Köprü Anasayfa

İslam’ın Yeniden Yorumlanması

"Kış 2001" 73. Sayı

  • İslam’ın Yorumunda Bilgi Kaynaklarının Değeri ve İçtihadın İmkanı

    Veysel Kasar

    Kur’an, biz insanlara, Rabbimizin sonsuz hikmet ve rahmet eseri olan son kitabıdır. Allah, Zatını ve sıfatlarını bize Kur’an’la tanıtmıştır. İnsan nedir? Bu dünyaya niçin gönderilmiştir? Buradan nereye gitmektedir? gibi insan aklının içinden çıkması zor olan soruların, en mukni cevabı Kur’an’la verilmiştir. İnsanî bir hayatın hakiki prensipleri bu kitaptadır. Fıtratın kanunları ile tıpatıp uyuşan bu modelin ismi, İslam’dır. Allah’a teslim olmak manasını taşıyan İslam, bir anlamda, tabiatta hakim olan tekvini kanunlar ile Kur’an’da ifadesini bulan kelami şeriata uygun yaşamanın şeklidir.

    İslam dini vahye dayanır, bu sebeple ilahi ve semavi bir dindir. İnsanların karşılaşacağı her türlü meseleyi çözüp hükme bağlayacak zenginliğe sahiptir. Gelişen beşeri şartlarda, farklı tarih ve coğrafyalarda, değişen teknik ve teçhizat içerisinde ortaya çıkabilecek, ilk kaynaklarda bulunmayan durumları da kıyamete kadar çözmeye muktedirdir. Zira İslam, bu problemleri çözmede başvurulacak, usûl denen, genel prensipleri (metodoloji) koymuştur. Özünü Kur’an ve Sünnet’te bulan bu metodolojiye uyularak ortaya konan her mesele, yine ilahîlik ve semavilik vasfını taşır. Ancak, bu prensiplere müracaat edilmeden getirilen çözümler arzi ve beşeridir, semavi ve ilahi değildir.1

    Dinin İlk Temel Kaynağı Kur’an

    Allah’ın son din olarak gönderdiği İslam’ın anlaşılması ve yorumlanmasında temel iki kaynak vardır: Kur’an ve Sünnet. Kur’an bizim hayat rehberimizdir. Maddi ve manevi hayatımızı ilgilendiren her şey, ehl-i ihtisas sahibi tarafından anlaşılabilecek, kaide, öz ve çekirdekler halinde, Kur’an’da gösterilmiştir. Allah, bu Kitap’ta, “Hiçbir şeyi eksik bırakmadığını” ifade eder. (En’am, 38) Bu bir anayasanın, ferdî, içtimai, beynelmilel konularda temel esasları ortaya koymasına benzer. Anayasanın dili Türkçe olmasına rağmen her kanun için ayrı tüzük, yönetmelik, kanunlar çıkarılması gibi, Kur’an’ın temel esasları da belirli olmakla birlikte fıkıh, kelam, tefsir gibi bilimler bu prensiplerin açılımlarını gösterir.

    Diğer yandan insanların ilgilendikleri her mesele aynı açıklıkta yer almayabilir. Çünkü Kur’an Allah’la kul arasındaki kulluk ilişkilerini düzenleyen bir kitaptır. Bir mesele Allah ile kul arasındaki ilişkinin bir tarafını anlatması cihetiyle ve önem derecesine göre orada yer alır. O, beşeriyetin kendi aklı ile bulması mümkün meselelere yer vermekle birlikte, felsefe, tarih, edebiyat; ya da fen, fizik, kimya kitabı gibi görülemez.

    Kur’an, diğer şer’i delillerin esasıdır. O, kendisine hiç bir şekilde batılın bulaşmadığı gerçek bir hikmet kitabıdır. Kur’an’da önceki ümmetlerin bilgisi, sonrakilerin haberi, insanların arasındaki meselelerin de hükmü vardır.

    Kur’an’ın nüzulünün tamamlandığı 22 yılın ilk 12 yılında inen ayetlere Mekkî, sonraki 10 yılında inen ayetlere de Medenî denir. Mekkî ayetlerin indikleri dönemde Araplar katı bir putperest hayatı yaşamakta idi. Tatbiki hükümler, hak ve vazifeleri anlatan ayetler Mekke’de değil Medine’de nazil olmuştur. Bunun bir hikmeti, risalete muhatap olan çevredeki insanların ameli hükümleri görünce ürkütülmemesidir. Mekki sureler şeriatın temel prensiplerini ihtiva eder. Medeni surelerde ise bu külli kaideler tafsilata kavuşmuş ve takrir edilmiştir.2

    Kur’an ayetleri değişik üsluplara sahiptir. Lügatte, mevsuk, kuvvetli fesattan uzak anlamına gelen Muhkem, Kur’an ayetleri hakkında, ıstılahi olarak, “kastedilen manaları göstermeleri kesin, ibareleri ihtimal ve benzetmelerden uzak ifadeler” demektir. Emir ve nehiyleri anlamada bu ayetlere müracaat edilir. Çünkü muhkemin manasını açıklamada başka bir şeye müracaat gerekmez. Muhkemin karşılığı müteşabihtir. Bununla kastedilen de, “lafzından hedeflenen maksat, açıkça anlaşılmayan” ayetlerdir.

    Müteşabihlerin Kur’an’da varlık hikmetiyle ilgili alimler şunları söyler. Bu kavramlar maksadı anlamak için meşakkati gerektirir. Meşakkat de sevabı netice verir. Müteşabih lafızlar farklı mezheplerin ortaya çıkmasında amil olmuştur. Bu ayetler tevil ve tercih yollarını öğrenmeye, Arap dilinin inceliklerini araştırmaya sevk etmiştir. Müteşabih lafızlar halkın avamî kısmının vehim ve hayallerini okşayarak onlara mücerred hakikatleri anlatmaya vesile olmuştur. Allah’ın arşa istiva (hakim olması) etmesi, zihinlerdeki, bir padişahın saltanatına kurulmasına benzetilerek anlatılmıştır. Bu ilahî bir tenezzüldür. Allah kelamının beşer idraki ile çakışan noktalarda buluşmasıdır. Aksi halde ilahî kelamın idraki de imkansız olurdu.

    Hakikat ve mecaz da iki ayrı üsluptur. Hakikat, başka bir manaya nakledilmeksizin, vaz’edildiği manada kullanılan lafızdır. Mecaz ise, bir alaka sebebi ile vaz’edildiği manadan başka bir manada nakledilen lafızdır. Mecaz çok değişik şekillerde ifade edilmiştir. Bakara, 187’de geçen, “sizin için siyah iplikten beyaz ipliğin ayırdedileceği fecir vaktine kadar” ayetini ilk zamanlarda sahabeler gerçek anlamında kabul ederek yastıklarının yanına siyah ve beyaz birer iplik bırakırmış. Fakat bundan muradın, şafak vaktindeki siyahlık-beyazlık olduğu sonradan açıklanmıştır.

    Emir ve nehiy ifade eden kelimeler de Kur’an’da sıkça geçmektedir. Fıkıh usulü bilginleri hangi emrin farz, vacip ve ibaha ifade ettiğini tartışmışlardır.

    Kur’an’da, muhtelif manalardan birine kullanılması muhtemel olan müşterek lafızlar vardır. Mesela, Kur’an’da geçen ayn kelimesi, göz, güneş, altın, terazi, diz kapağı, çeşme manalarına gelir. Teşrii hüküm çıkarmada dikkat edilmesi açısından Kur’an’da var olan diğer lafız türlerini isimlerini zikretmekle yetinelim: Müşterek-müevvel; umum-husus; mutlak-mukayyed; mücmel-mübeyyen… Bu lafızları, Arapça’nın halk dilindeki kullanım şekline göre incelemeden, ayetlerin hakiki anlamlarına nüfuz etmek imkansızdır.

    Kur’an ve Sünnetin, dinin kaynağı olmalarında dikkate alınması zarurî bir husus da, ayet ve hadislerin vürud sebepleridir. Hangi ayetin, nerede, hangi hadise akabinde nazil olduğu; Hz. Peygamberin hadislerinin ne tür şartlar altında söylendiği, İslam fıkhında ciltler dolusu eserler ile anlatılmıştır. Bunları incelemeden, hadis ve ayetlerin görünüşü ve sadece meallerine bakarak hüküm çıkarmak mümkün değildir.

    Kur’an’ın İlk Elden Tefsiri: Sünnet

    Sünnet, Hz. Peygamberin yoludur. Bize intikal eden rivayetler ile ortaya çıkar. Onun sözü, fiili, ya da halleri Sünnetidir. Sünnet, rivayetin şekli açısından mütevatir ve mütevatir olmayan olarak iki kısımda incelenir. Mütevatir, yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan çok sayıdaki kimse tarafından rivayet edilip sübutu kesin, varlığının inkarı mümkün olmayan haberdir. Bunun en güzel örneği Kur’an-ı Kerim’dir. Binlerce Sahabe, Kur’an’ı Hz. Peygamberden (a.s.) işitmiş, ezberlemiş, onun vefatını takiben aradan zaman geçmeden, kitap haline getirilerek binlerce yazılı nüsha zamanımıza kadar ulaşmıştır. Bunlar kesin bilgi kaynakları arasındadır. Mütevatir hadisler azdır. Mütevatir olmayanlar ise, haber-i vahid olarak isimlendirilir ve çeşitli noktalardan, sahih, hasen (sahihlik ihtimali galip), zayıf olmak üzere üç kısımda ele alınır.

    Sünnete müracaat etmek Kur’an’ın emridir. Konuyla ilgili bir çok ayet-i kerime vardır. Bu ayetlerde Peygambere itaat Allah’a itaatle eş değerde tutulur, onun verdiği karara gönül rızası ile uymak imanın bir işareti kabul edilir.3 Çünkü sahih sünnet Kur’an’ın ifadesi ile vahye dayanmaktadır: “O hevasından konuşmaz, onun konuşması kendisine yapılan bir vahiy iledir”4 Sünnetin bir kısmı Kur’an’ı açıklar bir kısmı da yeni ahkam koyar. Namaz, hac gibi ibadetler sünnetle açıklığa kavuşmuştur. Sünneti dikkate almadan dini ahkamın bir çoğunu ne anlamak, ne uygulamak mümkündür. Sahabelerden günümüze kadarki bütün ehl-i sünnet alimleri “sünneti devre dışı bırakmanın İslam’ın temellerini sarsmaya yönelik bir gizli niyetten kaynaklandığı” noktasına dikkat çeker. İlk fikir babalığını Yahudi menşelilerin teşkil ettiği Şia hareketleri, hep hadise karşı çıkmıştır. Çünkü mütevatir olması sebebi ile Kur’an’a dil uzatmak ve onu gözden düşürmek mümkün değildir. Mesela, Kur’an-ı Kerim’in yorumunu istenen şekle dökebilmek için onun birinci tefsiri olan sünneti ortadan kaldırmaktır. İlk Mu’tezililer de “mütevatir hadisten başkasını tanımayız” diye yola çıkmıştır.5 Günümüzde bunun karşılığı, “Kur’an’daki saf İslam, Kur’an Müslümanlığı” ya da, “Mealcilik” olmuştur. Sözleri hakikati aksettiriyor gibi görünen bu akımların nihai hedefleri Sahabe, Tabiun ve Etbauttabiin’den oluşan Selef’e olan güvenleri kırıp dinin birinci kaynağı Kur’an’ı beşeri ve arzî yorumlara tabi tutarak, İslamiyeti seküler bir din haline getirmektir. Halbuki mütevatir bir hadiste, Peygamberimizden sonra yaşayan ve ümmetin büyük bir hüccet olarak kabul ettiği Sahabeler ve Tabiin dönemi zatları “en hayırlı nesil” olarak vasıflandırılmış, Kur’an da Sahabeleri onları övmüştür.6

    Sünnetin, söz, fiil ve hal gibi kısımları da, farz, vacip ve nafile olmak üzere üç ayrı hüküm halinde incelenir. Farz ve vacip olan sünnete uymak mecburidir, terkinde azap vardır. Fıkıh ve İlmihal kitaplarında bunların örnekleri görülebilir. Nafile sünnetlere uymak menduptur, terkinde azap ve ceza yoksa da, değiştirilmesi bid’a ve dalalettir, büyük hatadır.7

    Kur’an’ı ve İslam’ı anlamada önem sırasına göre Kitap ile Sünnet’i takip eden diğer deliller, “akli kaynaklar” olarak da incelenmiştir. Bunlar, İcma’ Kıyas ve İçtihad’dır.

    Mü’minlerin Ortak Görüşü: İcma’

    Kur’an ve Sünnet’ten sonra hüccet (dini bir delil) olmak bakımından nass’lardan sonra icma’ gelir. Fıkıh terimi olarak icma’, Hz. Peygamberden sonraki bir çağda ameli bir meselenin şer’i hükmü üzerinde, İslam müçtehidlerinin birleşmesidir. İslam alimleri icma’nın hüccet oluşunda ittifak etmişlerdir. Ancak, icma’ yapacak müçtehidlerin vasıflarında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Şiiler kendi müçtehid ve imamlarının icmaını, Müslümanların büyük çoğunluğu ise, alimler topluluğunun icma’ını hüccet kabul etmişlerdir. Sahabeler, hakkında nas bulunan konularda icma’ yapardı. Karşılaştıkları yeni konular üzerinde de içtihad ederlerdi. Müçtehid imamlar döneminde ise Ebu Hanife kendisinden önce yaşamış olan Kufe bilginlerinin icma ettikleri hususlara zıt hareket etmemeye gayret ederdi. İmam Malik Medine’lilerin icmaını hüccet sayardı. Fakihler Sahabelerin icma’ ettikleri konuları öğrenmek için çok büyük gayret sarf ederdi.

    Hz. Peygamberin, “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir,” ve “Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez” hadisleri ile8 “Kendisine doğru yol açıkça belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp mü’minlerin yolundan başkasına uyan kimseyi, yöneldiğine döndürürüz ve onu Cehenneme yaslandırırız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.”9 ayeti, icma’ın meşruiyetine delil gösterilmiştir. Zira bu ayette “mü’minlerin yolundan başkasına uymak, peygamberin yolundan ayrılmak” olarak anlatılmaktadır. Mü’minlerin yolundan başkasına uymak haram olunca, mü’minlerin yoluna uymak vacip olur.10

    Fakihlerin çoğunluğuna göre icma’ dini bir delildir. Nitekim Sahabeler de bir çok hususta icma’ etmişlerdir. Sahabeler, bir kadının üzerine halası ve teyzesinin nikahlanamayacağı konusunda icma’ yapmıştır. Bababir erkek ve kız kardeşlerin, öz kardeşler bulunmadıkları takdirde, onların yerine geçmeleri üzerine icma’ ettiler.

    İcma’ı kimler yapabilir? İcma’ yetkisi müçtehidlerindir. İyi bir müçtehid de fıkhi meseleleri, bunların delillerini ve hüküm çıkarma yollarını bilendir. Mu’teber icma bu sahada yetkili kimselerin yaptıkları icma’dır. İcma’ için yetkili bir kimsenin itiraz ettiği bir icma’, icma’ olmaktan çıkar. “Bu kaide dışıdır” denemez! Çünkü yetkilisinin görüşü ona iştirak etmemektedir. İcma’ın şer’i dayanağı konusunda alimler, değişik ihtimallere yer vermiştir. Bunlardan kuvvetli olanı, icma’ın kıyas deliline dayanarak şer’i bir hüviyet kazanmasıdır. Çünkü kıyas nass’lardan hareketle yapıldığına göre, nass’dan ayrı sayılmaz. Kıyas kendi başına hüccettir. Öyle ise ona dayanılarak yapılan icma’ da dini bir hüccettir.

    İslam’ın anlaşılması ve yorumlanmasında Sahabelerin görüşleri öncelik hakkına sahiptir. Fakihler, Sahabelerin fetvalarını Kur’an ve Sünnetten sonra üçüncü sırada yer alan şer’i birer hüccet olarak kabul etmişlerdir. Bunun akli ve nakli delilleri vardır. Nakli delil olarak Kur’an Sahabelerden Allah’ın razı olduğunu bildirmektedir. “Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ve onlara güzelce uyanlardan Allah razı olmuştur; onlar da O’ndan razı olmuşlardır.”11 Bu ayette, Rabbimiz Sahabelere uyanları övmektedir. Onların yolundan gitmek övülmeyi netice vermiştir. Görüşlerini delil olarak kabul etmek de bir tür onlara uymaktır.

    Sahabeler Allah’ın vahyi kendisine inen Hz. Peygamber (a.s)’a en yakın kimselerdi. Onların ihlas, sadakat ve dinin maksatlarını idrak derecelerine ulaşmak imkansızdır. Çünkü nassların inmiş olduğu şart ve durumları görmüşlerdi. Sahabelerin sözlerinin Hz. Peygamber’in bir sünneti olma ihtimali de vardır. Hz. Peygamberin açıkladığı hükümleri anlatırken ona nisbet etmiyorlardı. Görüşleri kıyas ve İçtihada dayansa bile uyulmaya daha layıktır. Çünkü Rasulüllah, “Ümmetimin en hayırlısı, benim gönderilmiş bulunduğum çağdakilerdir” buyurmuştur.12

    Akli Bir Metod Olarak Kıyas

    Kur’an hükümlerinin açıklanması ve İslam’ın yorumlanmasında kullanılan şer’i bir delil de Kıyas’tır. Fıkhi bir terim olarak kıyas, hakkında nas bulunmayan bir meselenin hükmünü, Kitap ve Sünnet nassı ile hükmü bilinen meseleye göre açıklamaktır. Başka bir tarif ile kıyas, hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet (sebep) dolayısıyla, hakkında nass bulunan meselenin hükmüne bağlamaktır.

    Buna göre müçtehid tarafından içtihad yapılarak çıkarılan hükümler, kıyas yoluyla Kitap ve Sünnete dayandırılmış olur. Çünkü şer’i hükümler ya doğrudan, ya da dolaylı olarak Kitap ve Sünnete dayandırılır. İslam hukukundaki kıyas insan aklının tabii olarak kabul ettiği bir gerçektir. Kur’an’da aklın eşitlik kanunu en güzel şekilde uygulanmıştır. Benzer şeylerin ayni hükmü aldıkları, benzemeyenlerin de ayrı hükümlere bağlı oldukları ifade edilmiştir.13 Bunun iki örneği şu ayetlerdir:

    “Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmazlar mı? Allah onları yere batırmıştır. Kafirler için de bu akıbetin benzeri vardır.”

    “Yoksa kötülük isteyenler, ölümlerinde ve hayatlarında kendilerini, iman edip yararlı işler işleyen kimselerle, bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!”14

    Hz. Peygamberin oğulluk edindiği Zeyd b. Harise’den boşanmış olan Zeyneb ile evlenişinin sebebi Kur’an’da şöyle açıklanmıştır: “Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu (Zeyneb’i) seninle evlendirdik ki, evlatlıkların eşleriyle ilgilerini kestiklerinde, onların bu eşleriyle evlenmeleri hususunda mü’minlere bir zorluk olmasın”15 Yine, Cenab-ı Hak, ganimetlerin fakir, yetim ve Hz. Peygamberin yakınları ve yolda kalmışlara dağıtılmasının hikmetini, servetlerin, zenginlerin ellerinde dolaşan bir sermaye olmasını engellemek olduğunu, İsrailoğullarına kendi zulümlerinden ötürü bazı helal rızıkların haram kılındığını, içki, kumar ve fal oklarının mü’minler arasında düşmanlık tohumlarını ekmesi sebebi ile haram ilan edildiklerini bildirmiştir.16 Bu ayetlerdeki hükümlerin sebeplerinin zikredilmesi, nassların ta’lili, yani kıyasın zaruretini göstermektedir. Öyle ise hakkında nass bulunmayan benzer hususlar, bu nasslara kıyas edilerek belirli hükümlere ulaşılabilir. Ayni misalleri Hz. Peygamberin hayatından örneklendiren fakihler, Kıyas’ın şer’i bir delil olmasını geniş geniş açıklamışlardır.

    Şer’i bir hüküm çıkarmada meşru ve ma’kul bir yol kabul edilen kıyas’ın bazı istisnaları vardır. Bunların ilki, taabbudi olan hükümlerdir. Akşam namazının üç rekat olması, haccın menasikinin şekli, sayısı, mesh üzerine meshetmek, Hz. Peygamberin—özel şartlara bağlı olarak gerçekleşen—evlilikleri… Akıl bu hükümlerin illetini (konuluş hikmetini) anlamamaktadır. Eğer hükmün manası akıl ile bilinemezse—teyemmüm ve namazın rekatlarının sayısı ve şekli gibi—bu kıyas konusu olamaz. Kur’an’da yer alan bu tür nasslara taabbudi hükümler denir. Bunlarda kıyas cereyan etmez. Çünkü kıyasın esası, hükmün illetinin bilinmesidir. Taabbudi hükümlerde ise illeti bilmenin—beşer gücü ile—imkanı yoktur.

    Kıyas’ta dikkat edilecek bir çok hususlar vardır. Bunların tamamını ele almak burada mümkün değildir. Ancak, konunun ciddiyet ve mesuliyetine temas etmek kabilinden bir kaçını zikretmekte fayda mülahaza ediyoruz.

    Kendisine kıyas yapılan bir nassdaki (asıl) hükmün, fer’a (diğer bir meseleye) tatbik edilebilmesi için hüküm şer’i ve ameli, manası akıl ile kavranılır olmalıdır. Mesela, içki, kumar, murdar hayvan eti ve başkasının malını yeme, aldatma ve rüşvet, haram kılınmıştır. Hüküm ve illetle ilgili çok değişik şartlar tespit edilmiştir. Bunlar göstermektedir ki, Kitap ve Sünnet’in nasih ile mensuh, hass ile ammını ve edebi yönlerini, eski ve yeni ilim ehlinin söylediklerini ve Arap dilinin inceliklerini bilmeden kıyas yapmak imkansızdır ve dinen de çok büyük mes’uliyeti gerektirir. Kıyas yapabilmek için hem metodoloji bilgisi, hem de günün konularının özellikleri (fer’) bilinmelidir.

    Kıyas yanında bazı fakihler tarafından Kur’an hükümleri ve İslam’ı yorumlamada kullanılan bir usul de İstihsan’dır. Hanefiler ve Malikiler tarafından kabul edilen İstihsan terim olarak, müçtehidin daha kuvvetli gördüğü bir husustan dolayı bir meselede, benzerlerinin hükmünden başka bir hükme yönelmesidir. İstihsanın esası hükmün, külli bir kaideye aykırı düşmesidir. Onun için öyle bir gerekçe olmalıdır ki, kaidenin dışına çıkmak, ona sarılmaktan şeriata daha yakın olsun! “Allah sizin için kolaylık murad eder; güçlük murad etmez” ayeti ile “Dininizin en hayırlısı, en kolay olanıdır” hadisi istihsanın meşruiyetine delil olarak ifade edilmiştir.17 Tabiplik sıfatı ve muayenenin zarureti sebebi ile doktorun kendine haram olan kadının uzvuna bakması istihsanen caiz görülmüştür. Hakikatte, kadının bütün vücudu mahremdir.

    Şer’i delil olarak Hanefi ve Maliki mezhebi imamlarınca nass bulunmayan yerde aslolarak kabul edilen bir mesele de örf’dür. Örf insanların muamelat bakımından sürekli bir şekilde yapageldikleri ve işlerinin düzgün gitmesini sağlayan şeydir. “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir”18 hadisi ile “Allah sizin için dinde bir güçlük kılmadı” ayeti buna işaret kabul edilir. Kat’i bir nassa aykırı olan örf şer’i delil kaynağı da kabul edilmez.

    Doğru bir İslam yorumuna ulaşmanın metodlarından birisi de mesalih-i mürsele’dir. Bu terim, İslam’ın gayelerine uygun olan ve hakkında muteber veya ortadan kaldırılmış olduğuna dair bir özel delil bulunmayan faydalardır. Şayet, bu maslahatlar hakkında bir delil varsa, bu Kıyas’ın konusuna girer. İlga edildiklerine dair (ortadan kaldırıldıklarını gösteren bir delil) varsa onlar batıl olup, kabul edilmesi, İslam’ın umumi gayesine aykırı düşer. Bu durumda mesalih-i mürsele ortadan kalkar. İstikra’ (tümevarım ve nasslarla sabittir ki, İslam hukukundaki bütün hükümler, insanların maslahatını (fayda ve gayesini) ön plana almıştır. İslam dinince muteber olan bu maslahatlar, dini, canı, aklı, malı, nesli korumak şeklinde özetlenmiştir.

    Maliki ile Hanbeli fıkhı usul kitaplarında yer alan bir delil de Zerayi’dir. Vesile anlamına gelen bu kelimeyi, haram ve helale vesile olan şeyler olarak anlamak da mümkündür. Harama vasıta olan haramdır; helale vesile olan da helaldir. Zina haramdır, zinaya vasıta teşkil eden fiiller ve haller de haramdır. Hacca gitmek farzdır. Hacca gidebilmek için insanın gayret sarfetmesi de farzdır. Bu delilde (zerayi’) esas olan, fiillerin sonucunu göz önüne almaktır. Bir fiil sonucu itibari ile hükme bağlanır. Kur’andaki, “Müşriklerin Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah’a sövmesinler”19 buyurularak putlara sövülmesi yasaklanmıştır. Halbuki putlar batıl mabudlar olduklarına göre onlara sövmek caizdir. Bundan maksat, putlara inananların da—yanlış olarak—Allah’a sövmesine sebep olmama hedefidir.

    Sedd-i Zerayi’ denen (Vesilelerin yolunu kapatmak) bu delil sünnette geniş uygulama örneklerine sahiptir. Hz. Peygamber savaş esnasında münafıkları “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor” kanaatinin yayılmasını önlemek için öldürtmemiştir. Yine savaş sırasında düşman saflarına iltihak edebilirler endişesi ile bazı hırsızların eli kesilmemiştir. Ölüm döşeğinde iken karısını boşayan bir adamın karısı mirastan mahrum bırakılmamıştır. Aksi halde, hanımı ile sürtüşmeli olan, çocuklarına fazla miras malı bırakmak isteyenler bunu adet haline getirebilirdi. Yine Hz. Peygamber kişinin sadaka olarak verdiği şeyi satın almasını yasaklamıştır. Bu, Allah yolunda verilen şeye göz koymak, veya hileli yollarla fakire verilen sadakayı ucuza geri ele geçirme gibi bir duruma vesile olabilirdi. Zerayi’in şer’i bir delil teşkil ettiğini gösteren bu uygulamaların hepsinde, fiiller sonuçlarına göre değerlendirilmiş, kişinin niyetine bakılmamıştır.

    Zerayi’ delilinde fayda (maslahat) olan hususların dereceleri vardır. Dinin birinci derecede takip ettiği gayeleri arasında yer alan, dinin, canın, malın, aklın, neslin korunması, zaruriyyat (mutlaka korunması gereken) şeylerdir. İslam dini bunların korunması için çok şiddet göstermiştir. Hatta hayatı tehlikeye düşen bir insan aslen murdar, ya da haram olana bir şeyi ölmeyecek kadar yeyip içmekle mükellef tutulmuştur. Dağ başında aç kalan adamın ölmeyecek kadar domuz eti veya ölmüş hayvan eti yemesi vaciptir.

    Maslahat (faydalar)’ın ikinci derecesi, haciyat (ihtiyaçlar)dır. Bunlar yukarda zikredilen beş esasın korunmasıyla ilgili olmayıp güçlüğü kaldırma veya bu beş esas için tedbir kabilindendir. Kolayca kullanılmasını önlemek için şarap satmanın yasak edilmesi, ihtikar (karaborsacılık) kasdıyla mal biriktirmek, çoğu sarhoşluk verenin azını içmenin yasak edilmesi de bu kabildendir.

    Maslahatla ilgili karıştırılan bir husus olarak burada, zaruret kavramından söz etmek yerinde olacaktır. Fıkıhta, “Zaruretler yasak olan şeyleri mübah kılar” prensibi kabul edilmiştir. Ancak, buradaki zaruretin ölçüsü nedir? Zaruret, zaruri maslahatı (faydayı) tehdit eden ve ancak başkasının hakkını zedelemeyen bir yasağı işlemekle savuşturulması mümkün olan bir durumda, o şahıs için bu yasağı işlemek vacip olan şeydir. Burada dikkat edilecek husus, zaruret var denilen yerde, başkasının hakkına tecavüz meydana gelmemeli veya İslam’ın, sabır edildiği takdirde, sevap alınacağını bildirdiği bir husus olmamalıdır. Murdar etin yenmesi durumunda olduğu gibi. Çünkü murdar et, zararlı olduğu için haram kılınmıştır. Fakat ölmek, bunları yemekten daha zararlı olduğu için bunların yenilmesi zaruret olmuştur. Bu ise büyük zararın küçük zararla defedilmesi, ehven (daha hafif) olan şerri tercihtir.20 Bunların yenilmesinden doğacak zarar, ölüm tehlikesiyle karşılaşmış olan aç kimseyi, ölümden kurtardığı için hafiflemekte, hatta zarar tamamen de gitmektedir. Konuyla ilgili, “Zararı defetmek, menfaati celbetmekten önce gelir”, “Genel zararı önlemek için özel zarara katlanılır” gibi Mecelle kaideleri de hatırlanabilir.

    Yanlış Anlaşılan Bir Terim: İçtihad

    Aslında içtihad sıralamada, icma’ ve kıyas’tan önce gelir. Kamuoyunda sıkça gündeme gelen bir kavram olan içtihad reform ile karıştırılmıştır. Reform, orijinali ve aslı bozulmuş olanı tamir etmek, düzene koymaktır. İslam’ın böyle bir sıkıntısı olmamıştır. Orijinal kaynaklar elimizdedir. Mesele, bunları anlamak, değişen zamana göre hayata tatbik etmekte düğümlenmektedir.

    İçtihad’la reform arasında ilişki kurmak farklı bir kıyastır. Bu, zıtların hayalde bir araya getirilmesine benzer. Ne yazık ki, İslamî bilimlerin tedvini ve bölümleri hakkında bilgi sahibi olmayanlar, dinin esasıyla ilgili olmayan konularda yapılan bazı yorum, verilen fetva ve yapılan içtihadları cehaletleri sebebi ile “dinde reform” diye sunabilmektedir. Özellikle İçtihada böyle bir rol izafe etmek, İslam’ın, ameli ve hukuki yanını ilgilendiren fer’i hükümlerini anlamak ve hayata tatbik etmek için teşekkül eden fıkıh ilminin esaslarından gafil olmak demektir.

    İçtihad, lügatte, maksadı aramak hususunda olanca gücü ile çabalamak demektir. Istılahta ise, bir müçtehidin, şer’i olan fer’i hükümleri tafsili delillerinden, kendisinde zan hasıl olacak şekilde çıkarabilmek için daha fazla araştırmaktan, acz hissedecek derecede gayret sarf etmesi demektir. Bu tariften içtihadda iki önemli unsur bulunduğu anlaşılmaktadır. 1- Hükümleri çıkarıp anlamakla ilgili içtihad, 2- Hükümleri tatbik etmekle ilgili içtihad. Alimlerin çoğunluğuna göre birinci türden içtihad zaman zaman kesintiye uğrayabilir. İkinci tür içtihadın her asırda bulunacağında ittifak vardır. İkinci gruba giren içtihad önceden çıkarılmış olan hükümlerin illetlerini yeni durumlara tatbik etmekten ibarettir.

    Şeriatın ibadet ve muamelatla ilgili hükümleri sınırlı, vak’alar ve hadiseler ise sınırsızdır. Bu sebeple mahdut prensip ve hükümleri sınırsız hadiselere tatbik edebilmek için içtihad ve kıyasın zaruriliği şüphe götürmez bir hakikattir. Binaenaleyh içtihad farz-ı kifayedir. Hakkında hüküm bulunmayan ilmi ve dini bir konuda ancak içtihad yaparak söz söylenebilir. Bununla birlikte içtihad bazı prensipler çerçevesinde cereyan eder. Öncelikle, hakkında nass bulunan bir konuda içtihad olamaz. “Dinin zaruriyatı” namaz, zekat, hac gibi kat’i hususlarda içtihad yapılmaz. Bu husus, Mecelle’nin 14. maddesinde, “Mevrid-i nass’da içtihada mesağ yoktur” şeklinde ifade edilmiştir. Bu sebeple, ancak hakkında kat’i bir nass bulunmayan şer’i meselelerde içtihad söz konusu olabilir.

    Müçtehidlerin bilmesi gereken hususlardan bir kısmını şöyle özetlemek mümkündür:

    1- Kur’an’ın nazil olduğu dil olan Arapça’yı bilmelidir. Kur’an lafızlarının özellikleri ancak Arapça’nın inceliklerine nüfuzla öğrenilebilir.

    2- Kur’an ilmine sahip olmalıdır. Kur’an’da 500 kadar ahkam ayeti bulunmaktadır. Müçtehid bunların tamamını lafzi özellikleri ile birlikte bilmelidir.

    3- Sünneti bilmelidir. Sünnet de kavli, fiili ve takriri olmak üzere üç kısımdır. Kur’an ayetlerinde olduğu gibi sünnetin de değişik lafzi özellikleri bulunmaktadır, amm-hass, nasih-mensuh gibi özellikleri bilinmelidir.

    4- Üzerinde icma’ ve ittifak edilen konuları bilmelidir.

    5- Kıyas’ın, bütün özelliklerine vakıf olmalıdır.

    6- Hükümlerin hangi maksatlar için verildiklerini bilmelidir. Kur’an ve Hz. Muhammed (a.s.m) alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bu umumi rahmet içinde emirlerin zaruriyat, haciyat, tahsiniyat olmak üzere üç ayrı kısmı vardır. Mesela, İslam’da güçlük ve sıkıntının kaldırılması, zorluk değil, kolaylığın tercih edilmesi, rahmetin icabıdır. Kur’an’ın teklif ettiği meşakkatler devamlı şekilde yapılması mümkün olan şeylerdir. Sürekli olarak yapılması mümkün olmayanlar daha büyük zararları defetmek amacına yöneliktir. Yeryüzündeki fesadı ortadan kaldırmak için cihadın farz kılınması gibi.

    7- Doğru anlayış ve takdir gücüne sahip olmak. Bu anlayış ve ölçü de ‘Mantık’ gibi alet ilimler ile kazanılabilir.

    8- İyi niyetli ve sağlam itikad sahibi olmak. Halis niyet, kalbi iman nuru ile aydınlatır. İlmî gerçeklerden başka tarafa meyl ettirmez.21

    İçtihad’la İlgili İtiraz Noktaları

    İçtihad’ın dini bir hüccet olduğunu ifade ettik. Ancak günümüzde, dinin zaruri olarak bilinmesi gerekli hususlarında büyük bir ihmal söz konusudur. Mesela, gençlerimizin, Allah’a iman konusunda bir çok tereddüt ve istifhamları vardır. İlim yuvası olarak bildiğimiz üniversitelerde Allah’a iman etmekte tereddüt içinde olanların yüzdesi az değildir. (Basında çıkan bir ankette yüzde 40 civarında olduğu ifade edilmişti.) İçtihadi konular ihtilaflıdır ve dinin aslıyla ilgili değildir. Şeriatın yüzde doksan dokuzu herkesin kabul ettiği ve dinin zaruri hususlarından meydana gelir. (Müsellemat-ı dini zaruriyat-ı diniye)—Said Nursi’nin ifadesi ile—bunlar elmas birer sütun gibidir. İçtihada bakan ihtilaflı, fer’i konular ise yüzde on civarındadır. “Doksan elmas sütunu on altının sahibi kesesine koyamaz. Ona tabi kılamaz. Elmasların madeni Kur’an ve hadistir.”22 Bunun manası, on altın için doksan elmastan sarf-ı nazar etmemek gerektiğidir. İnsanların nazari ve ihtilaflı meselelerden daha çok, dinin esas unsurlarını öğrenmeye ihtiyacı vardır. Çünkü çoğunluk ihtilafların inceliklerine tam vakıf olamadığı için, farklı birbirine zıt konuları düşünürken, bilgisizlik sebebi ile dinin kudsiyet ve azameti hakkındaki düşüncesi de yıkılır. Bu sebeple asıl üzerinde durulması gereken hususlar, dinin esaslarıdır. Vakıa bu olmakla birlikte, zaman zaman dinin fer’i konularındaki içtihad tartışmaları asıl bilinmesi ve öğretilmesi gereken zaruriyatı arka plana itmektedir. Üstelik, bu tür içtihad hevesiyle ortaya çıkanların bir kısmı da dinin içinden değil, din hakkında dışardan söz söyleme cür’etini gösterenlerdir. Bu sebeple İslam’ın bazı şeairini değiştirmeye yönelik içtihadlar, içtihad değil birer hıyanettir. Namazda meal okumak, ezanın Arapça aslı yerine terceme kelimelerle okutulması, tesettürün kaldırılması yönündeki teklifler buna örnek olarak verilebilir.

    İlmi zihniyet gereği, İslami bir bilgi kaynağı olarak canlı ve faal bir kurum olması gereken içtihad’ın, bazı kötü niyetli insanların elinde İslam’ın asıl gövdesini çürütmeye yönelik bir mecraya kaydırıldığını fark eden Bediüzzaman Said Nursi, konuyla ilgili, “haddini bilmeyenin haddini bildirmek” için kaleme aldığı bir eserde, “içtihad kapısının açık olduğunu, fakat şu zamanda oraya girmek” için bazı manialar bulunduğunu söyler. Bunların bir kısmını mana itibari ile hülasa etmeye çalışalım:

    1- İslam büyük bir saray gibidir. Kur’an’ın kabul etmediği bir çok kötülük asrımızda Müslümanlar arasında sür’atle yaygınlık kazanmıştır. Şiddetli bir fırtınayı andıran münkeratın (İslam’a zıt olan her tür adet, yaşantı ve fikirlerin) hücumu sırasında, değil kapıları açmak, pencereleri bile sıkı sıkıya kapatmak gerekir. Çünkü tahripçiler fırsat kollamaktadır!

    2- Dinin asıl konuları ihmale uğrarken, nefsani arzuları tatmine yönelik teferruat bazı meselelerde içtihad yapmak, yeni bid’alar çıkarıp İslam’a hıyanet etmektir. Çünkü İslamî şeairi değiştirmeye niyet edenlerin senet ve delili—her fena şeyde olduğu gibi—Avrupa’yı körü körüne taklit etmektir. Yanlış metodla doğruya varılamaz. İslam’ın zaruri hükümlerini bile uygulamayan bu tür insanların istedikleri içtihad ve çıkarmaya çalıştıkları kolaylıklar, dinde laubaliliktir. Laubaliler ise ruhsatla okşanılmaz, azimetle, şiddetle ikaz edilir!

    Burada, ancak dini bir basiretle fark edilecek bir durum da, “içtihada arzulu” kimselerin dinle ilgisidir. Acaba herhangi bir konuda içtihada gayret gösteren bu insanlar, dinin zaruri emirlerini harfiyyen yerine getiriyorlar mı? Tam bir takva ile mi hareket ediyor, yoksa ahiret hayatını dünyaya tercih ederek, ruhsatları genişletmeye mi çalışıyorlar? Şayet, bu kişilerin takvası, dini tekamülü, ahireti tercih ve Allah rızasına yakınlıkları ile ilgili verilecek cevap, müspet değil ise, bu içtihad, dinin dışından birisinin dinin surlarında gedik açmaya çalışmasıdır. Bediüzzaman, bu kimsenin yaptığı işi, ağacın gövdesini içinden gelen kuvvet yerine, dıştan zorlamalar ile büyütmeye gayret eden adama benzetir. Evet, her cisimde gelişme meyli vardır. Fakat bu meyil içten gelirse faydalıdır. Dıştan olursa, canlının tahribini netice verir.23

    3- Şu zamanda çoğunluk için mergup olan meta’ siyaset ve dünyevi hayatın teminidir. Büyük müçtehid imamlar, Tabiin ve Sahabeler döneminde ise, ilim ehli gibi bütün insanların hedefi, “Arz ve semavat Halıkının emir ve yasaklarını” kelamından öğrenmekti. Toplumun sohbetleri bu minval üzere cereyan ettiği için içtihada kabiliyetli olanlar ortamdan çok istifade ederdi. Günümüzde ise, Batı medeniyetinin manevi baskısı, materyalizmin musallat olması, toplum hayatının ağırlaşması ile fikirler ve kalpler gibi, insanların gayretleri de dağılmıştır. Dört yaşında Kur’an’ı ezberleyen Süfyan ibni Uyeyne, on yaşında fetva verecek seviyeye gelirken, günümüzde bir talebenin ayni noktaya ulaşması için yüz sene tahsil görmesi gerekir. Çünkü zamanımızda, zihinler felsefede boğulmuş, akıllar siyasete dalmış, kalb dünya hayatında sersem olmuş ve içtihaddan uzaklaşmıştır. Zikredilen psiko-sosyal çevre faktörü çok büyük önem arz etmektedir. Günümüzdeki bir alim kendini Asr-ı Saadete yakın dönemdeki kimselere (selef alimleri) benzetip, “Ben de zekiyim; onlar gibi içtihad yaparım” diyemez.24 Ferdi olarak içtihadda iddialı alimlerin bu risklerden kendini kurtarması fevkalade zordur. Özellikle, dünya nimetlerinden istifadeyi artırmak, siyaset cereyanlarına kuvvet vermeye yönelik “içtihadlar”ın şer’i değil, arzi ve beşeri özellikler taşıyacağı açıktır.

    Bediüzzaman bir başka eserinde, ferdin yaptığı içtihadın ancak kendisini bağlayacağını ifade ederek, bunu başkaları için dini bir delil olarak takdim edemeyeceğini söyler. Bu ihtiyacın giderilmesi için, dini emirleri tanzim ve uygulamak, manevi anarşiliği ortadan kaldırmak için tam bir fikir hürriyeti içinde çalışan muhakkik alimlerden bir heyetin bulunması gerektiğini söyler. Böyle bir heyetin ümmetin ve alimler çoğunluğunun itimadını kazanmış kimseler olması gerekir. Bu heyetten çıkan hüküm, icma’ kuvvetini de kazanarak şer’i bir düstur (prensip) olabilir ve herkese tamim edilebilir.25

    Şeriat semavidir. Onun örtülü hükümlerini ortaya çıkaran içtihadın da semavi olması gerekir. Semavilikten kasd, yapılan içtihadın içine, Allah rızasını aramaktan başka her hangi bir dünyevi kaygının karışmamış olmasıdır. Günümüz içtihadları Ona göre üç noktadan semavi değil arzi özellikler göstermektedir. Bunları Bediüzzaman’ın eserinden tafsili bir iktibasla ele alalım:

    a- Bir hükmün illeti ayrıdır, hikmeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat tercihe sebeptir, icaba (vacip kılınmaya ) hükmün vücuduna sebep değildir. İllet ise hükmün vücuduna sebeptir.

    Hüküm, ameli, fer’i ve şer’i bir konuda, Şariin, (Şeriat koyucunun) mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabından ibarettir. Şariin hitabından maksat, Allah tarafından fiillere verilen haram, helal, farz, vacip gibi değerlerdir. Haram, bir işin kesin olarak yapılmamasını; farz da kesin olarak yapılmasını gerektirir. Namaz, zekat, oruç, hacc farz bir hükme konudur. Yetim malı, domuz eti, sarhoşluk veren meşrubat ise haramın konusudur. Bunlara teklifi hükümler denir. Vacip, mendup, mekruh ve mübah teklifi hükmün kısımlarındandır.

    Bir işin yapılması ya da yapılmamasını her hangi bir şarta bağlayan hükümlere de vaz’i hüküm denir. Orucun Ramazan hilalinin görülmesine bağlanması gibi. Namaz kılmakta abdestin, nikahın geçerli olmasında şahidin, miras için varisin hayatta olması gerekmesi, namaz için kıbleye dönülmesinin şart olması gibi hükümler de buna girer.

    Hikmet,—Şari’ tarafından—bir hükmün verilmesinde gözle görülür bir menfaatin sağlanması veya zararın defedilmesidir. Şari’ emir veya nehyederken bunları kasdetmiş olmalıdır. Hikmet hükmün verilmesinde asıl sebep değildir.

    İllet ise, açık ve belirli bir vasıftır, her zaman olmasa da, çoğu hallerde hikmet bu vasıfta gerçekleşir. Bir akar’a ortak olmak, o akar’da şüf’a hakkına sahip olmanın illetini teşkil eder. Şüf’a hakkının hikmeti, ortaklar arasına yabancının girmesinden doğacak olan zararı defetmek, sürekli anlaşmazlıkları önlemektir. Şari’ bu muhtemel zarar ve sıkıntıyı önlemek için şüf’a hakkını kabul etmiştir. Bu zarar ve sıkıntı doğabileceği gibi doğmayabilir de. Bunun için hüküm buna değil, başka bir şeye dayanmalıdır. Bu da ortaklıktır. Bu şüf’a hakkının illetidir. Bu zahir (açık) bir vasıftır, bu açık vasıfta, hikmette zikredilen durumlar her zaman görülmeyebilir de. Bu sebeple fakihler illeti bazı şartlara bağlamışlardır.

    İllet, açık ve bir şeyi ispat etmek için elverişli olmalıdır. Nesebin sübutu için illet, karı-kocalık bağının bulunması veya ikrardır. Küçüklük mal üzerinde diğerinin velayet hakkının illetidir. Bunlar zahir vasıftır. İlletin bir diğer vasfı da belirliliktir. Sarhoş etme hamr’ın haram kılınışının illetidir. Çünkü hamr, normal olarak sarhoş edici olup onun bu vasfı değişmez. Yukarıdaki örnekte, şüf’a hakkının illeti, ortaklıktır. Şüf’a hakkı, (hükmünün varlığı) yeni komşudan gelmesi muhtemel zarara bağlanamaz. Bu zarar gelmeyebilir. Bu zarar mazbut (belirli) bir şey değildir. Konuyla ilgili bir başka misal: Yolculukta namazın kısa tutulmasının illeti seferdir. Hikmeti ise meşakkattir. Meşakkat ve sıkıntı olmasa da namaz kısa tutulur. Çünkü Şari’ hükümleri hikmetlere değil, hikmetleri de gerçekleştirecek olan illetlere bağlamıştır.26 Günümüz insanı hükümlere hikmet ve illetin yerlerini değiştirmek suretiyle bakıyor. Bu da, içtihadın semavilik vasfını kaybetmesine sebeptir.

    b- Günümüzde insanlar dünya saadetini birinci hedef olarak kabul etmiştir. Hükümleri de ona yöneltiyor. Şeriatın nazarı ise, evvela ve bizzat uhrevi hayata bakar. Dünya saadetine, ahiretin vesilesi olması yönüyle ve ikinci derecede önem verir. Demek ki şu zamanın bakışı şeriatın ruhuna yabanidir. Öyle ise şeriat namına içtihad edemez.

    c- Bediüzzaman’a göre ‘yanlış zaruret anlayışı’ da içtihadları arzileştiren bir durumdur. “Zaruret haramı helal derecesine getirir” prensibi umumi değildir. Zaruret, eğer haram yolu ile olmamışsa, haramı helal etmeye sebeptir. Su-i ihtiyarla, gayr-i meşru’ sebeplerle zaruret olmuşsa, haramı helal etmez; ruhsatlı hükümlere vesile ve özür teşkil edemez. Mesela, içkiyle sarhoş olan adamın yaptığı işler aleyhine cereyan eder. Sarhoşken karısını boşasa, geçerlidir; bir çeke imza atsa, parayı öder; birisini öldürse, ceza görür. İçkiye müptela olan bu adam, “içki içmeyince düşünemiyorum, zaruret var içmem lazım” diyemez.

    Yanlış zaruret ve ruhsat anlayışı, “dünyevi saadeti hayatın gayesi yapan” Batı medeniyetinin, ruhlarımıza sinmesi sonucudur. Yani, ahiret ve imanı elmas olarak bilen birçok Müslüman, adi birer şişe hükmündeki dünyevi işleri dine tercih etmektedir. Halbuki, küçük bir ihtiyaç ve nefsani dünyevi bir heves, tamah, hafif bir korku, haramı helal haline getiremez. Bu tür saiklerin sevkettiği ruhsat anlayışı ahmakçasına bir cehalet ve hasarettir. Sahibini tokata müstehak eder.27

    Batı medeniyeti, insanın asli ihtiyaçları olan yemek-içmek, evlenmek, barınmak, giyinmek gibi sayılı ihtiyaçlarını dörtten yirmiye çıkarmıştır. Tüketimi körüklemekle insanları tiryaki haline getirmiş, görenekle zaruri olmayanlar da zaruri gibi anlaşılır olmuştur. “Haram ve gayr-i meşru zaruret anlayışına” Bediüzzaman’ın verdiği bir misal de kendisiyle ilgilidir:

    “Kırk sene evvel bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları hatta hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler ki, ‘Biz şimdi mecburuz, ‘Zaruretler mahzurları mübah kılar’ kaidesiyle Avrupa’nın bazı usullerini, medeniyetinin icaplarını taklide mecburuz.’ Ben de dedim: ‘Çok aldanmışsınız. Zaruret su-i ihtiyardan gelse kat’iyyen doğru değildir, haramı helal etmez. Ekmek yemek, yaşamak gibi zaruri ihtiyaçlar haricinde, başka hangi zaruretler var! Gayr-i meşru, su-i ihtiyar ve haram muamelelerden çıkan hareketler haramı helal etmeye vesile olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuşsa, mutlak zaruret olmadığı ve su-i ihtiyardan geldiği için haramı helal etmeye sebep olamaz.”28

    Zaruret, dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeğe mecbur kalmaktır. Bazı fıkıhçılar da bunun ölçüsünü, haramın yapılmaması halinde insanın öleceği veya ölüme yaklaşacağı bir durumun bulunması ile kayıt altına almışlardır.29 Bu da geçici olarak verilen bir ruhsattır. Halbuki bu asır, insanın yaşamak damarına “zaruret fikrini” öyle şırınga etmiş ki, bazen sıradan dünyevi bir zarar bile “zaruret” kılıfına bürünebilmektedir. Bu ise elması şişeye tercih etmektir. Mü’minlerin bu yanlışa sürüklenme sebepleri israf, iktisatsızlık, kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla fakirlik ve geçim sıkıntısının artmasıdır. Bu menfilikler insanlığın “Yaşamak ve hayatı muhafaza” etmek damarını ciddi şekilde yaralamıştır. Dalalet ehlinin sürekli dünyaya dikkatleri çekmesiyle ehl-i din, küçük menfaatler için büyük, dini bir meseleyi feda etmeyi göze alabilmektedir.30 Bediüzzaman, Ahir zaman fitnesinde ‘açlığın ehemmiyetli rol oynayacağına’ dair rivayetleri de bu çerçevede değerlendirir. Maişet sıkıntısı dini endişeleri ikinci, üçüncü derecelere atmaktadır. Yaşamak damarı, yüksek dini hisleri bir derece susturarak, dalalet ehline yardım etmektedir!31

    Zaruretin bir başka yönü, kötü niyetten ve meşru’ olmayan meyilden kaynaklanan sebepler ile İslam alametlerine (şeair) yönelik “zaruret” kılıflarıdır. “Kur’an ve ezanı tercemesi ile okuyalım ki, ne dediğini anlayalım” gibi mazeretler bazen gündeme gelir. Bu da çok ciddi arızalar taşıyan bir fikirdir.

    Öncelikle şunu ifade edelim. İslam’ın işaretleri olan şeair çok değişiktir. Bazısı farzdır, namaz gibi. Kimi kurban gibi vaciptir. Bazıları da sünnettir. Ezan okumak, selam vermek vb. Şeair bütün Müslümanların asırlarca devam ettirdikleri bir gerçektir. Bu sebeple üzerinde Hz. Peygamberden (a.s.m.) günümüze kadar bütün Müslümanların hakkı vardır. Onlara ilişmek umumun hakkına tecavüzdür. Şeairin sünnetten olan en küçüğü bile, şahsi farzlardan daha ehemmiyetlidir.

    Şeairin yaşatılması farz-ı kifayedir. Şeair umumun hakkı türünden cemiyete ait bir kulluk vazifesidir. Birisinin yapmasıyla o cemiyetin tamamı istifade ettiği gibi, terkedilmesiyle de herkes mesul duruma düşer. Bu ehemmiyetten dolayıdır ki, farz ibadetlerde olduğu gibi şeairde gizlemek yerine açıktan yapmak daha faziletlidir. Bunlara riya girmez ve herkese ilan edilir. Çünkü, şeairin gösterilmesi, mü’minlere manevi kuvvet verir, inkarcıların moralini bozar. Şeairin ilanı, İslam’ın manen tebliğidir; İman ve Kur’an’ın gerçekliğini insanlara duyurmak, göstermektir.32 Onlar üzerinde asr-ı saadetten şimdiye kadarki bütün Müslümanların hakkı vardır. Müslümanları şeairden koparmaya çalışanların da cinayetleri o nisbette büyüktür.33

    Şeaire saldıranlar hakkında Müslümanların bazen dehşetli hatalara düştükleri görülür. Bediüzzaman bu durumu, “asrın acip bir hassası” olarak tespit eder. Müslümanların olağanüstü derecede saflığı yüzünden, “dehşetli cani ve binlerce insanın hakkını mahveden adamlardan”, bir tek iyilik görünce, kötülüklerini unutarak onlara taraftarlık gösterdiğini belirtir. Bu ekall-i kalil olan sapık ve azgın kişilerin, safdil taraftar kitlenin marifeti(!) ile, haklı çoğunluğa tahakküm etmesini netice vermektedir. Halbuki, bir insan yalnız kendine yapılan kötülükleri affedebilir. Başkalarının, özellikle umumun hakkından fedakarlık edemez. Aksi halde zulme şerik olmuş olur.34

    Bu türden dehşetli zulümlerden birisi Kur’an ve ezanın aslı yerine tercemesinin okutulmak istenmesidir. Bunlar İslamî şeairin en büyük ve mukaddes olanlarıdır. Sübhanellah, Elhamdülillah gibi câmi kelimeler, selamın lafızları, besmele, Maşaallah, Barekallah gibi hayret ve takdir ifadelerinden, takva, tevekkül gibi kelimelere kadar bir çok şey, İslam işaretlerine (şeair) girer. Minareler, mezar taşları, medreseler, çeşmelerdeki kitabeler de, bu manada birer İslam nişanıdır. Bize Allah’ı, Kur’an’ı, İslamiyet gerçeğini hatırlatır. Müslüman isimleri, güzel Türkçe’mize yerleşen bazı deyimler, atasözleri içinde erimiş olan bazı vecizeler de buna dahil edilebilir…

    Memleketimizin içinden geçtiği fetret dönemlerinde Kur’an ve ezanın tercümesi sıkça gündeme gelir. Oysa, bunun hiçbir zaruret ve gerekçe ile bağdaşır yanı yoktur. Namazlarda okuduğumuz sureler ve ezandaki Kur’ani lafızlar, zarf oldukları mana ve kavramlara cansız birer elbise değil, insan vücudunu kuşatan, canlı cildi gibidirler. Elbise değiştirilir. Fakat cilt değişmez. Namaz ve ezandaki kelimeler de örfi manalarına birer alem ve nam olmuştur. Bu alemlerde sadece aklın değil, insandaki değişik latifelerin hisse, ders ve feyizleri bulunur. İnsandaki o latifelerin akıl gibi öğrenmeye değil, tekrar etmeye ihtiyacı vardır. Sürekli birer kaynak olan İlahi lafızların değişmesi ile o duyguların da hissesi kaybolur.

    Bir başka husus, o mukaddes kelimelerin her birine,—ayet ve hadislerde—ondan yüz misline kadar verileceği bildirilen sevaplar da yok olur. Çünkü insanların terceme şeklindeki tabirleri ruha ulviyet değil, zulmet verir. Öyle ise bunların şer’an değiştirilmesi mümkün değildir. Bu kelimelerin kısa meallerini öğrenmek herkes için çok kolaydır. Ömrünü İslamiyetle geçiren bir kişi kafasına ne kadar malayani kelimeler doldurmaktadır! Halbuki ebedi hayatın anahtarı olan bu kelimelerin manalarını bir iki haftada tamamen öğrenmek mümkündür. Manasını bir defa tekrar etse yeterli olur.35 Demek ki, “manasını anlamak” gerekçesi, bir zaruret değildir. Bu gerekçe ile terceme üzerine yapılacak bir içtihadın, dinin kudsiyetiyle te’lif edilecek bir yanı yoktur.

    Bir başka açıdan, Kur’anî lafızların tercemesi, ilahi kelamın camiiyeti sebebi ile de imkansızdır. Bir kelamın, her bir harfi, bazen bir sükun ve hareke bile bir çok manalar ifade eder. Herbir muhataba ayrı ayrı hissesini verir. “Dağları da (zemine) birer kazık yaptık” (Nebe’, 78/7) ayetinde, ami bir insan, şair, edib, coğrafyacı, sosyoloji ilmine aşina bir feylesof ve yerbilimcisinin ayrı birer hissesi vardır. Çünkü Kur’an ezeli bir hutbedir. Asırlar üzerindeki değişik insan tabakalarına birden hitap eder. Ayetlerde herkesin kendi derecesine göre anlayabileceği bir işareti, manası vardır. 20-30 ciltler halinde yazılan tefsirler bunun ispatıdır. Kur’an bu özelliği ile müçtehid imamların olduğu gibi, mürşidlerin, mutasavvıfların, muhakkik alimlerin de en zengin bir kaynağıdır.36 Tercemeyi imkansız kılan bir başka özellik, Kur’an’ın cüz’ünde küllünün görünebilmesidir. Bir kelime, bir sureye, hatta Kur’an’ın tamamına ayine olabilmektedir. Kur’andaki dört temel esas olan tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ubudiyet gibi asıl hedeflerin Kur’an’ın herbir kelimesine yerleştirildiğini Bediüzzaman, bir çok örnekleri ile İşaratü’l-İ’caz tefsirinde göstermektedir.37 Beşerin eserinde ise küllün özelliklerini cüz’de göstermek imkansızdır…

    Kur’an ve İçtihad’da Heyet Çalışmaları

    Bediüzzaman ümmetin dini hükümlerde gösterdiği dağınıklık, ihmal ve lakaydlığın bir sebebi olarak Kur’an’a yönelik yanlış bir bakıştan söz eder. Öncelikle, Kur’an ve Kur’an’ın tefsiri olan sünnetin yüzde doksanı zaruri ve nasslar ile belirli hususlardır. İhtilaflı konular ise yüzde ondur. Kıymetçe ihtilaflı meseleler ile diğerleri arasında büyük fark vardır.—Başta da zikrettiğimiz gibi—İhtilaflı meseleler altın ise, ittifak edilenler elmastır; yüz elmas on altının himayesine verilmez. Sürekli ihtilaflı konulara dikkati çekmek, asıl konuları ümmetin gündeminden uzaklaştırmaktadır. Yüzde onluk bir grup, yüzde 90’ı unutmaya sebep olmaktadır. Bu ise, hak mezhepler ve farklı meşrepler arasında taassubu netice verir. Taassub hakikati göstermez, perdeler. Hele, ilmi konuda taassubun dehşetini açıklamaya bile gerek yoktur. Bu hastalık, aklın cerbeze yapmasına da sebeptir. Cerbeze ise hakkı batıl, batılı hak gösterecek kadar insanı şaşırtır.

    Öte yandan, “Şeriat kitapları”nın şeffaf bir ayna gibi, içinde Kur’an ve sünneti göstermesi gerekir. İnsanların çoğunluğunu dini amele sevkeden, eserde kullanılan akli bürhan ve delilden çok, kaynağın kudsiyetidir. Müçtehidlerin eserleri okunurken, okuyucu eline aldığı kitapta Kur’an’ı görmeli; müçtehidin kendi dehası yerine, Kur’an ve Sünnetin kudsiyeti ile karşılaşmalıdır. Mesela, İbn-i Hacer’in eserine bakan, “İbn-i Hacer ne demiş?” değil, “İbn-i Hacer Allah’ın emrinden ne anlamış?” gözüyle bakmalıdır. Bediüzzaman bu konuda İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin Fıkh-ı Ekber’i ile Ahmed İbn. Hanbel’in Muvatta’ isimli eserini örnek gösterir. Konuyla ilgili bu iki eserin muhteva ve te’lif şekilleri incelenmeye değerdir.

    Bu hususun pratik faydası şudur: Özellikle dinin zaruriyat kısmında doğrudan Kur’an ayetlerinin görünmesi, o emri veren Zatı hatıra getirir. Okuyucu ilahi bir huzur atmosferine girer. Kudsi atmosfer, zihni, emre yapışmaya, vicdanı harekete sevkeder. Böylece kalbde hassasiyet oluşur. Böyle bir usulün İslamî eserlerde uygulanması zamana ihtiyaç gösterir. Geçmiş eserlerin tedrici bir şekilde ele alınma zarureti vardır. Bu ancak kuvvetli, ehil, ilmi selahiyete sahip heyetlerce yapılabilir.

    Bir yolu da, tehlikeli, insafsız ve zalimane bir usulle, müçtehidlerin haklı ve layık oldukları hürmet ve güveni tenkitle kırıp o perdeyi kaldırmaktır. Geçmişi tenkit, neden insafsız ve zalimanedir? Çünkü imamların hatası ilan edilirse avam, içtihadî olan hatalı görüşlerle, ittifak edilen yüzde 90 arasında yanlış bir irtibat kurarak, dinin kudsiyeti hakkında şüpheye düşer. Halk tabakası, ihtilaflılarla ittifak edilenler arasındaki inceliği bilmeyebilir. Bu usul geçmiş büyükler hakkında su-i zan ve tarafgirlik hissini uyandırır. Kalblerin birliğini, karşılıklı sevgi ve dayanışmayı öldürür. Günümüzün bazı ilahiyatçılar tarafından yapılan budur. Oysa, geçmiş büyük imamların otoritelerini sarsmak suretiyle Kur’an’a ulaşmak, o zatlara karşı büyük bir haksızlıktır. Müslümanların birlik noktalarını pekiştirmeye ihtiyaçları vardır. Teferruattaki farklı anlama tarzları ve farklılık, ittihadı sarsmamalıdır. Allah için sevgi hakim olursa, hakikat aşkı hareketlere hakim olur, ihtilaflar da doğru mecraya girer. Bu gaye unutulunca eneler zihinlere döner ve fasit dairede kalır.38

    Geçmiş alimlerin sebep oldukları perdenin ortadan kaldırılmasının bir yolu da tarikat ehlinin yaptıkları gibi o perdenin üstüne çıkarak Kur’an’ göstermek, Kur’an’ın halis malını yalnız Kur’an’dan istemektir. Bir Şeriat aliminin verdiği vaaza göre tarikat ehlinin vaazındaki cazibe ve tatlılığın sebebi de budur. Yerleşmiş bir kaidedir ki, insanların bir şeye gösterdiği teveccüh, çoğunlukla o şeyin mükemmel oluşundan değil, ona duydukları ihtiyaçlarına göredir. Bir saatçinin müderristen fazla maaş almasının sebebi budur. Eğer Müslümanlar dini öğrenmede bizzat Kur’an’a rağbet etselerdi, o Kitab-ı Mübin milyonlarca kitaplara taksim olunan rağbetten fazlasına sahip olur, ihtiyaç neticesi olan yönelişle, nefisler üzerinde bütün manasıyla hakim ve nafiz olurdu. Yalnız okunmasıyla teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.39

    Bediüzzaman Kur’an’ı anlama ve yorumlamada ferdi gayretlere ilaveten, asıl olarak heyet çalışmasını önerir. Çünkü Kur’an bütün ilimlerin çekirdeklerini taşımaktadır. Ferdin anlayışı nadiren kendi meslek ve meşrebinin üstüne çıkabilir. Kişinin kendi meşrebi, uzmanlık alanı tesir ettikçe hakikati saf olarak göremez. Bu sebeple alimlerden kurulu, her biri değişik fen ve ilimde uzman, geniş fikre, ince bir nazara sahip bir heyet böyle bir vazifeye talip olmalıdır. Kur’an’ı tek başına tefsir edecek zat gayet yüksek, kudsi bir dehaya, nüfuzlu derin bir içtihada, sahip olmalıdır. Zamanımızda bu vasıflar da ancak şahs-ı manevi (heyetler)de bulunabilir. Bu heyetin ilmi bir çalışmayı yürütebilecek, samimiyet, ciddiyet, yardımlaşma ve dayanışma gibi uzun süreli gayretlere ihtiyacı vardır. Çünkü toplulukta bulunan bir özellik, fertte görünmez.40

    Netice olarak şunu ifade etmek mümkün:

    Esas itibari ile fıkıh ilminin konusu olan hüküm çıkarma ve hükümleri başka durumlara tatbik etmek kıyas, icma’, içtihad, istihsan, seddü-zerayi’ gibi delillerin Kur’an’ın gerçek yorumunda mutlaka bilinmesi gerekir. Fıkıh usulü ilminin incelikleri ve geçmiş alimlerin birikimi dikkate alınmadan Kur’an meali ve bazı hadislere bakarak dini hükümler çıkarmak imkansızdır. Bu yol, hem manen mesuliyet getirici hem de tehlikelidir. Dinin karmaşık bir hal almasına sebep olur.

    Dinin büyük bir gayret ve incelik gerektiren muamelatla ilgili şer’i meselelerinde içtihad etmekten önce, hiç bir ihtilaf bulunması mümkün olmayan esasları üzerinde durmak gerekir. Müslümanların ikinci konudaki ihmalleri, bilgisizlik ve lakaydlığını ortadan kaldıracak gayretlere ihtiyaç vardır. Diğer fer’i meselelerde problem var ve ıztırari durumlar ortaya çıkıyorsa, ilgili probleme çare niyetiyle yapılacak içtihadlar da ancak geniş bir ilmi bakışa sahip değişik ilim dallarında uzman kişilerin gayretleri ile yapılmalıdır. Fikri dağınık, nazarı felsefeden yara almış şu zamanın insanı, ne kadar zeki ve dahi de olsa, Allah’ın muradını anlamak için selef alimlerinin şartlarından çok farklı bir yerdedir. Ortamın şartları himmet ve gayretleri dağıtmaktadır. İçtihadın semavilik vasfını haiz olabilmesi için dünyevi ve menfi şartlardan kurtulmak, sadece Allah’ın rızasını gözetmek gerekmektedir. Bu yüksek evsaf günümüzde ancak heyet çalışmalarında görülebilir. Ve minellahi’t-tevfik.

    Dipnotlar

    1. Canan, İbrahim, Soruşturma 2 – Kur’an ve Sünnet. s. 155-156, İstanbul 1987; Canan, Kütüb-ü Sitte Muhtasarı 2/74 vd., Ankara, 1988.

    2. Kılıç, Yusuf, İslam Fıkıh Mezheplerinin Doğuşunu Hazırlayan Sebepler, s. 9, 10, 12, İstanbul 1997.

    3. Nisa; 59, 64, 65, 80.

    4. Necm; 3, 4.

    5. Soruşturma-2, Canan, agm. s. 188.

    6. Canan, age. s. 197; ayet için bkz: Tevbe; 100.

    7. Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, (11. Lem’a) Klt. 1/612.

    8. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/379; İbn Mace, Sünen, Fiten: 8.

    9. Nisa, 115.

    10. Ebu Zehra, Muhammed, İslam Hukuku Metodolojisi (Fıkıh Usulü), trc. Abdülkadir Şener. Ankara 1981, s. 171-174.

    11. Tevbe; 100.

    12. Müslim, Sahih, Fedailü’s- Sahabe: 213, 215; Ebu Davud, Sünen, Sünnet: 9.

    13. Ebu Zehra, age., s. 190 -191.

    14. Muhammed, (Kıtal), 10; Casiye, 21,

    15. Ahzap; 37.

    16. Ayetler için bkz: Haşr; 7; Nisa; 160; Maide; 91.

    17. Bakara; 185; Hadis için bkz: Ahmed b. Hanbel, Müsned, c . 5, s. 32.

    18. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 379; Ayet, Hacc; 78.

    19. En’am; 108.

    20. Karaman, Hayreddin, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri-1, s, 171-176, İstanbul 1982.

    21. Ebu Zehra, age. s. 325-332; Kılıç, Yusuf, age., s. 175 vd.

    22. Nursi, Bediüzzaman Said, Lemeat, Klt. 1/322; Sünühat, Klt. 2/2047.

    23. Nursi, Hakikat, Çekirdekleri, Klt. 1/574; Sözler, 27. Söz.

    24. Nursi, Sözler, 27. Söz.

    25. Nursi, Emirdağ Lahikası, Klt. 2/1847.

    26. Ebu Zehra, age. 204-206.

    27. Nursi, Sözler, 27. Söz; Emirdağ Lahikası, Klt. 2/1913.

    28. Nursi, Emirdağ Lahikası, Klt. 2/1913.

    29. Ali Haydar, Şerhu-l Mecelleti Ahkam-i Adliyye 1/34’den Karaman, Hayraddin, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri-1, s. 176, İstanbul 1982.

    30. Nursi, Lem’alar, 19. Lem’a, Klt. 1/659.

    31. Nursi, Kastamonu Lahikası, Klt. 2/1613, 1629, 1656.

    32. Nursi, Lem’alar, 11. Lem’a, Klt. 1/609; Şualar, Klt. 1/1002.

    33. Nursi, Mektubat, Klt. 1/537.

    34. Nursi, Kastamonu Lahikası, Klt. 2/1580.

    35. Mektubat, 26. Mkb. 3. Mebhas, 8. Mes’ele, Klt. 1/508.

    36. Sözler, 25. Söz. Klt. 1/176.

    37. Nursi, İşaratü’l-İ’caz, Klt. 2/1159.

    38. Nursi, Tuluat, Klt. 2/2336.

    39. Nursi, Sünuhat, Klt. 2/2047.

    40. Nursi, Emirdağ Lahikası, Klt. 2/1847.