Köprü Anasayfa

İslam’ın Yeniden Yorumlanması

"Kış 2001" 73. Sayı

  • Ahmet Turan Alkan'a, MÜKÂLEME Niyetiyle

    İslam Yaşar

    Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan canlı bir vasıtadır. Dili güzel kullananlar muhataplarıyla yalnız anlaşmakla kalmazlar, samimiyetleri nispetinde kuvvetli dostluk bağları da kurarlar.

    Kendilerinde, insanlığa faydalı olabilecek değerlerin varlığını hisseden büyük insanlarsa, bu vasıtayı kullanarak husûsi bir üslûp meydana getirdikleri ve fikirlerini çeşitli eserler halinde ortaya koyabildikleri takdirde, yalnız muasırlarında değil, müstakbel muhatapları üzerinde de müessir olurlar ve zamanı aşan muhabbet zeminleri teşekkül ettirirler.

    Aradan asırlar geçmesine rağmen bugün hâlâ Yunus’a duyulan meftûniyet, Mevlâna’ya beslenen muhabbet, Hafız’a, Hayyam’a hissedilen hayranlık ve Hugo’ya, Goethe’ye gösterilen sevgi hep bu vasıta, yani kullandıkları dil sayesinde sağlanmıştır.

    Bediüzzaman Said Nursi de bu vasıtayı güzel bir şekilde kullanarak her asırdan ve her seviyeden muhatabını anlaştırıp kaynaştıran büyük insanlardan biridir. O, yarı ömrünü harcayarak yazmış olduğu Risâle-i Nur Külliyatı sayesinde nesilleri anlaştırıp kaynaştırmakla kalmamış, bütün müntesiplerini kardeşlik bağlarıyla birbirine bağlayarak, zamanın tahribatına meydan okuyan mükemmel bir uhuvvet ve muhabbet mecraı da meydana getirmiştir.

    Said Nursi Türk Dili ile yapmıştır bunu. Eserlerini Arapça veya Farsça yazabileceği, hatta ilk eserlerini Arapça yazdığı halde, Risâle-i Nur Külliyatını telif ederken münhasıran Türkçe’yi kullanmayı tercih etmiştir. Üstelik bu dili kendisine has bir üslûpla ve her seviyeden insanın okuyup anlayacağı ve ilgisi, bilgisi nispetinde istifade edebileceği öylesine güzel bir şekilde kullanmıştır ki; onun herhangi bir eserini bir sefer okuyan veya dinleyen bir insan, dehşetli tehlikelere rağmen istinsah etmekten kendini alamamıştır.

    Bu ilginin neticesinde başta Isparta, Kastamonu, Denizli, Afyon olmak üzere memleketin pek çok yerinde fertler ve aileler hevesle Risâle yazmaya başlamışlardır. Sav, Kuleönü, İslâmköy gibi bazı mahallerde ise, kadınlara, çocuklara varıncaya kadar ahalinin ekserisi istinsah çalışmalarına iştiyakla iştirak etmiştir.

    Böylece otuzlu kırklı yılların maddî mânevî karanlığına ve millî şeflerin dehşetli baskılarına, zulümlerine rağmen, 600.000 kadar Risâle çoğaltılmış, ekserisi bizzat Bediüzzaman tarafından tashih edilmiş ve iman-Kur’ân hakikatine susamış muhtaç gönüllere ulaştırılmıştır.

    Said Nursi’nin Türkçe’yi tercihi, Lâtin harflerinin kabulünden sonra da devam etmiş, ilk talebelerinden Hüsrev’in karşı çıkmasına rağmen, eserlerinin yeni harflerle çoğaltılıp basılmasına izin vermiştir. Risâle-i Nur’a gösterilen millet ilgisi, bu eserlerin teksirle çoğaltıldığı ve matbaalarda basıldığı zamanlarda da devam etmiştir.

    Yıllarca matbaalarda gizli gizli bastırılıp, meftunları tarafından memleketin her köşesine dağıtılan bu eserlerin, her gün fertler ve cemaatler tarafından okunmasına; baskınlar, takipler, mahkemeler, hapisler, sürgünler ve benzeri zulümler mani olamamıştır.

    Günümüzde on kadar yayınevi tarafından bastırılıp satılan, on binlerce evde ve binlerce dershanede küçüklü büyüklü topluluklar tarafından iştiyakla okunan ve yetmişli yıllarda dünyaya açılıp doksanlı yıllarda, başta Arapça ve İngilizce olmak üzere 24 dile çevrilen, altı yedi dile çevirme çalışmaları sürdürülen Risâle-i Nur Külliyatının cihanşümul intişarı her gün artarak devam etmektedir.

    Risâle-i Nur Külliyatını milletin sahiplenmesinin neticesi olan ve dünyada benzeri pek görülmeyen bu intişar şeklinde, Said Nursi’nin anlattığı hakikatler kadar, kullandığı dil ve üslûp da müessir olmuştur.

    Havastan addedilen Cemil Meriç’in, ‘her eser kendi dili ile doğar. Risâle-i Nur’un dili Kur’ânî ve İslâmî bir lisandır. Risâle-i Nur’ları anlamaya çalışmak, ancak bize nasip olabilecek en büyük mükâfattır’ ve Şerif Mardin’in, ‘19. yüzyılın elektrik ve termodinamiği ile ilgili konuşma tarzı, yani kavramlaştırma tarzı, Risâle-i Nur’un diline girmiştir. Said Nursi, dinamizm ifade eden bir dil kullanmıştır’ ifadeleri ile; avamdan sayılan Adilcevazlı Bekir Ağanın, ‘Efendim, mâlûmunuz, fakir talebeniz ve kardeşiniz cahil olduğum halde, güneş misâli olan risâle-i bergüzîdelerinizden umum Nur Risâlelerinizi okutup dinledim. Güneşin nuruna set çekilemediği gibi, ve set çekilmek ihtimali olmadığı gibi risâlelerinize de set çekilemez.’ sözleri, Said Nursi’nin dilinin her seviyeden insan üzerindeki müessiriyetinin en açık delilidir. Onun Barla Lahikası adlı eseri ve Necmeddin Şahiner’in hazırladığı Son Şahitler, Aydınlar Konuşuyor gibi eserleri, buna benzer misallerle doludur.

    Köprü dergisinin Bahar/2000 sayısında neşredilen ‘Said Nursi Türkçe’si’ adlı yazıyı, Bediüzzaman’ın Türkçe’yi tercihine ve üslûbunun tesirine bir nebze işaret etmek maksadıyla yazmıştım. Derginin Güz/2000 sayısında hiç de hak etmediğimi düşündüğüm ithamlarla dolu bir tenkit yazısıyla karşılaşınca şaşırdım.

    Ahmet Turan Alkan tenkidinde bir fart-ı muhabbetin tezahürü saymış bu yazıyı. Fakat makaledeki ‘Güneş Dil Teorisini Babil kulesine teşbihten’ ve ‘Risâle-i Nur’un tağutlarla mücadelesi’ tabirinden fazlaca rahatsız oluşuna bakılırsa, fart-ı muhabbet beslediği anlaşılan bazı kişi ve çevrelere tarizde bulunduğumu tevehhüm etmiş olmalı ki; ‘fart-ı muhabbetten doğan vahim tespit hatalarını’ iddia ve isnad etmekle kalmamış, tenkidinde bizzat icra da etmiş. Zira tenkidini ‘Türkçe’yi ihya’ ifadesinin üzerine bina eden münekkit, bunu bir iddia şeklinde değerlendirmiş ve meseleyi Said Nursi’ye bühtan sayacak kadar abartmış.

    Aslında ne Said Nursi’nin münhasıran seçilmiş böyle bir hedefi var, ne de mezkûr yazıda benim böyle bir iddiam. Gerçi yazıda bu ifadeyi kullandım, ama bundan maksadım; Türkçe’nin ağır darbeler yediği bir zamanda, Said Nursi’nin eserlerini Türkçe yazmayı tercih edişine dikkat çekmek ve bilhassa Nur ekolü içinde yetişen şair ve yazarlara, yazılarında uydurma veya yabancı kelimeler yerine, onun ihya ettiği kelimeleri kullanmaya gayret etmeleri gerektiğini hatırlatmaktı.

    Nitekim, dil ile ilgili mütalâaların ardından gelen; ‘Bediüzzaman bütün bunları bir dil âlimi edasıyla, Türkçe dil kurallarını yaşatma maksadıyla veya Türkçe’nin diğer dillerden üstünlüğünü ispat etme iddiasıyla yapmadı. Davaların dille anlatılıp, sanatla yaşatıldığını bildiğinden, iman-Kur’ân davasını iyi ve güzel bir şekilde anlatmak için yaptı’ cümleleri, yazıda münekkidin söylediği gibi bir iddianın olmadığını anlatmaya yeterdi.

    Üstelik böyle bir iddia, cihanşümul hedefleri olan ve müntesiplerini saadet-i dâreyne hazırlamayı gaye edinen Bediüzzaman’ın iştihar etmiş husûsiyetlerine yeni bir sıfat eklemez, aksine onun büyük hedeflerini küçültür. Müdekkik bir münekkidin, fart-ı muhabbetle suçladığı muhatabının ‘kaş yapayım derken göz çıkarmak’ kabilinden böyle bir hata yapmayacağını bilmesi gerekirdi. Eğer mezkûr ifadeye insafla veya hüsn-ü zanla baksaydı, böyle bir kanaat sahibi olmazdı.

    Lâkin sayın Alkan bunu yapmak yerine nedense Bediüzzaman’ın, ‘farfaralı gazeteciler’ diye tavsif ettiği kişilerin yaptığı tahrifat tarzını takip etmiş ve o tabiri alırken, bu ifadeleri görmezden gelerek yazıya ‘Türkçe’yi küllî mânâda ihya’ iddiasını yakıştırmış. Bir yazının bazı yerlerinin alınıp, oradaki mânâyı tamamlayan veya tasrih eden başka yerlerini atlamak, yapıcı tenkitte muteber bir teamül olmasa gerek.

    Bu tenkidin bir saikinin de, Said Nursi’nin dilinin bazı çevrelerce ağır ve bozuk olduğunun iddia edildiği bir zamanda, böylesi şayiaların tesiri altında kalarak ‘Said Nursi Türkçesi’ tabirini ona yakıştıramama zaafı olduğunu zannediyorum. Eğer öyle ise, bu tavrı iyi niyet tezahürü olarak görmek mümkün değildir. Çünkü, Türkçe’yi kullanmak kimsenin iznine veya icazetine tabi olmadığı gibi, ‘Türkçesi’ tabirini bazılarının, bazılarına izafe ettiği bir imtiyaz ve nişan olarak görmek de yanlıştır. Ali Şîr Nevâi’den Yahya Kemâl’e kadar pek çok şaire verilen bu sıfata Said Nursi de lâyıktır, hatta elyaktır.

    Şurası muhakkak ki, Said Nursi dile bîgâne bir insan değildir. Hayatının Eski Said safhasında Kamus-u Okyanus adlı lügâti ezberlemeye çalışırken, bunun sebebinin sorulması üzerine; ‘Kamus, her kelimenin kaç mânâya geldiğini yazıyor; ben de, bunun aksine olarak, her mânâya kaç kelime kullanıldığını gösterir bir kâmus vücuda getirmek merakına düştüm.’ İfadelerinde de görüldüğü gibi, benzeri olmayan bir lügât yazmaya çalışacak kadar dile âşinâ ve bu sahada içtihada müheyyadır. Zamanın şartları onun bu maksadını gerçekleştirmesine fırsat vermeyince, o da bu müktesebatını üslûbunda kullanmış ve yazıda dikkat çekilen husûsiyetler ortaya çıkmıştır.

    Lügâtler ihya kelimesine ‘diriltme, canlandırma, uyandırma’ gibi mânâlar veriyorlar. A. Turan Alkan’ın bu kelimeye yüklemek istediği mânâ ise teşekküldür. Yani dilin zaman içinde ve fıtrî kullanma şartları dahilinde gelişerek aslî şeklini almasıdır. Dilin ‘canlı bir vasıta’ diye tarif edilmesinin sebebi de, harici müdahalelerden ziyade zamanın seyri içinde ve tedricen tekâmül etmesindendir. Onun için bir dili teşekkül ettirmeye yalnız fertler değil, devletler ve cemiyetler de muktedir değildir.

    Mesela, Karamanoğlu Mehmed Beyin, Türkçe’yi devlet dairelerinde kullanma emri, başarılı olmuş bir dili ihya hamlesi olarak değerlendirilebilir. Mustafa Kemâl’in Güneş Dil Teorisi ve daha sonra onun yerine ‘Arı Dil’ veya ‘Öz Türkçe’ adlarıyla ikame edilmeye çalışılan ‘uydurukça’ illeti ise, ölü doğmuş teşekkül teşebbüsleridir. Devlet tahkimatına ve aydın tahşidatına rağmen neticesiz kalmıştır.

    Burada medar-ı bahs edilen husussa, dili canlandırma, tekâmülüne vesile olma, yani bir cihetiyle de olsa ihya etmedir. Bu açıdan bakınca bir yabancıya Türkçe’yi öğreten, dile yeni bir kelime kazandıran, unutulmuş bir kelimeyi uyandıran, dilin kullanılmasını kolaylaştıran, bazı kelime ve kuralların ihmaline mani olan insanlar da dili kendi çaplarında ihya etmiş sayılırlar.

    Hal böyle olunca, Türkçe’nin dehşetli darbelere maruz bırakıldığı, uydurukça illetine müptela edildiği, Arı Türkçe iddiasıyla asıl ve asil Türkçe’nin katledilmek istendiği bir zamanda Said Nursi, Karamanoğlu Mehmet Beyin asırlar önce fermanla yaptığını, tefsirle yapmış ve ihmal edilip atıl bırakılarak unutturulmak istenen binlerce kelimeyi eserlerinde kullanmak suretiyle canlandırmış, yani Türkçe’yi kelime ciheti ile de olsa ihya etmiştir.

    Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’i Türkçe ile asrın şartlarına en uygun şekilde tefsir ederek ekser Müslümanların ve yeni Müslüman olacak insanların dikkatlerini Türkçe’ye çekmesinin yanı sıra, bir tek Türkçe kelâmın bile konuşulmadığı binlerce Kürt insanının evine Türkçe yazılmış koskoca bir külliyatın girmesini ve okunmasını sağlaması da Bediüzzaman’ın Türkçe’yi oralarda ihya ettiğini gösterir.

    Bu itibarla, Said Nursi’nin Türkçe’ye, pek çok Türkçüden ve Türkçeciden daha fazla hizmet ettiğini söylemek, Türkçe’yi severek kullanan her Türk’ün vicdan borcu olsa gerek. Said Nursi’nin ana dilinin Türkçe olmadığını, veya onun kendisi için ‘Türkçe’si az’ tabirini kullandığını bilmek, bu hükmü değiştirmez. Çünkü o, Risâle-i Nur Külliyatını, başka husûsiyetler açısından olduğu kadar, dil yönünden de diğer eserlerinden ayırmış ve ‘Kur’ân-ı Kerim’in i’caz-ı mânevîsinin bir cilvesi ve temsilât-ı Kur’âniyenin bir temessülü’ olarak gördüğü tefsirini bazı beşerî zaaflardan âzâde tutmuştur.

    Onun için Said Nursi, gerçekten de kelimelerini seçerken ‘Sinan’ın mabedine taş, Itrî’nin tamburuna tel, Karahisârî’nin hattına mürekkep alırken göz önünde bulundurduğu hassasiyeti’ göstermiştir. Zira kitapları onların eserleri kadar itinalı ve alakaya mazhardır. El yazısı ile çoğaltılan binlerce nüshayı bizzat kendisinin renkli kalemlerle tashih etmesi ve bir tek kelimenin bile yanlış veya hatalı yazılmasına razı olmaması, herhangi bir kelimenin yerine başka bir kelime yazıldığında üslûptaki insicamın bozulması, bu hassasiyetin en açık delilidir.

    Münekkidin bu kanaatlere katılmaması, muhtemelen Risâle-i Nur’ların yazılış ve intişar macerasını bilmemesinden ileri gelmektedir. Onun için bu tavır bir ölçüde mâzur görülebilir. Fakat zerrelerin hem adet, hem de çeşit çokluğunu nazara vermek için ard arda iki tane çokluk eki kullandığı ‘zerratlar’ tabirini ‘hem letafetten hem de imla metanetinden uzak’ bulması ve—velev ki hatalı da olsa—böyle beş altı kelime yüzünden, ekseriyeti dağlarda, kırlarda çok zor şartlar altında yazılan büyük bir eserler topluluğunu üslûp cihetiyle hatalı addetmesi, âl-i cenâplığa yakışan bir hareket değildir.

    Bir de, ‘Hayattar, helâket, abesiyet’ gibi kelimelerin Devellioğlu lügâtinde yer almadığını tespit etmiş sayın Alkan. Sadece bu tespit bile, mâruf lügâtlerde yer verilmeyerek ölüme terk edilen yüzlerce kelimeyi, eserlerinde kullanarak hayattar kılan Said Nursi’nin, Türkçe’yi—kelime ciheti ile de olsa—ihya ettiğini göstermeye yeter. Mezkûr lügât, Türkçe’nin önemli kaynaklarından biridir, ama dilde kullanılacak kelimeler sadece onlardan ibadet değildir. Münekkidin, bazı lügâtlerde yer almayan bu kelimeleri kullanmayı ‘hatalı tasarruf’ sayması ise şahsî mülahazası olduğundan, ayrıca üzerinde durmaya değmez.

    Fakat bir yandan ‘Said Nursi’yi, Türkçe’sinin zayıflığı ve ittiratsızlığı noktasında tenkit etmek aklımdan geçmez’ diyen bir münekkidin; diğer yandan onun dilini hiçbir delile dayanmadan, misal vermeden, ‘Osmanlı Türkçesi’ görüntüsü veren, ancak klasik ve edebî Osmanlıca zevkinden hayli uzak’ telakki etmesi, ‘klasik lisana âşina olanların damağında kekre lezzetler bırakan, ham ve alışılmadık tasarrufların sıkça göze çarptığını’ söylemesi ve ‘dil zevki itibariyle garip’ bulması, tezvirât değilse bile, içinde bulunduğu tenakuz halini, umûma teşmil etme zaafının tezahürüdür.

    Zaten yukarıdaki iddiaların ardından, ‘Bu hususta eski edebiyat mütehassıslarının hakemliğini daha şimdiden kabul ediyorum’ demesi de bu tenakuzun tereddüde dönmüş şekli olsa gerek. Ben kanaatlerimde herhangi bir tereddüt taşımadığımdan ve okuyucularımda şimdiye kadar ima yollu da olsa bir tereddüt temayülü görmediğimden, böyle bir hakem arayışı içinde değilim. Lâkin münekkidin arayışına misal olması düşüncesiyle bu mevzuda yaşanmış bir hadiseyi nakletmek istiyorum.

    Halihazırda edebi çalışmaları ile maruf bir yazarımız, arkadaşı ile Risâle okurken Said Nursi’nin; ‘Aklı başında olan insan, ne dünya umûrundan kazandığına mesrûr ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz’ cümlesi üzerinde tartışmışlar. Arkadaşı cümledeki ‘ne, ne’ ifadeleri mânâyı olumsuzlaştırdığı için, cümlenin ‘olmaz’ diye bitmesinin yanlış olduğunu iddia ederken, Yazar cümleyi bu şekilde kurmanın daha doğru olduğunu söylemiş. İkisi de birbirini ikna edemeyince meseleyi hocaları Muharrem Ergin’e sormaya karar verip odasına gitmişler.

    Hasta olmasına rağmen onları dikkatle dinleyip cümleyi okuyan Muharrem Ergin, kütüphanesindeki raflardan bir kitap aldırmış ve bu bahsin geçtiği yeri açtırmış. Mesele ile ilgili olarak, Rus ve Alman Türkologların kitaplarında geçen bazı kurallar gösterdikten sonra, ‘böyle cümleler halk dilinde ‘olur’ ifadesiyle bitebilir, ama olumsuz bir ifade ile bitmesi daha yüksek bir belagat kaidesi olduğundan, doğrusu ‘olmaz’ şeklinde bitmesidir’ demiş. Ardından da mezkûr cümleyi dil kaidelerine uygun ve beliğ bulduğunu ifade edince, yazarın arkadaşı itirazını geri almış.

    Merhum Muharrem Ergin’in, Risâle-i Nur’da geçen bu ifadenin Türk dil kurallarına uygun olduğunu gösteren hakemliğinin yanı sıra; muhteva ve hukuk yönünden bu zamana kadar memleketin pek çok yerinde açılan yüzlerce davada, savcıların çeşitli iddia ve ithamlar sıralayıp ağır mahkumiyetler istemelerine karşı, bilirkişi raporlarına dayanarak 1500’den fazla berat kararı veren hakimlerin fiilî hakemliği de nazara alınacak olursa, münekkidin hakem talebinin onlardan pek farklı netice vermeyeceği aşikârdır.

    Buna rağmen A. Turan Alkan, yazısında mezkûr tabirleri biraz da pervasızca kullanmış. Muhatabını da, ‘klasik Osmanlı metinleri ve lisanı konusundaki mütebahhiresi, Said Nursi külliyatının ufuklarıyla muhât’ olmakla suçlamış. Bunu yaparken, kendisinin ‘klasik Osmanlı metinleri ve lisanı konusundaki mütebahhiresinin hangi kaynaklara dayandığını, bu zamana kadar Said Nursi’nin ne gibi eserlerini okuyup, hangi klasik metinlerle karşılaştırarak neden kekre bulduğunu izah etme zahmetine katlanmamış.

    Edebiyat Fakültesinde, yıllarca mahir hocaların Türk Dili, Osmanlıca, Metin Tahlili gibi derslerine katılmama ve klasik Osmanlı metinlerinden bazılarının husûsi kütüphanemde bulundurup, fırsat buldukça okumama rağmen, yine de yetersiz olduğumu ifade edebilirim.

    Lâkin tenkit yazısı, muhatabımın bu sahada benden pek de farklı olmadığını gösteriyor. En azından Risâle-i Nur’ları fazla okumadığı, Said Nursi’yi pek tanımadığı, bu yüzden kulaktan dolma bilgi ve ham malumatla tenkidini kaleme aldığı, biraz da dil-fürûşluk yapmak istediği kanaati veriyor. (Bu kanaatimde yanılmayı çok isterdim.)

    Münekkidin İstanbul ağzı hakkındaki değerlendirmeleri de bu kanaati kuvvetlendiriyor. Gerçekten ‘İstanbul devletin ve kültür namına biriktirdiğimiz her şeyin kalbidir.’ Fakat vücutsuz kalp bir işe yaramadığı gibi, kalpsiz vücut da bir iş göremez. İstanbul kalpse, Osmanlı coğrafyası bir vücuttur. Said Nursi’nin dili, kalbi de içinde taşıyan bir bünye hüviyetindedir.

    Mezkûr yazıda meseleyi medar-ı bahs etmekten maksadım, bilhassa Cumhuriyetten sonra yazı diline esas alınan İstanbul ağzını yetersiz görmek değil, dili maharetle kullanan şair, yazar ve mütefekkirlerin üslûp farklılıklarına dikkat çekmek, birini diğerine tercih etmekten ziyade; hepsinin, birbirinin mütemmimi olduğunu, birini okuyup anlamanın, diğerlerini mütalâayı kolaylaştırdığını nazara vermekti.

    Yazıda da münhasıran işaret edildiği gibi Said Nursi Kur’ân’ı tefsir ederek dini tecdit vazifesini yerine getirmiştir. Elbette o bir Türkçe müçtehidi değildir. Ama tecdidini Türkçe yaptığı ve anlattığı için, kullandığı dilde uyguladığı yenilikler, yaptığı işin usûlüne uygundur. Münekkit bundan zevk almasa da bu üslûp latif vasıflar taşımaktadır.

    Şurası muhakkak ki, hiç kimse dilini anlamadığı veya tadını almadığı bir eseri baştacı yapıp başucu eseri haline getirmez. Bugün Risâle-i Nur Külliyatının milyonlar tarafından okunması, onların en azından ekseriyetinin bu eserlerin dilini anladığını ve okumaktan zevk aldığını göstermektedir.

    Said Nursi’nin dilinin, Yahya Kemâl’in Eski Şiirin Rüzgârıyla, Mehmed Akif’in Safahat, Ahmed Haşim’in Piyale eserlerinden daha sade olduğu iddiasının yazıda yer alması da bu teveccühe müstenittir. Yazıda şairlerle beraber eserlerinin isimleri de zikredildiği halde münekkidin bunları nazara almadığı ve ‘tenkide hâcet görmeden sadece işaret etmekle yetindiği’ bu husûsu ben delillendirmek istiyorum.

    Dili, seçtikleri şekil ve işledikleri muhtevanın özelliklerine göre kullanarak kendilerine has birer üslûp geliştiren ve yaşattıkları kelimeler nispetinde Türkçe’yi ihya etmiş sayılan şairlerin eserlerinde, bazı insanlara göre ağır gelen ifadeler bulunacağından, muhataplarının, münhasıran ağır yerleri seçtiğim zehabına kapılmalarına mani olmak için, eserlerin ilk beyitlerini nazarınıza arz ediyorum.

    "Eflâkden o dem ki peyâm-ı kader gelür,
    Gûş-i cihâne velvele-î bâl ü Per gelür."

    Yahya Kemâl’in mezkûr kitabındaki Başlayış gazelinin matla beyti bu. Elbette kullanılan kelimeler bir kusur değil, seçilen üslûbun gereğidir ve şiirde mükemmelliği gaye edinen şair, mükemmel bir başlangıç yapmıştır. Ahmed Haşim’in eserindeki ilk şiirin girişi olan şu mısralar da aynı husûsiyetleri taşımaktadır:

    "Münfail bir semâ-yı giryânın / Zerdi-yi iğbirârı altında
    Münkeşif bir hazân-ı nâlânın / Gird-bâdî-yi gam-nisârında.

    İstiklâl Marşımızın şairi olmasının da tesiriyle milletçe sevilen, bilinen ve sanatına hayran olunan Mehmed Akif’in Safahat’ının ilk mısraları da onun Türkçe’yi kendisine has bir şekilde kullanarak geliştirdiği mükemmel üslûbunun izlerini taşımaktadır.

    "Yatarken yerde ilhâdiyle haşr olmuş sefîl efkâr,
    Yarıp edvârı yükselmiş bu müthiş heykel-i ikrâr."

    Bediüzzaman Said Nursi’nin külliyatının en büyük kitabı olan Sözler’in ilk cümleleri ise şunlardır: "Bismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübârek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisân-ı hâliyle vird-i zebânıdır."

    Mezkûr şairleri nazarlardan ıskat için değil, onların muasırı ve bazılarının yakın dostu olan Bediüzzaman Said Nursi’nin diline yapılan ‘ağır ve anlaşılmaz’ ithamının yersizliğine, haksızlığına, yanlışlığına delil olması niyetiyle seçtiğim bu parçalarla iktifa etmezseniz, o muazzez şahsiyetlerin eserlerinin bütünün tetkik edin ve kararı siz verin.

    Hazır başlamışken, bir karar daha verin. Said Nursi’nin Türkçe’yi tercih etmesine dikkat çekmeye ve üslûbunun bazı husûsiyetlerini nazara vermeye çalıştığım için ben mi ona bühtan ediyorum; yoksa altı bin sayfadan müteşekkil on iki ciltlik muhteşem bir Kur’ân tefsirini, husûsan Türkçe yazdığı ve binlerce kelimenin yaşamasına vesile olduğu için, üslûbunun husûsiyetini adıyla ve diliyle adlandırmaktan ibaret olan ‘Said Nursi Türkçesi’ tabirini ona yakıştıramayan Ahmet Turan Alkan mı Said Nursi’ye bühtan ediyor?

    Her neyse… Münekkidi tekebbüre sevk eden değerlendirmeye gelince: ‘Türkçe, Osmanlı Devletinin cihan hakimiyetinden sonra ilk defa Risâle-i Nur Külliyatı sayesinde millî hudutları aşarak yeniden dünya dili olma şansını yakalamıştır’ cümlesini ‘abartılı, yanlış ve bühtan dolu’ bulan A. Turan Alkan bazı tekebbür ifadeleri ile tamamlamış tenkidinin bu bölümünü.

    Keşke bu ifadelerin aksini ispat ederek içinde bulunduğu kibirlenme halini mazur gösterebilseydi. Veya Osmanlı devletinin cihan hakimiyetini kaybetmesinden sonra, bazı dünya dillerine çevrilen birkaç Türkçe eser örneği vererek benim iddiamı zayıflatabilseydi.

    Veya zahmet edip bu ifadelerin geçtiği paragrafın hemen üstünde yer alan Dr. Colin Turner’in, Prof. Dr. Şerif Mardin’in, mütefekkir Cemil Meriç’in Risâle-i Nur ve dili hakkındaki senakâr sözlerine bir göz atsa da, bu iddialarını bir daha gözden geçirseydi.

    ‘Dünya dili’ tabirinin tedai ettirdiği mânâ, dünyada ilim ve tefekkür ehli insanlar tarafından itibar gören dildir. Sanat, edebiyat ve mâneviyât cihetiyle insanlığa faydalı olabilecek eserlerin yazıldığı diller genellikle bu şekilde adlandırılırlar. Böyle eserler yalnız müellifinin mensup olduğu millet tarafından değil, diğer insanlar tarafından da takip edilir. Bunun için insanlar ya o eserin dilini öğrenirler, ya da eserler o milletin dillerine çevrilir. Böylece eser, insanlığa mal olurken, dili de bir nevi dünya dili haline gelir.

    Bugün Risâle-i Nur’a dünyada gösterilen ilgi, bu zamana kadar Türkçe yazılan başka eserlere pek nasip olmamıştır. Bu eserler dünyada Türklerin bulunduğu hemen hemen her yerde Türkçe aslından okunuyor. Herhangi bir vesile ile onları tanıma imkanı bulan diğer milletlere mensup müteşebbis insanlar, kendileri okumakla iktifa etmiyorlar, millî dillerine de çevirerek milletlerinin istifadesine sunma heyecanı ve çabası içine giriyorlar. Doksanlı yıllarda başlayan bu çalışmaların neticesinde Risâle-i Nurların yirmi dört dile çevrilmesinin ve başka dillere tercüme çalışmalarının devam etmesinin sebebi işte bu ilgidir.

    Bu tespiti mübalağalı bir iddia telakki edenler, Risâle-i Nurların basılıp satıldığı herhangi bir yayınevine, mesela İstanbul’da Sözler’e, Ankara’da İhlas Nur’a uğrarlarsa, hepsinin birer nümunesini görebilirler.

    Dünyada, Risâle-i Nur’a duyulan bu alâkadan, eserlerin dili olması hasebiyle Türkçe’de nasibini almıştır. Bilhassa çeşitli sebeplerle yurt dışına çıkan Türklerin gayretiyle Risâleleri tanıyan yabancıların bazıları onları aslından okuyabilmek için Türkçe öğrenmeye çalışırken, bazıları da Türkçe bilenlere veya kendi dillerini iyi bilen Türklere tercüme ettirme gayreti içine giriyorlar ve her hâl u kârda Türkçe ile meşgul oluyorlar.

    Nitekim, Risâle-i Nur Külliyatını İngilizce’ye çeviren, Müslüman olup Şükran Vahide adını alan bir İngiliz’dir. Arapça’ya ise, İhsan Kasım adlı Iraklı bir âlim tercüme etmiştir. Diğer dillere tercüme çalışmalarında da, o dili kullanan ülkelerde temayüz etmiş insanların gayretleri büyüktür.

    Her sene dünyanın değişik ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de tertiplenen ve sonuncusu 24-26 Eylül tarihlerinde İstanbul’da yapılan Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumlarına tebliğ hazırlayan ve takdim eden her din ve milliyetten yabancı ilim adamı ve mütefekkirlerin sayısı yüzlerle ifade edilmektedir.

    Amerika’da, Hartford Üniversitesinde öğretim üyeliği yaparken Risâle-i Nurları tanıyınca, onları aslından okuyabilmek için, Türkçe öğrenmek maksadıyla Türkiye’ye gelen ve aylardır hem Türkçe öğrenip hem Risâle-i Nur mevzuunda seminerler veren Filistin asıllı Prof. Dr. İ. Abu Rabi, bu eserler vasıtasıyla Türkçe’ye ilgi duyup öğrenmeye çalışan yüzlerce insandan sadece biridir.

    Vatikan’ın 1994’te yaptırdığı bir araştırmada, Avrupa’da Müslüman olan Hıristiyanlardan yüzde 32’sinin, Risâle-i Nur’ları okuyarak İslâm Dinini seçtiği gerçeği, ve üç dört tane yayınevi tarafından Türkçe, İngilizce ve Almanca olarak internette açılan Risâle-i Nur sayfalarına gösterilen ilgi de nazara alınacak olursa, bu misallerin sayısını birlerle ifade etmek mümkündür.

    Bütün bunlar da gösteriyor ki, Risâle-i Nurlar yalnız Anadolu’da, Osmanlı coğrafyasında, Türk dünyasında ve İslâm âleminde değil, bütün dünyada okunmakta, misak-ı millî sınırları içine sarılarak sindirilip yok edilmeye çalışılan ‘İlâ-yı Kelîmetullah’ idealini ihya ve ifaya devam etmektedir.

    Hal böyle iken, ‘Risâle-i Nur’un millî hudutları aştığı’ kanaatini ‘ciddiyetten uzak’ telakki edenleri ciddiye almak ciddiyetsizlik olacağından sözü fazla uzatmıyorum. Zira, idraki misak-ı millî hudutları ile muhât olanlar, cihanşümul hareketleri ihata etmekte zorluk çekerler.

    Aslında, bu tenkit hakkında söylenecek birkaç söz daha var. Lâkin, sayın Alkan’ın kendisini tanımadığım halde, biraz âşinâ olduğum üslûbuna yakıştıramadığım ithamlarına nezâketen mukabele etmiyorum.

    Hülasa: ‘Tesâdüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukûlden hakîkat tamamıyla tezâhür eder’ diyor Bediüzzaman. Köprü’nün sayfalarında, ‘Said Nursi Türkçesi’ münasebetiyle, Ahmet Turan Alkan’la aramızda başlayan bu fikir teatisi tarzındaki mükâleme ahvalli ‘tesâdüm-ü efkâr ve tehâlüf-ü ukûl’ faslından da, umarım hakikat tamamıyla tezâhür eder.