Köprü Anasayfa

Nübüvvet

"Bahar 2001" 74. Sayı

  • İnsanlığın Buhrandan Çıkış Reçetesi: Peygamberlik Yolu

    A. Said Yargıcı

    Türkçe’ye “peygamber” olarak tercüme edilen kelimenin Arapça’da iki karşılığı bulunmaktadır; bunlardan birisi “Nebi” diğeri de, “Resul”dür. Hem “Nebi”, hem de “Resul” kelimesi Kur’an’da yüzlerce defa zikredilmektedir.1 Peygamberlik ise “risalet ve nübüvvet” şeklinde karşılık bulmaktadır.

    Nebi ve resul kelimeleri bazen aynı anlamda kullanılmakla birlikte, bazen de farklı anlamlara gelebilmektedir. Nebi, lügatte yükseklik ve yerden yüksek olan, haber ve haberci; ıstılahta ise, Allah’ın insanlara şeriatını ve hükümlerini tebliğ etmesi için gönderdiği kişi anlamına gelmektedir. Burada lügat anlamı ile ıstılah anlamı arasındaki ilişki açıktır. Resul ise bazen nebi ile eş anlamlı olarak kullanılmış olsa da, kendisine kitap verilen, önceki peygamberlerin şeriatları ile amel etmesi emredilmeyen insan manasında kullanılmaktadır. Bir başka fark da, Resul’ün kendisine Cebrail’in gelerek vahyi bildirdiği kişi, nebinin de uykusunda gördüğü ve vahyi aldığı kişi olarak ifade edilmesinde ortaya çıkmaktadır. Nübüvvet ile Risaletin bir kişi de toplandığı da görülmüştür. Örneğin son peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.v.) de her iki özellik bir arada bulunmaktadır.2

    Biz bu makalemizde “nebi ve resul” yerine, “peygamber”, “nübüvvet ve risalet” yerine de, “peygamberlik” kavramlarını kullanacağız.

    İslam dininde peygamberlere iman etmek iman esaslarından birisidir.3 Dikkat edilirse, burada yalnızca “Hz. Muhammed’e iman” değil, “peygamberlere iman” ifadesi kullanıldı. Bir ayet-i kerimede “Biz peygamberler arasında hiçbir ayırım yapmayız” denilerek Müslümanların bu konudaki niteliklerine dikkat çekilmektedir. O halde, bir Müslüman Hıristiyan veya Yahudi gibi değildir. Bir Müslüman bütün peygamberleri kabul ederken, onlar kendi peygamberlerinden başka peygamberleri kabul etmemektedir. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

    “Onlar ki, Allah ile peygamberlerini inkar ederek, kafir olurlar. Allah ile peygamberi ayırt etmek isterler. Bazılarına inanır, bazılarına inanmayız derler. İşte asıl kafirler bunlardır. Biz de kafirler için rezil edici bir azab hazırladık.”4

    İslam bu ve benzeri ayetleri ile dünya milletleri arasında, dayanışma, kardeşlik ve birlik esaslarını ortaya koymuştur. Zira, milletler bütün peygamberlere inanırlarsa anlaşmaları kolaylaşır; aralarındaki ihtilaflar ortadan kalkmış olur. Bu üstünlük İslam’a mahsustur. İslam bütün mensuplarına, peygamberlerin hepsine iman ve hürmeti gerekli kıldığı için diğer dinlerle kendisi arasında kaynak birliğinin mümkün olduğunu ortaya koymaktadır.5

    Peygamberlere iman etmek, imanın esaslarından birisi olarak telakki edildiğine göre, peygamberlerin genel olarak gönderilmesinin hikmetleri üzerinde durmamız yerinde olacaktır.

    A- Peygamberlerin Gönderilme Sebepleri

    a) Yaratılış Gayesini Tebliğ

    Kur’an’ın insanları bütün peygamberlere iman etmeye davet etmesi, peygamberlere imanın Allah’a iman ve ibadetle çok yakından ilgisi olmasından dolayıdır. Kur’an’da kendilerine peygamber gönderilmeyen kavimlere azab edilmeyeceğinin6 bildirilmesinden anlaşılmaktadır ki, kendilerine peygamber gönderilmeyen ümmetlerin kendi akılları ile Allah’a doğru bir şekilde inanmaları ve yaratılış gayelerine uygun hareket etmeleri neredeyse mümkün değildir. Bu insanlar kendilerinin ve evrenin bir yaratıcısı olduğunu düşünebilseler bile bunun kaç tane olduğu ve yarattığı insanlardan neler istediği gibi sorulara akılları ile tam olarak cevap bulmaları ve gerekeni yapmaları mümkün değildir. Zaten bu yüzden de kendilerine peygamber gönderilmeyen kavimlere azab edilmeyeceği bildirilmiştir.

    İfrat ve tefriten uzak, yani ahmaklık demek olan gabavet, hakkı batılı, batılı hak gösterecek kadar zeka sahibi olmak anlamındaki cerbezeden uzak, hakkı hak, batılı batıl olarak anlayabilme yeteneği demek olan hikmete tabi olan insan aklı, başta kendi yaratılışını, sonra kainattaki varlıkların yaratılışını düşünmek suretiyle bu kainatın bir yaratıcısı ve sahibi olduğunu anlayabilir. Ancak onun “Ehad”, yani “bir” olduğunu anlaması pek kolay değildir. Zaten Allah’ın var olduğunu bilmek de yetmez. Onun bir olduğunu da bilmek gerekir. Peygamberimiz (s.a.v)’in peygamber olarak gönderildiği dönemde “müşrikler” çoğunlukta idi. Burada şu noktanın altı çizilmelidir. Müşrik, Allah’a inanmayan kişi değildir. Nitekim, onlara gökleri ve yerleri kim yarattı diye sorulduğunda, “Allah” diye cevap vermişlerdir.7 Bu durum gösteriyor ki, müşrikler de Allah’a inanmaktadır. Ancak bu inanç, Allah’ın varlığı ile ilgilidir. Zaten esas sorun, Allah’ın varlığında değil, birliğinde ve sıfatlarındadır.

    İfrat ve tefritten soyutlanmış istikamet içindeki bir insan aklı, kainatın bir yaratıcısının, bir sahibinin olduğunu düşündüğünde bu defa de zihninde şöyle sorular belirecektir. Acaba beni ve benim ihtiyaçlarımı en güzel şekilde yaratan, hazırlayan, bu kainatı kusursuz bir şekilde yaratan Zat, beni bu dünyaya niçin göndermiştir? Bu dünyaya gönderilmemdeki esas amaç ve gaye nedir? Benden ne istemektedir? Beni ve mahlukatı bu kadar nazik ve nazenin yarattığına bakılacak olursa, bu yüce Yaratıcı beni ve yarattıklarını sevmektedir. Çünkü bu kadar ikram ve ihsanları bizi sevdiğinin işaretidir. Ben de beni seven ve sevgisini tezahür ettiren bu yüce yaratıcıyı tanımak ve onun sevgisini kazanmak isterim. Acaba bunun için ne yapmalıyım?

    İşte peygamberlerin gönderilme hikmetlerinden birisi, akıl sağlığı yerinde olan insanların zihinlerinde ortaya çıkan bu be benzer sorulara en güzel cevapları vermektir. Yani insanın bilmek ve yapmak istediği yaratılış gayesini tebliğ etmek, bildirmektir. Peygamberlerin insanlar için bir “hidayet rehberi” olmasının en mühim yönlerinden birisini de bu konu teşkil etmektedir.

    b) İnsanların Allah’a İtiraz Yollarının Kapatılması

    Kur’an-ı Kerim’de her kavme ve ümmete, mutlaka onları ilahi azabdan korkutucu bir peygamber gönderildiği bildirilmektedir.8 Her ümmete bu şekilde peygamber gönderilmesinin bir hikmeti, Kur’an’da şöyle bildirilmektedir:

    “Cennetle müjdeleyici ve Cehennem azabıyla korkutucu olarak bir kısım peygamberler gönderdik ki, bu peygamberlerin gelişinden sonra, insanların kıyamet gününde bizi imana çağıran olmadı diye Allah’a bir hüccet ve özürleri olmasın. Allah aziz ve hakimdir.”9

    Bir başka ayette ise aynı mevzuya şu şekilde dikkat çekilmektedir:

    “(Ey Resulüm! Eğer Kureyş kavmine) yaptıkları inkar ve isyan yüzünden (kıyamet günü) başlarına bir azab geldiği zaman: ‘Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber göndereydin de ayetlerine inanıp müminlerden olsaydık ya’ diyecek olmasalardı seni peygamber olarak göndermezdik.”10

    Bu ve benzeri ayetlerden anlaşıldığına göre insanı en mükemmel bir şekilde yaratan yüce Allah ona iman yolunun güzelliğini, küfür ve isyan yolunun çirkinliğini gösteren peygamberleri göndermiştir. Görüldüğü gibi insanların bu yollardan herhangi birisine inanmaları konusunda bir “icbar” söz konusu değildir. İnsanlara yol gösterilmiş fakat iradeleri, ihtiyarları ellerinden alınmamıştır. İşte bu yüzden insana bir “seçme hürriyeti” tanınmıştır. Ancak Kur’an insanların bu hürriyetlerini, kendilerini dünyada ve ahirette mutlu edecek bir şekilde kullanmalarını istemekte ve insanı o yola teşvik etmekte, kendisini dünyada ve ahirette mutsuz edecek bir yola sürüklenmekten de vazgeçirmeye çalışmaktadır. İman ile imansızlığı seçme konusunda hür olan insan, peygamber gönderildiği halde, küfür yolunu seçtiği takdirde, “bana iman yolu gösterilmedi” gibi bir özür beyan edemeyecektir. İnsan irade-i cüziyesi ile seçtiği yolda giderken, bunun da sonuçlarına katlanacaktır. Bu durumda küfür yolunu seçtiğinden azaba uğrayacak olması, hiçbir kimsenin merhametini ve şefkatini celbedecek bir durum değildir. Çünkü zarara kendi rızası ile girene merhamet edilmez, onun lehinde bakılmaz. Allah’ın şefkatinden ve merhametinden daha fazla şefkat ve merhamet etmek de, şefkat ve merhamet değildir.

    c) Cemiyette Gerçek Nizam ve Adaletin Tesisi

    İnsanın insanlığa layık bir şekilde yaşamaya fıtri bir meyli vardır. İnsan hayvan gibi yaşayamaz. İnsan sosyal bir varlıktır. Aynı zamanda aciz ve zayıf bir varlıktır. Aciz ve zayıf olduğu halde ihtiyaçları pek çoktur, düşmanları da ziyadedir. Toplu yaşamak zorunda olan insanın en önemli ihtiyaçları yeme, içme, barınma, giyinme, evlenme gibi hususlardır. Bütün bu temel gereksinmelerini karşılayabilmek için başkalarının yardımına ihtiyaç duyar. Hiçbir kimse bütün ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz. Zaten insanın toplu yaşama zorunluluğu da buradan çıkmaktadır. Bu yüzden insanlar kendi yeteneklerine göre farklı sanat dalları ile meşgul olurlar, farklı işleri yaparlar. Herkes yaptığı bu farklı işlerden elde ettikleri ürünleri, mamülleri “mübadele” etmeye, yani “değiş-tokuş” yapmaya mecburdurlar. Yoksa ihtiyaçlarını gideremezler. İlk çağlarda insanlar sayıca az oldukları için mamülleri para ile satın alma yerine, “mübadele” daha geçerli ve gerekli idi. Ama nüfus kalabalıklaştıkça, mübadele büyük ölçüde ortadan kalktı ve satın alma ve satma kavramları ortaya çıktı. Ama bu yine insanların farklı yeteneklerine göre ürettikleri mamüller üzerine bir alış-veriş idi. Böylece insanlar çeşitli isimler altında birbirleriyle münasebet içinde olmak durumunda kalmaktadırlar. İnsanların birbirleriyle ticari ve beşeri münasebetlerinin olduğu her toplumda problemlerin çıkması da ihtimal dahilindedir. Bu problemler niçin çıkmaktadır?

    İnsanların beşeri münasebetlerde bulundukları ortamlarda bazı sorunların çıkmasının en büyük sebebi haksızlık ve zulümlerin yaşanmasıdır. Peki o halde niçin haksızlık ve zulümler olmaktadır?

    “Tagayyür, inkılab ve felaketlere” maruz ve muhtaç olan insan bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet yaratılmıştır. Bu kuvvetlerin birincisi, menfaatleri celb ve cezbetmek için şehvet kuvvesidir. İkincisi zararlı şeyleri ortadan kaldırmak için gazab kuvvesidir. Üçüncüsü ise fayda ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden ayırt etmek için akıl kuvvesidir.

    Ancak insandaki bu kuvvelere “fıtraten bir sınır tayin edilmemiş” olduğundan, bu kuvvelerin her birisi “ifrat, vasat ve tefrit” adıyla üç mertebeye ayrılırlar. Şehvet kuvvesinin ifrat mertebesi, “fücur”dur. Fücura düşen bir kişi, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Bu tür insanlar, yeme, içme, konuşma gibi hususlarda da hep harama meylederler. İşte toplumsal ilişkilerde vasata çekilmemiş bir şehvet duygusu taşıyan bir kişi, harama yönelme yoluyla haksızlıkların ve tecavüzlerin ortaya çıkmasına, bu da toplumsal huzurun bozulmasına sebep olur. Bu açıdan bakıldığında peygamberlerin gönderilme hikmeti, şehvetin ifratı olan fücurdan insanlığı kurtarıp, tefriti olan ve helal ve haram hiçbir şeye iştihası olmamak anlamına gelen “humud”dan da vazgeçirip, helali isteyip, haramdan kaçınmayı ifade eden “iffet”e yöneltmeyi hedef almaktadır. Böylece toplumsal huzurun sağlanmasında en önemli bir görevi ifa etmiş olmaktadırlar.

    Hz. Yusuf’un, Züleyha’nın “fücur” anlamındaki şehevani isteklerine karşı, Allah’ın yardımıyla karşı koyması, insanlığa “iffetli” olma yönünde verilen çok önemli ve büyük bir ders olma özelliği taşımaktadır. Diğer bütün peygamberler de zaten “ismet” sıfatına haiz olarak, hayatları boyunca “iffet” içinde yaşamış ve insanlığın yolunu aydınlatmışlardır. Onlar Allah’ın günahlardan koruduğu ideal insanlardır. Onlar Allah’ın kendilerini korumasını istemişlerdir. Allah’ın diğer kulları da, iffetli olmak istiyorlarsa, her şeyden önce Allah’ın kendilerini iffetli olmasını istemek durumundadırlar. Bilinçaltlarına “iffetli olma” düşüncelerini yerleştiren kişilerin, iradelerini de iffetli olma yönünde kullanacakları izahtan varestedir.

    Gazab kuvvesinin ifrat mertebesi, “tehevvür”dür. Bu bir kimsenin maddi ve manevi hiçbir şeyden korkmaması demektir. Bütün istibdatlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin ürünüdür. Bunun tefrit mertebesi “cebanettir”. Bu da insanın korkulmayacak şeylerden korkmasına sebeb olur. Tehevvür sahibi insan zulmetmeye, cebanete düşen kişi de zulme uğramaya meyyaldir. Bu açıdan bakıldığında peygamberlerin gönderilme hikmetleri insanın gazab kuvvesini vasat mertebesi olan “şecaat”te tutmaktır. Şecaat ise, insanın dini ve dünyevi hukuku için canını feda edecek bir anlayışta olmasıdır, meşru olmayan şeylere karışmamasıdır. O halde peygamberlerin gösterdiği şecaat yoluna giren bir kişi, ne başkalarına zulmederek toplumsal barışı bozar, ne de yapılan zulümlere boyun eğer. Kendi haklarını ve sınırlarını bilir, başkalarının kendisine haksızlık yapmasını da önler. Peygamberlerin şecaat yoluna girmeyen kişilerin yaptıkları zulümlerden yerlerin ve göklerin inlediğine tarih şahitlik etmektedir.

    Akıl kuvvesinin ifrat mertebesi, “cerbezedir.” Bu bir kişinin, hakkı batıl, batılı hak gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya sahib olması demektir. Tefrit mertebesi ise, “gabavettir.” Böyle bir kişinin de hiçbir şeyden haberi olmaz. Hakkı hak olarak, batılı batıl olarak bilmez. Böyle kişilere gabi, yani ahmak denilir. Bazı atasözlerimiz ahmak dostların insana zarar vereceğini bildirmektedir. Toplum hayatında her iki gurubun bulunması da aldatan ve aldatılan grupların ortaya çıkması ve var olması demektir. Aklın ifratı olan cerbeze bir insanın “aldatıcı” olması demektir. Bu açıdan peygamberlerin yaptığı şey, aklı, ifrat ve tefritten uzaklaştırıp, vasat olan “hikmet” mertebesine çekmektir. Hikmet sahibi bir kimse ise, hakkı hak bilir uyar, batılı batıl bilir ondan içtinab eder. Kimseyi aldatmaya çalışmaz, hilekarlık yapmaz.11

    İşte peygamberlerin getirdiği dinlerin ortak mesajı, insanları şehvet, gazab ve akıl kuvvelerinin vasat mertebeleri olan “iffet, şecaat ve hikmet” sahibi insan yapmaya yöneliktir. Peygamberlerin getirdiği ilahi mesajlara kulak verildiğinde, ahiretten önce dünyanın, yaşanılan toplumların Cennete döneceğini söylememiz mümkündür. Bugün gerek bizim toplumumuzun gerekse Batılı toplumların içine düştükleri maddi ve manevi buhranların tek çözüm yolunun bu peygamberler yolu olduğunda şüphe yoktur.

    İnsanlar akılları ile ifrat tutumlardan meydana gelen tecavüz ve haksızlıkları önleme yoluna zaman içerisinde gitmişlerse de akıl bu konuda yeterli olmamıştır. Bunun için külli kanunların vaz’edilmesine ihtiyaç duyulur. Bu külli kanunlar aklın adaleti bulmasında, istikameti yakalamasında yardımcı olacak işaretlerdir. Bu külli kanunların tesirli olabilmesi için “Kanun Koyucuya” ihtiyaç vardır. İşte bu kanunlar Allah tarafından peygamberler vasıtasıyla insanlığa ulaştırılmaktadır.12

    d) Maddi Terakkide Önder Olmaları

    İnsanlar ihtiyaçlarını gidermek için birbirleri ile yardımlaşırken, bunları en kısa zamanda ve en güzel şekilde yapmanın da yollarını aramışlardır. Bunun için gittikçe ilerlemiş ve terakki etmişlerdir. Ancak insanlığın bu terakkisi de yalnızca insan aklının ürünü olarak telakki edilemez. Çünkü insanlığın maddeten terakki etmesi için, cari olan kanunlara uyması ve Allah’ın tabiatta yarattığı örnekleri taklit etmesi gerekmektedir. Ama bunu yapma hususunda insanın ilim ve sanat yeteneği yetersiz kalmaktadır. İnsanlığın böyle bir yöne yöneltilmesinde de bir “kifayetsizlik” görülmektedir. Bu yüzden bir “mürşid-i Nebi”ye ihtiyaç duyulmaktadır.13

    Örneğin kuşlar, sinekler uçmaktadır. Balıklar yüzmektedir. Ama insan havada kuş gibi uçma ve denizde balık gibi yüzme yeteneğine sahip değildir. Fakat onlar gibi olsa işleri daha kolay olacak, insanlığa daha çok hizmet etme imkanı bulacaktır. Bunun için onları taklit etmesi gerekmektedir. Akıl bu konuda ne yapacağı hususunda yetersiz kalmaktadır. Ona bir yol gösterici gerekmektedir. İşte peygamberler uğraştıkları sanatlarla ve gösterdikleri mucizelerle insan aklının yapabileceği şeylerin son sınırlarını çizmiş ve insanlığı terakkiye sevketmiştir. Bu yüzden her bir peygamberin bu noktalardan birer “ustabaşı ve üstad” olduğunu söylememiz de mümkündür. Bunun için Said Nursi bu konuda şu ifadeleri kullanıyor:

    “İşte enbiyaların manevì kemalatını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mucizelerinden bahsetmekle de onların benzerlerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya teşvik ediyor. Hatta denilebilir ki, manevì kemalat gibi maddi kemalatı ve harikaları dahi en evvel mucize ile nevi beşere hediye etmiştir. İşte Hz. Nuh’un bir mucizesi olan gemi, Hz. Yusuf’un bir mucizesi olan saati, en evvel insanlığa hediye eden mucize elidir. Bu hakikate latif bir işarettir ki, sanatkarların çoğu, herbir sanatta birer peygamberi pir kabul ediyor. Gemiciler Hz. Nuh’u, saatçiler Hz. Yusuf’u, terziler Hz. İdris’i.

    “Evet madem Kur’an’ın herbir ayeti, çok vücuh-u irşadi ve müteaddit cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belağat ittifak etmişler. Öyle ise Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın en parlak ayetleri olan Mu’cizat-ı Enbiya ayetleri; birer hikaye-i tarihiye olarak değil, belki onlar çok irşadi manaları ihtiva ediyorlar. Evet, peygamberlerin mucizelerini zikretmesiyle fen ve sanat-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayelerine parmak basıyor. En son hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına teşvik elini vurup o gayeye sevkediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının ayinesi olduğu gibi; müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvalinin ayinesidir.”14

    Kur’an-ı Kerim Hz. Süleyman’ın rüzgara binip uzun mesafeleri kısa sürede katettiğini onun bir mucizesi olarak anlatırken, insanlara da havada böyle bir mesafeyi katetme yolunun açık olduğunu gösteriyor. Said Nursi, Cenab-ı Hakk’ın ayetin lisaniyle manen şöyle dediğini belirtiyor:

    “Ey insan! Bir abdim, hevay-ı nefsini terkettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bazı kavanin-i adetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”15

    Hz. Musa’nın asa ile taşa vurup su çıkarma mucizesi, insanları asaya benzer aletlerle yerden su çıkarma tekniğini bulup geliştirmeye teşvik etmektedir.16 Hz. İsa’nın ölüleri diriltme ve müzminleşmiş hastalıkları iyileştirme mucizeleri, müzminleşmiş dertlere derman bulmaya ve ölüme geçici bir hayat rengi vermeye teşvik etmektedir.17 Sesten hızlı uçakların yapıldığı, teknoloji harikası makinalarla her türlü sert zeminden suların çıkarılabildiği, müzmin hastalıklara çareler bulunmak suretiyle ölüme geçici bir hayat renginin verildiği günümüzde, peygamberlerin insanlığın terakkisi önünde nasıl bir kapı açtığını göstermektedir. Hz. Davud’un demiri eliyle yumuşatıp ona şekil vermesinin, çeşitli aletler yapmasının, medeniyetin bel kemiği olan demirin nasıl kullanılacağı hususunda insanlığa ışık tuttuğunu söylemek mümkündür. Diğer taraftan yine Hazret-i Süleyman için bakırı kaynağından sel gibi erimiş bir şekilde akıttığını söyleyen Yüce Allah, peygamberler eliyle insanlığa bakır gibi büyük bir nimetin ve benzerlerinin nasıl kullanılması gerektiğini adeta ders vermektedir.

    Sözün burasında bazı tefsir bilimi çevrelerinin Kur’an’ın bilimsel açıdan tefsirine karşı çıkmasının haklı bir tarafı olmadığını ifade etmek istiyorum. Kur’an elbette bir pozitif bilim kitabı değildir. Ama ilahi hitabın, yani ilmi geçmiş ve geleceği kuşatmış olan Allah’ın mukaddes kitabının bazı bilimlerin ulaşabilecekleri son noktalara mucizane bir şekilde işaret etmiş olması, her halde Kur’an’a bir nakise getirecek bir durum değildir. Burada önemli olan Kur’an’ın insanlara öncelikle “dünyada” mutluluk sağlama amacında olduğunun bilinmesidir. Kur’an’daki iman, ahlak ibadet ve muamelat öğretilerinin birinci hedefinin insanın dünyadaki mutluluğu olduğu gerçeği hiçbir zaman gözden ırak tutulmamalıdır. Burada Kur’an’ın acil olarak insana bir dünya cenneti kurmak istediğini söylememiz de mübalağa olarak telakki edilmemelidir. Çünkü bize “Rabbimiz bize dünyada ve ahirette iyilik ver”18 şeklinde dua etmemizi tavsiye eden Yüce Allah’ın dünyada iyilik talep etmemizi birinci sırada zikretmiş olması bizim en büyük delilimizi teşkil etmektedir. Çünkü insan bu dünyada yaşamaktadır. Ahiret de bu dünyada kazanılacaktır. Ancak insanın ahirette mutlu olacağını bildiren bir Kutsal Kitabın, o mutlululuğun nümunelerini bu dünyada yaşatması gerekmektedir. İşte Kur’an’daki iman, ibadet, ahlak ve muamelat gibi öğretilerin birinci hedefi de insanın dünyadaki mutluluğunu sağlamaktır. Bu yüzden Peygamberlerin yolu olan iman ve iman yolunun manevi bir Cenneti içinde barındırdığını, dünyada bile insanı gerçek bir insan yapıp mesut ve bahtiyar ettiğini söylememiz mümkündür. İşte konuya bu açıdan yaklaşıldığında Kur’an’ın insanın bu dünyada mutlu olmasını artıracak olan teknolojik ve bilimsel gelişmelerin bir kısmına işaretlerde bulunması hiç de akla ve Kur’an’ın genel öğretilerine aykırı bir durum değildir.

    Burada önemli olan, Allah’ın peygamber mucizeleri yoluyla kapısını açtığı bazı teknolojik ve bilimsel gelişmelerin, yalnızca insan aklına havale edilmemesi, onların Allah’ın bir “ihsanı ve hediyesi” olduğu realitesinin unutulmamasıdır. Bugün insanlık teknolojik ve bilimsel gelişmeleri kendi aklına malettiği, Allah’ı ve O’nun ahlakını unuttuğu için hepimizin müşahede ettiği gibi büyük bir bunalımın sancısıyla kıvranmaktadır.

    Yirmi Üçüncü Söz’de, beşerin maddi terakkisinde unutulan ve bizi felakete sürükleyen ince noktalar nazarlara sunuluyor:

    “İşte insan dahi Halıkının Rahmetini inkar ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfran-ı nimet suretinde Karun gibi, “İnnemâ utituhu alâ ilm”, yani, “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımda kazandım” dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder. Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyât-ı beşeriyye ve kemâlât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belli ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. O saltanatın sebebi, kuvvet ve ikidar-ı ilmi değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki; eşyayı ona teshir etmiştir.

    “Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlup olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshir-i Rabbâni ve ikram-ı Rahmânìdir.

    “Ey insan! Madem hakikat böyledir; gurur ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergahında acz ve zaafını, istimdat lisanıyla; fakr ve hacatını; tazarru ve duâ lisanıyla ilan et ve abd olduğunu göster.”19

    İşte Peygamberlerin mucizeleri vasıtasıyla Allah’ın insanlara, acz, fakr, zaaf ve ihtiyaçlarına binaen ilham ile ihsan ettiği medeniyetin harikalarının, yalnızca akıl kuvvetine maletmeleri, “gurur ve enaniyet” vermektedir. İnsanlar bu yanlış düşünceden aldıkları güçle, adeta Allah’a meydan okurcasına bir tavır içerisine girebilmektedir. Bilimi ve kendisini “ilah” mertebesine çıkarabilmektedir. Böyle bir tavır, peygamberlerin insanlığa hediye ettiği yolda yoktur.

    Bu yüzden de peygamberler, insanların “ene”lerine güvenerek, gururlanmalarını önlemek istemiştir. İnsanların yapamadığı mucizeleri göstererek, bunları Allah’tan bilen peygamberler, insanlığa, ikram edilen nimetleri kendi enelerine maletmeme, gururlanmama dersi verdiği görülmektedir.

    Peygamberlerin mucizelerine yetişmeye çalışan insanlık da, elde ettikleri başarıları, Allah’ın “ihsanı, ikramı, hediyesi” olduğu inancına sahip olmalı, şirke değil, şükre yönelmelidir. İnsanlığın böyle bir yolla şükre yönelmesi, insan enaniyetine kuvvet veren Hıristiyanlık vasıtasıyla değil, tevazuyu esas olan İslam vasıtasıyla mümkün olabilir.

    Bugün yapılan buluşların akla ve insanın kendi gücüne maledilmesi, enesini şişirmesine sebep olmaktadır. Bu da insanın Allah’tan ve Onun ahlakından uzaklaşmasına sebep olmaktadır.

    Bu sebeble “eneyi”, dinsiz felsefenin değil, nübüvvetin, yani peygamberliğin tuttuğu yöne çekmek gerekiyor.20

    B- Peygamberliğin ve Felsefenin “Ene”ye Bakışı

    Nübüvvetin temsil ettiği “ene” sadece kulluğun menşeidir. “Ene” kendisini Allah’ın “abdi” bilir. Başkasına hizmet eder. Mahiyeti harfiyedir. Yani başkalarının anlamını taşıyor. Varlığı tebeidir, asli değildir. Başka birisinin varlığı ile ayakta durmakta, onun yaratmasıyla sabit olmaktadır. Malikiyeti ise vehmiyedir. Yani kendi malikinin izniyle; suri, geçici bir malikiyeti vardır. Hakikati zılliyedir. Yani, hak ve vacip bir hakikatin cilvesini taşıyan mümkin ve miskin bir zıldir. Vazifesi ise kendi Yaratıcısının sıfat ve şuunatına ölçü olarak, şuurkarâne bir hizmettir. İşte enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya eneye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikati anlamışlar. Bu hakikat de , Allah’ın mülkünde, rububiyetinde ve uluhiyetinde “ortağı” olmamasıdır.21

    O halde peygamberliğin “ene”ye bakışı, ondaki “Hüve”yi, yani, “Onu” görmek şeklindedir. Buna göre insandaki “ene” Allah’ı gösteriyor. Kendi kendine malik değildir, tesadüfen meydana gelmemiştir. Eneye verilen icad etme, bir şeyi yapma gibi özellikler, Allah’ın yaratıcılığını anlamamız için bir küçük ölçüden başka bir şey değildir. Ama insanlar, termometre gibi ısıyı ölçen bir aleti, aleti yapan kişi zannetme yanlışlığına düşen kişi gibi, Allah’ın kendi sıfat ve niteliklerini anlamada bir ölçü olsun diye verdiği “ene”yi, onu yaratan Allah zannetme gafletine düşmektedirler. Bu yüzden bazı vahdet-i vücud yanlısı tasavvufçuların Allah’ın yarattığı gibi, insanın da yaratma gücü olduğunu iddia etme yanlışlığına düştükleri görülmektedir. İşte bu sırrı anlamayan veya anlamak istemeyen dinsiz felsefe ve onun yolundan gidenler, insanı “potansiyel bir tanrı” gibi görme cürmünü işlemişlerdir. Zaten dinsiz felsefenin, peygamberliği dışlayan felsefenin “ene”ye bakışı da bu anlamı destekler mahiyettedir.

    Dinsiz felsefe “ene”yi, anlamı kendinden olan, kendi hesabına çalışan, varlığı hakiki ve zâti olan, tasarruf dairesinde hakiki malik olan bir varlık olarak telakkì etmişlerdir. Buna göre “ene”nin vazifesi, “kendini sevmekten doğan, kendini tekemmül ettirmektir.” Halbuki Said Nursi, bunların “fasid temeller” olduğunu söylemektedir. Bu fasit temellere oturtulan felsefenin dahileri olarak telakki edilen Eflatun, Aristo, İbn-i Sina ve Farabi gibi adamlar, insanlığın asıl gayesinin, Allah’a benzemek olduğunu iddia etmişlerdir. Said Nursi’nin dilinde bu “firavunâne bir hüküm”dür. Bunların bu iddialarıyla yaptıkları şey, “enaniyeti kamçılamak” ve putperestlik, tabiatperestlik gibi bir çok şirk çeşitlerine kapı aralamaktır. Bunların insanlığın fıtratında bulunan acz, zaaf, fakr, ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapatıp, ubudiyetin yolunu tıkamışlardır. Tabiata saplanarak, şirkten çıkamamışlar ve şükrün geniş kapısını da bulamamışlardır.22

    Peygamberlik ise, insanın gayesini ve vazifesini, zat olarak Allah’a benzemek değil, ilahi ahlak ile ahlaklanmak olarak belirlemişlerdir. İlahi ahlakın en mükemel şekilde görüldüğü kutsal kitap Kur’andır. Peygamberimiz Hz. Muhammed de, insanlık için Kur’an ahlakıyla ahlaklanmış yüksek bir örnek, ideal bir insan olarak tarihteki yerini almıştır. Diğer peygamberlerin de bu ilahi ahlakı en güzel şekilde yansıttıklarını yine bize Kur’an söylemektedir. Tahrif edilmiş diğer kutsal kitaplarda ise, peygamberlere yakışmayacak iftiralarda bulunulduğu görülmektedir. Hıristiyanların Hz. İsa’nın dışındaki peygamberlere isnad ettikleri iftiralardan elbette onlar beridirler.23

    Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin iyi işlerde ve hayırlarda yarışan şahsiyetler24 ve en hayırlı kişiler25 olduklarını beyan ederek, peygamberlere atılan bu iftiraları reddetmektedir.

    C- Hz. Muhammed’in Diğer Peygamberlerden Farklılığı

    Hüseyn-i Cisri’nin ifadeleriyle Allah, peygamberleri doğruluk, emniyet, iyilik, yardım, adaleti tutma ve bütün insanlara bol bol nasihat etme gibi üstün sıfatlarla yaratmış, onları kötü ve yasak olan şeyleri yapmaktan uzak tutmuş, insanlığa yakışmayan çirkin hal ve halkın uzaklaşmasına sebep olacak iğrenç şeyler gibi peygamberlik makamına yaraşmayan durumlardan tamamen münezzeh ve mukaddes olarak yaşatmıştır. Gerçi onların görünüşte günah sayılacak bazı fiilleri göze çarpmış ve derecelerinin yüksekliğine ve şanlarının büyüklüğüne nisbetle Allah kelamında günah deyimi kullanılmıştır. Fakat bu husus, mutlak mükemmellikte Allah’ın tek ve eşsiz olduğunu açıklamak gibi bazı büyük hizmetlere dayanmaktadır.26

    Zaten Allah’ın insanlık âlemini nefsin arzularına kul olmaktan kurtarmak ve kölükleri işlemekten uzaklaştırmak için gönderdiği peygamberlerin yüksek ve güzel ahlaklı olmaları gerekir. Eğer onlar kavimlerinin yaptıkları kötülüklere dalsalardı, kötü örnek olurlardı. Bu takdirde Allah’ın emir ve yasakları abes ve mânâsız olurdu. Bundan dolayı, Kur’ân, peygamberlerin iyi ve faziletli kimseler olduğuna bilhassa dikkati çeker.27 El-Enbiya Suresinde Allah, peygamberleri saydıktan sonra: “Biz onları emrimizle hidayete ulaştıran önderler kıldık. Onlara hayırları işlemeyi, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar bize ibadet edenlerdi.”28 buyurmaktadır.

    Bir başka yerde Allah onları şöyle tavsif eder: “İşte onlar kitap, hüküm, peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Bunlar ona inanmayacak olurlarsa, yerlerine onu tanımazlık etmeyecek biri cemaati getiririz. Bunlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların hidayetine uy.”29

    Kur’an peygamberlerin asla hainlik etmeyeceğini de ortaya koyar. “Hiçbir peygamber emanete hıyanet etmez.”30 ayeti bu konuya açıklık getirmektedir. Bütün peygamberlerin en büyük ortak özellikleri ise, “tebliğ” ile mükellef olmalarıdır. Bu aynı zamanda onların sorumlu tutulup hesaba çekilecekleri tek husustur.31 Bu yüzden peygamberler kavimleri kendilerinden yüz çevirseler bile tebliğ görevine devam etmelidirler.32 Çünkü peygamberler başkalarını inandırmakla görevli değillerdir. Başkalarının imana gelmesi, kendi cüzi iradelerini sarfettikten sonra Allah’ın hidayetiyle mümkün olacak bir iştir.

    Bu ve benzeri ortak özelliklerin dışında Hz. Muhammed’in diğer peygamberlerden en büyük farklılığı, ahirzamanda gelmesi ve en son peygamber olmasıyla yakından alakalıdır. Diğer taraftan bütün peygamberler belirli kavimlere gönderilmişken Peygamberimiz (s.a.v.) bütün insanlığa gönderilmiştir. En büyük mucizesi olan Kur’an da, diğer peygamberlerin kutsal kitap ve suhuflarının ortak inanç ve ahlak esaslarını aynen muhafaza etmiş, tahrif edilmiş kısımlarını tashih etmiş, bir de hiçbir kutsal kitap veya suhufta bulunmayan yeni hükümler de getirmiştir. Bu açıdan Hz. Muhammed’in mesajları, diğer peygamberlerin mesajlarından farklı unsurları içermektedir. Said Nursi’nin bildirdiği şu farklılık da önem arzetmektedir:

    “Enbiya-i salifede (geçmiş peygamberlerde) nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleri ile olan muameleleri hakkında -yalnız zaman ve mekanın tesiriyle bazı hususat müstesna olmak şartıyla- yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde Hz. Muhammed (s.a.v.)’de daha ekmel ve daha yükseği bulunmakta olduğu tahakkuk eder.”33

    Burada Hz. Muhammed (s.a.v)’in diğer peygamberlerden en önemli farklılığının, “ümmeti ile muamelesinde” olduğunu görmekteyiz. Hazret-i Peygamberin ümmeti tabirinden birinci derecede kendisiyle çağdaş olan ve ilahi hitaba muhatap kılınan kimseleri anladığımızda karşımıza çok dikkat çekici bir davranış modeli çıktığını görürüz. Buna göre peygamberimizin kendisine inanan veya inanmayan herkes ile muamelesinin diğer peygamberlerin aynı gruptan insanlarla muameleleri arasında bazı önemli farklılıkların olması zaruri görünmektedir.

    Bütün peygamberlerin gönderildikleri kavimlerine karşı sevgi dolu olduğu bir vakıadır. Bütün peygamberler re’fet ve şefkat sahibidir. Özellikle tebliğ görevini yaparken muhatabın kim olduğuna bakmadan bu görevi aynı duyarlılıkla yapmışlardır. Bu konuda “zelle” tabir edeceğimiz bazı durumları olan peygamberler de Allah tarafından ikaz edilmişlerdir. İşte Yunus Peygamber bunlardan birisidir. Yunus peygamber, peygamber olarak gönderildiği nüfusu yüz binden fazla olan Ninova halkına tebliğde bulunmuş, artık onların hak yoluna girecekleri ihtimalinin kalmadığını görünce, onların başına Allah’ın emriyle, belli bir müddet sonra büyük bir azab geleceğini haber vermiş, kendisi de tenha bir yere çekilmişti. Bu ayrılışta Cenab-ı Hakk’ın izni yoktu.34 Bunun üzerine Yunus Peygamber bir gemiye binerek oradan uzaklaşmak istedi. Ancak rivayetlere göre gemi hareket etmeyince, içlerinde efendisinden kaçan bir köle olabileceğini düşünerek kur’a çekmişler, Hz. Yunus çıkmıştı. Bunun üzerine Yunus Peygamber’i denize attılar. Yunus Peygamberi denizde bir balık yuttu. Balığın karnında, kavmini izinsiz terketmenin bir “zelle” olduğunu fark eden Yunus Peygamber, Allah’a, “Senden başka hiçbir İlah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben nefsine zulmedenlerden oldum.” diye dua etti.35

    Hz. Peygamberin (s.a.v.)’de, kavmin ileri gelenlerini İslam’a davet ederken, kendisine gelip İslam’ı anlatmasını isteyen âmâ bir zâta yönelmeyip yüzünü ekşitmesi, bu “zelle”nin bir “abese” suresi ile düzeltilmesine sebep olmuştu.

    Bu ayrıntılar, peygamberlerin kavimlerine ve ümmetlerine karşı “sevgi ve şefkat” dolu olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.

    Ancak ümmetine karşı sevgi ve şefkatte Peygamberimizin farklılığı, “muamelelerinde” çok açık ve bariz bir şekilde görülmektedir.

    İşte Hazret-i Aişe’ye iftira hadisesi, bunun en büyük örneğini teşkil eder. O zaman münafıklar Hz. Aişe’nin iffetini lekelemek istiyorlardı. Peygamberimiz, Hz. Aişe ile ilgili iftirayı, Abdullah b. Übey’in çıkardığını biliyordu. Sonuçta Hz. Aişe’nin masumiyeti Kur’an ile teyid edildi. İftira edenler ilahi hükümler dairesinde cezaya uğramışlardı. Fakat buna rağmen hakkında yeterli delil toplanamadığı için Abdullah.b Übey’e bir şey yapılmadı. Cezaya uğrayanlardan birisi de Mistah b. Üsase idi. Bu adam Hz. Ebu Bekir’in yardımıyla geçiniyordu. Ebu Bekir, bu hadiseye katıldığından dolayı ona yardımı kestiğinde, Allah bu yardımın devam etmesini ve onun bağışlanmasını isteyen bir ayet inzal buyurmuştu.36

    Bu ayetin nazil olması üzerine Hz. Ebu Bekir, Mistah’a yardıma devam etti.37

    Medine’nin münafık Yahudilerinden birisi de Lebid b. A’sam idi. Sihirbaz olan bu adam Hz. Peygambere karşı sihirbazlık ettiğini söylerdi. Fakat Resulullah onu cezalandırmazdı. Hz. Aişe, Peygamberimize bu adamın halini tektik ve tahkik etmesini söyleyince ona şöyle demişti: “Hayır. Lüzumu yok. Cemaat içinde ihtilaf çıkmasını istemem.”38

    Resul-u Ekrem, Taif eşrafının kendisine reva gördükleri muamelelerden son derece müteessir olmuştu. Buna rağmen onlara beddua etmemişti. On sene sonra Taif muhasarası esnasında Taifliler Müslümanlarla dövüşüyorken Resul-ü Ekrem şöyle dua etmişti: “Allah’ım, Taifi irşad, Müslümanlığa ilhak et” Neticede Resul-ü Ekrem’in arzuladığı şekilde olmuştu. Taifin ileri gelenleri Müslümanlığı kabul etmişler ve Allah’ın dinine boyun eğmişlerdi.39

    Görüldüğü gibi Hz. Muhammed (s.a.v), tebliğ görevi esnasında kendisine eziyet eden kimselere karşı hiddetlenip onlara beddua etmek yerine, ıslah ve hidayetleri için dua ediyor ve sabır gösteriyordu. İşte bu engin müsamaha ve sabır, Allah’ın bir hikmetine binaen en fazla da Hz. Muhammed (s.a.v.)’de görülmekteydi.

    Kur’an-ı Kerim’de anlatılan bazı peygamber kıssalarında dikkat çeken en önemli husus, peygamberlerin üzerlerine düşen tebliğ görevlerini yaptıktan sonra, Allah’ın inanmamakta direnenleri cezalandırmalarını istemeleridir. Bu cezalandırılma isteği önce müşriklerden geliyordu. Bunlar yaptıkları ile peygamberin tebliğine engel olunca da, Allah’ın yardımını istiyorlardı. Nuh (a.s.) bunlardan birisidir. Hz. Nuh kavminin ıslahı için elinden geleni yapmış, onlar kendisini zorla tebliğden menedince40 ve onlar ilahi azabın hemen gelmesini istemeye başlayınca, ardın ıslahlarından tamamen ümidini kesmiş ve putlara tapan bu müşriklerin şaşkınlıklarını arttırmasını, yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakmamasını istedi.41 Ve bedduasına şöyle devam etti: “Şayet onları bırakırsan, o zalimler sana ihlasla ibadet eden kullarını da yoldan çıkarırlar, insanlar arasında fesat çıkarmak ve kötü nesil yetiştirmekten başka hiçbir şey yapmazlar.”42

    Hz. Nuh kavmi hakkında böyle demek mecburiyetinde kalırken, diğer taraftan da kendi oğlunun kurtulması için dua ediyordu. Cenab-ı Allah, onun kötü amel sahibi bir kafir olduğunu ve kendisinin oğlu olmadığını bildirmiş ve “hikmetini bilmediğin şeyi benden isteme” demiştir.43

    Hud (a.s.)’da inatçı kavminin inanmaması ve azabın gelmesini istemesi üzerine, “İsteyip durduğunuz azabın gelmesini bekleyin. Muhakkak ben de sizinle bekleyeceğim.” demişti.44

    Bu örnekleri çoğaltmak niyetinde değiliz. Bu zikrettiğimiz örnek bile, son Peygamber olan Hazret-i Muhammed’in ilahi tebliğine muhatap olduğu kişilerle muamelesinin, diğer peygamberlerin muamelelerinden daha mükemmel ve yüksek olduğunu göstermektedir. Diğer bazı peygamberler, tebliğleri engellenip de azabın gelmesi istendiğinde, Allah’ın bu konudaki yardımını kabul edip etmeme noktasında bir tercih ile karşı karşıya kaldıklarında bu tercihi kabul etme yönünde kullanmışlardır. Bunun sonucunda müşriklerin bekledikleri azabın başlarına gelmesi, elbette ki yaptıklarının bir kısım cezasını dünyada görmeleri açısından o peygamberlerin bir mucizesi olarak değerlendirilebilir. Peygamberimiz böyle bir mucizeyi göstermemiş, kendisinden sonra gelecek bütün insanlığa düşmanını bile bağışlama, onların hidayetlerine dileme örneğini vermiştir. Peygamberimizin şahsında bu örneğin, insanlığa barış ve huzur getirecek büyüklükte olduğunu söylememiz mümkündür.

    Peygamberimizin, sert değil, yumuşak davranışları, müsamahakar tutumları, aftan yana tavırları, toplumsal uzlaşmanın nübüvvet yolundan geçtiğini göstermektedir.

    Bugün dünya teknolojik gelişmeler sayesinde küçük bir mahalle, hatta bir ev haline gelmiştir. Ancak bu mahallede maddi ilerlemenin yanında, manevi bakımdan, ahlaki bakımdan bir taharri görülmediğinden sorunlar baş göstermekte, insanlığın başı dertten kurtulmamaktadır. Bu dünya mahallesinin huzuru, barışı ve esenliği Peygamberimizin şahsında örnek olarak göstermiş olduğu Kur’an ahlakıyla sağlanabilir. Hz. Peygamber bu noktada, bütün peygamberlerde bulunan güzel ahlakların en mükemmel şeklini insanlığa sunmaktadır. Teknolojik gelişmelerde insanlığa rehber olan peygamberlerin ahlaki öğretilerine ittiba etmedikçe, insanlığın kurtuluşa ermesi mümkün değildir. Hz. Muhammed’in, “Bir kimse kendisini için istediğini başkası için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” sözü, bütün insanlığa insanlığını yaşatacak, bütün peygamberlerin ittifak ettiği temel ahlaki bir niteliktir. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” hadis-i şerifi de, bu anlamı tamamlamaktadır.

    Sonuç

    Genelde bütün peygamberler, özelde ise bizim Peygamberimiz (s.a.v), Allah’ın, insanların maddi ve manevi olarak kemale erip terakki etmeleri için gönderdiği önderlerdir. Bu önderler, İslam dininin Kur’an ve hadis-i şerifleri vasıtasıyla ideal insan prototipleridir. Çağımızda insanlık, bütün peygamberlerin “ahlak-ı hamidesini” üzerinde taşıyan ve Kur’an ahlakıyla ahlaklanan Hz. Muhammed (s.a.v.)’i örnek almaya muhtaçtır. Yoksa peygamberlerin mucizeler yoluyla insanlığın aklına kapılar açıp da, Allah’ın insanlığa hediye ettiği bilimsel gelişmeler, enaniyetleri kalınlaştıracak, herkesi ilahlaştırmaya devam edecek ve insanlığın huzuru da hiçbir zaman sağlanamayacaktır.

    Dipnotlar

    1. Nebi ve Resul kelimelerinin Kur’an’da kullanım yerleri için bkz: Muhammed Fuad Abdülbaki, el-Mu’cemü’l-Müfehres lielfazi’l-Kur’ani’l-Kerim, İstanbul 1984, s. 214-219, 686-687.

    2. Dairetü’l-Maarif, Müessesetü’l-Alemi li’l-Matbuat, Beyrut 1993, “en-Nebiyyü” maddesi, XVIII, 52-53.

    3. Bakara, 2/285.

    4. Nisa, 4/150-151.

    5. Afif, A. Tabbara, İlmin Işığında İslamiyet, çev. Mustafa Öz, Kalem Yayıncılık, İstanbul 1981, s. 165.

    6. İsra, 17/15.

    7. Ankebut, 29/61.

    8. Fatır, 35/4.

    9. Nisa, 4/165.

    10. Kasas, 28/47.

    11. Bu izahlar Said Nursi’nin “İşaratü’l-İ’caz” isimli eserinden istifade edilerek yapılmıştır. Bkz: Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, s. 24.

    12. Bu konularla ilgili bkz: Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, çev: Abdülmecid Nursi, Sözler Yayınevi, İstanbul 1978, s. 24; Said Nursi, Muhakemat, Sözler Yayınevi, İstanbul 1977, s. 123-125.

    13. Said Nursi, Muhakemat, s. 123.

    14. Said Nursi, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul 1980, s. 236-237.

    15. Said Nursi, age, s. 237.

    16. Said Nursi, age, s. 237.

    17. Said Nursi, age, s. 238.

    18. Bakara, 2/201.

    19. Said Nursi, Sözler, s. 304-305.

    20. Said Nursi, age, s. 306.

    21. Said Nursi, age, s. 506.

    22. Said Nursi, age, s. 506-507.

    23. Ehl-i kitap olarak adlandırılan Yahudi ve Hıristiyanlar peygamberleri sıradan insanlarmış gibi kabul etmişlerdir. Onlara her türlü çirkin hareketi ve günahı layık görmüşlerdir. Bu konuda tafsilata girip safi zihinlerinizi bozmak istemiyorum. Tafsilat için Bkz: Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 19/29-38, 38/1/30; II. Samuel, 11/2-27, 12/1-16. Ayrıca bkz: Kemal Işık, Maturidi’nin Kelam Sisteminde İman, Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Ankara 1980; Muhittin Bahçeci, Peygamberlik ve Peygamberler, İstanbul 1977.

    24. Enbiya, 21/90.

    25. Sa’d, 38/47/48.

    26. Hüseyin Cisrì Efendi, Risale-i Hamidiyye, çev: Manastırlı İsmail Hakkı, Bahar Yayınları, İstanbul 1980, s. 98.

    27. Afif A. Tabbara, İlmin Işığında İslamiyet, s. 166.

    28. Enbiya, 21/73.

    29. En’am, 6/89-90.

    30. Al-i İmran, 3/161.

    31. Maide, 5/99.; Nahl, 16/38.; Ankebut, 39/18.

    32. Al-i İmran, 3/27.; Maide, 5/92.

    33. Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, s. 119.

    34. Enbiya, 21/87.

    35. Enbiya, 21/87.

    36. Nur, 24/22.

    37. Mevlana Şiblì, Asr-ı Saadet, Çev. Ömer Rıza Doğrul, İstanbul 1974, II, s. 108.

    38. Mevlana Şiblì, age, II, 109.

    39. Mevlana Şiblì, age, II, 107.

    40. Kamer, 54/9. Bu ayet olayı şöyle ifade ediyor: “Onlardan önce Nuh’un kavmi de yalanladı, hem de kulumuzun yalancı olduğunda ısrar ederek, ‘O, delirdi’ dediler. Ve Nuh davetten vazgeçilmeye zorlandı.”

    41. Nuh, 71/23, 24, 26.

    42. Nuh, 71/27.

    43. Hud, 11/45-46.

    44. A’raf, 7/71.