Köprü Anasayfa

İslam’ın Yeniden Yorumlanması

"Kış 2001" 73. Sayı

  • "Dinin Değişmezleri ve Değişenleri Vardır; Değişenler, Allah Teala Böyle Murad Ettiği İçin Değişir; Bizim Canımız İstediği İçin Değil"

    Hayreddin Karaman ile Söyleşi

    Hayreddin Karaman

    Genel olarak reform, dinin yeniden yorumlanması gibi kavramları nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Çok tekrarlanan bir söz var; değişmeyen tek kural değişimdir, diyorlar. Bu, aslında Allah Tealanın kendisi için değil fakat tekmil sıfatı içinde geçerli olduğu anlaşılıyor. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’de Onun her an yeni bir şe’n içinde olduğu, her an yeniden yarattığı, atıl olmadığı ifade ediliyor. Malumunuz bir takım dinlerde Allah altı günde kainatı yarattı, sonra yedinci gün de dinlendi derler. Deyim yerindeyse Onun için zaten yorulma ve dinlenme söz konusu olmadığından her an—hatta bu an bile bizim idrak kapasitemiz için kullandığımız bir şeydir. Çünkü Allah zamansızdır. Biz bu anı Allah’ın anı olarak değil, bizim anımız olarak kullanmış oluyoruz. Bize izafeten söylüyorum—her an o yeni bir yaratıştadır. Her an yaratıyor. Her an yarattığına göre mahlukatta, yani onun yarattıklarında sünnetullaha, onun koyduğu kanunlara, onun programlamasına, planlamasına göre bu istikamette kimi zaman kemale, kimi zaman kevne, kimi zaman fesada doğru bir değişimin olduğu anlaşılıyor. Demek ki, değişim var. Öyle ise insanlar bir kere biyolojik olarak değişiyorlar. Tam böyle süre hakkında söylenenlerin çok kesin olduğunu sanmıyorum ama her halde şu doğru olsa gerek; insanın biyolojik varlığı da hücrelerinin ölmesi ve yenilenmesi yoluyla belli bir süre içerisinde değişiyor. Fikrimiz, tahayyüllerimiz, tasavvurlarımız, hedeflerimiz, hedefe gitmek için kullandığımız araçlar—dikkat buyurursanız—değişiyor. Ama biz müminlerin, hemcinslerimizden ama mümin olmayan hemcinslerimizden önemli bir farkımız, süreklilik içerisinde değişimimizdir. Yani bizde değişmeyen, sürekli olan bir taraf var, öz var, bir de değişen taraf var. Bu çerçevede işte yenileşme, reform, tecdit ve içtihat kavramlarına bakmak lazım. Bu kavramlara bu çerçevede bakmak gerekiyor.

    Süreklilik içerisinde değişim nasıl olmalıdır?

    Eğer siz bir vahye dayalı dine iman ediyorsanız, inanıyorsanız mutlaka bu iman manzumeniz içerisinde değişmeyeniniz vardır. Konuşmamızın başında, mesela Allah için değişmenin söz konusu olmadığını söylemiştim. O halde mesela bizim Allah bilgimiz değişmez, yani daha doğrusu Allah Tealanın kendisi hakkında bize verdiği bilgi değişmez. Bizim o bilgi üzerindeki idrakimizde gelişme olabilir. Yani o verilen bilgiyi, değişmeyen Allah’ın kendisi hakkında verdiği bilgiyi biz, bilgi kapasitemiz arttıkça daha genişliğine, daha derinliğine götürebiliriz—mahiyet anlamında söylemiyorum, çünkü mahiyetini bilemeyeceğimiz belli—ama o bilgimizin konusu olan Allah değişmez.

    Şimdi gelelim o Allah’ın bize öğrettiği, talim ettiği akidemize. Kendisine nasıl ibadet ve taat edeceğiz, nasıl ibadet edersek Allah Teala bizden razı olur, hoşnut olur? Bu konuda talimatı var, öğretisi var. Bu değişmez. Efendim, tarihi olduğuna, maslahata bina edildiğine dair elimizde kuvvetli delil bulunmayan haram-helal manzumesi değişmez. Demek ki, biz bir değişmez alana sahibiz. Eğer mümin isek, imanımız varsa ama öncelikle; (1) Bizim içtihadımıza bırakılmış konularda, (2) Hükmü tarihi bir oluşa, oluşuma bağlı olan alanlarda değişim olur. Bu değişim olabilen ve olmayan yerler din hayatında ve dini yaşayan insanların sosyal hayatında kaba hatlarıyla böyledir. Eğer bir vahye inanmıyorsanız, dini de beşeri bir kurum olarak, beşer mahsulü bir kurum olarak telakki ediyorsanız, o zaman sizde süreklilik alanı yoktur. Ya da değişmezlik alanı yoktur. Her şey değişir; neye göre değişir? Beşerin bilgi seviyesinin, kültür ve buna bağlı olarak medeniyetinin değişmesine paralel olarak değişir. Hatta bu değişim, mesela Pozitivistlere göre öyle bir noktaya gelebilir ki, artık efsane çağı biter, din çağı biter, mesela bilim çağı gelir. Öyle ise bakın, dinin içerisinde bir şeyler değişir değil; dinin kendisi gider. Din, bir başka şeyle değişir. Ne ile? Mesela Pozitivistlere göre, bilimle. İşte o bir şekilde ya tamamen Pozitivizmin ortasında olan ya da işte Rasyonalizmi, Pozitivizmi dine uygulamak isteyen insanlara göre de aşağı-yukarı dinde değişmeyen bir şey yoktur. Yani kendi aralarında bazı ihtilaflar var. Mesela bazıları diyorlar ki, iman alanı değişmez, ibadet alanı değişmez, onun dışında her şey değişir. Neye göre değişir? İşte bilime, çağa, çağın değerlerine ve ihtiyaçlarına göre. Ve bunun adına da reform diyorlar. Yani o değişmez kısım ya hiç yok, ya çok azdır. Onun ötesinde, bunlara göre, bazen ibadetler de dahil olmak üzere—çünkü bu reform programlarını ileri sürenlerin bazen ibadet konusunda da farklı teklifler ileri sürdüklerini görüyoruz—haram-helal alanı, siyasal, sosyal, hukuki, ahlaki alan da dahil olmak üzere bilime ve çağın değerlerine göre yeni baştan dizayn edilmeli, düzenlenmelidir; bunun adına reform diyorlar. Biliyorsunuz bunda Luther’in İncil merkezli olmak üzere Hıristiyanlık, daha doğrusu kilise öğretisine karşı yaptığı ıslahatı da baz ve örnek olarak alıyorlar tarihi ve temel örnek alıyorlar. Zaten o ıslahatın adı bildiğiniz gibi reformdur, onlara dayandırıyorlar. Buna karşı dinin değişmezleri ve değişenleri vardır. Değişenler, Allah Teala böyle murad ettiği için değişir; bizim canımız istediği için değil. Biz Allah’ın muradını keşif için yola çıkanlarız diyenler için ise reform diye bir şey olmaz: Tecdit ve içtihat olur.

    Reformu İslam’ın değişime açık olmasının suiistimal edilmesi olarak mı görmek gerekir?

    Aynen öyle. Yani sınırın aşılışı, dinin mahiyetinin aşılışı hatta dinin aşılışı var orada.

    Yukarıda ifade ettiğiniz dinin değişen ve değişmeyen yönleri hakkında daha somut sınırlar çizmek mümkün mü?

    Dini genellikle iman, ibadat, muamelat—ben bu muamelatın içine ukubatı da koyuyorum—diye tasnif edilir. Oraya bağlı konuşacak olursam din ikiye ayrılır: İman, amel. Yani dinin bize öğrettikleri ve insana yüklediği mükellefiyetler bütününü biz itikadla, inançla ilgili olanlar ve yapıp-etmekle ilgili olanlar diye ikiye ayırabiliriz. Amel kısmı ise ibadat yani ibadetler, muamelat ve ukubat diye, eski fıkıh kitaplarımızda üç bölüme ayrılıyor. Genellikle söylenen şudur—istisnalar kaideyi bozmaz—itikadiyatta değişiklik olmaz. İman bahsinde değişecek şey, kulu imana götüren bilgide, kanıtta olabilir. Binaenaleyh onun içindir ki, mesela sufiler Allah’a farklı kanıtlarla gidebilirler, filozoflar farklı delillerle gidebilirler, kelamcılar farklı delillerle gidebilir. Ama gittikleri şey aynı yerdir; Allah’ın varlığını isbat yani isbat-ı vacib. Orada üslup değişir. Mesela, burhan-ı bedi derler eski kelamda yani enfüs ve afak edillesinden yola çıkarak Allah’a gitmek, ona ulaşmak. Bediüzzaman Said Nursi o yolu daha çok kullanıyor kendine mahsus bir üslupla. Aynı zamanda misal, darb-ı mesel yolunu da kullanıyor. Üslup değişebilir. Yani İmam Ebu Mansur Maturidi buraya ağırlık vermedi, Eşari vermedi ya da Gazali vermedi diye mesela Bediüzzaman Said Nursi’nin de vermemesi lazım gelmez. Yüz sene sonra da bir başka müceddit gelebilir, o günün bilgi, üslup ve ihtiyaçlarına göre yine aynı sonuca farklı delillerle davet üslubuyla gidebilir. Arada değişen kısım bu. Geldik ibadetlere şimdi. İbadetlerde de değişiklik olmaz. Eskiden beri söylenen şey, muamelat alanında değişiklik olabilir. Muamelat alanında niye değişiklik olur? Çünkü insanların—biz gerçi materyalistlerin ileri sürdüğü gibi maddeyi temel almıyoruz. Maddeyi merkeze alıp, madde ötesi her şeyi ona bağlı üst değerler, ikincil değerler olarak telakki etmiyoruz, ama maddi hayatı—hem manevi, hem sosyal, hem de siyasal hayatı etkiler—özellikle ekonominin, üretim araçlarının, üretim biçiminin, hukuku, siyaseti ve sosyal ilişkileri etkilediğini inkar edemeyiz. Öyle ise bu söylediğim açıdan insanlar değişime uğrar. Malum-u aliniz iktisatçılar ekonomiyi üretim, dağılım ve tüketim dönemlerine ayırırlar. Nihayet işte ziraat, ticaret derken sanayi devrimi yani endüstri devrimi gelir. Endüstri devrimiyle birlikte şehirleşme hızlanır. Hatta şimdi “Üçüncü Dalga” diye bazı Batılıların isimlendirdikleri bu endüstri devriminin de aşıldığı ve bilgi-iletişim çağının açıldığı kabul ediliyor. İşte bu söylediğim temel değişikliklere bağlı olarak insan ilişkilerinde insan-eşya ilişkilerinde, insan-insan ilişkilerinde çok önemli değişiklikler oluyor. Bu değişikliklerin de hukuku, siyaset hayatını, sosyal hayatı ve ahlakı etkilememesi mümkün değil. İşte orada müceddit ve müçtehit dediğimiz insanlar devreye giriyorlar, Allah Tealanın önce muradını keşfediyorlar. Bir düzenlemeden onun muradı nedir? İkincisi, bu bahsettiğim değişim İlahi plana yani fıtrata uygun bir gelişme midir, yoksa fıtratın aksine bir değişme midir, yani dejenerasyon mudur? Bunu tespit ediyorlar. Yani “bak bu çağda herkes şuraya giderken…” şeklinde ifade edilen argüman, bazen bir dejenerasyonun ifadesidir. Biri çıkıp, “artık cinsiyet ayrımının ortadan kalktığı ve herkesin cinsel tercihinin makul, meşru ve ahlaki kabul edildiği şu çağda…” diye söze başlayıp buna bir hüküm bina etse, bu değişimi biz bir dejenerasyon olarak kabul ederiz. Yani fıtrat doğrultusunda bir kemal değil, bir gelişme değil, bir tekamül değil, bir tedenni, bir dejenerasyon olarak kabul ederiz. Buna hüküm bina edilmez. Böyle şeylerde zaruret söz konusu olabilir, geçici ruhsatlar söz konusu olabilir. Ne gibi? İşte mesela bu günlerde çok tartışılıyor; insanlar, bir toplum yada dünya kadınların başlarını açmalarına karar verebilir, bir dünya kadınların başları açık olsun—buna hakkı var veya yok—der ya da kadınların başlarının açık olmasına bir değer izafe eder. Yani bu çağdaştır der, bu medenidir, bu uygardır diyebilir. Ondan sonra da bir ülke buradan yola çıkarak hem okullarında hem de devlet dairelerinde başı kapalı olarak çalışmayı ve okumayı yasaklayabilir. Bu bir değişmedir. Bu değişmenin adına çağdaşlık da dense, gelişme de dense, bu çağın gereğidir, uygarlıktır da dense, nasıl değer izafe edilirse edilsin, bir mümin bakışıyla bu bir tekamül değildir. Ama bir vakıadır.

    En başta çizdiğiniz o değişmeyenler grubunda olan bir şey değiştirilmeye kalkışılmış oluyor…

    Evet, doğru. Bu bir tekamül değildir; ama, vakıadır. Peki bu vakıa karşısında ne yapacağız? Hiç bir zaman Allah Teala Müslümanlara dünya gemisinden inme mecburiyeti getirmiyor. Yani inin dünyadan, yok olun demiyor. Bu dünyada biz varolacağız ve ayakta durmaya çalışacağız, bayrağı da dalgalandırmaya çalışacağız. Eğer ayakta duramıyorsak diz çökerek, onu da yapamıyorsak yatarak bayrağı dalgalandıracağız, yani şunu yapamıyorum diye bayrağı da bırakmayacağız. Bu konsept içinde meseleye bakarsanız; işte bu vakıa zaruret oluşturuyorsa orada ruhsat devreye girebilir. Ne gibi? Bir örnek vereyim. Bir bayan bir yerde çalışamadığı takdirde aç kalacaksa, başını örterek çalışacağı bir yer de bulamıyorsa… o kadın bir mümindir, namazında niyazındadır ama Allah Teala ona o zaman bana itaat et, çalışma, öl demiyor. Diyor ki, geçici olarak başını aç. Yani mecbur olduğun yerde başını aç. Bu küçük bir misal ama siz bunu muhayyilenizde genişletebilirsiniz, büyütebilirsiniz. Dünyada bir çok yerde böyle zaruret alanları oluşabilir. O zaman geçici olarak ruhsatlar devreye girer, sonra eğer o vakıa dediğimiz olay bir dejenerasyonsa, Müslümanlar ayakta kalarak dejenerasyonu fıtri olana çevirme mücadelesi verirler. Bir yandan o mücadeleyi verirler, diğer yandan da ruhsattan yararlanırlar.

    Şimdi demek ki, değişim ikiye ayrılır. Bir tanesi fıtrat çizgisinde değişim, bu bir gelişmedir. Zaten bu medeniyetin, uygarlığın bir temsili demektir. İnsanın, insan olarak Allah Teala tarafından programlandığı zirveye doğru tırmanışında bir merhalenin katedilmesidir. Böyle bir tekamülde gerekli değişiklikler de tecdid ve içtihat yoluyla yapılır. Dejenerasyon ise orada da ruhsatla müminler yine ayakta yine hayatta kalırlar ama dejenereyi jenereye çevirmek için çalışırlar.

    İslâm’daki değişim olgusu ele alınırken kaçınılmaz olarak bir kavrama muhatap oluyoruz: İçtihat. Hatta son zamanlarda kendisini bir şekilde buna layık gören insanlar, içtihat yapmaya kalkıyor. İslâmî bilginin farklı kaynaklardan farklı yorumlar şeklinde ortaya çıkması, tabii olarak toplumda bir zihin karışıklığına da neden oluyor. İslâm düşüncesindeki değişmeyi anlayabilmek için merkezi bir konuma sahip olan içtihat kavramı üzerinde duralım istiyorum. İçtihat nedir? İslam’ın ilk dönemlerinde böyle bir uygulama var mıydı? Sahabeler, Tabiin ve Müçtehit İmamlar döneminde nasıldı? Önce içtihat nedir, kimler yapabilir, buradan başlayabilir miyiz?

    İçtihat kelimesi Türkçe’de de kullanılan bir kökten “cehd” kökünden geliyor. Cehd gayret göstermek, çaba sarf etmek manasına geliyor. İçtihat da buradan türetilmiş. Allah Tealanın muradını öğrenmek ve ona göre bir davranış belirlemek için Allah’ın muradının yazılı olduğu kaynaklara başvurup—ki, biz onlara şer’i deliller yani ayetler ve hadisler diyoruz—önümüze çıkan bir mesele, bir olay, bir ilişki, insan-insan, insan-eşya, iki topluluk, fert-devlet, devletler arasında ilh… ortaya sürülmüş bir olay, bir olgu, bir problemin çözümü konusunda takınmamız gereken tavır ve içinde bulunmamız gereken davranış ne olmalıdır sorusuna cevap aramanın adı içtihattır. Demek ki, kaynaklara başvuruyoruz ve biraz önce ifade ettiğim gibi önümüze yeni çıkmış, daha önce çözümlenmemiş, çözümlenmişse de bugün uygulayamayacağımız bir çözüme kavuşturulmuş—başka bir üretim biçimi, başka bir yerleşim tarzı, başka bir içtimai, sosyal grup biçimi içerisinde yapılmış bir çözüm bize uymuyor, o da yine içtihatlık bir meseledir—ya da hiç üzerinde durulmamış bir konu içtihatlık bir meseledir. Böyle bir meselenin çözümü için ehliyeti olan bir alimin kitaba, sünnete gitmesi ve hükmü oradan sarması, oradan çıkarmaya çalışması ve bunun için de olunca gayretini sarf etmesinin adına içtihat diyoruz. Tabi bunu yapabilmek için takdir buyurursunuz ki—zaten o tanımlamanın içerisinde var bu—insan bir kere eşyayı, ilişkiyi bilecek. Yani (1) çözülen mesele neyse o mesele hakkında bilgi sahibi olacak, (2) vahiy kaynağına başvuracak. Vahiy kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir, sünnettir. O halde Kur’an’ı bilecek. Kur’an’ı okumanın ve anlamanın yöntemini bilecek. Sonra yeteri kadar hadis bilecek. Sonra hadislerin rivayet itibariyle, dirayet itibariyle sağlam olanlarını olmayanlardan ayırt etmenin ilmini bilecek, yöntemini bilecek. Ondan sonra da hadisi anlamanın ilmini bilecek. İşte bunları bildiği takdirde bir alim, içtihat eder.

    Dikkat ederseniz Türkçe yazılmış kanunlar var, anayasa var. Mesela Aile Kanunu var, Ticaret Kanunu var, Ceza Kanunu var. Senin dilinde yazılmış. Başına bir hukuk olayı geliyor, sen kendin Anayasayı, Ticaret Kanunlarını okuyup buna göre dilekçe bile yazamıyorsun, dava açamıyorsun. Dava açtın, gidip mahkemede kendi hakkını savunamıyorsun. Türkçe biliyorsun, bu kanun da Türkçe, hem de anlaşılsın diye yazılmış! Niye yapamıyorsun? Çünkü okuduğun kanun maddesi, bir maddedir, bütünün içerisinde bir maddedir. Mesela Aile Kanunu—atıyorum—beş yüz madde ise, onu içerisinde o bir maddedir. Şimdi o bütünün içerisinde o madde ile ilgili maddeler vardır, onu bilmen gerekir. Usul-i muhakematı bilmen gerekir. İspat kuralları vs. bilmen gerekir. Ondan sonra bu Aile Kanunu bir Anayasal çerçevenin içerisine yerleştirilmiştir. Bu halde Anayasayı bilmen gerekir. Sonra kanunu anlamak ve yorumlamak için usul geliştirilmiştir, onu bilmen gerekir. Tıp kitapları, ecza kitapları var, Türkçe yazılmış. Buyur oku, doktorluk yap, yapamıyorsun! Zaten bunu da kimse tartışmıyor ve hiç kimse bunu yapmaya kalkışmıyor. Ama sıra dine gelince; adam bir meal eline geçiriyor, tamam bu Türkçe ama Allah bunu Türkçe yazmadı ki, bu meali sen-ben yazdık. Arapça bilen, Kur’an’ı anlamayı bilen biri yazdı. Ama yazan adamların hepsi ittifakla diyor ki, bu ayetten mesela iki, üç, beş mana çıkarılabilirdi. Ama ben meal yazıyorum, bunların hepsini de yazamam ki! Şimdi böyle bir beyan var mı? Var. İttifakla herkes de bunu söylemiş. Sen Arapça bilmiyorsun, Kur’an’ı Allah’ın indirdiği, yazdırdığı dili bilmiyorsun, o dilden anlamanın usulünü bilmiyorsun; bir meal almışsın eline—meal, Ahmed’in Mehmed’in yorumu demektir—o yorumu okuyorsun ve mesela herhangi bir ayeti okuyorsun üstelik ve o ayete dayalı hüküm çıkarıyorsun ve sorulduğunda da “ben içtihat ettim, efendim” diyorsun. Sana gülmeli!..

    Bu tür tartışmalar yapılırken içtihat kavramıyla ilgili özellikle tarihe dönük konuşmalar yapılıyor. Mesela içtihat kapısı kapalıydı; Müslümanlar yıllarca düşünme yeteneğini yitirdiler; Yeni şeyler üretmediler; biraz önce ifade ettiğiniz gibi tarım toplumunu argümanlarıyla sanayi toplumunda ve bugün amel etmeye çalışıyorlar gibi… Halbuki, biz biliyoruz—siz kitaplarınızda da yazmışsınız—Hicri ilk üç asır çok dinamik, beşinci asırdan itibaren taklit devri başladı.

    Gene de müçtehitler eksik değil. Tek tük de olsa var yine de.

    İslam’ın ilk üç asrından sonra Müslümanların düşünme yeteneğinde kayıplar olduğu tezine katılıyor musunuz?

    Düşünme yeteneğinde kayıp oldu denemez. Neden denemez? Çünkü, mesela bunun adına faraza fıkıh düşüncesi, hukuk düşüncesi diyelim. Ama bunun yanında üç bilgi okulu var; felsefe okulu var, tasavvuf okulu var, kelam okulu var. Bu alanlarda deve dişi gibi insanlar yetişmiş. Bazıları İmam Gazali’den sonra felsefi düşüncenin öldüğünü söylerler. Hayır, İmam Gazali’den sonra düşünce ölmemiştir; ama İslam felsefesi denilen fakat haddizatında Yunan Felsefesinin altına-üstüne ayet yazılması anlamına gelen ya da ayetleri Yunan Felsefesinin idrakine indirgemek anlamına gelen felsefe okulu bundan yara almıştır, Gazali gibi büyük bir İslam mütefekkiri ortaya çıktığı için. Meseleyi böyle anlamak lazım. Gazali 505 (1111)’de vefat ediyor. Gazaliden sonra 728’de (?) yaklaşık 220 yıl sonra İbn Teymiye, onun talebesi İbn Kayyim el-Cevziyye geliyor ve bir okul oluşturuyorlar. Bazı Sünni alimler onunla bazı konularda münakaşalar etmişlerdir ama bir mütefekkir olarak ele aldığınızda İbn Teymiyye deve dişi gibi bir insandır. Felsefe okumuştur, dinler tarihi okumuştur, İncil’e reddiye yazmıştır, Aristo mantığına reddiye yazmıştır, Kur’an merkezli bir mantık teklif etmiştir. Gerçekten büyük bir mütefekkirdir. Demek ki “İslam düşüncesi şu devirden sonra ölmüştür” sözü bilgi eksikliğine dayanan bir ifadedir. Şimdi hukuk düşüncesi alanına gelelim. Hukuk alanında düşünce ölmemiştir de, aslında içtihat melekesine, bilgisine haiz insanlar da vardır, fakat mezhep taassubu diye bir olgu vardır. Bunu da inkar edemeyiz. Mezhep taassubu sebebiyle alimler ben müçtehidim diyememişlerdir. Ne yapmışlardır? Yapacaklarını kendi mezheplerinin—ki, ona tahriç diyoruz—imamlarına dedirtmişlerdir. Yani imam bunu açıkça söylemiş değil…

    Şerhlerini yaparak…

    Evet imamın söylediklerinden yola çıkarak yeni şeyler söyleyebilmişlerdir. O da bir tefekkür halidir. Sonra genel olarak mezhep taassubu biraz zayıflayıp, biraz daha düşünce özgürlüğü ortaya çıktıktan sonradır ki, daha ziyade 19. yy’ın başından itibaren sağlıklı içtihat ve tecdit devam etmiştir.

    Bu durumda sizinde eserlerinizde bahsettiğiniz gibi hicri beşinci asırdan sonraki taklit olgusunu nasıl değerlendirmeliyiz?

    Bu taklit döneminde müçtehit yok değildir ama çok az insan müçtehit olduğunu açıklayabilmiştir. Müçtehitler tahriç dediğimiz bir yöntemi kullanarak mezhep imamlarının söylediklerini baz alıp, söylemediklerini onlara söyletmiş yani onların ağzından söylemişlerdir. Onların dilinden söylemişlerdir. Onların mezhebinden söylemişlerdir. Bu da bir nevi içtihattır. Bunun sebebi İslam düşüncesindeki gerilik değil; tabii ki taklit var*, taklit epeyce yaygın yani Hz. Peygamberden sonra Ashab, Tabiin, Etba-i tabiin ve bunların içinde bulundukları üç asrı aşan dönemdeki kadar çok müçtehit yok. O zaman hiç mukallit yok. Ya bir Müçtehit var ya da müttebi yani ehl-i ittiba var. Müçtehide tabi olanlar var, taklit edenler değil. Nedir aradaki fark? Tabi olan fazla bilgi sahibi değildir ama müçtehidi otorite kabul etmez. Müçtehidi asıl bilgiye, her Müslüman’ı kaynak bilgiye ulaştıran bir araç olarak görür. Taklit döneminde ise beşeri otorite artık kaynak ile insan arasına girmiştir. O beşeri otorite öyle istedi demek istemiyorum, yanlış anlaşılmasın, Ebu Hanife, İmam Şafi böyle istediği için değil, insanlar onları öyle algılamış, oraya koymuşlardır. Böylece taklit dönemi başlamıştır. “Beni delil ilgilendirmez, beni İmamın sözü ilgilendirir.” İmamlar da şimdi bir tane olmayınca; “birinin sözü ilgilendirir” noktasına gelinmiştir. Niye “birinin” denildiği zaman da o birini diğerlerine tafdil zarureti olduğundan mezhep taassubu oluşmuştur. Yani bir nevi kulüpçülük başlamıştır. Ama yine o zaman da fıkıh tefekkürü durmuştur diyemeyiz. Başka bir kalıpta yürümüştür, belli bir dönemde de ihtiyaç doruk noktaya çıktığında, zaten o engel de aşılmıştır.

    Tecdit hakkında neler söylenebilir?

    Tecdit içtihadı içerir, ama onu aşar. Çünkü tecditte ayrıca dinden olmadığı halde dine katılmış şeyleri ayıklama fonksiyonu vardır. Ama onun yanında yine 19. asırda İslam dünyası, Yunan Felsefesinin İslam alemine girdiği Emevi döneminden sonra ikinci büyük meydan okumayla kaşı karşıya kalıyor. Bu meydan okuma muvacehesinde aynı zamanda biliyorsunuz yenilgiler oluyor, sömürgecilik başlıyor. Müslümanlar mağlup insan grupları—milletler diyemiyorum, çünkü o zaman millet-i İslamiye var, ulus-devletler daha sonra çıkıyor ortaya—haline geliyor Müslümanlar. Mağlubun galibe karşı bir psikolojisi vardır. O psikoloji çerçevesinde yabancı kültürün—o ikinci meydan okumanın bir başka veçhesi bu—etkisi altında kalıyorlar. Bu çatışmada kafası karışmayan alimler tecdit ve içtihat yolunu takip ederken, o kültürün etki alanına giren insanlar ise—onlara müceddit değil müteceddit deniliyor—reform vb. ifade edilen yola giriyorlar.

    Batı felsefesinin İslam dünyasını istilaya başlamasıyla Müslümanların ikinci kez tehlikeye maruz kaldılar. Müslüman fert hayatın her alanında kuşatılan bir konuma geldi. Bu ortam içerisinde yetişen insanların yeni şeyler üretebilmesi, birinci dönemde olduğu gibi çeşitli problemler içermeye başladı. Bediüzzaman “İçtihat kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mani vardır” derken bunları mı kastediyordu?

    Bediüzzaman merhumun zamanını ben şöyle değerlendiriyorum. (Ben kendimi hariçten gazel okuyor kabul etmiyorum. Çünkü ben Üstadın—mübalağasız—bütün yazdıklarını okudum. 1950’li yıllarda İmam-Hatip’te başladım okumaya. Ben Elmalılı’yı da okudum, Gazali’yi de okudum, Bediüzzaman’ı da okudum. Bunları yan yana okudum. Bu bende daha güzel bir ufuk meydana da getirdi.) Ben Hazretin bu konuda söylediklerini okuduğumda, sonra olanlar onu daha iyi anlamamı sağladı. Şunu gördüm. Bediüzzaman merhumdan önce dünyada ve Türkiye de olup bitenler var ve önemli bir erozyon geçirmiş Türkiye. (1991’de Sovyet Rusya’ya gittim. 70 yıl Komünizmin baskısı altında yaşamış insanlar, bu baskıdan yeni kurtulmuşlardı. Baktım orada namazdan bile bahsetmenin, gusülden bahsetmenin anlamı yok. Yani öncelikler tamamen değişmiş. Orada siz insanlara yararlı olmak istiyorsanız bir kere İslam’ı, İslam kelimesini anlatacaksınız. Müslümanlık diye bir din olduğunu anlatacaksınız. Adam besmele çekerek rakı içiyor; besmelenin ne olduğunu, rakının ne olduğunu anlatmayı bile sonraya bırakacaksınız.) Şimdi Bediüzzaman merhum okuyor, yazıyor, belli bir bilgi ve şuur derecesine geliyor ve dinine, içinde yaşadığı topluma hizmet aşkıyla yola çıkıyor. Bir öncelik belirliyor. Bu öncelik fıkıh değil, akaid ve İslam düşüncesidir. Hem de bu İslam düşüncesini diğer düşünceler karşısında bir fıtri aklı baz alarak ve Kur’an’ı üstad olarak—zaten o Kur’an’ın şakirdiyim ben diyor; ama bu peygamberi dışlayan “Kur’an Müslümanlığı” değil—hiç şüphe yok ki, Resulullah’ı da örnek alarak, imana öncelik vererek, İslam’a ters düşünceleri melhuzunda tutarak yani ilhad düşüncesini de daima göz önünde tutarak onu yıkmayı hedefliyor. Böyle bir hengamede amele yani yapıp-etmeye, hukuka yani fıkha ve orada da içtihada girerseniz akılları karıştırırsınız. Bence “altı mani”nin altısını da buraya irca edebilirsiniz. Ama bu sohbetin başında konuştuk; Bediüzzaman merhum attığı taşın yerini bulduğunu gördüğünde, ümmet-i Muhammed’in imanda, düşüncede belli bir şuur mertebesine geldiğini gördüğünde, elbette İslam yaşanacak şimdi dört başı mamur bir İslam imanına kavuşmuş insan, adımını atarken “bu adımımda şu inandığım ve sevdiğim Allah’ın rızasına uygun mu?” diye soracak. Bu soruyu sorduğumuz gün amel başlar. Oraya girdiğiniz anda da gerekiyorsa içtihat yapılır.

    Yani Bediüzzaman insanları içtihada teşvik etmek yerine içtihat önündeki engelleri kaldırmak için çabalamıştır.

    Bence Bediüzzaman merhum, mesela kelamda bir içtihat yapmıştır. Amelde içtihada girmediğine bakmayın, İslam düşüncesinde yaptığı iş bir içtihattır. Onu da daha önce anlattım. Orada bir yeni yol ve yöntem denemiştir. İçtihat dediğimiz ne zaten!

    Bediüzzaman Hazretleri İşaratü’l-İ’caz’ın başında bu zamanda bir tefsir çalışmasının nasıl yapılması gerektiğini izah ederken şöyle bir manzara çiziyor: Her bilimden ve aynı zamanda İslam’a samimi bir şekilde bağlı insanlardan oluşan bir heyet olmalı. Yani fizik, kimya vs. ve aynı zamanda İslami ilimleri bilmeli. Bu heyet Kur’an’ı yorumlamalı, tefsir etmeli. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

    Kur’an-ı Kerim’e çeşitli maksatlarla tefsir yazabilirsiniz. Malumualiniz Kur’an-ı Kerim aslında bir hidayet kitabıdır. Hidayet ise iki cihanda mutlu olabileceğiniz bir hayat yolu demektir. Bir hayat yolu ki, o sizi iki cihan mutluluğuna götürsün. Kur’an işte bu hayat yolunu öğretmek için gelmiştir. İnanç olarak, düşünce olarak, amel olarak, şuur olarak bu hayat yolunu öğretmeye gelmiştir. Bunun ötesi vasıtadır. Dağlardan bahsetmiştir, kömürden bahsetmiştir, demirden bahsetmiştir. Enfüsten, afaktan, kainattan, yıldızlardan, güneşten, aydan bahsetmiştir ama bunlar hep vasıtadır. İnsanın aklını çalıştırmak, tefekkür kapasitesini harekete geçirmek ve buradan Allah’ın varlığına, birliğine, kudretine, ilmine istidlal etmeyi sağlamak için birer araç, birer vasıtadan ibarettir. Şimdi, siz ne olursa olsun Kur’an’da kullanılmış vasıtaları da ve onun amacı olan hidayeti de açıklayayım, her bir şeyi açıklayayım diye yola çıkıyorsanız tefsir yapmak istediğinizde, tam işte Bediüzzaman’ın dediği gibi yapmanız gerekiyor. Niye biliyor musunuz? Çünkü Kur’an’ı Kerim’in temas ettiği o alanların her biri, şimdi, birkaç bilim dalının konusu olmuştur. Eskiden allame diye bir tanım vardı. Allameyi camiü’l ulum ve’l fünun diye tarif ederlerdi. Yani hem maddi, hem manevi; hem dini hem dindışı ilimleri bilgisinde toplamış insanlardı. Şimdi böyle insan bulunmaz. Onun için de Kur’an-ı Kerim arı demişse mesela, arıyı hangi bilim dalı inceliyorsa o bilim dalına gidersiniz. Aynı zamanda o insanlar Allah’a iman ediyor olacaklar. Allah’a iman etmiş olmak o ilim dalında sizin hakikatleri değiştirmenizi gerektirmez ama saptırmanızı engeller. Hatta gerçeği olduğu gibi ortaya koymanızı sağlar. O kişiye şunu soracaksınız. Bu arının özelliğine ki, Allah Teala bin bir hayvan içinde bu arıya dikkat çekmiş? O insan size arıyı anlatacak. Sonra siz yakalayacaksınız; ha! şundan dolayı Allah Teala burada arıyı ya da karıncayı bize bir delil olarak göstermiş. Tevfik Fikret diyor ki, “bir karınca götürür Hakk’a beni” Bu kastediliyor. Ben mesela Kur’an-ı Kerim’in Fıkıhla ilgili alanını yani sosyal, siyasal, hukuki, içtimai hayatımızı düzenlemeye yönelik ya da o alanlarda yapacağımız düzenlemelere ilham teşkil edecek ayetlerini esas alacak bir tefsir yapacak olsam o zaman Botanikçiye ihtiyacım olmayabilir.

    Teşekkür ederiz.

    Ben teşekkür ederim.

     

    * Ayrıntılı bilgi için bkz: Hayreddin Karaman, (1996), İctihad, İstanbul: MÜ. İFAVY., s. 159-167.

    Müctehid imamlar ve ilk talebelerinin yaşadıkları devirde (hicri üçüncü asrın sonuna kadar) ictihad ile taklidin birisini tercih maksadıyla karşılaştırılması, ictihad ehliyetine sahip kimselerin bulunup bulunmayacağının münakaşası, insanları Kitab ve sünnet ile amel yerine belli bir müctehidin mezhebini taklid etmeye davet vb. hadiseler cereyan etmiştir.

    Halbuki dördüncü asra girerken, aşağıda arz edeceğimiz sebep ve amillerin tesiriyle durum değişmiş, ictihadın yerini taklid, müctehidin yerini mukallid, Kitab, sünnet, icma gibi asıl kaynakların yerini mezheb kavi ve hükümleri almaya başlamış nihayet ictihad kapısının kapandığı hüküm veya zannına kadar varılmıştır.

    İctihad hareketindeki bu gerileme dördüncü asır ile yedinci asır arasında devam etmiş, zamanımıza kadar da—müctehidler asrına dönüş manasında—önemli bir değişme ve ilerleme olmamıştır.

    Mezkür üç asırda İslam Alemi’nin, siyasi bakımdan umumi manzarası şöyledir.

    Siyasi birlik bozulmuş, bazı İslam memleketleriyle hilafet merkezinin rabıtaları kesilmiştir. Endülüs’te Emeviler, Mısır ve Şimali Afrika’da Fatımiler müstakil hale gelmiş, birincisinde Abdurrahman, ikincisinde Ubeydullah b. Mehdi kendilerine “emiru’l-mü’minin” ünvanını layık görmüşlerdir. Mısır’da İhşid, Musul ve Haleb’de Hamdan, Bağdat’da Büveyh oğulları, Yemen’de Şii Zeydiler hakimdir. Doğu’da ise Buhara merkezli Samaniler devleti kurulmuştur. Daha sonra toprakları, Mısır ve Mağrib Ülkeleri hariç Batı’dan Doğu’ya bütün İslam Alemini ve Doğu Anadolu’yu içine alan Selçuklular hakimiyeti ele almışlardır. Hicri beşinci asrın sonlarına doğru, Selçuklu hükümdarları arasındaki ihtilaftan istifade eden Haçlı Orduları Kudüs’e kadar ilerledirler. Doğu ve Batı’da Selçuklular’ın yerini alan Atabegler ve daha sonra Eyyübiler bir taraftan Haçlı belasının def’i diğer taraftan da Mısır Fatimileri’nin yıkılmasıyla burada Abbasi nüfuzunun canlanmasında büyük rol oynamışlardır. Uzak Şark’da hicri altıncı asrın sonlarına doğru hükümleri Bağdat’a kadar yaklaşan Harzemşahlar vardır. Nihayet yedinci asrın başlarında, Cengiz Han komutasındaki Moğollar, önüne geçilmez bir sel gibi Batı’ya ve Güney’e doğru ilerleyerek önlerine gelen her devlet ve kuvveti süpürmüşler, kısa bir zaman sonra da Cengiz Han’ın torunu Hülagü Han Bağdat’ı baştan başa tahrip ederek Abbasilerden olan son halifeyi katletmiş, Türk yasalarına tabi bir devlet kurmuştur.

    Bu ihtilaflar, çarpışma ve çalkantılar içinde ilmi faaliyet gerilemiş, aksine Selçuklular devrinde Doğu’da, Fatımiler devrinde de Mısır’da önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Fakat teşri hayatında istiklal ve ictihad ruhu, siyasi istiklalin za’fiyle paralel olarak zayıflamış, onun yerini taklid ruhu ve tâbilik zihniyeti almıştır.

    I. İctihad-Taklid Münakaşalarını Tevlid Eden Amiller

    Taklid ve tâbilik ruhunu doğuran amillerden biri olarak bu devrede İslam Alemi’nin siyasi durumunu yukarıda kısaca arz etmiştik. Bunun dışında kalan başlıca amilleri şöylece özetlemek mümkündür:

    A- İctihad terbiye ve kültürünün değişip zayıflaması:

    1- Yerinde incelendiği üzere, müctehid imâmlar devrinin sonuna kadar mezhebler teşekkül etmemişti. Müctehidler müminleri kendi re’y ve mezheblerini taklîde değil, Kitâp ve sünnete ittibâa davet ediyorlardı. Doğrudan doğruya bu kaynaklardan hüküm çıkarmayanlara bile hiç değilse fetvâsına uyacağı müftünün delîlini sorup öğrenmesini tavsiye ediyorlardı. Talebelerini taklîdden menediyor, münâzara ve istişâre meclisleri akdederek onlara ictihad terbiyesi veriyorlardı.

    Mezhepler teşekkül ettikten sonra bu durum değişti. Kitâb ve sünnet delillerinin yerini imâmların sözleri almaya başladı. İlimde, talîmde, iftâ (fetva verme) ve kazâda (mahkemelerde) muayyen mezheblerin çerçevesi içinde kalındı. İmâm Ebû-Yusuf ve Muhammed’in bazı kitaplarında görüldüğü gibi mesele ve hükümler, delillerinden tecrîd edilerek tedvin edildi. Bu atmosfer içinde yetişen, bu terbiye ve alışkanlığı; plan talebe de, ekseriyetle taklîdi içtihada tercih etmeye yöneldi.

    2- İctihad devirlerinde âlet ve vâsıta ilimlerinden çok tefsir, hadis, fıkıh gibi ictihad ehliyetine temel teşkil eden ilimler üzerinde duruluyor, âlet ilimlerine, ancak bunları anlamak için gerektiği kadar önem ve yer veriliyordu. Bir taraftan sarf, nahiv, belâgat gibi alet ve lisan ilimlerinin teferruatlı bir şekilde tedvîni, diğer taraftan—bilhassa tercüme devrinden sonra—felsefe, kelâm, mantık gibi yabancı menşeli ilimlerin İslâm alemine girip yerleşmesi, dikkatlerin dağılmasına, bunlar üzerinde sarfedilen uzun tahsil yılları neticesinde temel ictihad ilimlerinin zayıflamasına sebep olmuştur. Öyle ki ilim tâliblerinin hayâtı ve mesaileri, yazı yazmak gâyesiyle kalem, mürekkep, kâğıt, mâsa… tedâriki harcayıp yazmaya fırsat bulamadan ömrünü tüketen kişilerinkine benzemiştir.

    B- Hazır Hükümlerin Çoğalması:

    Bilhassa Irak Medresesi ve Re’y taraftarlarının, yalnız vukubulmuş hâdiseleri hükme bağlamakla iktifâ etmeyip, olabilecek hâdiseler için de önceden hüküm hazırlama faaliyetleri neticesinde ihtiyaçtan bir fıkıh serveti meydana gelmiş, beşer tabiatı tembelliğe mail olduğu için, imâl-i fikir ve sa’y ile serveti arttırma yerine hazırdan sarfetme işi tercih edilmiştir”.

    Fıkhın usûl ve fürûuna ait meselelerin hem haddinden fazla çoğalması, hem de içinden zor çıkılır bir duruma gelmesinin de taklid lehine tesiri olmuştur.

    C- Mezheb Taassubu:

    Önceki devirlerde halk, dinî müşkillerini istediği müctehide sorup aldığı, cevabı tatbik eder, devamlı olarak bir müctehide bağlanmazdı.

    Âlimler de mezheb hükümleri ve beşer görüşleri üzerinde değil, Kitâb ve sünnet delîlleri üzerinde sebat ve salâbet (titizlik) gösterirdi. Mezheblerin teşekkülünden bir müddet sonra menfaat ve cehâlet, taassubu doğurdu. Artık mutaassıp mukallidler delîl üzerinde değil, mezheb üzerinde duruyor, başka mezhebleri kötüleyerek, delîli zayıf da olsa bağlandığı mezhebi üstün göstermeye çalışıyordu. “Mezheb taassubu” diye isimlendirilen bu davranış ve rûh hâletinin tezâhür ve neticelerine gelince:

    1- Tefrîka, fitne, mukatele ve tahrîb:

    Bazı mezheb sâlikleri, başka mezhebe bağlı imâma uyarak namaz kılmanın sahih olmayacağına, çeşitli mezheblere sâlik bir erkekle bir kadının nikâhlarının sıhhatinde şüphe bulunduğuna… hükmederek İslâm câmiasının ittihâdını zedelemişlerdir. İş bununla da kalmamış, Bağdâd’da Şâfıîlerle Hanbelîler, Merv ve Isfahan taraflarında Şâfiîlerle Hanefiler defalarca vuruşmuş, yekdiğerlerinin mahalle ve meskenlerini tahrîb etmiş, gâlib gelenler mağlûb olanları günlerce sokağa çıkarmamışlardır. İmâm Taberî, Ahmed b. Hanbel’in farklı görüşlerini (ihtilâfını) bu mevzûdaki eserine almadığı için Hanbelîlerce evi taşlanmış, vefat ettiği zaman da ancak gece evine defnedilebilmiştir.

    2- Gerçekle Karşılaşılmasına Rağmen Hatâda Israr:

    Izzüddîn b. Abdisselâm (v. 660/1262) mezheb taassubunun bu tezâhürünü şöyle dile getirmiştir: “Şaşılacak şeydir ki mukallid fıkıhçılar, imâmlarının mesnedi olan delîlin zayıf olduğuna vâkıf oldukları ve bu za’fı giderecek bir delil de bulamadıkları halde yine imâmlarını taklîd etmekte ve Kitâb ile sünnetin te’yîd ettiği hükmü—çürük te’vîllerle ve sırf imâmını müdâfaa için—terketmektedirler. Bu mutaassıp mukallidler zuhûr edip de imâmlarını, sanki peygambermiş gibi taklîd etmeye başlayınca kadar halk dilediği âlimden müşkilini soruyor ve bir mezhebe bağlı kalmıyor, bunu da kimse ayıplamıyordu…”

    Cehâlet ve taassubun paralelliğine bir örnek olmak üzere, Ebu Hanîfe Mezhebinin tercîhi mevzuunda bir risâle yazan Ekmelüddin Bâbertî (v. 786/1384)’nin şu mutâlâası şâyân-ı dikkattir:—Ebü Hanifi için, Buhâri’deki hadîsleri bilmez diyenlere red ve cevap sadedinde “Buhârî, Hanefidir; demek ki Hanefiler bu hadîsleri biliyorlardı. Fakat ona “kıssacı Muhammed b. İsmâ’îl” derlerdi, nitekim el-Muhît sahibi bunu zikretmiştir.”

    Buhâri’yi az da olsa tanıyanlar bu sözler karşısında İbn Abdisselam gibi şaşırıp kalacaklardır.

    3- Mezheb İmâmlarına, İctihad Yoluyla Muhâlefet Edenlere Cephe Almak:

    Kendi imâmlarından başkalarının ne imâmetine ne de fazîletine razı olan mutaassıp mukallidler, ictihad ehliyetini elde ettiği için imâmlarına bağlanmadan dinî meseleler üzerinde konuşan bir kimseyle karşılaşınca derhâl onun ehliyetini inkâr etmiş, insafsız tenkitlerini yöneltmiş ve ellerinde bir delil bulunmadığı halde böyle kimseleri doğru yoldan ve cemâatten ayrılmakla suçlamışlardır. Baqıy b. Mahled’in (v. 276/889) Doğu’da, Ahmed b. Hanbel ve benzeri âlimlerden istifade ederek ictihad pâyesini iktisâb ile Endülüs’e avdet ettiği zaman, oradaki mukallid Mâlikîler’den gördüğü acı mukabele bu davranışın tipik bir örneğidir.

    D- Kaza Müessesesi:

    Önceki devirlerde kadılık makamını Şurayh (v. 78/697), İbn Ebi Leylâ (v. 148/765), İbn Şübrume (v. 144/761) gibi müctehid zevat işgal ederdi. Abbâsîlerden itibaren idâreciler, kadıların muayyen mezheblere bağlı olmasını işlerine uygun buldular. Mehdî ve Raşîd zamanları tayin edilen bütün kadılar Hanefidir. Endülüs ve Mağrib’de Mâlikî, Şam’da Şâfiî mezhebleri bir müddet devletin resmî mezhebi hâline gelmiştir.

    Bu davranış zaman zaman müstakil müctehidlerin kadı olmalarını önlediği gibi, kadı olanların da, ictihad yollarını tıkamış, onlan mecbûri mukallitler hâline getirmiştir.

    E- Medrese Vakıfları Ve Tedris Şartlarına Bağlı Menfaatler:

    Bazı idâreci ve zenginler, yaptırdıkları medreselerde muayyen bu mezhebe bağlı âlimlerin ders vermelerini, tesis ettikleri vakıflardan, yani bu vasfı taşıyan hocaların istifade etmelerini şart koşmuşlardır. Nitekin Ebû-Zür’a; hocası Bulqîni’ye (v. 805/1402), âlet ve vâsıtalarını elde etmiş olduğu halde Taqıyyüddîni’s-Sübkî’nin (v. 756/1355) ictihaddan çekinmesinin sebebini sorduğunda, Bulqinî’nin sükût etmesi üzerine şunları söylemiştir: “Bunun sebebi, dört mezhebden birine mensup âlimlere verilen vazîfe ve maaşlardır. Eğer o da ictihada yönelse bunlardan mahrum kalacak, halk kendisine fetvâ sormayacak ve kendisine bid’atçı denilecektir.” Bu sözleri Bulqîni tebessümle karşılamıştır.

    F- Siyâsî Baskı:

    Râşid halîfeler devrinde idâreciler, kadı ve müftileri, emel ve irâdelerine âlet etmek şöyle dursun, Kitâb ve Sünnete sımsıkı sarılmayı ictihad ve istişâre ile hükmetmeye teşvik ediyor, gerektiğinde gayr-i müslimler ile dahi dâvâlı veya dâvâcı olarak kadı huzuruna çıkıyorlardı. Emevîlerden itibâren ya siyâsî ve ilmî kanâatleri veya idârecilerin emellerine âlet olmamaları sebebiyle müctehidlere baskı, hattâ zaman zaman işkence yapılmış, kırbaçlar altında yaralanan ve ölen âlimler olmuştur. Sâ’îd b. Cübeyr (v. 95/713), Mâlik, Şâfiî, Ebû-Hanife, Ahmed b. Hanbel, İbn Teymiyye (v. 728/1327) gibi birçok müctehidin hayâtında bu nevi baskı ve şiddet hâdiselerini sık sık müşâhede etmekteyiz.

    İslâm’ın kınadığı zâlim istibdâd, ikinci bir irâdeye ve murakabeye tahammül edemez. Halbuki müctehid âlim, hükümdârdan işçiye kadar bütün müminleri Allah irâdesine davet eder, kim olursa olsun, yaptığı kötü işi, Kitâb ve Sünnet hükümleriyle mahkûm eder. Müctehid bulunmadığı veya ictihad kapısı kapatıldığı taktirde müstebid, zevahiri kurtarmak için mevcut mezheblerden birinde, dilediği fetva veya hükmü bulabilecektir. Meselâ Bâbertî, zikri geçen risâlesinde, Hanefi mezhebinin Şafiî mezhebine üstünlüğünü isbat için, iki mezhebe ait bazı hükümleri mukayese ederken misal olarak şunu zikretmektedir: “Sultan büyük bir günâh işler veya küçük günâhta ısrar ederse, tahttan düşer mi düşmez mi?” Hanefilere göre düşmez, Şâfi’îlere göre düşer. Ey dikkatli ve uyanık melik! Geçmişte ve hâlihazırda, dünyanın çok yerinde alim ve hükümdarların taklîd ettiği bu mezhebi (hanefî mezhebini) taklid vacib olur mu olmaz mı?”

    İşte bu durum da ictihad aleyhine ve taklîd lehine önemli bir rol oynamıştır.

    G- Değişen ve Bozulan Ahlâk:

    Taklîd ve taassup devrinde, ahlâk bozulmuş, ihtiras menfaat ve hased duyguları sârî hâle gelmişti. Mukallidler, ictihada ehil bir kimse ile karşılaşınca, ondan istifade edecek yerde, hadleri olmayan münakaşalara giriyor, tertipler hazırlıyor ve salâhiyetleri olmadığı halde ictihad kapısının kapandığını iddiâ ederek onun ictihada ehliyet iddiasını reddediyor, hakikatin zuhurundan ziyâde taassuplarının zaferi için çalışıyorlardı.

    Devam etmekte olan ictihad aksiyonuna karşı, bundan mutazarrır olan zümrelerin bir reaksiyonu mahiyetinde olan bütün bu amillerin tesiriyle fıkıh ilmi sâhasında iki grup ortaya çıkmıştır:

    1. İctihad taraftarları,

    2. Taklîd taraftarları.

    Birinciler, dinî bir vecîbe ve hayâtî bir zarûret olan ictihadın devam ettiğini ve edeceğini, hiçbir asrın müctehidsiz kalamıyacağını savunurken, ikinciler artık bu mükanaşa, mücadele, ihtilaf ve huzursuzluğa son vermek, na-ehillerin ictihada kalkışarak dini tahrif etmelerini önlemek gibi sebeplerle mevcut mezheplerden birini taklid etmeyi ve ictihad kapısını kapamayı zaruri görüyorlardı.