Köprü Anasayfa

İslam’ın Yeniden Yorumlanması

"Kış 2001" 73. Sayı

  • İslam’ın Yeniden Yorumlanması Gereği

    Süleyman Uludağ

    Vahye dayanan İslam dini ve bu dinin kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’in yoruma ihtiyaç gösterdiği konusunda İslam alimleri arasında görüş birliği mevcuttur. Yorum terimi yerine genellikle tevil ve tefsir terimleri kullanılmıştır. Burada biz yorum terimini, te’vil, tefsir ve şerh terimlerinin ifade ettiği manalardan, daha farklı ve daha geniş bir anlamda kullanıyoruz.

    Öncelikle şuna dikkat edilmesi gerekir: Kur’an-ı Kerim’in belli şekildeki yorumuna tefsir, hadis-i şeriflerin açıklanmasına ise şerh denilir. Şerh terimi akait, fıkıh, hatta felsefe ile ilgili eserlerin açıklanması için de kullanılır. Ulema, gerek Kur’an’la, gerekse hadisle ve diğer ilimlerle ilgili yorumların yol ve yöntemini tespit etmiş, bunun gerekliliğini ittifakla kabul etmiştir. Yazılan tefsirlerin ve yapılan şerhlerin değeri ve doğruluk dereceleri elbette ki tartışılmıştır. Bazılarına göre yanlış, gereksiz, sakıncalı, hatta zararlı olarak kabul edilmiştir. Yapılan yorumlar üzerine bir takım tartışmaların açılması değerlendirmelerin ve eleştirilerin yapılması yorumun doğasında vardır. Bir yorum ne kadar ciddi ve ilmi olursa olsun tartışmaya açıktır; eleştiriyi beraberinde getirir. Ancak geniş bir bilgi birikimine dayanan, duygusallıktan ve bağnazlıktan uzak makul tartışmalar ve eleştiriler, ciddi ve ilmi bir yorumun değerini azaltmaz, bilakis artırır.

    Kutsal kitap Kur’an-ı Kerim önce kendisini, yine kendisi yorumlar. Bir yerde kısa ve özet olarak bahis konusu edilen bir husus bazen başka bir yerde veya birden fazla yerlerde daha geniş ve ayrıntılı olarak ele alınır. Geniş olarak anlatılan bir mesel, aynı meselenin kısa olarak anlatıldığı şeklin bir yorumu sayılır.

    İkinci olarak, Hz. Peygamber’in Kur’an’la ve Kur’an’daki hükümlerle ilgili sözleri davranışları, hal ve hareketleri bize sahih olarak nakledilmiş olmaları şartıyla Kur’an-ı Kerim’in güvenilir yorumları olarak kabul edilir. Ancak hadisler sahih ve mersûk değilse, bu tür yorumlar ihtiyatla karşılanır. İslam’ın genel esaslarına ve akla uygun olmaması halinde bu tür rivayetlere itibar edilmez. Bir başka hususta şudur: Hz. Peygamber Kur’andaki genel esasları ve evrensel hükümleri, içinde yaşadığı toplumun geleneklerini, kültür seviyesini ve sosyal hayatını dikkate alarak yorumlar. Bu sebeple bu tür yorumlar mahalli ve kavmi olma gibi bir nitelik gösterir. Bundan dolayı da bağlayıcı değildir. Ama yol göstericidir. Biz, Hz. Peygamber’in kendi dönemine, çağına, toplumuna ve bunun ihtiyaçlarına göre yapmış olduğu yorumları inceler, dikkate alır ve yaşadığımız toplumun ihtiyaç ve gereklerine göre kendi yorumumuzu oluştururuz. Bu hususun yanlış anlaşılmaması için sadece bir örneği kısaca hatırlatıp geçiyoruz: Yüce Allah, “düşmanlarınıza karşı kuvvet hazırlayınız ve savaş için at yetiştiriniz” (Enfal, 8/60) buyuruyor. Hz. Peygamber bu ayette geçen “kuvvet” kelimesini ok atma sanatı ve ustalığı (er-remy) olarak açıklamıştır. (bk. Müslim, İmaret, 167; Tirmizi, Enfal suresi tefsiri; Ebu Davud, Cihad, 23; İbn Mace, Cihad, 19; Ahmed b. Hanbel Müsned, IV, 157, I, 46) Hz. Peygamber’in kuvveti ok atma şeklinde yorumlaması, o dönemde savaşı kazanmada ok atmanın önemli ve sonucu belirleyici faktörlerden olduğu içindir ve doğrudur. Bu yorum bağlayıcı değildir; ama, yol göstericidir, yöntem tesbit etmeye imkan verir. Bunu basit ve gereksiz bir yorum olarak kabul edip bir tarafa koyamayız. Bu yorumun zahiri anlamına harfiyen bağlı kalamayız ama onun ruhundan yararlanırız. Biz Enfal Suresinin 8. ayetini günümüzdeki savaş silahlarının mühimmatına, teçhizatına ve tekniklerine göre yorumlarız. Uçak, tank, top, bomba, füze, roket… deriz. Bunun bir iki asır sonra bizim yaptığımız yorumlar anlamsız ve geçersiz hale gelebilir. O zamanda o çağda yaşayan Müslüman alimler kendi çağlarının gereklerine ve savaş silahlarına göre bu ayeti yorumlarlar, eğer bunu yapmaz ve çağlarıyla uyuşmayan eski yorumlara bağlı kalırlarsa, bu da Müslümanların düşmanları karşısında zayıf bir duruma düşmelerine ve yenilgiye uğramalarına sebep olursa, Allah katında sorumlu olurlar. Eski yorumlara sarılmaları ve onunla yetinmeleri onları sorumluluktan ve vebal altına girmekten kurtaramaz; eski dediğimiz yorumlar hadis bile olsa.

    Bu örnekte yorum yaparken Hz. Peygamber’in dönemindeki savaş kültürü, silahları, malzemeleri ve tekniklerini dikkate aldığı, savaş geleneğinin etkisi altında kaldığı apaçıktır. Hz. Peygamber bu günkü savaş silahlarını bilseydi bile, Sahabesine ve çevresindeki Müslümanlara bundan bahsetmesi kafalarını karıştırmaktan başka bir şeye yaramazdı. O zaman için mahiyeti bilinmeyen günümüzdeki silahların adlarını verseydi, çağlar boyu ne anlama geldikleri bilinmeyen bu adlar çok yanlış ve zararlı bir şekilde te’vil edilir ve çıkarcılar tarafından istismar edilebilirdi. Kaldı ki günümüzdeki silahları Hz. Peygamber’in bilmemesi doğaldır. Ve kesinlikle yüce kişiliği için bir kusur da değildir. O, sonraki çağlara göre İslam’daki bazı konuların yorumlanmasını: “Ümmetimin uleması peygamberlerin varisleridir” dediği ulemaya bırakmış; bu yorumu bir görev olarak onlara vermiştir. Ulemanın sorumluluğu bundan kaynaklanmaktadır.

    Enfal suresinin 8. ayetinde geçen “kuvvet” terimi son derece genel ve tümeldir. Şimdiye kadar kullanılan her çeşit silahı, malzemeyi ve donanımı kapsadıktan başka kuvve-i maneviye dediğimiz morali, propagandayı, psikolojik savaşı ve istihbaratı kapsar. Ulemaya düşen görev bunu çağlarına uyarlamaktır. Ve bu da fazla zor bir şey değildir. Fakat, aynı ayette savaş için at yetiştirmekten ve beslenmekten bahs edilmesi biraz farklıdır. Çünkü, o zaman için savaşta sonuç almak ve zafere ulaşmak için çok önemli olan at yetiştirme ve eğitme, binicilik ve süvari birlikleri başka zamanlarda, yerlerde ve toplumlarda hiç önemli olmayabilir veya bunun önemi çok az olabilir. Bu durumda ayette geçen “At yetiştirme” ifadesini tıpkı hadiste geçen “okutma” ifadesi gibi yorumlaman ve çağa uyarlama hakkına ulema sahiptir; hatta, bunu yapmak onların görevidir. Bu durum, Kur’an-ı Kerim’in nazil olduğu dönemin geleneklerini kültürel şartlarını ve savaş tekniklerini dikkate almasının doğal bir sonucudur. Tabiidir ki bu hususlar zamana, mekana ve toplumlara göre değişir. Buna paralel olarak Kur’an-ı Kerim’in yorumu da değişir.

    Kur’an’a ve hadislere yeni yorumlar getirenlerin eski yorumları hafife almamaları, bu yorumları anlamsız, saçma, batıl ve hurafe olarak nitelendirmemeleri, bu yorumu yapan ulemayı cehaletle suçlayıp kötülememeleri İslam terbiyesinin gereği olduğu kadar ilim adamı olmanın da icabıdır. Gerçi, her dönemde çeşitli mezhep ve meslek mensupları tarafından batıl ve hurafe olduğu açıkça ortada olan yorumlar yapılmıştır; bu tür yorumlar bugün de yapılmaktadır; fakat buna rağmen, bu tür yorumların yanlışlığı ve zararı duygusal ifadelerle ortaya konmalıdır.

    Kur’an-ı Kerim’i yorumlanırken, hadislerden sonra, Sahabenin, Tabiinin, Etba’ut Tabiinin, yani İslâm’ın ilk döneminde yaşamış olan ilk üç neslin yorumlarının da dikkate alınması ve bunlardan yararlanılması, isabetli ve makul bir yorum getirmenin şartıdır. Gerçi, sözü edilen ilk üç neslin yorumu bizim için bağlayıcı değildir; ama, bu yorumlar bir çok gerçekleri içerirler. Hiçbir yorumcu bu gerçekleri görmezlikten gelemez; gelirse yanılma riski artar.

    Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin yorumu olmak üzere pek çok tefsir ve hadis şerhleri yazılmıştır. Kur’an’ı ve hadisleri yorumlayanların bunların tamamını değilse bile, belli başlılarını bilme ihtiyacı kesindir. Ulema, Kur’an’ı ve hadisleri yorumlamanın yöntemini de tespit etmiş; bu konuda, Tefsir usulü, hadis usulü başlığı altında değerli eserler yazmıştır. Yeni yorum yapanların bu yöntemler hakkında fikir sahibi olmaları, ayrıca çağdaş yorum yöntemini (Hermeneutike) özet olarak bilmeleri gerekir.

    Buraya kadar anlatılanlar genellikle klasik kaynaklarda da önemle üzerinde durulan ciddi hususlardır; ancak, İslam tarihinde boyutları daha geniş olan yorumlar da yapılmıştır. Bu yorumları kısmen Kur’an’ın ve hadislerin bir yorumu olarak görmek mümkün olduğu gibi, bir kül olarak İslam’ın yorumu şeklinde görmekte mümkündür ve daha doğru olan da budur. Hariciler’in, olduğu gibi mutasavvıfların, kelamcıların ve fıkıhçıların yorumları da az çok böyledir. Şunu demek istiyorum: Ehl-i Sünnet’le Şia arasındaki farkın kaynağı belli ayetleri ve hadisleri değişik şekilde yorumlamak değil, İslam’ı değişik şekilde anlamak ve algılamaktır. İslam’a bakış açıları farklı olunca ortaya bir hayli tartışmalı meseller ve mevzular ortaya çıkmakta, bunlardan bir kısmı da esasa ilişkin bulunmaktadır. Şia’nın İmam’a inanmayı, buna karşılık Sünnilerin kadere inanmayı dinin temel bir meselesi ve inanç konusu olarak algılamaları bunu gösterir. Zaman zaman mezheplerin birbirini İslam dışı olarak görmeleri ve onlara “kafir” demeleri de bunu gösterir.

    İslam dini bir bütün olarak baştan sora kadar yeniden yorumlanabilir mi? Buna ihtiyaç var mıdır? Böyle bir yorum ne getirir, ne götürür? Bu sorular üzerinde derin derin düşünmek lazımdır? Bizim kanaatımız odur ki böyle bir yorum ne yapılabilir ne de buna ihtiyaç vardır. Ulema, akıl ve kıyasın yürüyüp yürümemesi bakımda, Kur’an ve hadisteki hükümleri biri Taabbudî, diğeri Ta’lilî olmak üzere ikiye ayırırlar. Taabbudî hükümlerde akıl yürümez; burada nas (doğma) esastır. Akıl ve kıyas bir yana bırakılarak Hak Tealaya kayıtsız ve şartsız teslim olmak ve kulluk yapmak burada aranır. İman ve ibadet konuları aklı aşan ve aklın yetki alanı dışında kalan konulardır. Onun için bu konularda muhafazakar ve gelenekçi olmak gerekir. Din bir nevi nakildir, rivayettir, gelenektir. Naklin, rivayetin ve geleneğin korunmasında ve aynen sürdürülmesinde sayılmayacak kadar faydalar vardır. Aslında naslarda ifade edilen, tarihi süreç içinde gelenekleşen ve toplumun ortak kabulleri haline gelen, bir tür dokunulmazlık kazanan bu çeşit hükümlerin getirilecek yeni yorumlarla değiştirmeyi Müslüman toplum hiçbir şekilde kabul etmez. Geçtiğimiz asır bu tür yorumların başarısız olmaya ve reddedilmeye mahkum olduğunun örnekleriyle doludur. Bu tür yeni yorumlar Müslüman toplumun da fertlerin de inanç dünyalarına yabancıdır. Bir bünye kendisine yabancı bir maddeyi ve organı nasıl reddederse Müslüman toplum da bunları öyle reddeder. Baskı, dayatma, cebir, zorlama, tehdit ve ceza kesinlikle bu reddi önleyemez. Bu gibi şeyler Müslüman toplumu rahatsız etmekten yöneticilere ve aydınlara duyulan güveni sarsmaktan başka bir netice de doğurmaz. Ta’lilî dediğimiz aklın ve kıyasın yürüdüğü alanlar ziraat, veterinerlik, hekimlik, ticaret, ekonomi, siyaset, hukuk, bilim ve sanat gibi sahalardır. Bu gibi disiplinler ve kültür unsurları aklın ve deneyin yetki alanına girer. Gerçi, Kur’an’da ve hadiste bu alanlardan bazıları hakkında bazı hükümler konulmuştur. Bu hükümlerin naslarda yer almaları temelde aklî ve tecrübî olmalarına mani değildir.

    Mesela, Kur’an-ı Kerim’de başta ay, güneş ve burçlar olmak üzere gök cisimlerinden bahs edilir, bunlarla ilgili bazı olaylara ve özelliklere işaret edilir. Bu işaretler müminlerin zihin dünyalarındaki hikmetler, sebepler ve gayeler üzerinde düşünüp Yaratan’a imanı güçlendirir. Bunun böyle olması, gök cisimlerinin, onlara ait özelliklerin ve onlarla ilgili olayların bağımsız olarak bilimsel araştırmaların, özellikle astronomi ilminin konusu olmasına engel değildir. Astronomi bilginlerin gözlemlere, deneylere, ölçümlere ve hesaplara dayanarak verdikleri bilgiler Hak Teala’nın uzay ve oradaki cisimlerin yaratılmasındaki hikmetlerini ve faydalarını daha iyi anlamamızı sağlar. Astronominin verilerine dayanarak Kur’an’ı daha iyi anlama ve çağdaş bir biçimde yorumlama imkanı daima mevcuttur. Bunu yaparken kesin ifadeler kullanmamak ve ihtiyatlı konuşmak gerekir. Zira ilim ilerledikçe bir çok şey değişmektedir. Özellikle astronomiyle ilgili kanun ve kaidelerle (bilimsel hakikatler) teoriler arasındaki farkı daima göz önünde bulundurmak teorik bilgileri kesin hakikatlermiş gibi görmemek ve göstermemek gerekir.

    Peygamber aracılığıyla Hak Teala’dan toplumlara gelen vahiy (kutsal ve semavi kitaplar) ile toplumun kültürü arasında birebir bir bağlantı, bir ilişki vardır. Böyle bir bağlantının ve ilişkinin bulunması hem zorunlu ve gereklidir, hem de faydalıdır. Yani gelen vahiy geldiği toplumun ihtiyaçlarını ve kültürünü, dilini, geleneklerini ve yaşama tarzını daima dikkate alır. Hükümler konulurken, bazı şeyleri emrederken, diğer bazı şeyleri de yasaklarken, söz konusu hususu göz önünde bulundurur. Toplumun gelenek ve kültüründen soyutlanmış ve ihtiyaçlara ilgisiz bir vahiy düşünülemez. Allah’ın toplumlarda egemen olan bir kanunu (sünnetullah, adetullah) vardır; ve gelen vahiy ile toplum kanunları arasında bir uygunluk mevcuttur. Toplumlarda geleneklerin ve kurumların zamanla az çok değişmesi mekana ve kavimlere bağlı olarak farklılık göstermesi de sünnetullah denilen o kanunun bir başka tarafıdır. Şu halde burada şu soruyu sormamız gerekiyor. Toplum ve onun kurumları şöyle veya böyle değişirken, Kur’an ve hadislerde bu hususta konulan hükümler de değişir mi?

    Bu soruya, bütün semavi dinleri de dikkate alarak cevap verecek olursak vahyin zaman ve toplumların ihtiyaçlarına göre değiştiğini kesin olarak söyleyebiliriz. Hak Teala vahiy yoluyla bir kavmin ihtiyacını dikkate alarak koyduğu bir hükmü ihtiyacın değişmesine bağlı olarak değiştirilebilir, bir hükmü kaldırıp yerine başka bir hüküm getirebilir; veya kaldırdığı hükmün yerine yeni bir hüküm getirmeyebilir. Bir şeriatta haram olan diğer bir Şeiatta mübah olabilir. Farzlar da böyledir. Şu halde semavi dinlerin pratik ihtiyaçlarla ve kültürlerle ilgili kısmı değişebilir. İslâm’da bu anlamdaki bir değişime nesh denir. Hz. Muhammed’in şeriatı daha evvelki peygamberlerin şeriatlarını Hz. İsa’nın şeriatı da Hz. Musa’nın şeriatını nesh etmiştir, geçersiz hale getirmiştir, dediğimiz zaman bunu kast ediyoruz. Değişim, Hak Teala’nın toplumlarda egemen kıldığı çok genel bir kanunu olup, şeriatları da kapsar. Ancak, temel itikadî meseleler ve ahlak kuralları bir istisna teşkil eder. Allah var ve bir olduğu, her şeyi bildiği, her şeye kadîr olduğu, hür bir iradesi bulunduğu, bununla dilediği şeyi yarattığı inancı bütün semavi dinlerde vardır. Ahirete, kutsal kitaplara, peygamberlere ve meleklere inanma konuları böyle olduğu gibi temel ahlak ve evrensel hukuki hükümler de böyledir. Mesela, her din doğruluğu ve dürüstlüğü, cömertliği, yardımseverliği, teşekkürü, sabrı ve iyilik yapmayı emr eder. Yalancılığı, sahtekarlığı, cimriliği, bencilliği, nankörlüğü, gereksiz yere yakınmayı ve kötülük yapmayı yasaklar. Aynı şekilde bütün semavi dinlerde insan öldürmek, yaralamak, sakat bırakmak, dövmek, başkalarına eza ve cefa vermek, hırsızlık yapmak, zina etmek gibi hususlar yasaklanmış haram ve günah sayılmıştır. Diğer taraftan yaşama mal mülk edinme, miras, mesken dokunulmazlığı, din özgürlüğü gibi haklar tanınmış ve bunlar güvence altına almıştır. Her din, adaleti, eşitliği, hayır ve iyilik yapmayı, sevgiyi ve şefkati, merhameti emr; zulmü, imtiyazı, başkalarına zarar vermeyi, kötülük yapmayı, insanlardan nefret etmeyi ve onlara karşı acımasız olmayı yasaklar. Zulmü ve kötülüğü emreden, adaleti ve iyiliği yasaklayan birtek din yoktur. Bunun böyle olması insan oluşunun, ademoğlu olmasının doğal ve zorunlu sonucudur. Değişmez dediğimiz temel inanç konuları, ahlak kuralları ve insan hakları bunlardır. Bunlar bütün dinlerde ve şeriatlarda vardır, ortak ve temel konulardır. Ezeli ve ebedi hakikatlerdir. Bu hususlar insan eseri olan beşeri sistemlerde ve konularda bile geniş ölçüde mevcuttur. Onlar da bunları İlahi dinlerden alarak geliştirmişlerdir. Kaynak vahiy ve yüce Allah’ın insana lütfettiği akl-ı selim ve vicdandır.

    Nesih, yani Allah tarafından konulan hükümlerin, bir ihtiyaca ve maslahata binaen yine Onun tarafından kaldırılması veya bir başka hükümle değiştirilmesidir. İslâm’ın bünyesinde de mevcuttur. Hak Teala: “Biz bir hükmü nesh edersek yerine ondan daha iyisini veya onun gibisini getiririz.” (Bakara, 2/106) buyuruyor. Misal olarak kıble olayını hatırlayalım. Hz. Peygamber ilk zamanlarda Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya yönelerek namaz kılıyor, ibadet ve dua ediyordu. Sonra bu hüküm kaldırıldı; Mekke’deki Mescid-i Haram’a, yani Kabe’ye yönelmesi emr edildi. (bk. Bakara: 2/144, 150)

    Her şeyi bilen, yaptığı ve yarattığı her şeyi bir sebebe, bir maslahata, bir amaca ve bir hikmete göre yapan Aziz ve Celil olan Allah, Hakîm-i Müteal abes bir iş yapmaktan; yani anlamsız ve boş bir şeyi emr etmekten ve yasaklamaktan münezzehtir. Emr veya yasak ettiği her şeyde maddi veya manevi bir sebep, bir maslahat, bir gaye bir fayda ve bir hikmet mutlaka vardır. O sonuçları sebeplere bağlamış, bir şeyi diğer bir şeye vesile kılmıştır. Bütün olayları çok ince bir düzen içinde cereyan eder. Kozmik ve evrensel düzenin bir parçası ve bir devamı olan sosyal hayata egemen olan düzen de böyledir. Toplumdaki düzeni ifade eden tabiî kanunlarla İslâm’daki İlahi ve dini hükümler arasında bir aykırılık ve karşıtlık değil; tam tersine bir uyum ve ahenk vardır. Değişen hayat şartları ve sosyal olaylar karşısında söz konusu uyum ve ahengin tespiti bir ihtiyaç olarak ortaya çıkar. Ulema yaptığı yeni yorumlarla bu uyumu ve ahengi ortaya koymaya çalışır. Bunu yaparken çoğu kez aynı noktada birleşir, bazen birbirine yakın, bazen de birbirinden farklı ve hatta birbirine zıd hükümlerin toplumda huzursuzluk ve çekişmeye sebep olmaması farklı görüşleri hoşgörme (müsabaha) ilkesiyle önlenir. Hz. Peygamber’in “içtihad edip de isabet edene Allah iki, hata edene bir sevap verir” (bk. Buhari, İtisum, 21; Müslim, Akziye, 15) sözü bu konuda Müslümanlara ışık tutar. Yani iyi niyetle ama ehliyetle yeni bir yorum yapan alim, aydın ve düşünür hata etse bile sevap alır, hatası hoşgörüyle karşılanır.

    M. 610 senesinde Hz. Peygamber’e Allah Teala’da vahiy gelmeye başladı. Acaba gelen vahiy Mekke ve civarında yaşayan Arapların kültürünü, örfünü ve teamüllerini nazar-ı itibara almış mıydı? Bu soru ve cevabı önemlidir. Çünkü, eğer bu soruya evet dikkate almıştır diye cevap verecek olursak bu, vahyin farklı yer ve zamanlardaki farklı toplumlara, kültür seviyeleri değişik olan kavimlere ancak yeni yorumlarla uygulanacağı anlamına gelir. Başka yer ve zamanlarda yaşayan, değişik kültürlere ve yaşama biçimlerine sahip bulanan kavimleri VII. Yüzyılda Mekke ve çevresinde yaşayan Arapların kültür kalıplarına sokmak yanlış olduğu kadar da İlahi hikmete de aykırı düşer. Bunun ne anlama geldiğini bir örnekle açıklayalım: Toplumun en önemli kültür unsurlarından biri dildir. Her kavmin ve toplumun kendine göre bir dili, bir lehçesi ve bir şivesi vardır. Hak Teala, çok önemli bir sosyal olgu olan dil konusuna dikkat çeker ve “semaları ve yeri yaratması ile dil ve renklerinizdeki farklılık Allah’ın ayetlerindendir” (Rum, 30/22) buyurur. Acaba Hakim-i Muteal vahiy ve Peygamber gönderirken çok önemli bir kültür unsuru olan lisan konusunu nazar-ı itibara alır mı? Bu sorunun cevabını yine Hakim-i Mutlak şöyle veriyor. “Allah, koyduğu hükümleri onlara tam olarak açıklasın diye her Peygamberi mutlaka kavminin diliyle göndermiştir.” (İbrahim, 14/4) Tevrat’ın İbrani diliyle gönderilmesinin sebebi Yahudilerin Allah’ın emir ve yasaklarını anlamaları içindir. Demek Hak Teala dil gerçeğini dikkate alarak her kavmi İlahi hitabını ve mesajını o kavmin diliyle göndermiştir. Böyle olmasaydı ne olurdu? Kur’an buna da yer veriyor. Eğer Kur’an Arapça’dan başka bir dille indirseydik diyeceklerdi ki: “Ayetleri açıklamalı olarak gelmeli değil miydi? Acaba yabancı dilde hitap olur mu hiç” (Fussilet, 41/44)

    Hak Teala buyurur: “Akledesiniz diye Kur’an’ı Arapça indirdik” (Yusuf, 2/12; Zuhruf; 43/3, Fussilat, 41/3; zümer, 39/28). Burada geçen akletmek düşünmek, akıl yürütmek anlamak ve kavramak anlamına gelir. Kur’an’ın Arapça gönderilmesi Arapların onu kavramalarını kolaylaştırmak içindir. Okuyan veya dinleyen kelime ve cümlelere takılmaz, lafızları ve ifadeleri güçlük çekmeden anlarsa metinin ruhunu, metinle verilen esas mesajı kolayca kavrar. Esas amaç ta budur. Kur’an’ı okumaktan veya dinlemekten maksat onun temel felsefesini ve hedefini kavramaktır. Ayrıntı bundan sonra ve kendiliğinden gelir. Ünlü yorumcu Zemahşeri soruyor: “Ayette öngörülen husus Araplar için geçerlidir. Arap olmayan bir çok Müslüman kavim ne yapacak?” Zemahşeri bu soruya şöyle cevap veriyor. “İlk muhatapları Araplar olduğu için Kur’an bu lisanla inmiştir. Öbür Müslüman milletler Kur’an’ı kendi dillerine tercüme eder ve böylece onu aklederler.” (El Kaşşaf, II. 539)

    Kur’an’ın Mekke’de VII. asrın başında inişinin diğer bir sebebi bu dönemde sözlü Arap Edebiyatının fevkalade gelişmiş olması, şahane hutbelerin ve şiirlerin vücuda getirmiş olması ve toplum olarak fesahata, belagata, şiire ve edebi sanatlara büyük önem vermeleridir. Bunun için Kur’an edebi bir mucizedir. Hz. Musa’ya mucize olarak asanın verilmesi, o zaman da sihrin ilerlemiş olması, Hz. İsa’nın hastaları iyi etmesi çağında hekimliğin revaçta olmasıdır. Demek ki Allah Teala Peygamberlerine mucizeler verirken de toplumun kültürle şartlarını behemehal nazar-ı itibara almaktadır.

    Hukuk, aile kurumu, ekonomi, ticaret, alışveriş, sanat ve ticaret için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Mesela, kölelik ve köle ticareti Kur’an nazil olduğu zaman hem Araplar, hem de diğer dünya kavimleri arasında ekonomi, ticaret, hukuk ve aile hayatı bakımından önemli idi. İslam onu kucağında buldu; önceki dönemden devr aldı. Fakat, ona insan haysiyet ve şerefine yakışan yeni bir şekil verdi. Yani kölelik kurumuna makul ve sosyal ihtiyaçlarla uyumlu bir düzenleme getirdi. Fakat, bu düzenleme zamanla köleliğin tasfiyesi ve ilga edilmesi öngörülmüştü. İslam alimlerinin Kur’an üzerine yapacakları yeni yorumlarla köleliğin kaldırılması yönünde görüşler ileri sürmeleri ve bunu ısrarla savunmaları gerekirken bu yapılamadı. Bu hususta kutsal metinlerin lafzına bağlı kalındı, eski ulemanın konuya ilişkin yorumları savunuldu, derken kölelik temel insan haklarına ve insan onuruna aykırı bulunarak XIX. asırda Batı’da kaldırıldı. İslam alimleri Batılıları izleyerek köleliğin İslam açısından da kaldırılması gereken bir kurum olduğunu savunmaya başladılar. Bu sonucu iki kutsal kaynaktan Kur’an ve hadisten çıkaracaklarına Batı’dan esinlenerek savunmaya başladılar.

    Kölelik konusunda söylediklerimizi şirket (mudarebe), selam, kiralama, faiz, zekat, vergi gibi ekonomik; evlenme, boşanma, miras, ceza (ikibat, hudud) gibi hukukî, şiir, heykel, resim gibi estetik konularda da söylemek mümkündür. Baştan da ifade ettiğimiz gibi devlet, siyaset, yönetim, sosyal kurumlar, hukuk, iktisat ve sanat gibi konular yoruma açık olan alanlardır. Bilgili, deneyimli, ehliyetli ve iyi niyetli olmak şartıyla her Müslüman bilgini, aydını ve düşünürü yoruma açık alanlara yeni yorumlar getirme hakkına sahiptir. Bu onların sadece hakkı değil, aynı zamanda vazifesidir. Çünkü Müslüman bir toplumun yerinde saymayıp kendini yenilemesi, değişen dünya şartlarına ve düzenine uyum sağlaması bu suretle şerefli ve haysiyetli bir şekilde yaşama ve varlığını sürdürme imkanına kavuşması ulemanın bu görevi doğru dürüst ve de Müslüman bir ilim adamına, mütefekkirine ve münevverine yakışır bir biçimde yerine getirmeleri şartına bağlıdır. Yazık ki bilgin ve hatta müçtehid geçinen kimi kişiler özgün, makul ve gerçekçi yeni yorumlarla gündemi belirleyeceklerine başkalarının belirledikleri gündem maddeleri üzerinde ve onların arzu ettikleri biçimde konuşmayı; içtihatlar yapıp fetvalar vermeyi yeğlemektedir. Bu şekilde gündeme gelmenin ve gündemi meşgul etmenin amacı ise dini ticaret metaı olarak kullanmak veya şöhrettir. Hak Teala uyarıyor: “Allah’ın ayetlerini basit bir şey karşılığında satmayın benden çekinin” (Bakara, 2/41, 79, 174; Maide, 5/44; Nahl, 16/95).

    Sosyal hayat değiştikçe değişen hususlarla ilgili, dini hükümlerin yeniden yorumlanması bir ihtiyaç, bazen da bir zaruret olarak ortaya çıkar. Dini yeniden yorumlayacak bilgi donanımına sahip ehliyetli ve dürüst düşünürleri yetiştirmek Müslüman toplumun boynunun borcudur. Eğer bu nitelikte ulema yetiştirilmez veya yetişen ulema ihtiyaç duyulan yeni yorumları yapmazsa iş sahtelerle, istismarcılara, cahillere ve şarlatanlara kalır. Nasıl sağlam para kara parayı piyasadan kovuyorsa ehliyetli ulemada din tacirlerini ve din bezirganlarını bu alandan kovarlar. Bütün dinlerde ideolojilerde felsefi sistemlerde ve medeniyetlerde kendini yenileme çabası görülür. Eflatunculuk, yeni Eflatunculuk, Descartescilik, yeni Descartescilik gibi deyimler sistemlerin kendilerini yenileme ihtiyacından doğmuştur.

    İslam aleminde her dönemde yeni yorumlara, fikirlere, bilgilere, görüşlere nazariyelere, keşif ve icatlara ihtiyaç olmuştur. Fakat XIV asırlık İslam tarihinin iki dönemi yeni yorumlar açısından özellikle çok önemlidir.

    Birincisi: Hz. Ömer zamanında Müslümanlar Mısır, Filistin, Suriye, Irak, İran gibi eski ve köklü kültürlerin yaşadığı ülkeleri fethettiler. Ayrıca buralar Helenistik felsefenin de merkezleriydi. İskenderiye, Antakya, Harran, Nusaybin ve Cünd-i şapur bu felsefenin işlendiği ve öğretildiği merkezlerdi. Müslümanlar bu gelişmiş ve kadim kültürlerle karşılaşınca onlarla hesaplaşmaya girmeleri kaçınılmaz oldu. Yabancı kültürlere en yakın duran mezhep Kaderiyle ve Mutezile mezhepleri idi. Bunlar aracılığıyla yabancı kültürlerin, özellikle Helenistik felsefenin etkileri diğer Müslüman kesimlere de yansıdı. Bunun neticesinde çeşitli ekoller ortaya çıktı, aralarında bir mücadele başladı. Her kesim İslam üzerine yaptığı yeni yorumlarla kendisinin haklı, diğerlerinin ise yanlış yolda olduğunu ispatlamaya çalıştı. Bu durum İslam düşünce tarihinde bir hareketlenmeye canlanmaya ve çeşitlenmeye, bu da kültürce zenginleşmeye sebep oldu. Asırlarca süren tartışmalardan sonra genel anlamda bir uzlaşma noktasına gelindi ve çatışmalar hızını kaybetti. Sünni mezheplerle Bid’at mezhepleri, Filozoflarla kelamcılar arasındaki hareketli tartışmalara yavaşlayınca bir istikrar dönemine girildi. Bu dönemde Müslümanlar ilimleri, fenleri, sanatları, kültürü ve medeniyet geliştirme bir yana olduğu gibi bile koruyamadılar. Yeni yorumlar bir yana çoğu zaman eski yorumları bile tam olarak ve her yönüyle kavrayamadılar.

    İkincisi: özellikle XIX. asırda belirginleşen Batı’nın gelişmiş kültürü ilerlemiş ilim anlayışı ve vücuda getirilmiş teknolojisi karşısında Müslümanların İslam dinine kültürüne ve medeniyetine getirmiş oldukları yeni yorumlar açıklamalar ve değerlendirmeler hala sürüp gitmektedir. X. asırda gecikmiş olarak ortaya çıkmaya başlayan yeni yorumlar ve açıklamalar bütün İslam ülkelerinde yapılmış olmakla beraber bu tür çalışmalar özellikle İstanbul’da Kahire’de ve Hindistan’da (Pakistan buraya dahil) yoğunlaşmıştı. Bu yorumlar başlangıçta tabii olarak çok seviyeli değildi; oldukça basit ve yüzeyseldi. Ama, zamanla iyileşti, yanlışlardan sıyrıldı ve belli bir düzeye ulaştı. Lakin hala arzu edilen ve ihtiyacı karşılayan bir durumda değildir. Giderek gelişmesi ve ihtiyaçlara cevap verecek topluma huzur getirecek bir duruma gelmesi kuvvetle muhtemeldir.

    Avrupa etkisiyle yeni yorum denemeleri yapan Osmanlı aydınları ve düşünürleri bu konuda çok farklı ve değişik görüşler ortaya attılar. Ama burada bunlar içindeki iki grubun durumu şu şekilde tespit edilebilir. Yorumlarında İslâm’ı ve İslam tarihini esas alıp Batı’yı buna göre yorumlayanlar; bunlar İslamcı olarak bilinirler. Bunların içinde batıya kötümser gözle bakanlar, nisbi olarak iyimser bir gözle bakanlar, gerçekçi ve akılcı bir gözle bakanlar vardır. Batı’yı esas alıp İslam’ı buna göre değerlendiren ve yorumlayanlar. Bunlar Batıcı olarak bilinirler. Onlara asl olan Batı medeniyeti ve kültürüdür. Bu medeniyet ve kültür bir bütündür, onu bütün olarak almak zorunludur. Parçalanarak alınması yanlıştır. Batıcılara göre, Batı medeniyeti ve kültürü İslam’a ve İslam’dan kaynaklanan geleneklere ne kadar değer biçerse bunların değeri dolayısıyla toplumdaki yeri o kadardır. XX. asrın başında bu yorum devletin resmi görüşü ve ideolojisi haline geldiğinden ülkeyi yönetenler ve aydınlar bu yorum şeklini devlet gücüyle ve zorla uygulamaya başladılar, çıkarılan feryatlara kulak asmadılar, eleştiri ve itirazları bastırdılar, ama yok edemediler. Zaman zaman baskı altında tuttukları kesimlerin sesleri duyuldu, yaptıkları yeni yorumlar halk katında ilgi gördü gerçek muhalefet denilecek olan bu kesim sesini yükselttiği ölçüde Müslüman ve dindar kesim rahatlamış olacaktır.

    XIX. asrın ikinci yarısından itibaren ulema İslâm’ı yeniden yorumlamaya ihtiyaç duymuştur. Bu dönemde çeşitli İslam ülkelerinde bu arada Osmanlılarda ve Türkiye de bir takım yorumcular ortaya çıkmıştır. Bu yorumlara reform demekte bir sakınca yoksa da tecdid (yenilenme) ıslahat (düzeltme) deyimleri tercih edilmelidir. Zira reform kelimesi Türkiye de dini hareketler bakımından olumsuz çağrışımlara sebep olmaktadır. Said-i Nursi’nin başlattığı hareket tecdid ve ıslahat açısından önemlidir. Risale-i Nur’daki yeni yorumlar bu harekete varolma ve varlığını sürdürme imkanını vermiştir. Said-i Nursi’nin “içtihad kapısı açık ama oradan girmenin önünde engeller var” demesi önemlidir. Bilgili ve ehil alimler bu engelleri aşabilir. Bu engeller bir çıta gibidir. Bu çıta yüksektir herkes ondan aşamaz, onu aşmak için ciddi çalışmalara ihtiyaç vardır. Said-i Nursi’nin iman, ibadet, ahlak konularına ağırlık vermesi son derece isabetli olmuştur. Sürekli olarak kendini yeni yorumlarla güçlendirmeyen bir medeniyet, bir din zayıflamaya mahkumdur.