Köprü Anasayfa

Nübüvvet

"Bahar 2001" 74. Sayı

  • İnsan Yeterliliği ve Nübüvvet Gerçeği

    Veysel Kasar

    I- Nübüvvet ve İnsan

    Evrende (kâinât) birçok şey insan içindir. Güneş, nükleer enerji depomuz; mevsimler, gayb hazinesinden rızkımızı getiren vagonlarımız; dünya ise, insanın hizmetine musahhar kılınmış itaatkâr bir neferdir. Gökyüzünün lâmbası olan ay, insanlığın takvimi; arzın derinliklerine depolanmış madenler, bizim ihtiyaç stoklarımız ve sırlarını henüz keşfedemediğimiz yağmur, semadan canlıların hizmetine koşan bir hizmetçidir. Yüzlerce maksat için kullandığımız bitkiler, küremizin havasını zararlı gazlardan arındıran oksijenli taraklarımız; hayat gerçeğinin, kendisiyle anlam kazandığı su, mücessem bir rahmet eseri; Cenab-ı Hakk’ın yüzlerce isim ve sıfatını apaçık yazılarla bize okutturan toprak, gıdalarımızın pişirildiği muhteşem bir kazandır.

    Hârikulâde nimetler içinde yüzen insan ise, diğer eşya ve hayvanların kumandanıdır. Akıl ve şuur sebebiyle, diğer eşya ve hayvanlar üzerinde tasarruf yetkisini kullanır.

    Âlemi dolduran şu nimetlerin hangisi insanın iktidarına bağlıdır? Zira hangi nimet olursa olsun, insanın o nimetin var kılınmasında pek rolü yoktur. İnsana düşen vazife bu nimetlerden istifâde etmektir. Çünkü, insanın zekâsı ve teknoloji ne kadar ileri gitse de, hiçbir şeyi yoktan var etme gücüne sahip değildir. O, sadece, gizli bir kudretin cömert bir şekilde insanın önüne koyduğu bu nimetler arasındaki ilişkiyi fark etmek, “yoktan yaratılanları” bir araya getirmek, ayırmak ve onlar üzerinde kısmî bir tasarrufta bulunma imkanına sahiptir.

    Aslında insan âcizdir. Gözle görülmeyen bir mikrop, sağlam zannedilen insan vücudunu alt edebilir. İnsanlar bir araya gelip, en yüksek teknolojiyi kullansalar da bir damla suyun orijinalini ortaya çıkaramazlar. Hayat için gerekli elemanlardan, sadece toprağın yokluğunu düşünün; bu durumda, hiçbir nimet üretilemezdi. İnsan, çoğunlukla varlığını fuzûlî ve basit gördüğü sinek kanadını bile meydana getiremez. İnsanın çaresiz kaldığı gerçeklerin en dehşetlisi de, ayrılık ve ölümdür. Öyle ki, insan o nimetleri bazen canından çok sever. Dünyaya “taparcasına” bağlanır. Sevdiklerinden, ebedî ayrılış olmayacağını sanır.

    İnsanın gerçek mahiyeti âcizlik hamuru ile yoğrulmuştur. Fakat mahlukatın da kumandanıdır. Evrendeki her şey neticeleri itibariyle insana hizmet eder. Peki, bunca değer verilen ve kendine masraf edilen insanın vazifesi nedir? Nereden gelip, nereye ve niçin gitmektedir? Bu dünyadaki işlerinden hesâba çekilecek midir? Yoksa, ölümle toprak olmaya mı terk edilecektir? Eşya üzerinde kumandanlık vazifesini yürüten insan, ölüm karşısında hayvanlar ile aynı akıbete mi maruz kalacaktır?

    Buna benzer binlerce sorunun cevabı insanlık tarihi boyunca araştırılmıştır. Bu problemlere iki ayrı yönden yaklaşıldığı görülmektedir: Vahiy ve akıl. Vahiy yolu, Peygamberlerin Allah’tan aldıkları bilgiler ile bu tür problemlere çare önerdikleri bir metoddur. Akıl yolu ise, genellikle Allah’ı düşünmeden, insanın kendi gücüyle bu problemlerin üstesinden gelme çabasına girmesidir.

    Vahiy yolunu problemlerin çözümünde çare olarak görmek, insan aklını tamamen devreden çıkarmayı da gerektirmez. Bilâkis, vahyin de kendi içinde akıl ölçüleri ile uyuşan belirli sistemi; anlaşılabilir, makul bir yapısı vardır. Ancak, bazı insanlar vahyi hiç dikkate almadan, sırf akılla bu problemlerin altından kalkmaya çalışmıştır. Yunan düşünürleri ve bunların tesirinde kalan bazı İslam filozofları gibi. Burada anlaşılmasında zorluk çekilen bir mesele vardır: Vahiy ve aklın sınırları nerede başlayıp, nerede son bulmaktadır? İnsan hangi meseleleri vahiyden, hangilerini akılla öğrenmelidir? Akıl ile vahyin örtüştükleri noktalar var mıdır, yok mudur? Bu hususlar Kelâm ilminde, Nübüvvetle ilgili konular içinde incelenmektedir.

    İnsanlık tarihinde, en ilkel kabileler arasında bile yanlışları ile birlikte bir Uluhiyet inancı var olagelmiştir. İnsanlar yüce bir Yaratıcının varlığını mutlak anlamda hiç bir zaman inkâr etmemişler. Şu kadar var ki, kabul edilen Uluhiyetin özellikleri, sahip olduğu sıfatlar konusunda, yanlışlara düşmüşlerdir. Hatta, Kur’an’ın nâzil olduğu esnada, Arap müşrikleri bile Allah’ın varlığını inkâr etmiyordu. Putları, insanlarla Allah arasında yakınlaştırıcı birer vasıta olarak görmekteydiler. Bu itibarla, insanlık kültür tarihi ve sosyoloji açısından, “insanların bir dine bağlı olması temel bir kural, dinsizlik ise kuraldışı bir harekettir. İslâm’ın fıtrat dini olması da, bu gerçeği teyid etmektedir.”1

    Kanaatimizce, din ve Uluhiyet konusunda yanlışları ile birlikte bir ittifak varken, nübüvvet konusu bundan farklıdır. Çünkü nübüvvet, kabul edilen Uluhiyetle kulluk ilişkisini düzenleyen bir kurumdur. Bu kurumun varlığının kabul edilmesi veya reddedilmesi bir takım aklî ve mantıkî kıyaslar ile mümkündür. Nübüvvet kurumunun varlık ve imkânı, Uluhiyetin ispatına bağlı olması sebebi ile de iman esasları içinde kilit noktayı teşkil eder.

    II- Peygamberlere İmanın Muhtevası

    İmanın temelleri içerisinde, Allah’ın varlığını tasdîk ve ikrar etmenin ardından, Peygamberlere iman gelir. Hz. Muhammed’e iman ise diğerlerine göre daha özel bir durumdur. Çünkü, önceki nebîler belirli bir döneme ve kavme gönderilmişken, Hz. Muhammed (a.s.m.) ise, kendisinin bulunduğu devirdeki insanlar ve sonrakilere; sadece insanlara değil, cinlere de hitap etmek üzere, kıyamete kadar Allah’ın nebîsi ve resûlü olarak vazifelendirilmiştir.

    Allah, Kur’an’da peygamberlere imanı, kendisine imanla birlikte zikretmiştir. Geçmiş peygamberlerin arasında bir fark gözetilmemesini istemiş, onlardan birisine iman edip diğerine iman etmemeyi kendisini inkâr etmekle eşit saymıştır.2 Çünkü, peygamberlere iman Allah’a imanı ve itaat etmeyi gerektirir. Bunun aksini düşünmek mümkün değildir. Zira “peygamberlik birisi tarafından gönderilmiş”3 olmayı, bu da nübüvvetin kabulünü ve Allah’ın gönderici olduğunu netice vermektedir. Resûlün, Allah tarafından gönderildiğini kabullenmek ve ona itaat etmek, Allah’a da itaat etmektir. Aslında, kendine ibadet edilen (ma’bud) gerçek anlamda kendisinden korkulan ve hoşnutluğu istenen kimse, Allah’tır. Kim risaletin varlığını kabul ederse, o kimseye, Resûle uymak da gerekli olur. Çünkü Resûlün emirleri onu gönderene âittir.

    Resûlü gönderen Zat’a itâat etmenin bir çok sebebi vardır. Bunlardan birkaçı şöyle sıralanabilir. O insanı güzel bir kıvamda yaratmıştır. İnsana hayat ve akıl vermiş; konuşma kabiliyeti ihsan etmiştir. Akıl, Allah’ın kudret elinin üstünde bir elin bulunmadığını itiraf eder. Onun her şeyin sahibi oluşu ve kendisine -mutlak anlamda- isyan edilememesi, birine kötülük dokundurmak istediğinde O’na engel olunamaması… Bunlar gibi yüzlerce sebepten ötürü insan O’nu ta’zim (en büyük olarak tanımak) etmekle vazifelidir.4 Nübüvvete iman, “Allah’ı her şeyi yaratan ve en büyük varlık” olarak tanımak, O’na itaat etmeyi kabul etmektir.

    Peygamberlik kurumuna imanın muhtevasında şunlar vardır:

    Peygamberleri vazifelendirip, diğer insanların içinden seçen Allah’tır. Allah onları bir “emânetle/vahiyle” gönderir. Allah peygamberi belirli bir grup, bir millet ya da bütün insanlara vazifelendirebilir. Hz. Muhammed peygamberlerin sonuncusudur. Ondan sonra bir Nebî ve Resûl gelmeyecektir. Onun şeriatı da, kıyamete kadar devam edecektir. Hz. Muhammed insanlara olduğu gibi cinlere de gönderilmiştir. O, cinleri de insanlar gibi görmüş, vicâhen onlara da Kur’an’ı tebliğ etmiştir. Cinlere göre, Peygamberliğinin ispatı da ancak böylece mümkündür. Cinler âlemi bizim gözümüze perdelidir.5

    III- Nübüvvetin Gerçekleşme Yolu: Vahiy

    Vahiy insanın Allah’a karşı olan yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için, Allah’tan insanlara yol gösterici olarak indirilen bir rahmet, bir nur, bir şifâdır. Değişik türevleri ile bu kelime Kur’an-i Kerim’de seksen kadar yerde geçmektedir.6

    Kur’an ayetleri, insanların ahlâksızlık, tuğyan (azgınlık), zulüm ve fesat gibi ahlâkî olmayan bir ortama sürüklendiğinde, Allah’ın şefkat ve rahmeti gereği peygamberler gönderdiğini bildirmektedir.7 Bu noktadaki tespit mü’minler içindir. Çünkü mü’min, görünen evrenin ötesinde görünmeyen (metafizik/ulvî) bir âlemin ve gerçekliğin olduğunu bilir.8 Bu sebeple vahyin de bu yüce âlemlerin Yaratıcısı ve sahibi olarak Allah’tan geldiğini kalbiyle tasdik, aklıyla kabul eder. Allah peygamberler ile iletişimini vahiy yoluyla gerçekleştirmiştir. Vahiy genelde vazifeli melek Cebrail vasıtasıyla gönderilmiş olmakla beraber değişik şekillerde de gelmiştir.

    Son nebi olarak Hz. Muhammed’e indirilen vahiy, çan sesi, meleğin bizzat görünmesi, Cebrailin bir insan suretinde görünmesi gibi yollarla ulaştırılmıştır. Vahyin en ağır şekli de meleğin görünmeden gelmesiydi. Bu esnada Hz. Peygamber, yürümekte ise durur, ayakta ise oturur, binekte ise inerdi. Yüzünden terler boşanır, binek üzerinde bulunursa, hayvan, vahyin ağırlığından karnı yere yapışacak gibi olur, ayakları zorlanırdı. Allah vahiyle konuştuğu zaman sema ve arz ehli, bu vahyi zil sesi halinde işitirdi. Vahiy bittikten sonra yer ve göklerdeki ruhani varlıklar, korkularından birbirlerine, “Rabbiniz ne buyurdu?” diye sorarlardı. Sema ve yerdekiler, “Allah gerçeği söyledi” derler. (Sebe’, 34/23)

    Vahiy meleği kimi zaman da, güzel bir insan suretinde gelir, bu esnada Hz. Peygamberle melek arasında hiç bir engel bulunmadan söylenen şeyleri Peygamberimiz muhafaza ederdi. Bazen, vahye muhatap olma keyfiyetinin kâhinlik gibi beşerî ve şeytânî hâdiselerden ayrılması için, vahyin muhtevası, bizzat Allah tarafından ulaştırılmıştır. Allah, vahyi, ilhâm ederek, bir sesi işittirmek, kalbine mânâları koymak ve rüyasında göstermek gibi değişik şekillerde vermiştir.9

    Vahye muhatap olmak, Allah’ın özel bilgi vermekle, bazı kimseleri imtiyazlı kılmasıdır. Bu durum, O kimseye (peygamber seçilen) Allah’ın bir ikramıdır. Nübüvvetin ayrıcalıklı tarafı, vahiy gelmesiyle sözde; mucize ile de fiillerde görülür. Bu delil ve özelliklerin en yücesi, Musa’ya (a.s.) nasip olmuştur. O Allah’la konuşmuştur.10

    Hz. Peygamberin (a.s.) bir hadiste haber verdiği gibi,11 melek, kimi zaman Peygamberin kalbine Allah’ın kelâmını üflemek şeklinde ulaştırmıştır. İşitme olmadan, sadece kalbe gelen bu vahyin bir benzeri, şu âyette görülür: “Onu, insanlara uyarıcı olman için kalbine Cebrail indirdi. Bir vakit Rabbin meleklere, ‘Ben sizinle beraberim, mü’minlere destekçi olun’ diye vahyetti.” (Şuârâ, 26/193; Enfâl, 8/16)

    IV- Nübüvvetin İspatı

    Nübüvvetin akıl yoluyla varlığının ortaya konması (ispatı), sırf nassla (Kur’an ayetleri, Hz. Peygamberin sünneti) bilinen Sem’iyyat konuları, ahiret halleri gibi hususların kavranması bakımından önemli bir yere sahiptir. Kaldı ki, bilgi kaynağı olarak akıl her şeyi bulamaz. Dinin yapılması ve kaçınılması gerekli hususları akılla tespit edilemez. İnsan akılla Allah’ın varlığını bulabilir. Fakat, hangi işin (salih amel) Allah’ın hoşnutluğunu kazandıracağını; hangi hareketin Allah’ın öfke ve gadabına sebep teşkil edeceğini soyut bir akılla bulmak mümkün değildir. Bu konularda aklına güvendiğini söyleyen, kesin olmayan (zannî bilgi) şeyle hareket etmiş olur. Hâlbuki din, kesin bilgilere dayanır. Kesin bilginin kaynağı da başta vahiy ve onu bize ulaştıran nübüvvet kurumudur. Neticede, Allah ile kul arasındaki iletişimi temin edecek olan kurumun, tutarlı temellere oturması gerekir. Aksi halde, her şeyi kendi gücü ile bilmeye kalkışan beşerin, “sönük akıl feneri”, insanları kısa sürede karanlık vadilere sürükleyebilir.

    Düşünce tarihinde Brahmanların, “insan aklının doğruyu ve yanlışı peygamberlere muhtaç olmadan bulabileceği”12 şeklinde ortaya attıkları iddia günümüzde değişik isimler altında insanların zihninde varlığını sürdürmektedir. Bu sebeple, ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğu, “Allah’ın peygamber göndermesi mümkündür, akıl bunu kabul eder” demiş, bunun delili olarak da, “Yüce Allah’tan kullarına emir ve yasakların açıklaması, akılların idrâk edemeyeceği dünya ve ahiret saâdetine dair hususları onlara bildirmesi muhal değildir, hatta bu hikmettir” tezini ortaya atmışlardır.13

    Bu teze göre, insan şeriatın ahlâk, ibâdet, muâmelâtla ilgili konularını akılla tespit edemez. Şeriatların bu tarafı, Allah tarafından kendisine vahiyle peygamberlik vazifesi verilmiş; böyle bir vazifeye layık görüldükleri mucize ile desteklenmiş kimselerin Allah’tan aldıkları bilgilerle bulunabilir.

    a- Peygamberliğin Tasdiki Olarak Mucize: Peygamberlik kurumunun ispat edilmesindeki en büyük aklî ve hissî (duyu organlarıyla fark edilen) delil mucize realitesidir. Mucize bütün dinlerce kabul edilen bir olaydır.

    Evrendeki olaylar bir takım kanun ve sebepler perdesi önünde cereyan etmektedir. Fen bilimlerinin tespitlerine göre rüzgâr, soğuk ve sıcak havanın yer değişimiyle meydana gelir. Yeryüzündeki suların güneş ışınları ile buharlaşıp, yükselerek atmosferdeki soğuk hava kütlesine çarpması yağmur, dolu ve karı oluşturur. Bitkiler toprağın bağrında su ve ısının tohumları kuşatması ile yeşermektedir. Boşluğa bırakılan cisim düşer. Ateşin ayrılmaz özelliği yakmasıdır. Bazı canlılar suda yaşarken bir kısmı da boğulup, ölür. Isınan hava genleşir…

    İçinde bulunduğumuz dünya, tabiat ve kainatta bunlar gibi yüzlerce kanun sayılabilir. “Bütün bu kanunların, “koyucusu” ve yaratıcısı Allah’tır. Evrendeki kanunlar mutlak değildir. Bu kanunlar onları yaratan Zatı sınırlamaz. Aksine O’nun irâdesine tâbidir. Çünkü kanunlar O’nun uygulamalarıdır. Kanun olan yerde irâde de vardır. Değişmez olan kanuniyet değil, irâdedir.”14 İrâde sahibi kanunları kendi maksatlarına göre değiştirebilir, başka türlü bir uygulamayı başlatabilir. Asrımız felsefesi de, “tabiattaki kanunların değişmez olmadıklarını” yani, “değişebilirlik özelliğini” kabul eder.15

    Mucize, âciz bırakan anlamındadır. Terim olarak mucize, “Peygamberlik iddiasında bulunan kişinin elinde, davasını doğrulamak üzere, inkarcıların benzerini getirmekten aciz kalacakları şekilde, âdetin hilâfına (tabiattaki kanunların zıddına) zuhur eden hârikulâde işlerdir.”16 Peygamberin davasını dolaylı olarak ispat eden kerametler ile mucize arasındaki fark, kerametin, “ümmetin salih kullarına ihsan edilmesi ve peygamberlik iddiası olmaksızın meydana gelen fevkalâde olaylar olmasıdır.

    Tabiat kanunlarının (Allah’ın sünneti/âdeti) geçerliliğini kısa bir süre durduran mucize, mâhiyeti gereği müspet ilimler ile izah edilemez bir nitelik taşır.17 Mucizevî hadiseler akıl ve tabiata hâkim olan kanunlar ile açıklanmış olsaydı, mucize olmaktan çıkar; tabîîleşir, fevkalâde olma özelliğini kaybederdi. Mucize’nin bu sebepten “determinizmle uyuşmadığını” söylemek gerekir. İslâm inancına göre Allah, her an, her türlü hadiseye serbest iradesiyle müdâhale eder.18 Kur’an kâinattaki kanunların Allah’tan bağımsız hareket etmediklerini vurgular. Bunun sebebi, insanlığın, tabiatta var olan nedenselliğe olan güvenini sarsmak değildir. Çünkü insanın dünya hayatını sürdürebilmesi için, güvenini kazanmış bir nedenselliğe de ihtiyacı vardır. Allah’ın her işi kendi iradesine göre yarattığını anlatan ayetlerin gayesi, “hikmet sahibi bir müdebbiri göstermesi gereken nedenselliğin” Allah’ın varlık ve kudreti önünde bir perde olarak algılanması, O’nu örter duruma gelebilmesidir.”19

    Mucizenin “âdetlerin zıddına bir durum” olması, Allah’la insanlar arasındaki haberleşmenin kilit noktasını teşkil eden, nübüvvetle ilgili kesin bir bilgi oluşturmak içindir. Klâsik kelâm eserleri bu sebeple nübüvvetin ispatı için, ilk olarak kullanılan mucize delilini anlatır. Çünkü mucize, nübüvvet iddiasıyla ortaya çıkan kimseyle, yalancı kişiyi ayırt edici en açık bir kriterdir. O, aslında, Allah’ın fiilidir. Meydana geldiği sırada nebinin dışındakileri acze düşürücü özelliğinden dolayı bu ismi almıştır. İnsanlar hiç bir hile ile mucizenin benzerini meydana getiremezler.”20

    Mucize, diğer insanlardan farkı olmayan birinin elinde ortaya çıkar. Peygamberliğin delili olması da burada görülür. Sair insanlar gibi yaşayan bu kişinin, adetlerin üstünde bir hadiseye sahip olması, mucizenin, onun kudretinin eseri olmadığını gösterir. Başkasının işi (Allah’ın eseri) olan bu halin, kendi işi olmadığı gibi, diğer insanların işi olması da mümkün değildir. Mucizeyi yaratan Allah’tır. Mucize meydana geliş şekliyle insanların işine benzemediği gibi Allah da mahlukatına benzemez. Çünkü Allah, eksik sıfatlardan münezzehtir. Mucize, Allah’ı ve onun gönderdiği elçisini, risalet kurumunu ve göndericisini ispat eder. Bu hali ile risalete ve mucizeye iman etmek, Allah’a imana bağlı olarak meydana gelir.21

    Gönderilen hiç bir peygamber mucizesiz değildir. Nebî, davasının gerçekliğine bu ayetle (mucize) işaret eder. Mucizenin bilinen, yaşanan, normal şeylerin zıddına bir durum olarak görünmesi, o kişinin peygamberliğinin apaçık ve kesin bir bilgi sağlayacak şekilde ortaya çıkması içindir. Her nebî, “Şayet ben Allah’a iftira ediyorsam, siz de bunların benzerini yapın” demiş, kendisinin yalancı olduğunu iddia edenlere kendisinin gösterdiği gibi bir mucize getirmeleri konusunda meydan okumuştur (tahaddi). Fakat hiçbir kimse böyle bir işe muvaffak olamamıştır. Çünkü Peygamberlerin destekçisi ve şâhidi Allah’tır.

    Mucize bir topluma gelen iki kişinin, sultanın elçisi olduğunu iddia etmeleri gibidir. Bu kişilerden birinin isteği ile Sultan, o milletin huzurunda, o güne kadar süregelen uygulamasını değiştirir. Elçinin isteği ile sürekli olan bir uygulamayı (âdet) değiştirmesi, oradakilere onun elçiliği hakkında kesin bir bilgi kazandırmak içindir. İşte mucize de Allah’ın, toplumda ve tabiatta sürekli olan sünnetini (adetullah, tabiat kanunları) nübüvvet iddia edeni tasdîk etmeye yönelik olarak değiştirmesidir.22

    Yalancı peygamberin elinde mucize görülemez. Çünkü, yalancı peygamber Allah’a karşı en büyük iftira ve cinâyete cür’et eden kimsedir. Peygamberlerde olduğu gibi Allah’ın ona mucize vermesi düşünülemez; bu insan aklına ve Allah’ın hikmetine aykırıdır. “Eğer bazı lâflar uydurup da bize iftira etseydi, onun sağ elini (kuvvetini) söküp alırdık.” (Hakka, 69/44, 46) âyeti, yalancı nebinin mucize türünden bir olaya mazhar kılınmayacağını gösterir. Yalancı birinin elinde mucizeler ortaya çıkmak suretiyle Allah’ın ona yardım etmesi aklen imkânsızdır. Çünkü Allah, kendisine en ciddî konulardan olan risalet ve nübüvvet gibi bir hususta yalan ve iftirada bulunan birisini, mucize ile temize çıkarmaz! Kullar böyle bir şey ile fitneye düşer. Din ve dünya işlerinde doğru ve yanlışı karıştırır. Bu, Allah’ın insanları, kendi prensiplerine zıt giden bir kimseye uymaya teşvik etmek anlamına gelir ki, böyle bir çelişki Allah hakkında imkânsızdır. Allah doğru kişiyi terk edip yalnız bırakmayacağı gibi, yalancıya da yardım etmez.23

    Her nebi, içinde bulunduğu şartlara uygun mucizelerle donatılmıştır. Sihrin yaygın olduğu Mısır’da, Musa peygamber’e onların sanatıyla ilgili bir mucize ihsan edilmiştir. Musa’nın (a.s.) sihirbazların sihrini yutan asası, denizin yarılması gibi mucizeler Kur’an’da anlatılmaktadır. İsa Peygamber devrinde tıp ilmi rağbette idi. Îsâ’nın (a.s.) babasız dünyaya gelmesi, beşikte konuşması, ölüleri diriltmesi, alaca hastalığına yakalanmış ve dilsiz kimselerin onun dokunması ve dua etmesi ile iyileşmeleri, kuş şekli verilen bir çamur parçasının içine üflemekle kuş olup uçması da onun mucizelerinden bazılarıdır.24

    Hz. Peygamberin gönderildiği bölgede, Araplar güzel konuşma sanatına düşkündü. Söz en tesirli bir silâhtı. İnsanlar bir söz ve şiirin tesiriyle savaş ya barışa karar verirdi. Araplar, tarihi, örf ve âdetleri, insanlar arasındaki hadiseleri şiirle muhafaza etmekte idi. Kur’an onların bildikleri nazım ve şiirin çok yücesinde bir üslûpla geldi. Ne şiir, ne de nesir onun özelliklerini sınırlayabildi. Bu sebepledir ki, Arapların en belîğ söz ustaları, Kur’an karşısında secdeye kapanmak zorunda kaldı; Kâbe’nin duvarındaki altınla yazılmış eserleri kendi elleriyle indirmişlerdi.25 Bununla birlikte, Hz. Muhammed son nebi olması sebebiyle, geçmiş nebilerin gösterdikleri bütün mucize türlerinden birer mucize gösterdi. Ayrıca onun mucizelerinin bir diğer özelliği de, her türlü mahlûkla ilgili ayrı bir delile mazhar kılınmış olmasıydı. Ay ve güneşle ilgili mucizesi olduğu gibi, yerdeki taş, yanımızdaki ağaç ve bardağımızdaki suyla ilgili olarak da mucizeler göstermişti.26

    b- Toplumsal Adalet ve Fıtrat: Peygamberlik kurumunu ispat delillerden birisi de insanoğlunun yaratılış itibari ile medenî olmasıdır. İnsan mutlaka, bir cemiyet içinde yaşama arzu ve ihtiyacındadır. İnsanın psikolojik ve sosyolojik yapısı; görünen ve görünmeyen duygusal tarafları onun cemiyete muhtaç olduğunu göstermektedir. İnsanın ihtiyaçları çok çeşitlidir. Yemek-içmek gibi, arkadaşlığa, evlenmeye, ticaret yapmaya da ihtiyacı vardır. Fiziki ihtiyaçlarının temininde, kendi çalışması yeterli değildir. Diğer insanların ürettikleri şeyler ile kendi ürettiği/kazandığını değiştirmekle hayatını sürdürebilir. Cemiyet hayatına katılan insanın karşılıklı ilişkilerinde her zaman hak ve adaleti sağlaması mümkün değildir. Kendi ihtiyaçları ve hislerinin galeyânı, onu sık sık zulüm, adaletsizlik, başkasının hakkını çiğneme gibi zâlimâne uygulamalara itebilmektedir. Hâlbûki insanın aklı gibi fıtratı da adâletten yanadır. Hukuk ve adâlet evrensel bir değerdir. İnsanlar arasındaki adâleti temin edecek, tecavüzleri önleyecek ulvî prensipleri getirenler de nebilerdir.27

    Nübüvvet kurumu cemiyette uyulması gerekli doğru prensipleri getirmesi açısından gerekli olduğu gibi, insanların bu kaidelere uyabilecek kıvama getirilmesi (terbiye) noktasından da zaruridir. İnsan hayatını sürdürebilmek için çok farklı duygu ve kuvvelerle donatılmıştır. Akıl, öfke, şehvet, korku, sevgi, hırs, bencillik… bunlardan bir kaçıdır. İnsanın hem kendisine hem de başkalarına karşı, farklı duygular arasındaki dengeyi sağlamak, zulüm ve haksızlıktan korunmak için sahip olduğu akıl yeterli olmamaktadır. İnsan önce kendini düşünür. Böyle bir eksiklik, onu ifrat ve tefrite sürükler. Akıl cerbezeye sürüklenir. Nefis iffet ve hayasını kaybeder… Duyguların doğruluktan ayrılması ise, nefiste başlayan fesadı, diğer fertler ve cemiyete de bulaştırır. Topluluk hayatında huzur ve saadet yok olur. Nübüvvet kurumu, bütün akılların da yaratıcısı olan Allah’tan gelen prensipleri öğrettiği için, insanın iç ve dış hayatını; insanın başkalarıyla ilişkisini hakkaniyet ve adâlet dengesin üzerinde tutar.28

    c- Peygamberlik ve İnsanların Mazeretleri: İnsan ibâdete muhtaçtır. Çünkü insanda, bağlanma, fedakarlık, benimseme, kendini yüce bir hedefe adama, varlığına bir anlam kazandırma gibi duygular vardır. Kendini kuşatan nimetlere ve sahibine teşekkür etme isteği, iyilik edene minnet duygusu, kendisini aşmak suretiyle bir ideâl uğrunda hareket etme motifi insanın “kulluk yapmayı” ruhunun derinliklerinde hissettiği gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. İnsan iki kutuplu bir yaratıktır: Beden ve ruh. Beden fiziki gıdalarla ayakta kaldığı gibi, ruhun ve aklın gıdası ve ihtiyaçları da ibadetlerdir. İbadeti bir çok sembolik anlamlar da taşıyan namaz, oruç, zekat gibi fiziki işlerden ibaret görmek yanlış olur. Allah’ı tanımak, O’na iman etmek bir ibadet olduğu gibi, O’nun sıfatlarını düşünmek, insanlar hakkında sahip olduğumuz düşünceler de (sevgi, merhamet, adalet, takdir vb.) ibadete girer. Namaz, zekat gibi maddi ibadetler dinin en önemli pratik yanını teşkil etmekle birlikte, söz, düşünce ve fiil gibi ayrı alanlarda da ibadet kavramı geçerlidir.

    İnsanların ibadetle ilgili bilgileri ancak “nübüvvet”ten alabileceğini başta söylemiştik. Kur’an’da buna bir çok ayet işaret eder. Allah, akılları, bu hususta şüphe kalmayacak şekilde aydınlatmıştır. “Peygamberler, insanlar adalete sarılıp onunla ayakta dursunlar diye apaçık ayetlerle” gelmiştir. (Hadid, 57/25) Başka bir ayette de, “Peygamberler, insanların Allah’a karşı bahane göstermemesi için, cennetle müjdeleyen, cehennemle sakındıran kimseler olarak” gönderilmişlerdir. (Nisa, 4/165; Taha, 20/134) buyurulmaktadır.

    Bunu âlimler, hüsün ve kubuh29 (Allah’ın iyi ve kötü olarak bildirdikleri) kelimeleriyle anlatmışlardır. İnsan çoğunlukla subjektif değerlerin merkezidir. Subjektiflik onu yanıltır. Halbuki dinin önerdiği hayat modeli subjektif değerler üzerine bina edilemez. Objektif değerlere ulaşmak ise Allah’ın bildirmesi ile ortaya çıkar. İnsanın belirli ölçülerde de olsa güzellik ve çirkinliği (dinen iyi ve kötü) fark etme melekesi vardır. Fakat bu hususta yanılmaz ölçüye ulaşmak insanın aklıyla ulaşacağı kadar basit değildir. Çünkü insan çok değişik tesirler altındadır. İçinde bulunduğu zaman, muhit, hadiseler gibi insanın düşünce melekesini yanıltan sebepler olabilmektedir. Nübüvvet kurumu bu açıdan da insana rehberlik yapmaktadır.

    d- Uluhiyet Bilgisi ve Nübüvvet: İnsan aklı Allah’ın varlığını bulabilir. Fakat onun sıfatlarını keşfedemez. Allah’ın zatı hakkında bize bilgi veren şey, onun sahip olduğu mükemmel isim ve sıfatlarıdır. O’nun sıfatlarında, Uluhiyetinde, Rububiyetinde, fiillerinde ve kendisine yapılacak ibadette, vahdâniyet (teklik, birlik) sahibi olduğu ancak nübüvvetle bilinebilir. Ayrıca, Allah’ın mahlukata benzemediği, (muhalefetün lil havadis; tenzîhî sıfatlar) hiç bir şekilde yaratılmışların taşıdıkları sıfat ve haller ile nitelenemeyeceği de, ancak peygamberlerin getirdiği mesajla elde edilecek bilgi türlerindendir. Kısacası insan, varlığını bildiği Allah’ı doğru düşünmek ve O’na uygun ibâdet yapabilmek için, Uluhiyetle ilgili hak ve doğru bilgileri almaya da muhtaçtır. Bunları da nübüvvetten öğrenir.

    V- Peygamberlerin Özellikleriyle Nübüvvetin İspatı

    Allah’ın seçtiği birer elçi olarak Peygamberler, (Âl-i İmrân, 3/33) mükemmel insanlardır. İnsan taşıdığı nitelikler ile kıymet ifade eder. Allah’ın emir ve yasaklarını (marziyyat) insanlara ulaştırma vazifesi verdiği kimselerin, emanetin yüceliği ölçüsünde sağlam karakterli olması gerektiği aklın bileceği bir husustur.

    Akaid kitaplarında peygamberlerin, sahip olduğu sıfatlar anlatılır. Nebilerin birinci özelliği (ismet) hiç bir günaha bulaşmamış olmalarıdır. Hz. Âdem’in yasak ağaçtan yemesi ve neticede dünyaya indirilmesi ise; bütün insanlığın hayra ve şerre olan kabiliyetinin ortaya çıkması gibi bazı hikmetlere mebnîdir.30 Peygamberlerden nübüvvetleri öncesi ve vazifeleri esnasında büyük günah asla görülmemiştir.

    Diğer bir sıfat da emanettir. Hiç bir peygamber hıyanete düşmemiş, istikametten uzaklaşmamıştır. Çünkü hâin olan kimse ilâhî sırların taşıyıcısı olamaz. Sıdk, (doğruluk) da peygamberlerin en önemli sıfatlarındandır. Yalancılık, emanete ve günahtan korunmuşluk (mâsumiyet) haline aykırı bir durumdur.

    Peygamberler, kavimleri içinde şerefli birer âileden gelir. Düşük işlerle uğraşan kimselerden değildir.31 Onlar, çağının en akıllısı, zamanındaki insanların ahlâken en güzelidir. Aksi halde Nübüvvet kurumuna güven kalmazdı. Elçilik vazifesinden önce bir kusurları var idiyse, Allah, bunu bi’set sırasında yok etmiştir. Musa’nın (a.s) dilindeki tutukluğu gidermesi gibi.32

    Nebilerin önemli özelliklerinden birisi akıllarının mükemmel (fetanet) olmasıdır. Onlar, hatadan, delilik ve benzeri arazlardan korunmuştur. Çünkü, hak ile batılı ayırma, doğru ile yanlışı fark etme âleti akıldır. Allah’ın emir ve yasak; va’d ve vaid gibi şeyleri emanet etmek üzere seçtiği ve kendisine melek gönderdiği kimsenin, insanların en akıllısı ve idrâki en parlağı ve en üstün kişilerden olması gerekir. Çünkü o, Allah’tan aldıklarını insanlara ulaştıracaktır. İnsan ise, ancak aklının kuvveti ölçüsünde anlayabilir. Akıl, en yüksek derecede olmazsa, zaafa düşer; kendisine verilen şeyleri korumak ve ulaştırmakta gerçeğe uygun hareket edemez. Bu sebeple, nebîler vahiyi kabul etmek, insanlara ulaştırabilmek için mükemmel bir akıl, parlak ve keskin bir görüşe sahip kılınmışlardır.33

    Nebilerin akıl yanında, hafıza gücü de kuvvetlidir. Daha önceden bir harfini bile işitmedikleri, insanların konuşmaları gibi tanzim edilmemiş kelâmı, bir kere melekten duyar, insanlara ulaştırana kadar bir harfini bile karıştırmaksızın korurlar.

    Peygamberler sonradan meydana gelen düşünce ve görüşlerinde hataya düşmezler. Hak ve gerçeğe olduğu gibi isabet ederler.

    Nebiler kendilerine sunulan aklî kıyasların hepsini kuşatabilecek kadar idrak bakımından geniştirler. Onların ulaştıkları kavrayış seviyesine başkası varamaz. Ümmetini âlimlerinden daha ileri seviyede bir ilim ve anlayışa sahip kılınmışlardır.34

    Başkaları uzak ve yakını aynı derecede göremezken, peygamberlere mesafe kaydı olmaksızın görebilecek bir göz verilmiştir. Muhammed (a.s.m.) bunu, “Arz benim için toplandı, batısı ve doğusu gösterildi. Ümmetimin sultan(ları)ı arzın dürülerek bana gösterilen yerlerine ulaşacak.”35 diyerek ifade etti. Hz. Peygamber semanın dört bir yanını kuşatmış, alınları secdeye kapanmış meleklerin ibadet esnasında çıkardıkları sesleri işitiyordu. Yakub (a.s.) kilometrelerce uzak mesafedeki oğlunun gömleğinin kokusunu duymuştu.36 (Yusuf, 12/94)

    Peygamberlerin rüyaları her halde doğru ve gerçeğe uygundur. Rüyaları birkaç açıdan diğer insanların rüyasından ayrılır. Onların rüyada gördükleri düzenli ve te’vile imkânı olan şeylerdir. “Kıyamet yaklaşınca mü’minin rüyası neredeyse hiç yalan çıkmaz. Rüyası en sadık kişi, sözleri en doğru olandır”37 hadisi, “Nebi yalan söylemez. Yalan söylemeyenin rüyası da yalan olmaz. Çünkü onlar yalandan korunmuştur. Nebilerin rüyada gördükleri Allah’tandır. Allah ise yalandan en uzak olandır.” diye yorumlanmıştır.

    Konuyla ilgili Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadise göre, Resulullah, kendisinden sonra, nübüvvetten, “mübeşşirattan başka bir şey kalmadığını” ifade etmiştir. “Mübeşşiratın ne olduğu” sorulunca, “Salih rüyadır” buyurmuştur.38 Kamil Miras, hadisteki mübeşşiratı, (müjdeleyici şeyler) muhatabın gönlüne sevinç ve huzur konulması olarak yorumlar, “Halis mü’minlerin gönülleri rüya ile ilâhî müjdelere ve telkinlere mâkes oluyor” açıklamasını yapar. Miras, mübeşşiratın ilhamla karıştırılmaması için, “ilham, Allah tarafından feyz yolu ile kulun gönlüne bir şeyin ilka’ ve telkin olunmasıdır. Bu vahiye nisbetle enbiyanın rüyası mesâbesindedir. İlham, rüya gibi, peygamberlerin dışındaki insanlarda da görülür. “İsrailoğulları içinde Peygamber olmadıkları halde, kendilerine haber ilham olunan (muhaddesun) bulunduğunu bildiren” Peygamberimiz, ümmeti içinde Hz. Ömer’in (r.a) bunlardan birisi olduğunu haber vermiştir. K. Miras hadiste geçen, “Muhaddesun, kelimesini mülhemün, (kendilerine ilham edilenler) şeklinde anlamak gerektiğini ifade eder.39

    Rüyanın, nübüvvetin kırk cüz’ünden bir cüz’ olma durumuyla ilgili Miras, “Rasul-ü Ekremin nübüvvet ve risalet hayatı yirmi üç sene devam ettiğine göre, rüya yolu ile vahiy, nübüvvetlerinin kırkda biri olur. Bu sebeple salih mü’minin gördüğü rüya, sıhhat ve isabet itibariyle nübüvvetin kırk altı cüz’ünden birine muvafık olur. Yoksa nübüvvetten böyle bir cüz’ü bâkidir (devam etmekte) ve o kuvvette bir ilmî özelliğe sahip olarak devam etmektedir sanılmamalıdır. Sonra bu zan rüyayı vahiy ve nass derecesine yükseltir, bu da şeriat konulmasının devamını gerektirir ki, bu çok tehlikelidir. Dînî prensiplerin istikrarına zıttır” açıklamasını yapmıştır.40

    Peygamber rüyada dinin bazı hükümlerini de görebilir. Bu durum, sadece peygamberlere mahsustur. İnce, kapalı konular peygamberlere rüyada açılabilir. Bu durum onların akıl, zekâ ve idraklerinin parlaklığındandır.

    a- Ahiret Hallerine Vakıf Kılınmışlardır: Nebiler, Allah’ın bildirmesi ile ahiret nimetlerini, oradaki insanların kötü hallerini bilirler. Bu durum, onların ümmetine karşı olan şefkat ve merhametini de artırır. Dünyadaki amellerin uhrevî neticeleri Peygamberlere gösterilmiştir. Resulullah’a (a.s.m.) Mi’rac gecesinde, faiz yiyen, gıybet eden, insanların hakkını gasp eden kişinin Ahirette maruz kalacağı azaplar gösterilmiştir. Hz. Peygamber, cennette Ömer’e (r.a) verilecek olan altından sarayı; evdeki kedisini ölene kadar aç ve susuz bırakan bir kadın için hazırlanan cehennem ateşini gördüğünü bildirmiştir.41

    VI- Nübüvvet Kurumunun Neticeleri

    a- Teknolojinin Temellerini Peygamberler Atmıştır: Mânevî yükselişin şaşmaz rehberi peygamberler olduğu gibi, insanoğlunun maddî terakkisinin ilk önderleri ve ustabaşıları da onlardır. Kur’an, Nuh’un, tufan öncesinde gemiyi Allah’ın “emri ve nezareti altında” yaptığını bildirmekle, (Hud,11/37) Nuh’un (a.s.) gemicilerin piri olduğunu haber verir. Denizler, ağır yüklerin en ucuza taşınma vesilesidir. Demirin ve bakırın kendisine yumuşatılıp Davut peygamber için akıtıldığını haber veren (Sebe’, 34/12) Kur’an, bütün teknolojinin en önemli gelişmesinden söz etmektedir. Dolayısıyla Davud (a.s.) hem nebi hem de sanayicidir. Savaştan korunmak için zırh yapmıştır. (Enbiya, 21/80) Hz. İdris terzilerin; Yusuf (a.s.) ise saatçilerin ustabaşısıdır. Cenab-ı Hak, Hz. Süleyman’a ihsan ettiği, uzun mesafeyi, havada, kısa sürede alma mucizesi ile insanlığa uçuş mucizesini öğretmiştir.

    Sondajla su çıkarma tekniği, Mûsâ (a.s.)’ın asâ mucizesinin hediyesidir. Âsâ’sını taşa vurmakla, on iki ayrı kabilenin ihtiyacı olan su kaynaklarının fışkırması, bize bunu öğretmektedir. Bugün, insanlar gelişmiş sondaj aletleriyle, yerin metrelerce derinliklerine inerek, hayat kaynağı olan suyu çıkarmakta ve çölleri yeşile çevirme imkânı bulmaktadır.

    Süleyman peygamberin yanında bulunan ve semavi kitapların esrarına vakıf bir alimin uzak mesafedeki Belkıs’ın tahtını ve yanındaki insanları Süleyman’ın yanında hazır ettiğini bildiren Kur’an; günümüzün televizyon, uydu anteni, telekonferans, internet ve -henüz gerçekleşmeyen- eşyanın aynen nakli gibi sistemlere işaret ederek, insanları bunların benzerini yapmaya teşvik etmektedir. (Neml, 27/40)

    Tıp ilmindeki hârikaların ilk örnekleri, Hz. Îsâ’nın mucizevî eliyle insanlığa gösterilmiştir. Anadan doğma körleri, alaca hastalığını ve ölüleri Allah’ın izni ile dirilten Hz. Îsâ’nın, mucizelerinin ortak mesajı şudur: “Ey insan, Benim için dünyayı terk eden bir kuluma iki hediye verdim: Biri manevî dertlerin dermanı, diğeri de maddî dertlerin ilâcı. Ölmüş kalbler hidâyet nuruyla diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifâ buluyor. Sen de benim hikmet eczahânemde her derdine devâ bulabilirsin.” Hikmet eczahânesi tabiattır, bitkiler, ağaçlar, madenlerdir… Şu âyet günümüzdeki tıp ilminin ulaştığı merhalenin çok daha ilerisini insanlara hedef olarak gösteriyor.42

    b- Medenî Olmayı Öğrettiler: Ahlâk ve muâşeret kaidelerini bilmeyen insan, cemiyetten uzak, a-sosyal bir hayata mahkûm olur. Böyleler, yüksek bir ilim sahibi olsa da, mesajını insanlara ulaştıramaz. İnsanlar duygu ve kaygılarını aşamadıkları sürece iletişimi sağlıklı bir zemine getiremez. Karşılıklı hoşgörü, doğru fikirlerin ulaşması ve benimsetilmesi için gerekli stratejiler insanın aniden keşfedeceği psikolojik kaideler değildir. Peygamberler bu noktada da insanlığın nûmûne-i imtisâli olmuştur.

    Allah, Hz. Musa ile Harun’a Uluhiyet davasına kalkışan Firavun’a gidip yumuşak bir sözle hitap etmeleri; belki böylece Allah’tan korkarak söz dinleyebileceğini söylemiştir. (Taha, 20/44) Bu ayette ters kutuplar arasındaki iletişimle ilgili dikkate değer bir metod vardır: Yumuşak sözle hitap etmek. Peygamberlerin “Allah’ın emrini tebliğ etme” sırasında dikkat ettikleri bu hususla ilgili, birçok örnek ve âyet vardır. Cenab-ı Hakk Peygamberimize (a.s.) de, “Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, cahillerden yüz çevir.” (A’raf, 7/199) buyurur; “adâletli olmayı, ihsanı, akrabaya iyilikle muâmele etmeyi” emreder. İnsanlar Hz. Muhammed’in çevresine hilmi sayesinde toplanmıştır. Kur’an, “katı ve sert davranması halinde çevresindeki insanların dağılıp gidecekleri” uyarısını yapmıştır.43 (Nahl, 16/90; Al-İ İmran, 3/159) Hilm ile muâmele, merhamet ve şefkatle ve hitap etmek gibi bir çok iletişim teknikleri bize Peygamberler eliyle getirilmiştir.

    c- Aklı Kullanma Yolunu Açtılar: Aklî kıyaslar yaparak insanlarla en güzel şekilde mücadele etmenin metodlarını bildirmişlerdir. İbrahim (a.s.) ile Nemrud arasındaki mücadele bunun örneklerinden biridir. (Bakara, 2/258) Kur’an, tebliğ esnasında, “hikmetle, güzel öğütle ve en güzel mücadele şekli ile” hareket edilmesini emreder. (Nahl,16/125) İbn Rüşd bu âyete dayanarak, insanları ikna olma bakımından, hikemî, cedelî ve hatabî olmak üzere üç tipe ayırmıştır. Hikemî tipe girenler, en üst seviyedeki insanlar olup, kesin aklî, ilmî ve felsefî deliller ile ikna edilebilir. Cedelî tip ise, karşılıklı konuşma, cedel/diyalektik sonucunda, bir fikri tasdîk eder. Hatabî ve iknaî tiplerin ise duygu ve sezgi yönleri daha kuvvetlidir. Bu tür insanlar vaaz, nasîhat yollu sözler ile gerçeği tasdik ederler.44

    Sonuç

    Allah insanı evrenin en yüce, şuurlu canlısı olarak yaratmıştır. Akıl ise insanın yüceliğini fark ettiren bir nimettir. Fizikî ve sosyal hadiseler arasındaki ilişkileri tespit ederek bir takım umûmî prensiplerin varlığını keşfetmek, aklın varabileceği sonuçlardır. Bunları müspet ilim, fen ve teknoloji; psikoloji ve sosyoloji, estetik gibi disiplinlerde görmekteyiz.

    Mezkur gelişmeler genelde, insanın bedenî ihtiyaçlarını telâfi etmeye yöneliktir. İnsanın bir de ruh ve metafizik yönü vardır. Akıl hangi bilim ve teknikte ne kadar ileri giderse gitsin, ruhun, kalbin, insandaki mânevî lâtifelerin ihtiyaçlarını örtemez. Peygamberlik, varlığın mânevî boyutu olan ilâhî âlem ve Allah’la ilişkimizi kuran bir sistemdir. Akıl, gerçek kıymetini, nübüvvetin getirdiği vahiy nuruyla, varlığımızın ikiz kardeşi olan ruhânî yönümüzü anlama gayreti ile kazanır. Aksi halde, gökteki güneşin ışığına gözlerini kapatarak, elindeki sönük fenerle yol almaya çalışan zavallı kişiden farksız bir duruma düşeriz. Ve minallahi’t- tevfîk…

    Dipnotlar

    1. Bilmen, Ömer Nasuhi, Muvazzah İlm-i Kelam, Bilmen Yay., İstanbul, t.y., s. 50, 51.

    2. Halîmî, Ebû Abdullah Hüseyin b. Hasen, Kitabu’l-Minhac fi Şuabi’l-İman, thk ve nşr: Hilmi Muhammed Fude, Beyrut 1399/1979. Halîmî, (v. 403/1016) Maverâünnehir bölgesi (Cürcan) alimlerindendir. “İman yetmiş küsur şubedir: En yücesi Allah’tan başka ilah olmadığına iman etmek; en aşağısı da yoldan (insanlara) eziyet veren bir şeyi kaldırmaktır.” hadisini şerh eden bir eser yazmıştır. Eserde, mutlak imanın birer yansıması olarak ele aldığı inanç prensipleri ve itaat fiillerini en yücesinden en alt mertebesine kadar 79 şubeye ayırarak, her bir şube için ayet ve hadislerden deliller getirmiştir. Halîmî’nin atıfta bulunduğu ayetler için bkz: Hadid, 7; Bakara, 285; Nisa, 150, 152.

    3. Resul kelimesinin iştikakından üretilen bu ifade, Halid İbn Velid’e aittir. Hz. Peygamber Halid b. Velid’i bazı Arap kabilelerini İslâm’a davet için gönderdiğinde, onlar, “Bize Muhammed’i anlat” dediler. O da, “Vecîz mi, uzun mu olsun” dedi. “Vecîz olsun” denince, Halid b. Velid, “O Allah’ın Resulüdür. Resul de, Göndericinin kudretine göredir” dedi. (Huve Resulullah-ı ve’r-Resulü ala Kadri’l Mürsili.) Maverdî, A’lamü’n-Nübüvve, 57.

    4. Halîmî, age. I, 238.

    5. Halîmî, age. I, 247.

    6. Albayrak, Halis, Kur’an’da İnsan-Gayb İlişkisi, Şûle Yay., İstanbul 1993, s. 260; Demirci, Muhsin, Vahiy Gerçeği, İFAV Yay., İstanbul 1996.

    7. Ayetler için bkz: Nahl, 16/44, 43; Şûrâ, 42/7; Nisâ, 4/163.

    8. Demirci, Muhsin, Vahiy Gerçeği, s. 29.

    9. Halîmî, I, 238, 239, 243, 244; Ayrıca bkz: Buhari, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, Sahihu’l-Buhari, (v.h: 256) Kahire, Tıbatu’l Munire tab’ı, ty.; Sahih, Bed’ül Vahy, B. 2; Bed’ül-Halk B. 6.

    10. Halîmî, age., I, 239. Allah’ın Musa (a.s.)’la konuşma mu’cizesine işaret eden ayetler için bkz: Nisa, 164; Naziat, 85; Kasas, 30.

    11. Bu hadisin tamamı şöyledir: “Kudsi’nin ruhu (Ruhu-l Kuds, Cebrail a.s.) kalbime şöyle üfledi: Şüphesiz, hiç bir kimse rızkını tamamlamadan ölmeyecek. Allah’tan sakının ve rızkınızı güzelce arayın!” İbn Mace, Sünen, Ticarat, B. 2 Hn. 2144. Hadisin zayıf olduğu ifade edilmiştir.

    12. Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelâm, Konya 1991, s. 265.

    13. Sâbûnî, el-Bidâyet-ü fi Usûli’d-Din, (Maturidiye Akaidi adıyla çvr: Bekir Topaloğlu) DİB Yay., Ankara t.y., s. 45; Baqillânî, Kitâbü’t-Temhîdi’l Evâili ve Telhîsü’d-Delâil, Thk: İmadü’d-Din Haydar, Lübnan 1414/1993, s. 130.

    14. Sezen, Yümni, Tarihi Maddeciliğin Tahlil ve Tenkidi, İstanbul 1984, s. 60.

    15. İzmirli, İsmail Hakkı, Cevabu’s-Sedid, s. 37.

    16. Cürcani, Kitabü’t-Ta’rifat, Beyrut 1983, s. 219.

    17. Ebu Hanife, Fıkhu’l-Ekber, Ali el-Kari Şerhi, Trc: Yunus V. Yavuz, İstanbul 1979, s. 191; Taftazani, Sa’dü’din Mes’ud b. Ömer, (v. 797/1395) Şerhu’l-Akaid, (trc: Süleyman Uludağ) Dergah Yay., İstanbul 1982, s. 61.

    18. Allah’ın dilediği takdirde mevcut düzen ve sebepler sistemini bozacağını anlatan ayetler için bkz: Furkan, 25/45-46; Kasas, 28/71-72; Şura, 42/33.

    19. Özsoy, Ömer, Sünnetullah, Bir Kur’an İfadesinin Kavramlaşması, Fecr Yay., Ankara 1994, s. 78.

    20. İbn Furek, Mücerredü Makalât-i Eş’arî, Thk: Daniel Gımaret, Beyrut 1987, s. 178, 179.

    21. Halîmî, age., I, 147.

    22. Nursî, Bediüzzaman Said, Mektûbât, Yeni Asya Neşr., Germany 1994, 19. Mkb., s. 91; Halîmî, age. I, 259; Ali el-Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s. 191-193.

    23. Halîmî, age., I, 260.

    24. Beyhaqî, Ebu Bekir Ahmed b. Hüseyin (h: 384-458) Delâilu’n-Nübüvve, Thk: Mu’tî Kal’acî, Lübnan 1408/1988, I, 8-10; Maverdi, Ebu’l Hasan Ali b. Muhammed, A’lamü’n-Nübüvve (v. h. 450) Thk: Muhammed Mu’tasım Billah, Beyrut 1407/1987, s. 97; Halîmî, age., I, 251-253.

    25. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşr., İstanbul 1998, 25. Söz, s. 332; İşârâtü’l İ’câz, (çvr: A. Mecid Nursi) Sözler Yay., İstanbul 1978, s. 138.

    26. Nursî, Mektûbât, 19. Mkb. s. 92.

    27. Halîmî, age., I, 147.

    28. Nursî, İşârâtü’l İ’câz, s. 24, 25, 93.

    29. Halîmî, age., I, 255, 256.

    30. Nursî, Mektûbât, 12. Mkb., s. 46; Bilmen, İlm-i Kelâm, s. 184.

    31. İbn Furek, (v. 406/1015) Maqàlât, Beyrut 1987, s. 176; Bilmen, İlm-i Kelâm, s. 183.

    32. Sabuni, el-Bidaye, s. 53. Musa (a.s) Allah’a, “Ya Rabbi, dilimdeki tutukluğu çöz. Ta ki, sözümü iyice anlasınlar” diye yalvardı. Allah “İstediğin sana verildi ey Musa” diye onun dilindeki tutukluğu giderdi. Bkz: Taha, 20/25, 26, 28.

    33. Halîmî, age., I, 240, 241.

    34. Halîmî, age., I, 241.

    35. İbn Mace, Sünen, Fiten, B. 9, Hn: 3952.

    36. Halîmî, age., I, 242.

    37. Müslim, Sahih, Kitabü’r-Rü’ya, 6 IV, 1773. Hadisin tamamı şöyledir: “Zaman yaklaştıkça Müslüman’ın rüyası neredeyse, aynen çıkacaktır. Sizin en doğru rüya göreniniz, en doğru söyleyeninizdir. Hem, Müslüman’ın rüyası peygamberliğin kırk beş cüz’ünden bir cüz’dür. Rüya üç kısımdır: Biri salih rüyadır ki, Allah’tan müjdedir, diğeri şeytanın verdiği üzüntüdür, üçüncüsü kişinin kendi kendine konuştuğu şeylerdendir. Biriniz hoşlanmadığı bir şey görürse, hemen kalkıp namaz kılmalı ve onu kimseye söylememelidir.” (Müslim, Sahih, IV, 1773, Kitabü’r-Rü’ya, 42, “Bana Muhammed Tahdis etti Babı, Açıklama için bkz: Said Havva, El-Esas, Fi’s-Sünne, (Hadislerle İslam Akaidi II, 451.)

    38. Müslim, Sahih, Fedailü’s-Sahabe, 23; Tirmizi, Sünen, Menakıb, 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 6, s. 55.

    39. Müslim, Sahih, Fedailü’s-Sahabe, 23; Tirmizi, Sünen, Menakıb, 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 55 Miras, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarîh Tercemesi, XII, 276; IX, 352 .

    40. Miras, age., XII, 272.

    41. Halîmî, age., I, 251.

    42. Nursî, Sözler, 20. Söz, s. 229-242. Bediüzzaman Said Nursi bu eserde, elektriğin icadı, cinlerin -insana zarar vermeyecek şekilde- kullanımı, hayvanlardaki bazı kabiliyetlerden faydalanılması, soğutma sistemlerinin keşfi, yangına karşı koruyucu olarak kullanılan (amyant) maddelerin de insanlığa ilk defa Peygamberler eliyle öğretildiğini anlatmaktadır.

    43. Halîmî, age., I, 253, 254

    44. İbn Rüşd, Faslu’l Makal, (İbn Rüşd’ün Felsefesi, çvr: N. Ayasbeyoğlu), Ankara 1955, s. 18.