberleşmenin kesilmesi” kararı üzerine bazı kimseler tarafından—güya—ahâlî ile hükümet arasında muhalefet olduğunun ilân edilmesi, Avrupa kamuoyunun hakkımızda yanıltılmasına ve memleketin yüce menfaatlerinin ortadan kalkmasına sebep olacağı gibi bir an önce yapılması düşünülen seçimlerin de gecikmesine sebep olduğunu, tam memleketi sulha götürmekte olan bu günlerde, Heyet-i Mebusanın toplanmaması sebebiyle hükümetin müşkül duruma düştüğü belirtilerek Heyet-i Temsiliye yani Anadolu’daki Millî hareket suçlanıyor. Sultan Vahideddin halka’da şu çağrıyı yapıyor: “Bu gün umum efrâd-ı milletimden intizârım hal ve mevkiin nezaketini bi’t-takdir muhafaza-i sükûn ve itidal ve ahkâm-ı kavânîne ve evâmiri hükümete temami-i ittiba ile memleketin intizam ve asayişinin muhil harekattan ictinab eylemek ve bu suretle karîben sulh müzakeresine davet olunacak Osmanlı murahhasları konferansı muvacehesinde milletle hemahenk olarak isbat-ı mevcûdiyet edebilmektir.”

    Sultan Vahideddin’in Damat Ferid Paşa hükümetini destekleyen bu bildirisi bir çok dayanışma gösterisine sebep oldu. Anadolu’dan gelen bir çok bağlılık telgrafının yanında (Gökbilgin, 1965, 45) 400’e yaklaşan şubeleriyle H.İ.F., 3000’i aşkın subay adına Nigehban-ı Askeri, 48 şubeli Trabzon Adem-i Merkeziyet, 60000’den fazla subayı temsil eden Mütekaidîn-i Askeriye cemiyetlerinin yanında Cemiyet-i Müderrisîn’de İttihatçı olarak niteledikleri Kuva-yı Milliyecileri ağır bir şekilde suçlayan bir bildiri yayınladılar ve bu bildiriyi bir bağlılık bildirgesi olarak Bab-ı Ali’ye takdîm ettiler (Akşin, 1976, 582) Cemiyet-i Müderrisînin siyasetle iştigal etmeme yolundaki kararını deldiği ve siyaset sahnesinde adını duyurduğu ve bağlılık bildirgesi olarak nitelediğimiz 26 Eylül 1335 tarihli beyannamenin gazetelerde neşr edilen hali aynen şöyledir:

    “Cemiyet-i Müderrisîn Beyannâmesi

    Matbaamıza gönderilmiştir: Halîfe-i Hakîkat-beyan ve Hakan-ı âlişân efendimiz hazretlerinin muhtelif vesilelerle mukerreren vakı’ olan beyanatı ilham gayât-ı hilafetpenâhilerinden de müstebân olduğu üzere İzmir hâdise-i fâciası muhit-i millîde büyük bir galeyan tevlîd etmiş ve yer yer bir çok tezahürata sebebiyet vermiş ise de, bu tezahürât aynı zamanda on seneden beri ma’ruz kaldığımız her felâket gibi İzmir hailesinin dahi esbâb-ı evveliye ve netaic-i vehîmesini izhar edenleri takbîh manasını sarahaten ifade ettiği halde bu şirzime-i şekâvet, mütevâli-i cinnet ve cinâyetleri yüzünden yeniden mevcûdiyet ve iclâli sarsılan milletin bu suretle bir kere daha tebeyyün eden nefret ve istikratından istihya etmeyerek tezâhürât-ı milliyeyi müessesat-ı devlete tecâvüz ve gayr-ı meşru’ ve gayr-ı kanûnî if’âle ictisâr ile hedef-i selâmet cüyânesinden inhirâf ettirmeğe ve memleketin istihlâsı ve istiklâli emrinde mevcut kalan bakiyeyi ümidîde tehlikeye ilkâ eylemeğe çalıştıklarından bu gibi iğfâlâta firifte olması muhtemel bulunanların nesayıh-ı lâzıme ile irşadını vezâif-i esâsîsinden addeden cemiyetimiz bütün efrâd-ı millete vatan-ı azîzimizin selâmeti millet-i Osmâniyenin kitle-i vahîde halinde zat-ı hazret-i hilâfetpenâhînin erîke-i hümâyûnları etrafında toplanmasıyla te’mîn olunabileceğini ve millet-i İslâmiye ve Osmaniyenin her zamandan ziyâde bu ân-ı fevkalâdenin basîret ve ferâset ibrâzına mecbûr ve muhtâc olduğunu beyâna lüzum görmüştür” (Beyannamenin tam metni için bkz.: Gurulkan, 1996, 25).

    Sultan Vahideddin’in yayınlamış olduğu beyânnâmeye, böyle bir beyânnâme ile cevap vermenin çok gereksiz ve de programı hilâfına olduğunu ve Cemiyet-i Müderrisîn’e kan kaybettirdiğini vurgulayan Bursalı Mehmed Tahir, “Bu beyânnâme yüzünden cemiyet azalarının çekildiğini belirterek, “cemiyet, ne yapacağını şaşırmış bir halde varlığını devam ettirememiştir” (Bursalı Mehmed Tahir, 1337, 213) demektedir. Yine aynı tarihlerde cemiyet kurucularından İskilipli Mehmed Atıf yakın arkadaşı Tahirü’l-Mevlevi’ye cemiyete dahil olmasını teklif ettiğinde; “hiç bir siyasi cemiyete üye olmamaya azm etmiş bir adamın” (Tahirü’l-Mevlevî, Matbuat Alemindeki Hayatım ve İstiklâl Mahkemeleri, s. 73) cevabını almıştır. Bu cevap, Cemiyet-i Müderrisîn’in her ne kadar meslekî bir cemiyet olarak kurulmuş olursa olsun böyle bir beyânnâme ile kamuoyunda artık siyasete dahil olmuş bir cemiyet olarak görülmeye başladığını göstermektedir.

    Cemiyet-i Müderrisîn’in Teâli-i İslâm Cemiyeti’ne İnkılâbı

    26 Eylül beyânnâmesi Cemiyet-i Müderrisîni, derinden sarsmış, azalarının çekilmesine sebep olmuş ve cemiyet nasıl davranacağını bilemez halde iken beyânnâmenin üzerinden çok geçmemişti ki, gazetelerde cemiyet adına bir genel kurul ilanı görüldü (İkdâm Gazetesi 10 Kasım 1919, nu: 8171). Gazeteye vermiş oldukları ilânda bunu her ne kadar olağan genel kurul olarak yansıtmışlarsa da, genel kurulda alınan kararın yansıması bir müddet sonra yine gazetelerde görüldü. Genel Kurul 14 Kasım 1919 tarihinde almış olduğu bir karar ile, “müderrislerden başka insanları da içeriye alalım, vahdet olsun” diye (AİMZ, s. 103-108) Teâli-i İslâm Cemiyeti adı altında yeni bir şekle dönüşmüştür (İkdam, 25 Teşrinisânî 1335, nu: 8185).

    Teâli-i İslâm Cemiyeti

    Cemiyet-i Müderrisîn, 14 Kasım 1335/-1919 tarihinde toplanan genel kurulda almış olduğu karar ile İslâmiyetin yüce gerçek ve gayelerini anlamış ve günün şartlarını idrâk eden Müslümanları da cemiyet bünyesine alabilmek amacıyla yani dairesini genişletmek üzere, bir meslek cemiyeti hüviyetinden çıkmak gayesi ile Teâli-i İslâm Cemiyeti’ne inkılâb etmiştir (İkdâm, 23 Kanun-ı evvel 1335, nu: 8212). Teâli-i İslâm Cemiyeti adını aldıktan sonra düzenlemiş olduğu nizamnâmenin maddeleri ise şöyledir:

    Teâli-i İslâm Cemiyeti Nizâmnâme-i Esâsîsi

    “…….Cemiyetin MAKSADI

    a) Vesâil-i adîde ile hakayık-ı dîniyeyi Müslümanların ruhlarına ifâza, terbiye ve âdâb-ı İslâmiyeyi ta’lîm,

    b) Ulûm-ı şer’iyyeye bi hakkın vâkıf ve fünûn-ı sâireden zamanın ihtiyacâtıyla mütenasib malûmatı haiz ve ahlâk-ı Nebeviye ile mütehallık alîm-i dînî yetiştirmeğe ve herkes içün bilinmesi zarûrî olan ulum-ı dîniye ve ma’lûmât-ı sâire ile ahlak-ı fazıla-i İslâmiyeyi efrâd-ı müslimîn meyânında neşr ve ta’mîme sarf-ı mesâ’î eylemek,

    c) Beyne’l-müslimîn revâbıt-ı uhuvvetin takviyesiyle tesânüd ve tekâfül-ı ictimâiyenin inkişâfına çalışmak,

    d) Efrâd-ı müslimîn arasında ferdî ve ictimâî teşebbüsât-ı iktisâdiyenin inkişâfına sa’y u gayret etmek,

    e) Efrâd-ı müslimînden işsiz olanlara kabiliyetlerine göre iş bulmağa çalışmak ve düçâr-ı zarûret olanlara, mümkün mertebe yardım etmek,

    f) Küûl, kumar, fuhuş gibi efrâdı sefâlete, heyet-i ictimâiyeyi tereddi ve inhitata sevk eyleyen muzır şeylerin men’i esbâbına tevessül etmektir (Tam metin için bkz, Gurulkan, agt, s.28).

    Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin İdâre Heyeti

    Teâli-i İslâm Cemiyeti kurucu ve idâre heyeti ile Cemiyet-i Müderrisîn’in kurucularının hemen hemen aynı kişiler olduğu şeklinde yanlış bir kanaat vardır (Tunaya, 1986, 283). Oysa iki cemiyetin kurucuları ve idâre heyetleri karşılaştırıldıklarında İskilip Mehmed Atıf Efendi’nin her iki cemiyetin kurucusu ve Seydişehirli Hasan Fehmi Efendi’nin de her iki cemiyetin azası olmasının dışında hiç bir isim her iki cemiyette birden vazife almamıştır. Eğer kasdedilen fikir bazında bu insanların aynı görüşün temsilcisi olduğu ise; bunun da yine gerçeği yansıtmadığı ortadadır. Çünkü Cemiyet-i Müderrisînin 26 Eylül 1920’de İkdâm gazetesinde çıkan beyannâmesi neticesinde cemiyetin bir çok mensubunun istifâ ettiğini ve görülen o ki aynı fikirleri paylaşmadıkları ya da yeniden siyasete alet olunacağı konusundaki tereddütlerin olması sebebiyle azaların Teâli-i İslâm Cemiyetine dahil olmadıklarıdır.

    Bu bağlamda oluşturulan cemiyetin kurucu üyeleri şu kişilerden oluşur. (İkdâm, 25 Teşrîn-i Sânî 1335, s. 8185. Sebîlürreşad, c. 18, sayı 453, s. 133) :

    Reîs-i Evvel: Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye İbtidâ-i Dahil Medresesi Müdür-i Umûmîsi İskilipli Mehmed Atıf Efendi.

    Reîs-i Sânî: Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Sahn medresesi Edebiyat-ı Arabiye Müderrisi Konyalı Abdullah Atıf Efendi.

    Katib-i Umûmî: Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Süleymâniye Medresesi Tarihi Edyan Müderrisi Bergamalı Mehmet Zeki Efendi

    A’za: Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye İbtidâ-i Dâhil Medresesi Tarih-i Umûmî Müderrisi Erzincanlı Hasan Fehmi Efendi.

    A’za: Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Sahn Medresesi Edebiyat-ı Arabiye Müderrisi İstanbullu Şerefeddin Efendi.

    A’za: Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye İbtida-i Dahil Medresesi İngilizce Müderrisi Manisalı Hayreddin Efendi.

    A’za: Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye İbtida-i Dahil Medresesi Tarih-i Osmânî Müderrisi Tahirü’l-Mevlevî Bey.

    A’za: Nişantaşı Sultânîsi Arabî Mu’allimi Kayserili Şemseddin Efendi.

    A’za: Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Sahn Medresesi Usûl-ı Fıkıh Müderrisi Seydişehirli Hasan Fehmi Efendi.

    Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin Ulaşmak İstediği Hedefler

    Cemiyet nizâmnâmesinde belirtmiş olduğu maddelerin yanında muvaffakiyetini arzu ettikleri gayeleri ayrıca gazete ve dergilerde yayınlamışlar ve Cemiyet-i Müderrisîn’in 26 Eylül 1920’de yayınladığı beyânnâme ile kaybettiği itibâr ve yükselişini değiştirmek için kamuoyunda kendisini izâh edebilme çabalarına girmişlerdir. TİC’nin gazete ve mecmualarda kendisini anlatabilmek için yoğun çaba harcadığını görmek mümkündür.

    Cemiyetin gerçekleştirmek istediği gayelerin temelinde toplumun dine sıkı sıkıya bağlılığının sağlanması arzusunu görmekteyiz. Milletler tarihinin her devrinde insanların dine bağlı oldukları ölçüde geliştiklerini, dinden uzaklaşıp, dinin gelişmesine yardım etmediklerinde ise yıkıma uğradıklarını vurgulamaktalar. Bir müddetten beri toplumda meydana gelen dini zayıflamanın ortadan kaldırılabilmesi için Teâlî-i İslâm Cemiyeti eğitim ve öğretime ağırlık vererek, okul açılamayan köylere okullar açıp, öğretmen göndermeye çalışacaktır. Bunun yanısıra iktisaden Müslümanların güçlü olması gerektiğini düşünerek Müslümanlar arasında yardımlaşma ve dayanışmayı pekiştirmek istemekte, her türlü iktisâdî girişimin gelişmesi için özel gayret sarfetmeyi amaçlamaktadırlar.

    Toplumun temelden çöküşüne sebep olan, Kur’an-ı Kerîm’de ve hadislerde kesin ifadelerle yasaklanmış kumar, fuhuş ve içki gibi kötülüklerin sebeplerini ortadan kaldırmak için çaba harcamayı amaçlamaktadırlar. Toplumu temelden sarsan faktörler gün gibi ortada iken cehaletten dolayı, Müslümanların yok oluşa gitmelerine göz yumulamayacağını ve insanları Cenâb-ı Hakk’ın varlık ve birliği etrafında toplamayı amaçladıklarını belirtmektedirler.

    Siyasetten uzak, ülkenin içinde bulunduğu işgâl durumundan veya bu durumdan kurtuluş yollarından ziyâde insanlığın manen içine düştüğü kötü durumlar ve bu durumlardan kurtuluş çarelerine yönelme görmekteyiz.

    Cemiyetin gazetelerde neşr edilen açıklamaları hiç bir sûrette siyâsî hadiselere katılmayacağı izlenimi verilmektedir. Fakat buna rağmen nizâmnâmesinin dördüncü maddesinde cemiyet mensuplarının görüşleri doğrultusunda siyâsî fırkalara mensup olmalarında bir beis görülmediği belirtiliyor ki; bunun bir süre sonra cemiyetin faaliyetlerine Hürriyet ve İtilâf Fırkasının, Şeyhülislâmlık makâmını işgal edecek olan Mustafa Sabri Efendi aracılığı ile tesir edeceği görülecektir.

    Teâli-i İslam Cemiyeti faaliyetlerini incelerken iki gruba ayırmak gerekmektedir:

    A) Merkez-i umûmînin faaliyetleri

    B) Şu’belerin faaliyetleri

    Teâli-i İslâm Cemiyeti Genel Merkezinin Faaliyetleri

    Merkez-i umûmînin faaliyetlerini genel manada hazırlamış oldukları nizamnâme çerçevesinde faaliyetler olarak yani emr-i bil-ma’ruf nehy-i anil münker felsefesi çerçevesinde yayınlamış oldukları beyannâmeler ile halkı çeşitli konularda ikâz, bilgilendirme ve millî mücâdeleye karşı kanalize etme olarak görürüz. Cemiyet bu doğrultuda:

    1- İtilaf Kuvvetlerine bir muhtıra yayınlamıştır.

    2- Bolşeviklik aleyhinde bir beyannâme yayınlamıştır.

    3- Anadolu Hareketi aleyhine (Cemiyet adına) yazılan bir beyannâme Yunan uçaklarıyla Anadolu’ya dağıtılmıştır.

    Teâli-i İslâm Cemiyetinin nizâmnâmesine baktığımızda cemiyetin faaliyetlerini ilmî, dînî, sosyal, sağlık ve ekonomik faaliyetler olmak üzere gruplandırabiliriz.

    a) İlmî Faaliyetler

    Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin nizamnâmesinde en çok vurguladığı ve yoğunlaştığı faaliyet alanı olan eğitim konusunda amaçladıkları “maarifin henüz mektep açmadığı köylerde imamların okutabileceği tarzda basit kitaplar yazılması ve bunların Anadolu’ya dağıtılması (Tahirü’l-Mevlevî, age., s. 74)” konusudur.

    Mekteplerde okutulan elifbaların yalnız Türkçe’yi okumaya yardım edip muhrik Arapça’yı ve Kur’an-ı Kerîm’i okuma noktasında muallimlere ve talebelere zorluk çektirmesi üzerine temel eğitim konusunda yirmi yıllık tecrübesi olan muallimlere hazırlatılan yeni elifba ile Türkçe, muhrik Arapça ve Kur’an-ı Kerîm okunması kolaylaşmış ve az zamanda hallolunur hale getirildiği belirtilmektedir (Mahfel, Zilka’de 1338/-Temmuz 1920, sayı: 1,. s. 18). Tahirü’l-Mevlevî Bey tarafından kaleme alınan “Hz. Peygamber ve Zamanı” isimli eser de bu amaca yönelik olarak yazdırılmış fakat bastırma imkânı olmamıştır (Dr. Atilla Şentürk, Tahirü’l-Mevlevî Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1991, s. 81). Aynı şekilde bir İlm-i Hal kitabı köylere gönderilmek üzere hazırlatılmıştır (Albayrak, 1990, 132). Cemiyetin bu eğitim atağına paralel olarak başkan İskilipli Atıf Efendi tarafından ‘İslâm Yolu’ ve ‘İslâm Çığırı” isimli ve çocuklara dinî bilgiler verecek iki eser kaleme alınmıştır.

    Cehaleti vahşet ve zulmet olarak niteleyen ve kötülüklerin kuvvetinin maarifsiz memleketlerde görüleceğini belirterek üç beş haneli köyler de dahil olmak üzere mektep ve medrese açılacağını belirten Cemiyet aynı zamanda bu mektep ve medreselerde okuyacak gençleri nasıl yetiştirmek istediklerini de şöyle açıklamaktadır: “Ulûm-ı şer’iyyeye bihakkın vakıf ve fünûn-ı sâireden zamanın ihtiyacıyla mütenasib malûmâtı haiz ve ahlak-ı Nebeviye ile mütehallık alim yetiştirmeğe ve herkes için bilinmesi gereken zaruri olan ulûm-ı dîniyye ve malûmatı saire ile ahlâk ve fazıla-i İslâmiyeyi efrâd-ı müslimîn nazarında neşr….( Mahfel, Zilhicce 1338/Ağustos 1920, s. 2)” buradan anlaşılmaktadır ki, âlimlerin hem dîne hem de teknolojik gelişmelere hakkıyla vakıf olmaları ve dürüst ve namuslu olmaları amaçlanmıştır. Genel manada yetiştirilmek istenen toplum fertlerinin de en az herkes için bilinmesi gereken dînî, sâir malumata sahip olmaları gerektiği vurgulanmıştır. Bu günkü modern İmam Hatip Lisesi anlayışına yakın olan bu eğitim sistemi Gaspralı İsmail Bey’in Usûl-i Cedîd (Usûl-i Cedîd Mektepleri ve Amaçları için bkz.: Saray, 1987, 51-52) mekteplerinde amaçladığı eğitim sistemiyle benzerliği dikkati çekmektedir.

    Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin, Anadolu’da maarifin ulaşamadığı köylerde, mektep ve medreseler açmayı amaçladığı dönemin özelliklerine bakmak gerekirse; “Millî Hareket’e katılırlar, korkusuyla İstanbul Darü’l-Muallimîn mezunlarının Ali Kemal Bey’in Maarif Nazırlığı yaptığı (Mart-Mayıs, 1919) dönemde Anadolu’ya atanmadıkları ve bazı öğretmenlerin İttihat Terakkî Fırkasına mensup oldukları için görevden azl edildikleri (Akyüz, 1989, 253) ve onun devamı olan döneme rastladığı ifade olunmaktadır.

    b) Dînî Faaliyetler

    Son dönem Osmanlı toplumu içerisinde giderek zayıflayan eğitim seviyesi aynı zamanda dînî durumda da kendisini göstermiştir. Uzun süren savaş yılları Anadolu halkını eğitim ve öğretimden uzak tutmuş ve ortaya çok acı fakat ilginç bir durum çıkarmıştır. Güzel bir örnek olması açısından I. Dünya savaşı sırasında, genç bir subayın Anadolu’dan gelen acemi erlerin eğitimleri sırasında, adamlarına sorular sormaya başladığında aldığı cevapları inceleyelim:

    “Dininiz nedir?”, “Mensubu bulunduğunuz din nedir?” sorusunu sorduğum zaman, alacağım cevabın “Allah’a hamd olsun, Müslümanız” olacağını düşünüyordum. Fakat aldığım cevaplar bu değildi. Kimisi “İmam-ı Âzam’ın dînindeniz” dedi. Kimisi “Peygamber Ali’nin taraftarlarıyız” dedi; fakat kimsenin aklına gelmeyecek peygamber isimleri zikredildi. Birisi “Peygamberimiz Enver Paşa’dır” dedi. Yine Peygamberin kim olduğunu bilen çok azına “Peygamberimiz hayatta mı yoksa vefat mı etti?” diye sorulduğunda konu daha da çözülmez hale geldi. Kimisi sağ olduğunu kimisi de vefat ettiğini söylediler…” (Mardin, 1992, 55)

    Anadolu halkının belki hepsinin böyle olmasa da büyük bir çoğunluğu dînî açıdan zayıf, hurafe ve menkibelerle dîni yaşatıyorlardı. Anadolu’da köylere kadar mektepler açıp imamlık yapabilecek gençler yetiştirebilmeyi amaçlayan Teâli-i İslâm Cemiyeti İstanbul’un merkez camilerinde vaazlar ve konferanslar tertip etmişler ve bu vaazlarda cemiyet azalarının yanında ilmiyenin meşhur hocalarına da görevler vermiştir.

    c) Sosyo-Ekonomik Faaliyetler

    Teâli-i İslâm Cemiyeti ekonomik olarak güçlü olmanın gerekliliğine inanmış, maddî olarak zayıf durumda olanlara yardım etmeyi amaçlamış ve bunu “efrad-ı müslimîn arasında ferd-i ictimâî teşebbüsatı iktisâdiyenin inkişafına sa’y ve gayret etmek ve efrad-ı müslimînden işsiz olanlara kabiliyetlerine göre iş bulmaya çalışmak ve dûçârı zaruret olanlara mümkün mertebe yardım etmek” şeklinde özetlemiştir. Devletin I. Dünya Savaşı gibi büyük bir savaştan çıktığı ve ülkede bir çok insanın ekonomik olarak zor durumda olduğu düşünülürse önemli ve büyük bir hayır hizmeti olduğu düşünülebilir. Fakat bu amacın gerçekleşmesine yönelik somut bir adım atılmış değildir. Yalnız hem bu amaca yönelik hem de cemiyetin ekonomik sorunlarını da aşarak emr-i bi’l-ma’rûf vazifesini yerine getirmek maksadıyla günlük bir gazeteyi de çıkarabilmek için bir şirket—Teâli İslâm Şirketi—kurulması düşünülmüştür.

    d) Sosyal Faaliyetler

    “Beynel müslimîn revâbıt-ı uhuvvetin takviyesine tesânüd ve tekâfül-i ictimâiyenin inkışafına çalışmak, fuhş, kumar, içki gibi efradı sefâlet ve heyet-i ictimâiyeyi ferdi ve inhitata sevk eyleyen şeylerin men’i esbabına tevessül etmektir.” şeklinde toplumsal dayanışmayı geliştirmeye Müslümanlar arasındaki bağları kuvvetlendirmeye gayret etmek gerektiği belirtilerek ekonomik zorluklar sebebiyle gittikçe kendi kabuğuna çekilen halkı tekrar canlandırmaya ve toplumsal birlikteliği sağlamaya yönelik bu yöneliş ile diyebiliriz ki,—bilerek yada bilmeyerek—Kuvâ-yı Milliyeye fayda sağlayacak bir faaliyet içerisine girilmiştir. Bunu şuradan anlamaktayız ki, Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin yapmayı amaçladığı faaliyetler bir süre sonra TBMM gündemini işgâl etmiş ve gerek beyanname ve gerekse kanun olarak çıkmıştır. Bunun elle tutulur örneklerini vermek gerekirse;

    1. Men’i müskirât kanunu ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi gündemini işgal eden bir konudur (Peyâm-ı Sabah, 6-17/1/1336, nu: 10827-10838, içki içen memurlar hakkında kanuna dair).

    2. TBMM Şeriat İşleri Bakanlığının 16 Ocak 1922 tarihinde İstanbul ahalisine yayınladığı beyannâme örnek gösterilebilir (Zaman Gazetesi, 25 Kasım 1994).

    Yine ahlaka uygunsuz davranışlar ile ilgili olarak sinema ve tiyatrolarda muhâl-ı ahlâk piyes ve filmler gösterilmemesi için hazırladıkları bir muhtırayı tanzîm ettikten sonra Darulhikme ahlak encümenine vereceği gazetelerde çıkmış (Alemdar, 18 Şubat 1336, nu: 428-2728) aynı doğrultuda bir kararda TBMM Şer’iyye Bakanlığınca beyannâme olarak yayınlanmıştır.

    Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin gerek bu şekilde toplumsal olaylara yön verme yönündeki çalışmaları ve gerekse kanunları değiştirme konusunda göstermiş olduğu etkinlik toplumsal bir baskı grubu olarak değerlendirilmesine sebep olmuştur. Bunun yanında Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin faaliyetlerini bu noktada ikinci meşrutiyetten itibaren İttihat ve Terakkî’nin laik uygulamalarına karşı (Er, 1985b, 1131) dernekler aracılığıyla dini etkinleşmeye yönelik hareketler olarak değerlendirilmiştir (Toprak, 1985, 205-208)

    e) Sağlık Hizmetleri

    Cemiyet tayin etmiş olduğu iki doktor tarafından fakir hastaları ücretsiz olarak muayene etmek ve çok fakir olanların ilaçlarını temin ve gureba hastahânesine yatırılarak maddî hastalıkların tedâvisinde yardımcı olmayı amaçlamışlar ve bunu bütün halka duyurmak amacıyla gazetelere ilân vermişlerdir (Mahfel, 1338 Zilhicce/Ağustos 1920, sayı: 2)

    Teâli-i İslâm Cemiyetinden:

    Cemiyetimiz fukara-i müslimîn hastalarına bir muâvenet olmak üzere meccânen bir muayenehane küşâd etmiş ve geçen hafta Doktor Kadri ve Vassaf beyefendiler tarafından muayeneye mübâşeret edilmiş olmağla, cumartesi günleri 3. 30-4. 20 ve pazar günleri 5-6 raddelerinde cemiyetimizin Şehzâdebaşındaki merkez-i umûmîsine müracaat etmeleri hastagâna ilân olunur (Alemdar, 4 Ağustos 1920. Mahfel, 1338 Zilka’de, sayı: 1).

    Nizamnâme Dışı Faaliyetler

    a) İtilaf Kuvvetlerine Verilen Muhtıra

    İstanbul’un İtilaf Kuvvetleri tarafından, başta İngilizler olmak üzere işgalinden bir ay kadar önce gazetelerde Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin İstanbul’un Makkar-ı Hilâfet ve Saltanat olduğuna ve öyle kalacağına, dair işgâl kuvvetleri mümessillerine bir muhtıra verdiği haberi görülür (Alemdar, 14 Şubat 1336, nu: 424-2724).

    Ertesi gün muhtıranın metni gazetelere mühim bir muhtıra başlığı ile geçilir (Alemdar, 15 Şubat 1336, nu: 425-2725). Bu muhtıra ile İstanbul’un İslâm Hilâfetinin ve Osmanlı Saltanatı’nın payitahtı olduğu böyle kalmasının zarureti, maddi ve manevi delillerle ispat edilerek bu konuda karar alınmasını talep etmektedir. Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin yayınlamış olduğu bu muhtıranın metni ise şöyledir:

    “Asâletmeab:

    Mümessili bulunduğunuz Devlet-i Muazzama tarafından İstanbul’un Müslümanların ellerinden alınması yahud Hilâfet-i İslâmiye’nin saltanatdan tefrîki mevzu-ı bahs edilmekte olduğu haberi âlem-i İslâmı dağıdâr-ı teessüf etmiştir…… (Tam metni için bkz., Gurulkan, 1996, 41)

    İstanbul’un işgalinden kısa bir süre önce yayınlanan bu muhtıra Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin İtilâf Kuvvetlerinin hilâfet ve saltanatı ayırma ve nitecede İstanbul’un hilâfet merkezi olmaktan çıkarılacağı endişesi üzerine tehdîdkâr değil, ricâcı ve adâletli bir tarzda davranılacağının ümît edildiğini görmekteyiz. Mütâreke sonrası siyâsî gelişmelerde, İtilâf Devletlerinin ve Avrupa medeniyetinin adaletle davranıp, yüzyıllardır azınlıklara Türk insanı nasıl davrandıysa onların da Türklere o şekilde davranacağını ümît ettiklerini görmekteyiz.

    b) Müslümanlık ve Bolşevizm Beyannâmesi

    İngilizler, bolşeviklik fikrinin İslâma aykırı olduğuna dair almaya çalıştıkları fetvâ için Mustafa Sabri Efendi’ye müracaat etmişler ve alacakları bu fetvâya karşılık padişah başkanlığında İslâm aleminden gelecek murahhasların oluşturacağı bir Hilâfet meclisi toplamayı teklif etmişlerdi (HTVD, sayı: 22, Belge nu: 554). İngilizler, bundan iki türlü fayda ümit ediyorlardı. Öncelikle bolşevikliğin Asya milletleri arasında yayılması ile İngiltere’nin Asya ve Hindistan sömürgelerindeki menfaatlerinin önünün kesilmesine engel olmak, ikinci olarak kendi kontrollerinde ki bir hilâfet kurumunun yine Asya müslüman halkları üzerindeki tesirinden faydalanarak hızla yayılmakta olan bolşeviklik fikrine karşı durmak (Öke, 1991, 111).

    Yayınlanacak böyle bir fetva ve beraberinde getireceği “Hilâfet meclisi” düşüncesinin padişaha getirmiş olduğu faydalar ise; Anadolu’da başlayan Kuvâ-yı Milliye Hareketinin doğuda cereyan eden Bolşeviklik akımına yakınlık kurmaya başlamasıyla gerek maddî ve gerekse propaganda açısından destek sağlaması (Saray, 1990, 10) ve güçlenmesini engellemek, ikinci olarak giderek zayıflamaya başlayan otoritesini toplanacak olan bir Hilâfet meclisi ile tekrar tesis edebileceği düşüncesi idi.

    Böyle bir fetvânın yayınlanacağı yer ise hiç kuşkusuz toplum içerisinde tesir sahası geniş bir kurum olmalıydı. Fakat bu tür yaklaşımlara ve sorulan suallere kapalı ve kaçamak cevaplar vermiş olan Şeyhü’l-islam Haydarî İbrahim Efendi, hakkında gazetelerde çıkan “Bolşeviklik, İslamiyet ve terakkiyât esâsatına muhalif ve emniyet-i umûmiyeyi muhal olduğuna dair” beyannâme yayınladığı haberlerini tekzip ettiğini ifâde ederek (Sebilürreşad, 19 Şubat 1336/ 1920, c. 18, sayı: 459) “Bu meseleye dair geçenlerde vukû’ bulan beyânâtım vechile, bolşevikliğin esâsât-ı sahîhası hakkında malûmatı kat’iyyemiz olmadığından makam-ı meşihatçe bu babta henüz bir hüküm beyan edilmediği ve edilmeyeceği tabiidir” demiştir. Fakat aynı günlerde Mustafa Sabri Efendi aracılığıyla Teâli-i İslâm Cemiyeti bolşevizm hakkında hazırlamış olduğu bir beyânnâmeyi neşr etmiş ve basında uzun süre tartışılacak bir konuya başlangıç getirmiştir. Aynı zamanda toplum üzerindeki tesirinden dolayı İngilizlerin istemiş olduğu fetvayı da vermiş oluyordu. Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin gazetelerde neşr etmiş olduğu Müslümanlık ve Bolşevizm başlıklı beyânnâme:

    Teâli-i İslâm Cemiyeti’nden:

    “Zaman-ı hâzırın erbâb-ı tefekkürünü ve mukadderât-ı milelin hal ve tanzimiyle alâkadar zimamdaranını herşeyden ziyâde işgâle şâyân olan Bolşevizm hakkında ebnâ-yı beşerin mühim bir kısmının nâzım-ı efkâr ve hissiyâtı bulunan İslâmiyetin nokta-i nazarını tesbit ve ilân emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesiyle de mükellef olan cemiyetimizce vacibât-ı umûrdan bulunduğu cihetle bu babtaki ahkâm-ı diniyeyi bi’l-cümle Müslümanların ibzâr-ı ibtisârına arz ediyoruz :……..” (Tam metin için bkz.: Gurulkan, 1996, 46)

    Beyannamenin yayınlanması konusunda dahli olan Mustafa Sabri Efendinin konuyla ilgili olarak Alemdar gazetesine vermiş olduğu beyanat ilginçtir.

    “Bolşevikliğin dîn-i İslâmın ahkâm-ı ulviyesine münâfi olduğuna dair Teâli-i İslâm Cemiyeti tarafından gazetelerde intişâr eden beyannâme muvâfık-ı hak ve hakikattir. Dîn-i İslâmın ahkâm-ı hakimânesi bolşeviklikle ve ağra edilen fukaraya zekât ve sadaka hisseleri ayırmak sûretiyle dest-i muavenetini uzatmış ve onların ihtiyacatını temin için bir tarîk-i meşru’ sûrette tatmini ihtiyâc etmelerine ne hacet ne de mesağ bırakılmıştır.

    ….Zavallı Türk Milleti! Daha dün Rusya ezeli düşmanımızdır, diyerek seni Almanlarla beraber harbe sokanlar, bugün de Bolşeviklik adı altında Moskoflarla birleşmeye davet ederek, her gün hakir bir tarzda hayat ve huzurunla en adi bir oyuncak gibi oyanayacaklar mı? Ve sen bu yan kesicilere sonuna kadar aldanmak ve alet olmak mezelletine katlanacak mısın? (Alemdar, 21 Şubat 1336, nu: 431-2731.)

    Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin yayınladığı bu beyannâmeyi destekleyen bu tür beyanatların yanında gereksiz bulan, her şeyden önce böyle bir vazifenin Teâli-i İslâm Cemiyeti’ne düşmeyeceğini belirtenler de olmuştur (Albayrak, 1990, 147). Darü’l-Hükmeti’l-İslâmiye tarafından İkdâm ve Journal D’Orient gazetelerinin yayınlamış olduğu bir beyânat üzerine cemiyet ile Darü’l Hikmeti’l İslâmiye arasında çok uzun tartışmalar baş gösterecektir.

    c) Kuvâ-yı Milliye Aleyhine Beyannâmeler

    Damat Ferit Paşa Hükümeti ve Saray kaybetmiş oldukları itibarlarını yeniden kazanabilmek ve Anadolu halkı üzerinde yeniden otorite kurabilmek amacıyla, yüzyıllardır devam edegelen geleneksel [padişah ve halifeye] bağlılık düşüncesinden yararlanmıştır. Bu otoritenin sağlanması ve bağlılık düşüncesinin harekete geçirilebilmesi için toplum içinde itibar sahibi kişi ve kuruluşlardan yararlanmışlardır. Anadolu’da başlayan millî harekete karşı direnen bir faktör olarak da yine bu kesimlerin her zaman desteğine başvurmuşlardır. 26 Eylül 1919’da yayınlamış olduğu bir bildiri ile Cemiyet-i Müderrisîn’in bu tür faaliyetlerde gönüllü kuruluş şekline bürünmesinin devamı olarak Teâli-i İslâm’ı da bu tür faaliyetler içerisinde İstanbul’un gönüllü temsilcisi rolünde görüyoruz. Teâli-i İslâm bu gönüllü vazifeyi fikir mücâdelesi ve propaganda faaliyetleri olarak yerine getirmiş ve fiili harekete girişmemişdir. Fakat bu tür faaliyetlerin, fiili yada sözlü oluşu durumun vehametini değiştirmemiş, zaten kafaları karışmış olan Anadolu insanını karar vermekte oldukça zor durumda bırakmışlardır. Cephede Yunan işgâlcileri ile mücâdele etmek durumunda kalan Kuvâ-yı Milliye, bu şekilde cereyan eden propaganda faaliyetleri ile zaman kaybetme ve bazen zor durumlarda kalmak gibi güçlüklerle uğraşmıştır. Düşülen bu güç durumlarda Kuvâ-yı Milliye’nin de silaha aynı silahla karşılık verdiğini ve denetleyici-cezalandırıcı bir dizi tedbirler aldığını görürüz.

    Anadolu’da meydana gelen faaliyetleri değerlendirirken daha önce yapmış olduğumuz tasnife sadık kalarak öncelikle beyannâme çerçevesinde, Teâli-i İslâm Cemiyeti ve/veya onun adına beyan edilen fikirlerin Kuvâ-yı Milliye’ye bakışını yakalayabilmemiz mümkün olacaktır.

    Bu bakımdan uzun tartışmalara, istifalara (Mahfel, 1340 Ca., sayı: 19) sebep olacak tarzda 1920 senesi Ağustos’unda hükümetin almış olduğu bir karar üzerine Meşihat tarafından bir beyannâme yayınlanmıştır (Şentürk, 1991, 29-30). Dönemin Şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendiye konuyu görüşmek için giden Tahirü’l-Mevlevî ve İskilipli Mehmed Atıf Efendinin beyânnâmenin mühürlenmemesi için verdikleri mücâdele ve Mustafa Sabri Efendinin konuya yaklaşımı hayli ilginçtir. Beyannâmenin nasıl, hangi düşünce ile kaleme alındığını görmek bakımından Tahirü’l-Mevlevî Bey ile Şeyhülislâm arasında meydana gelen görüşmeye göz atalım:

    “T. Mevlevî -Efendi Hazretleri! Teâli-i İslâm Cemiyeti adına bir beyannâme neşr edilecekmiş öyle mi?

    M. Sabri -Evet, hükümetçe görülen lüzuma binâen öyle bir şey yapıldı.

    T. Mevlevî -Peki, ama cemiyetin haberi yok.

    M. Sabri -Evet, nikâh-ı fuzûlî kabilinden bir şey oldu.

    T. Mevlevî -Aman efendi hazretleri nikah-ı fuzûlî de iltihak rızası lazımdır. Bizse buna razı olamayacağız. Çünkü “Teâli-i İslâm” siyâsi değil, ilmî ve dinî bir cemiyettir. Biz hükümetin işine karışmayacağımız gibi hükümette bizi karıştırmasın.

    Mustafa Sabri Efendi hiç beklemediği bu cevap karşısında: “Hükümet bir fetvâ neşr etmişti. Fakat onlarda mukabil bir fetvâ ısdar eylediler. Şimdi ilmi bir cemiyet tarafından yazılmış bir beyannâme ile halkın fikrini düzeltmek istiyoruz. Bunun için de en uygunu sizin Teâli-i İslâm Cemiyetidir.”

    T. Mevlevî: Efendi Hazretleri! Teâli-i İslâm buyurduğunuz gibi ehliyetli bir cemiyet ise ilk önce azanın re’yi alınmak ve rızası sağlanmak lazım gelirdi. Yok… öyle değil de her teklife kavuk sallayacak bir güruh ise böyle dalkavuk alayının beyanatı da bir tesir husule getirmez (Tahirü’l-Mevlevî, 77-88).”

    Hükümetin böyle bir beyannâmeye olan ihtiyacını ve Teâli-i İslâm Cemiyeti’ne bakışını daha güzel yansıtan bu konuşmalardan sonra, cemiyet üyelerinin çoğunlukla medreselerde görevli hocalar olması nasıl olsa kabul edilir düşüncesi ile, Şeyhülislâm oylama yapılmasını kabul eder.

    Meşihat Mektupçusu ve Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin damadı Bergamalı Zeki Efendinin:

    “Hükümet namına söylüyorum ki” diye başlayan ve beyannâmenin mutlaka mühürlenmesi lazım geldiğini aksi bir durumun vatana hıyanet sayılacağı ikazına rağmen (Tahirü’l-Mevlevî’nin itirazı Zirâat Nezareti’ndeki vazifesine son verilmesine yol açar. (Şentürk, 1991, 29-30) yapılan oylamada beş kişi reddine, beş kişi de kabulüne taraftar olmuş, fakat başkan Atıf Efendinin de red oyu kullanması ile beyannâmenin mühürlenmesi reddedilmiştir.

    Oylama esnasında Zeki Efendinin, red oyu verenlere:

    “-Siz kabul etseniz de etmeseniz de Hükümet bu beyannâmeyi Anadolu’ya gönderecek” demesi kısa bir süre sonra gazetelerde çıkan haberlerde Yunan tayyarelerinin Eskişehir’de Teâli-i İslâm Cemiyeti imzasını taşıyan bir takım beyannâmeler attığının (Vakit Gazetesi, 23 Teşrin-i evvel 1920, nu: 1032) doğrulanması hükümetin elinde kalan son kozları zorla da olsa nasıl kullandığını göstermektedir.

    Hükümetin aldığı bir karar üzerine Meşihatça hazırlanan fakat mühürsüz de olsa Teâli-i İslâm Cemiyeti adına Yunan uçakları ile atılan bildiri Teâli-i İslâm’ın sabıkalı olması için yeterli delil sayılacaktır.

    Beyanname önce ülkenin içine düştüğü durumu tespit ederek başlıyor. Anadolu insanının daha önceden gayet mutlu ve müreffeh yaşadığını fakat İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi bid’at bir grubun ülkede iktidarı ele geçirmesi bu güzel talihi değiştirmiştir. İttihatçılar maceracı ruhlarıyla ülkeyi savaştan savaşa sürüklemişler, Balkanlarda Müslüman halka akla hayale gelmemiş zulümler yapmış ve Balkan milletlerini devlete küstürmüşlerdir. Bu zulümleri yapmaktan çekinmiyorlardı çünkü; çıkardıkları 31 Mart desisesiyle Sultan II. Abdulhamid’i haksız bir şekilde tahttan indirirken türlü edepsizlikleri yapacak kadar alçalan insanlardı. Cemiyet, İttihat ve Terakkî hakkındaki tespiti yaptıktan sonra onların kendi zevk ve sefalarının devamının ancak milletin savaştan savaşa koşarak bin bir türlü eza ve cefa çekmelerine bağlı olduğunu vurguluyor. Bu sebeple devleti, 1. Dünya Harbine sokmuşlar, sınırlarımız Bağdat’tan Arnavutluk’a Yemen’den Karadeniz’e kadar uzanırken savaşın kaybedilmesiyle milleti Anadolu’ya hapsetmişlerdir. Tam savaşı kaybetmiş ve bir sulh imzalamış olmanın gereği olarak yerimize oturacakken milletle hiç bir ilgileri olmadığı ve İttihatçı artıkları oldukları halde Mustafa Kemal ve arkadaşları kendilerine Kuvâ-yı Milliye yakıştırmasıyla ortaya çıkmışlardır.

    Damat Ferit Paşa Hükümeti, devrin Şeyhülislamı Dürrizâde Abdullah Efendiye yayınlatmış olduğu fetvalara, karşılık Anadolu ulemasının cevap vermesi (Lewis, 1988, 251) üzerine böyle bir beyannâmeye ihtiyaç duyarak yayınlatmış ve Anadolu’ya göndermiştir.

    Anadolu halkına hitap eden ve Kuvâ-yı Milliye için çok ağır ifâdelerin yer aldığı beyannâme tekzip edilmesine rağmen meydana getirdiği tahribat sebebiyle ileride gerek cemiyet başkanı İskilipli Mehmet Atıf’ın gerekse diğer cemiyet üyelerinin İstiklâl Mahkemelerinde yargılanmalarına sebep olmuştur. İstiklâl mahkemesi cemiyetin, beyannâmenin Anadoluya atıldığının gazetelerde duyurulmasının akabinde yayınlamış olduğu tekzibnameyi kabul etmemiş ve olayın seyrinden ziyade Anadolu halkı arasında meydana getirdiği tesir göz önüne alınmıştır. İstiklâli ve hayat hakkı için mücadele eden Anadolu köylerine atılan bu beyannâmelerin yeniliğe ve Cumhuriyete düşman bir zihniyetin ürünü olduğu ve İskilipli Mehmet Atıf’ın “inkılâb ruhuyla, çağın ruhuyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin ruhuyla hiç bir zaman bağdaşmayacak bir kişi” olduğu iddiasıyla tekzib yayınlamanın yalnızca bir aldatmacadan ibaret olduğu belirtilmiştir.

    Başkan İskilipli Mehmed Atıf’ta konuyla ilgili yargılanması esnasında, beyannâmenin atılmasından sonra cemiyetle alakasının kalmadığını beyan etmiştir (AİMZ, s.109-115). Gerçi bir müddet sonra zaten cemiyet yönetimine İtilafçıların hakim olması (T. Mevlevî, 115) ve Atıf Efendi’nin yönetim dışı bırakılması ile cemiyetle ilişkisi tamamen kesilmiştir.

    Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin ilk beyannâmesi daha basit bir dille yazılmış ve daha ziyâde dağıtıldığı köylerde ve cephelerdeki askerler arasında tesirli olmuştur. Fakat daha ağdalı bir ifâde ile daha çok aydın ve bürokratlara yönelik olarak kaleme almış oldukları ve Kuvâ-yı Milliyeyi eleştirdikleri ikinci bir beyanname yayınlamışlardır (Gurulkan, 1996, Ek 4).

    Teâli-i İslâm Cemiyeti ve 1920 Seçimleri

    Bütün bu fikirler doğrultusunda Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin İstanbul’un fikrini aksettirdiğini yinelersek; bu fikrin Anadolu’da yayılmasının sağlanması için Teâli-i İslâm’ın özellikle kuzeybatı Anadolu’da etkinlik kazanıp sonra da kongre akti yoluyla temsili güç ve meşruluk kazanmak (Tanör, 1992, 60-61) ve akabinde meclise girip muhalif grup oluşturmak durumu planlanmıştır. Bütün bu düşünce ve faaliyetlerine rağmen Teâli-i İslâm 1920 TBMM seçimlerine girme talebine karşılık Mustafa Kemal Paşa’nın olumlu cevap verdiği ifadelerine rastlanmakla birlikte Mustafa Kemal Paşa’nın böyle bir talebe yalnızca “gerekli cevap verildi” (HTVD, sayı: 25 vesika nu: 660. HTVD, sayı 25, vesika nu: 661) ifadesinin ötesinde seçime girdiklerine ve mebus çıkardıklarına dair herhangi bir kayda rastlayamadık.

    Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin Anadolu’daki Şubeleri ve Faaliyetleri

    Anadolu’da Açılan Şubeler

    Bu faaliyetleri cemiyet hep emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i anil münker yani iyilikleri emredip—yapıp—kötülüklerden uzak tutma, ortamı bu doğrultuda hazırlama konusunda dinin bir emri olduğundan dolayı yerine getirmiş ve yalnız bunları değil ileride değineceğimiz beyannâme türü çalışmaları da hep bu anlayış doğrultusunda yapmıştır. Bu hizmetleri yerine getirirken “yaldızlı reklamlardan ve manasız ilanlardan uzak durup fiiliyatı kavliyatı tercih ettiklerini belirten Teâli-i İslâm Cemiyeti kısa süre içerisinde Anadolu’da açılan şubelerini de bu samimiyetin bir sonucu olduğunu vurgulamıştır (Mahfel, 1338, Zilhicce sayı: 2). Bu şekilde ortaya çıktığı savunulan şubeler ile bundan sonra açılması düşünülen şubeler şöyledir:

    Tekfurdağı, Isparta, İskilip, Kastamonu, Çan, Manisa, Eskişehir, Bursa, Çorum, Ödemiş, Konya, Uşak, Merzifon, Kangırı, Yenişehir, Karahisar-ı Sahip, Kütahya ve Bolu’da şubeler açılmış ve faaliyete başlanmıştır. Cemiyetin asıl maksadının istenilen şekilde ortaya konabilmesi için açılacak şubeler ise; Muğla, Sungurlu, Boyabat, Bandırma, Kirmastı, Düzce, Yenişehir, Sinop, Sivas, Kayseri, Amasya, Nevşehir, Bolvadin ve Maraş’tır. (İkdâm, 23 Kanun-ı evvel 1335, nu: 8212; Sebilürreşad, c. 18, sayı: 453, yıl 1336, s. 130-131)

    Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin istekleri doğrultusunda faaliyetleri olan cemiyetin, fikirleri Anadolu’da güçlü ve hakim konumda olan Müdafaa-i Hukuk’un karşısında tutunamayan ve fırka olarak teşkilatlanamayan Hürriyet ve İtilâfçıların (Selek, 89-92) sığınma yeri haline geldiğini görürüz. Bu sebeple daha önceden açılan şubelere yenileri eklenmek ve Hürriyet-İtilaf Fırkası Anadolu’da ihya edilmek istenmektedir. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’yla bağların sıkı olmasında, Cemiyetin eski başkanı HİF’nın idarecilerinden Mustafa Sabri Efendi’nin rolü büyüktür. Damadı Zeki Efendi vasıtasıyla cemiyet içerisinde daima kamuoyu bulmuş, çalışmalarını cemiyet lokalinde sürdürmüştü (Tunaya, 1986, 385). Üzerinde önemle durulması gereken diğer bir husus, Cemiyetin merkez heyetinin Anadolu’daki şubeler üzerinde hiçbir etki ve yaptırımlarının olmayışıdır.

    Cemiyet-i Ahmediye Teşkili ve Teâlî-i İslâm Cemiyeti Biga Şubesi’nin Faaliyetleri

    1920 yılının Mart ayı başlarında İngilizler, Hürriyet ve İtilaf Fırkası ve Nigehbancılarla bir anlaşma yaparak, Boğazlardaki hakimiyetlerini te’min ve Kuvâ-yı Milliye’ye tabi Anadolu toprakları ile İstanbul arasında tampon bölge teşkil etmek üzere bir Cemiyet-i Ahmediye teşkiline teşebbüs etmişlerdir (Cebesoy, 293-294). Kurulan bu cemiyet daha sonra Teâli-i İslâm Cemiyeti ile birleşerek zaman zaman Kuvâ-yı Milliye aleyhinde gösteriler düzenliyorlardı.

    Niğde ve Nevşehir Olayları

    Damad Ferid Paşa’nın 21 Temmuz 1919’da üçüncü kez mevki-i iktidara gelmesiyle Anadolu’da Millî Hareket aleyhine havanın tekrar gerginleştirilmesi ve propaganda faaliyetlerinin hız kazandığı görülür (Özkan, 1994, 92-93). Özellikle Bolu ve Adapazarı yöresinde girişilen sabotaj faaliyetleri sabebiyle Kuvâ-yı Milliye rahat hareket edemez bir duruma gelmiştir. 2 Ekim 1919’da meydana gelen kabine değişikliği ile Kuvâ-yı Milliye’ye daha yakın olan Ali Rıza Paşa iktidara gelmiş fakat Hürriyet ve İtilafçıların özellikle 1919 seçimlerinde almış oldukları başarısız sonuçlarla sarsılıp, oluşturulan, meclisdeki Kuvâ-yı Milliye taraftarı ağırlığını görünce Ali Rıza Paşa Hükümeti’ne muhtıra üzerine muhtıra vermişlerdir. Seçimlerin geçersiz sayılması gerektiğini belirterek hükümeti bunaltmışlardır. Ali Rıza Paşa bu durumu hafifletmek ve gelen hücumları karşılayabilmek için (Karabekir, 1990, 448) 9 Şubat 1920’de mecliste bir beyannâme okumuş ve bu beyannâmede:

    “Bundan böyle İrade-i Milliye’nin Meclis-i Âlide tecellisi hasebiyle artık meşrutiyet kaidelerine uyulmaya hiç bir mani tasavvur olunamaz” diyerek Heyet-i Temsiliye’nin Millî İrade namına hareketine ve meşrutiyet usullerine uygun harekete mani olmasına güya artık yer olmadığını anlatmak istiyordu. Sadrazam bu beyannâme ile yetinmeyerek 14 Şubat’ta vilayat ve müstakil sancaklara Heyet-i Temsiliye’yi küçük göstermek için bir tamim yayınlanmış ve: “Meclis-i umûmî ictimâ ederek, her türlü millî emellerin tek tecellîgâhı lehülhamd faaliyete başladığına göre memleket dahilinde bu meclisten başka bir yerde, irade-i milliye adına söz söylemeye ve taleplerde bulunmaya mahal ve imkan kalmadığından hükümet işlerine müdahale şeklinde her nevi fiil ve hareketler cezayı muciptir” diyerek “ülkede tek meşrutî kuvvetin açılan meclis olduğunu ve kimsenin kendisini devletin yerine koymaması gerektiğini” belirtmiştir.

    Bu tamim illere gönderilince özellikle sivil memurların hükümetin bir tamimi olması dolayısıyla tesir altında kaldıklarını ve yapılan Kuvâ-yı Milliye karşıtı gösterilere girdikleri görülür.

    Nevşehir’de kaymakam Nedim Bey’in başkanlığında Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin bir şubesi teşkil edilmiş bulunuyordu (Özkan, 1994, 92-93) Tamimin tesiriyle Niğde şubesinin 4 Mart 1921’de başlatmış olduğu nümayiş hadisesine Nevşehir şubesi en etkili azalarından sekiz kişiyi gönderip hadiselerin kızışmasına sebep olmuş (Karacebe, 1940, sayı: 57) ve bazı memurların da katılımıyla büyük gösteriler yapmışlar, amaçlarını gerçekleştirmek ve neler yapacaklarını görüşmek için gizli ve açık toplantılar yapmaya başlamışlardır. Bu hadiselerin Konya’ya ve Anadolu’nun diğer bölgelerine ulaşmasının ihtimal dışı olmaması sebebiyle bölgeyi önceden bu cemiyetin faaliyetleri konusunda uyarmış olan Mustafa Kemal Paşa 12 Kolordu Komutanına çektiği bir telgrafta hem yetkilileri uyarmakta hem de bu cemiyete bakışını ortaya koymaktadır (Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, sayı: 82, s. 97-100, 12 Şubat 1336 tarihli telgraf ).

    Konya’da İsyan Teşebbüsleri

    5 Mayıs 1920 tarihinde Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin mensuplarından bir kısmının yakalanmaları üzerine, 6 Mayıs 1920 tarihinde tutuklananların yakınları ile cemiyet taraftarlarının Konya’nın dışında toplanmağa başlamaları ve şehri basacakları haberi üzerine, daha önceden M. Kemal Paşa tarafından özellikle cemiyetin Konya şubesi ile ilgili ikazı (Özkaya, 1987, c. IV) karşısında teyakkuz halinde bulunan yetkililer isyan etmek isteyenleri daha şehre girmeden dağıtmışlardır. Çoğu tutuklanan bu isyan teşvikçilerinden bir kısmı divan-ı harbe sevkedilmiştir.

    İlk isyan girişimi püskürtülmüş fakat cemiyet mensupları Kuvâ-yı Milliye’nin 1920 Haziran ve Eylül aylarında güneyde Millî Aşireti isyanıyla uğraşmasını fırsat bilerek Konya’daki bütün muhalif gruplarla beraber tekrar isyan etmiştir. İkinci kez bastırılan ve başarıya ulaşamayan bu isyan eğer başarılsa idi, Afyon batısında dış düşmanla savaşan Kuvâ-yı Milliye’nin cephe gerileri çökertilmiş olacaktı (Lord Kınross, 1972, 349) ki amaçlanan da bu idi.

    Kuvâ-yı Milliye’nin Cemiyete karşı almış olduğu kısıtlama ve tutuklama şeklindeki tedbirlere Cemiyetin bakışı ise şöyledir: “.. Lakin Anadolu’daki eşkiyalık hareketleri Teâli-i İslâm’ın ilerlemeci ve genişlemeci çalışmasına dehşetli bir engel oldu. Cemiyetin particilik emellerine (Kuvâ-yı Milliye İttihatçı, İttihatçılar da dinsiz ve mason olarak addedildikleri için) hizmet etmeyeceği ana nizamnâmesinde açıkça gösterilmiş ve bu konuda günlük gazetelerle de izahat verilmiş iken mezalimin yardımcısı olmayan şube ve üyeleri eşkiyanın taarruzuna ve tecavüzüne uğradı… (Mahfel, 1337 Zilhicce, sayı: 2)”

    1925 Şapka Olayları ve Teâlî-i İslâm Cemiyeti Mensuplarının Yargılanması

    Her yenilik hareketi gibi şapka olayı da muhafazakar bir direnişle karşılaşmış, yer yer nümayişlerle ve yer yer şapka giymeye itirazlarla baş gösteren bu direnişler örgütlü hale gelmeye başlayınca yapılan hareketler Cumhuriyet Türkiye’sine suikast olarak değerlendirilmiş ve takibatlar başlatılmıştır. Bu başkaldırma ve inkılâplara direnme hadiselerinden birisi de Erzurum’da 1925 Ocak ayı içinde, bir pazar günü okunan mevlitten sonra hocaların yapmış oldukları yürüyüşe halkın da katılmasıyla cereyan etmiştir. (Tunaya, 1962, 178) Göstericiler “Dinsiz vali istemeyiz, dinsiz hükümet istemeyiz…” diyerek ayaklanmışlar ve hapishanedeki mahkumları çıkartmak gayesiyle harekete geçmişlerdir. Yapılan tahkikat neticesinde bu harekete “Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti” ile “Teâli-i İslâm Cemiyeti” mensuplarının karıştıkları tespit edilmiştir. Aynı şekilde Rize’de ve Giresun’da gerçekleşmiş olan hadiselerde “yalnız kendilerinin olmadığı Trabzon ve Erzurum ahalisi ile Ankara’daki bir takım dindar paşaların da kendileriyle beraber oldukları belirtmişlerdir (AİMZ, s. 272).

    Meydana gelen bu hadiseler karşısında İstiklâl Mahkemesi Erzurum, Rize ve Giresun’a giderek tutuklamalar yapmış ve İstanbul’a geçecekleri gazeteler de yazmıştır. İstiklâl Mahkemeleri’nin İstanbul’a gidiş sebepleri; hadiselerin cereyan ettiği yerlerde sanıkların evlerinde yapılan aramalarda İskilipli Mehmet Atıf Efendinin şapka inkılâbından iki yıl kadar önce yazılmış olan “Frenk mukallitliği ve Şapka” (Makalenin tam metni için bkz: İskilipli M. Atıf, Frenk Mukallitliği ve Şapka, Haz. Mücahit Korkmaz) isimli makalenin bulunmuş olması ve olaylara karışanlar arasında Teâli-i İslâm Cemiyeti mensuplarının da bulunmasıydı. İstanbul’a Teâli-i İslâm Cemiyeti mensuplarını tutuklamak ve yargılamak üzere gitmişlerdir. Fakat cemiyet mensupları İstiklâl Mahkemesi heyeti İstanbul’a gelmeden tutuklanmışlardı bile (Aybars, 1982, 318) 21 Şubatta İstiklâl Mahkemesi heyeti daha önceden alınmış ifadeleri gözden geçirerek tutuklulardan bir kısmını serbest bırakmış geri kalan bölümünü ise yargılanmak üzere Ankara’ya havale etmiştir.

    Ankara İstiklâl Mahkemesinde yapılan uzun yargılamalar sırasında gerek savcının hazırlamış olduğu iddianâme ve gerekse yargılamalar neticesinde mahkeme heyetinin vermiş olduğu karar metinlerinde Teâli-i İslâm Cemiyeti ile şapka isyanlarının irtibatlandırılışı görülür. Bu mahkeme heyeti yalnız şapka isyanlarını yargılamak amacında değildir. Aynı zamanda karar metninde Türkiye Cumhuriyeti’nin Teâli-i İslâm Cemiyeti’ne ve mütareke döneminde yapmış oldukları faaliyetlere bakışını göstermektedir.

    Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin Kararı ve Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin Sonu

    3 Şubat 1926 tarihinde Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin İskilipli Mehmet Atıf Efendi hakkında verdiği gerekçeli karar şöyledir:

    “Bunlardan Hoca Atıf Efendinin Türkiye Cumhuriyeti’nin yenilik ve ilerlemeye doğru attığı adımlara mani olmak ve halkı isyan ve irticaa teşvik etmek kastıyla İstanbul’da 1924 sonlarında Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı eseri yayınladığı ve muhtelif vasıtalarla memleketin muhtelif mahallelerine dağıttığı sıralarda İstanbul Polis Müdüriyeti tarafından Birinci Şube raporuyla 24/8/1341 (1925) tarihi ile Dahiliye Vekâleti’ne ihbar edildiği, adı geçen vekâletin 26/9/1341 (1925) ve 4717 numaralı emirleri ile mezkûr risalenin toplatılmasının ve dağıtılmasının yasaklanmasının İstanbul’a bildirildiği ve kitapların bir miktarına el konulduğu hâlde, emrin uygulanışı tarihinden bir müddet sonra adı geçen eserin isyânın çıktığı mıntıkalarda yapılan aramalarda elde edilmesi ve muhakemeleri yapılan maznûnlara yöneltilen suallerden eserin isyandan bir iki ay evvel bahsedilen muhitlere gelerek elden ele gezdirilmek sûretiyle gizliden gizliye okunduğu ve Şapka İksâsı Hakkındaki Kanunun kabul edilmesi üzerine muhtelif mahallerde şapka aleyhinde propaganda da bulunan kişilerin tevkifi esnasında yapılan aramalarda bahsedilen esere tesadüf edildiği ve yapılan tahkikatta adı geçen eserin masum halkın fikirlerini iğfal ve irticaa teşvik maksadıyla Anadolu’nun içlerine ve bilhassa doğu vilayetlerine ücretsiz olarak gönderildiği ve eserin basımı ve dağıtımı hükümetçe men edildiği halde basımı ve dağıtımı için gayretler gösterildiği çeşitli bölgelerdeki isyanın çıkışında amil ve en mühim tahrik vâsıtası olduğu ve Atıf Efendi; geçmiş hayatı itibarıyla de 31 Mart irticâ hadisesinde ve Mahmut Şevket Paşa merhumun katledilmesinde de alakadar bulunduğundan çeşitli suçlar ile cezaya çarptırıldığı ve Sinop’a sürüldüğü ve bundan başka Millî Mücâdelenin en buhranlı zamanında Anadolu içlerine doğru uzanmış olan işgal ordusuna mukavemet edilmemesi hususunda başkanlığını yaptığı Teâli-i İslâm Cemiyeti adına düzenlediği beyannâmeleri sonradan aldığı çeşitli inkâr tertiplerine rağmen Yunan tayyareleriyle istiklâli ve hayat hakkı için mücadele eden Anadolu köylerine attırdığı ve yeniliğe ve Cumhuriyete dâimî bir düşman vaziyeti almış olan adı geçen kişinin son isyan hâdisesi ile maddeten ve mânen alâkadar bulunduğu bir çok delil ile anlaşıldığını ve ortaya çıktığı için hareketinin karşılığı olan Kanun-ı Cezâ-yı Umumînin 45. maddesinin “Her biri cürmün husûlü maksadıyla ef’âlimiz buradan beri ya bir kaçını icrâ eylerse eşhâs-ı mezkûreye hem fiil denilir ve cümlesi fâil-i müstakil gibi mücâzat olunur.” diyen muharrer fırkası dolayısıyla adı geçen kânunun 55. maddesinin “Türkiye Cumhuriyeti’nin Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu tamâmen veya kısmen tağyir.. veya ifâ-yı vazifeden men’ine cebren teşebbüs edenler idam olunur” diyen muharrer fıkrası mucibince İskilipli Atıf Hocanın salben idamına… (AİMZ, s. 290-291) “

    Mahkemenin almış olduğu bu karar 3-4 Şubat 1926 gecesi infaz edilmiş ve 1920 yılından itibaren adından pek söz edilmeyen. Teâli-i İslâm Cemiyeti bu tarihten itibaren fiili olarak sona ermiştir (Tunaya, 1986, 385).

    Son Söz Olarak

    Teâli-i İslâm Cemiyeti, kurucuları itibariyle toplumu yönlendirebilme durumunda olan ve İstanbul’un çeşitli medreselerinde görevli müderrislerden müteşekkil bir cemiyettir. Gerek, İttihat Terakkî Cemiyeti’nin hazırlamış olduğu özellikle aile hayatına dair kanunların yeniden düzenlenmesi ve gerekse, toplum ahlakı ile ilgili yönlendirmelerin tesiri ile sosyal hayatta, kurucu üyelerinden Mustafa Sabri Efendinin Şeyhülislamlığı döneminde ise Damat Ferit Paşa Hükümeti içerisinde hareket kabiliyeti sağlamışlardır. Hazırlamış oldukları nizamnâmede sadece ilmi gayelere hizmet etmek ve yardıma muhtaç insanlara yardım edebilmek için kurulan cemiyet bir süre Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin istekleri doğrultusunda gerçekleştirmiş olduğu propaganda faaliyetleri ile Anadolu’da Millî Hareket karşısında tutunamayan ve kuruluş gayesini İttihatçı düşmanlığı üzerine oturtan Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nı Anadolu’ya taşımıştır. Anadolu’da Teâli-i İslâm Cemiyeti görünümlü tüm faaliyetlerin arkasında Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın varlığını iddia etmek abartılı bir yaklaşım olmaz. Anadolu’da gerçekleştirdikleri Kuvâ-yı Milliye karşıtı faaliyetler ile işgal kuvvetlerinin işini kolaylaştırmak ve Millî Hareketi zor durumda bırakmak kendilerine karşı alınan tedbirlerin başlıca sebebini teşkil eder.

    Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin Anadolu’daki faaliyetleri yer yer cemiyet yönetimini sıkıntıya düşürmüş ve cemiyete nizamnâmede yazılı hususlar gereği ilmî hizmetler yapmak için giren bazı üyelerin tepkisine sebep olmuştur. Bu üyelerin cemiyet içerisinde vermiş oldukları mücâdele işe yaramayıp, Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin istekleri doğrultusunda işler yapılması safha safha bu üyelerin cemiyetten istifasına sebep olmuştur.

    Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin Şapka olayları münasebetiyle Teâli-i İslâm Cemiyeti üyelerini yargılaması esnasında Savcı’nın ifâde etmiş olduğu üzere Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin mütareke dönemi esnasında yapmış olduğu faaliyetlerinin millet ve hükümet nazarında affedilmiş olduğunu fakat yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekleştirmeye çalıştığı inkılâplarla oluşturulmaya çalışılan yeni devlet yapısına karşı girişilecek hareketlerin affedilmeyeceği hususu Teâli-i İslâm Cemiyeti ile ilgili yaptığımız değerlendirmeleri daha açık hale getirmiştir.

    Bu değerlendirmeler ışığında Türk Milleti’nin mütareke döneminde iki mücâdele grubu arasında tercih yaparken ne kadar zorlandığını rahatlıkla görebilmekteyiz. Bu tercihi yaparken yanılanlar, samimiyeti ve saflığı ile altı asırdır kendisine yol göstermiş, hedef belirlemiş olan insanların açmış olduğu bayrak altında toplanmış olmalarından dolayı suçlanamaz, hele ki vatan haini suçlaması objektif bir yaklaşım olmaz.

    Kısaltmalar

    HİF: Hürriyet ve İtilaf Fırkası

    TİC: Teâli-i İslâm Cemiyeti

    TBMM: Türkiye Büyük Millet Meclisi

    İHMM: İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücâdele

    HTVD: Harp Tarihi Vesikaları Dergisi

    DİA: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

    TCTA: Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi

    age: adı geçen eser

    agy: adı geçen yer

    agm: adı geçen makale

    agt: adı geçen tez

    agb: adı geçen belge

    bkz: bakınız

    AİMZ: Ankara İstiklâl Mahkemesi Zabıtları

     

    Hicri Aylar

    M.: Muharrem

    S.: Safer

    Ra.: Rebî’u’l-evvel

    R.: Rebî’u’l-âhir

    Ca.: Cemâziye’l-evvel

    C.: Cemâziye’l-âhir

    B.: Recep

    Ş.: Şa’ban

    N.: Ramazan

    L.: Şevval

    Za.: Zilkâde

    Z.: Zilhicce

     

    Kaynaklar

    Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, c. II, İstanbul 1993.

    AKŞİN, Sina, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücâdele, c. I, İstanbul 1976.

    AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Ankara 1989.

    ALBAYRAK, Sadık, Meşrutiyet İslamcılığı ve Siyonizm, İstanbul 1990.

    ———-, Siyasal Boyutlarıyla Türkiye’de İslamcılığın Doğuşu, İstanbul1989

    Ankara İstiklâl Mahkemesi Zabıtları, Haz. Ahmet NEDİM, İstanbul 1993.

    AYBARS, Ergun, İstiklâl Mahkemeleri, Ankara 1982.

    BİRİNCİ, Ali, Hürriyet ve İtilâf Fırkası, İstanbul 1990.

    BURSALI, Mehmet Tahir, “Teâli-i İslam Cemiyetine” Sebilürreşad, c. 18, sayı: 460. yıl: 1, 1336, ay: 2, s. 213-215.

    Cemiyetin Müderrisin, Nizamnâme-i Esasisi-Beyannâme, Evkaf İslâmiye Matbaası, İstanbul 1337.

    CEBESOY, Ali Fuat, Millî Mücâdele Hatıraları, İstanbul 1957.

    DOĞAN, Nuri, Ders Kitapları ve Sosyalleşme (1876-1918 ), İstanbul 1994.

    ER, Alev, “Millî Mücâdele’de Siyasal Kuruluşlar”, Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, c. IV, 1985a, s. 1120-1135.

    ——–, “Millî Mücâdelede Gizli Örgütler” Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedesi, c. IV, 1985b, s. 1127-1131.

    ERASLAN, Cezmi, II. Abdülhamid ve İslâm Birliği, İstanbul 1992.

    EROĞLU, Hamza, Türk İnkılâp Tarihi, İstanbul 1982.

    GÖKBİLGİN, M. Tayyib, Millî Mücâdele Başlarken, c. II, İstanbul 1965.

    GURULKAN, Kemal, Teâli-i İslâm Cemiyeti (Cemiyet-i Müderrisin), İstanbul Üni. Sosyal Bilimler Ens. Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1996.

    HANİOĞLU, Şükrü, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti (1889-1902), İstanbul 1989.

    ——–, “Cemiyet” DİA, c. 7, İstanbul 1993., s. 331.

    İskilipli Mehmed Atıf, Frenk Mukallitliği ve Şapka, Haz. Mücahit KORKMAZ, İstanbul 1993.

    KABASAKAL, Mehmet, Türkiye’de Siyasal Parti Örgütlenmesi (1908-1960), İstanbul 1991.

    KARA, İsmail, İslamcıların Siyasi Görüşleri, İstanbul 1994.

    ——–, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, c. I. İstanbul 1986.

    KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, c. VII., Ankara 1988

    KARABEKİR, Kâzım, İstiklâl Harbimiz, İstanbul 1990.

    KARACEBE, Nizamettin, 117 Sayılı Askeri Mecmuanın Tarih Kısmı, sayı: 57, 1 Haziran 1940, Ankara 1940.

    KINROSS, Lord, Atatürk, İstanbul 1972.

    KURAN, Ahmed Bedevi, Osmanlı İmparatorluğu’nda İnkılâp Hareketleri ve Millî Mücâdele, İstanbul, 1956.

    LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara 1988.

    MALKOÇ, Nami, 107 Sayılı Askeri Mecmuanın Tarih Kısmı, sayı: 48, 1 Kanun-ı Sani 1937, Ankara 1937.

    MARDİN, Şerif, Türkiye’de Din ve Siyaset, İstanbul 1992.

    ——–, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908, İstanbul 1989

    Mevlanzâde RIFAT, Türk İnkılâbının İç Yüzü, İstanbul 1993.

    OLGUN, Tahirü’l-Mevlevî, Matbuat Alemindeki Hayatım ve İstiklâl Mahkemeleri, Haz. Atilla Şentürk, İstanbul 1991.

    ÖKE, Mim Kemal, Hilâfet Hareketleri, Ankara 1991.

    ÖZCAN, Azmi, Abdülhamid ve Hilafet, İstanbul 1995.

    ÖZKAN, Hülya, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücâdele Karşıtı Faaliyetleri (1919-1920), Ankara 1994.

    ÖZKAYA, Yücel, “Bağımsızlık Savaşında Dernekler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. IV, sayı: 10, Kasım 1987, Ankara 1988.

    SARAY, Mehmet, Türk Dünyasında Eğitim Reformu ve Gaspıralı İsmail Bey, Ankara 1987.

    ——–, Atatürk’ün Sovyet Politikası, İstanbul 1990.

    SELEK, Sebahattin, Anadolu İhtilali, c. I, İstanbul 1968.

    ŞENTÜRK, Atila, Tahirü’l-Mevlevî Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1991.

    TANÖR, Bülent, Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları (1918-1920), İstanbul 1992.

    TEKELİ, İlhan – İLKİN, Selim, “Bölgesel Kurtuluş Savaşından Ulusal Kurtuluş Savaşına”, Atatürk ve Devletçilik-Ulusal Kurtuluş Savaşı İçinde, Ankara 1983, s. 270-323.

    TOPRAK, Zafer, “1909 Cemiyetler Kanunu” Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, c. I.

    TUNAYA, Zafer, Türkiye’de Siyasal Partiler, c. II, İstanbul 1986.

    ——–, İslamcılık Cereyanı, İstanbul 1962.

    ——–, Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku, İstanbul 1969.

    YÜCEDAĞ, İsmail, Tanzimat Sonrası Osmanlı Düşünce Yapısının Gelişimi ve Bu Gelişmede Tercümenin Rolü, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Ens., Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 1999.

     

    Gazete ve Dergiler

    Harp Tarihi Vesikaları Dergisi

    Askeri Tarih Belgeleri Dergisi

    Mahfel

    Sebilürreşad

    Alemdar

    Peyâm-ı Sabah

    İkdam

    Vakit

    Zaman