Köprü Anasayfa

Nübüvvet

"Bahar 2001" 74. Sayı

  • Tıp ve Nübüvvet

    Hakan Yalman

    İnsanlık tarihi boyunca toplumların şekillenmesi ve yönlendirilmesi açısından en önemli unsurlardan birisi nübüvvettir. Hz. Adem ile başlayan “talim-i esma” gerçeği, toplumların gelişim süreci içinde nebilerle tüm beşere ulaştırılmıştır. Manevi değerlerin topluma anlatılıp güzel ahlaka, iyi insan olmaya yönelik bir talim ve terbiye faaliyetinin yanında, pratik hayata yönelik bilim ve teknolojik gelişmelerde de nebilerle irtibatlı bir süreç yaşanmıştır. Pek çok mesleğin pirinin peygamber olması da tezimizi desteklemektedir. Bu durumun gerisindeki hikmet, beşerin bütününde ve sosyal gelişmelerde bir şekilde vahyin kontrolünü temin etmek olmalıdır. Yani, dinin özünde, günlük hayattan kopukluk, sadece metafizik olgularla ilgilenmek gibi bir yaklaşım yoktur. Zaten nübüvvet, vahyin ve onunla ilgili olguların insanlık içinde ve onların pratik yaşamlarında uygun tarzda ifadesi şeklinde anlaşıldığında anlamını bulmaktadır. Bu yönüyle nebiler, hayatın her safhasını ve günlük yaşantısının her ayrıntısını içine alacak bir görev üstlenmişlerdir. Ahlaklı insan ve ahlaklı toplum, hedefine ulaşmak için halk içinde vahyin temsilcisi olmuş ve makam-ı aladan insanlığa mukaddes kitapların ulaştırdığı hakikatleri dile getiren, günlük yaşantıya taşıyan temsilci ve örnek insanlar olmuşlardır. Bir yönleri ile insanlık adına ve onlar içinden çıkmış temsilciler olarak, Kudret-i Ezeliyenin muhatabı ve elçileri olurken, diğer yönleri ile de Rab’lerinin arzularını insanlara ulaştırıp hal, tavır ve sözleriyle anlatan konumları ile beşer içinde ve onlar gibi yaşamışlardır. “Kur’an-ı Hakim enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı maneviye cihetine birer pişdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi, o enbiyanın her birisinin eline bazı harikalar verip yine insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir.” (Nursi, Sözler, 20. Söz, 230)

    Tıp ve Kutsallık

    Tıpla meşgul olanların -özellikle doktorların- da ikili konumları göze çarpmaktadır. Bir taraftan toplumla içiçe, diğer taraftan idareci ve havasla içiçedirler. Ayrıca, hastalık ve şifanın insanlık tarihinin ilk dönemlerinden beri ilahi kaynaklı olduğu bilindiği için, doktorlara da bir tür kutsallık veya ruhani güçler atfedilmiştir. Antropolojik araştırmaların mağara resimlerinden elde ettiği verilere göre, ulaştığı sonuç ilkel insanın hastalıklarının doğaüstü güçlerden kaynaklandığına inandığını ortaya koymaktadır. Kötü ruh, hayalet gibi varlıkların hastalık kaynağı olduğu düşüncesi hakimdir. “İlkel insan bütün insan ve hayvanların ruh sahibi olduğuna inanıyordu, bütün insan ve hayvanlar canlıydı. O dönemde canlılığın en belirgin emaresi hareketti. Nehirlerdeki su, gökyüzündeki bulutlar, ağaçların dalları ve yaprakları hep hareket ediyordu. Güneş, ay ve yıldızlarda hareket ediyorlar gibi gözüküyordu ve rüzgar da hareket ediyordu. Bütün bunların hareke ettikleri için canlı oldukları ve canlı oldukları için de ruhlarının olduğu sonucuna ulaşılıyordu. Bazen ruhunun insanı terkettiği ve insanın ölü gibi yattığı ve ruhu tekrar döndüğünde tekrar canlandığı inancı vardı. Baygınlık ve şuur kaybı gibi haller böyle izah ediliyordu. Bazen de gezinen bir ruhun bir insan bedenine denk geldiği ve onun bedenine sızarak asıl ruha baskın geldiğine inanıyorlardı. Şahsın sesinde ve davranışlarında değişiklikler oluşturabiliyordu. Akıl hastalıkları da genellikle bu tezden hareketle izah ediliyordu. Bütün bu şartlar içinde algılanan hastalık kavramı ile bağlantılı olarak ilkel toplumların tıp adamları da hem doktor, hem din adamı, hem de büyücü idi. Bu şahıslara Kuzey Amerikalı Kızılderililer “tıp adamı”, orta Asya’da “şaman” denilmekteydi. Bu şahısların büyü yolu ile kötü ruhları uzaklaştırdıkları ve istediklerinde onlara zarar verebildiklerine inanılıyordu. Erken dönemlerde tıp adamları muhtemelen seçilmiş liderlerdi. Kabilenin en güçlü ve en akıllı fertleriydi. Sonradan kabile organizasyonu, daha kompleks bir yapı halini alınca liderler ve tıp adamları ayrılmıştır.” (Sarı, 1-2)

    “Mezopotamya’da tıp rahip sınıfının elindeydi; ve üç ayrı hekim sınıfı tarafından icra edilmekteydi. Bunlardan biri, hastalığın belirtilerini tespit edip hastalığın gelişimi konusunda tahminlerde bulunan ve hastalığı teşhis (pragnoz ve diyagnoz) eden sınıf. İkincisi, üfürükçü ve büyücüler sınıfı; üçüncüsü ise, faaliyetleri tamamen tıp sahası içinde yer alan ve tedaviyle meşgul olan sınıftı. Üçüncü sınıf A-zu veya A-su adını alıyordu ve sözcük manası “suları tanıyan kimse” demekti.” (Ural, 31-32)

    Daha pek çok örnekte ortaya konabileceği gibi insanlık tarihi boyunca kainat, insan, tıp, felsefe ve manevi değerler arasında hep bir yakınlık olagelmiştir. İnsan bedeni ve hastalıkları, bunlarla ilgili gizemli sırlar, hayatın ve varlıkların anlaşılabilmesi yolundaki gayretler, tıp ve tıp adamlarının manevi anlamlar kazanmalarına neden olmuştur. Bu durumun tarih boyunca pek çok kültürde göze çarptığını izleyebiliriz.

    Müslüman kimliğinin şekillenmesinde etkili olan unsurlar arasında tıbba dair çeşitli kültürel motiflere de rastlanır. Kültür mozaiğimizin renkli ve önemli taşlarından biri olan Lokman Hekim’in, toplumda folklorik ve sosyolojik etkileri hala devam etmektedir. Kimilerine göre peygamber, kimilerine göre ise sadece bir hikmet ve din alimi olan bu zatın adına Kur’an-ı Kerim’de bir sure olması dikkat çekicidir. (Ateş, 505-506) Lokman Suresi’nin 12. ayetinde, “Andolsun ki biz, Lokman’a Allah’a şükret diye hikmet verdik.” buyruğunda hekim olarak meşhur olmuş bir zata hikmet verildiğinin ifadesi ile, tıp ve hikmet bağlantısı Kur’an’da da yer almış olmaktadır. Yine İslamlık ve insanlık tarihinde bu yönüyle öne çıkmış bir peygamber de Hz. İsa’dır. Döneminde tıbbın revaçta olması, mucizelerinin genellikle tıpla ilgili olmasına neden olmuştur. (Ateş, 574) Zamanında çok yaygın olan ve doktorların tedavide aciz kaldıkları hastalıkları, deri hastalıklarını, doğuştan körlükleri iyileştiren konumu ona hem peygamber hem de beşeriyet tarihinde önemli konum vermiştir. Bu türden mucizeleri “ölüleri Allah’ın izni ile diriltmek” (Ateş, 574) noktasına kadar uzanmıştır. Takvimlerin başlangıç noktasını belirleyecek kadar beşer tarihi için önemli bir şahsiyetin tıpla bu denli iç içeliği insanlığın kolektif hafızasında tıbbın ne denli derin izleri olduğunun belirtisidir. Evet Hz. İsa’nın dönemi, insanlığın bilim, kültür, hayata bakış, varlığı anlamlandırış açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Bu noktada ise tıp revaçtadır. Yani kolektif şuurumuzun, kollektif hafızamızın oluşumunda tıp ve tıp adamlarının önemi büyüktür.

    “Kur’an, Hazret-i İsa Aleyhisselamın nasıl ahlak-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de şu elindeki san’at-ı aliyeye ve tıbb-ı Rabbaniye remzen terğib ediyor. İşte şu ayet “Allah’ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim. [Al-i İmran Suresi:49] işaret ediyor ki: “En müzlim dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve musibetzede beni Adem! Me’yus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür; arayınız, bulunuz. Hatta, ölüme muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.”

    Cenab-ı Hak, şu ayetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden abdime iki hediye verdim: Biri manevi dertlerin dermanı, biri de maddi dertlerin ilacı. İşte ölmüş kalpler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilacıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış bul! Elbette, ararsan bulursun.” İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu ayet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.” (Nursi, Sözler, 20. Söz, 232)

    Bu ifadelerden tıbbın nihai hududunun da nübüvvetle çizildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, nebiler insanların yalnızca manevi yönüyle ilgilenen ruhbanlar değil, beşerin içindeki maddi ve manevi terakkiyatın öncüleri, onlara her açıdan örnek kişiler olarak dikkat çekmektedirler. İnsanlığın sosyal, ahlaki, ilmi ve teknolojik gelişimlerinin hepsinin temelinde nebilerin rolü olmuş, İslamiyet ise nübüvvet temeli üzerine inşa edilmiştir.

    Nübüvvet zincirinin son ve en önemli halkası Hz.Muhammed (a.s.m.) ise bütün insanlığı, geçmiş ve geleceği kuşatacak bir nebilik konumunda dünyaya gelmiştir. Nübüvvet yoluyla saadet asrı öncesine ulaştırılanlar Onda (a.s.m.) vahyin beşeri ifadesi, Rabb-ı Kerim’in insanlara kendilerine benzer bir örnek olarak ulaştırdığı güzelliklerin, yine aynı türden örneklerle kendi asırlarına ve insanlarına taşınmasıdır. Hazret-i Adem’den Hazret-i İsa’ya diğer bütün nebiler nübüvvet ağacının özü ve çekirdeği olan Hazret-i Muhammed (a.s.m.)’ın kendi dönemlerindeki en parlak temsilcileri ve o ağacın en güzel meyveleri olmuşlardır.

    “Şimdi, şu ikinci bürhan-ı natıkı olan Hatemü’l-Enbiya Aleyhissalatu Vesselamı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

    “Evet, o bürhanın şahs-ı manevisine bak:

    “Sath-ı arz bir Mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber; o bürhan-ı bahir olan Peygamberimiz Aleyhissalatu Vesselam bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir davasını, mucizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.” (Nursi, Sözler, 19. Söz, 214)

    Bütün insanlığı geçmişi ve geleceği ile bir mescidde toplayan ve bütüne bakışı kolaylaştıran bu ifadeler çok çarpıcıdır. Burada, Peygamberimiz Aleyhissalatu Vesselamın ve dolayısı ile sonuncusu olduğu nübüvvet zincirindeki diğer bütün halkaların konuşan delil şeklinde ifadesi ile “konuşmak” fiili ön plana çıkarılmıştır. Konuşmak, insani fiillerin en önemlilerindendir. Pek çok yerde, “insan, konuşan hayvandır” şeklinde tariflerle karşılaşırız. Konuşmak ve insanlık arasındaki bu sıkı bağı hayatımızın pek çok safhasında da hissederiz. Konuşmak, iletişimdir. Manalar iletişimle oluşur. Rabb-ı Rahim’in kulları ile en açık iletişim şekli nübüvvettir. Yani konuşan deliller olan nebiler vasıtasıyladır. İletişimin gerçekleşebilmesi için dilin anlaşılabilmesi gereklidir. Bu ise nebilerin insanlar içinden ve onlar gibi konuşan, onlar gibi yaşayanlardan olmasını gerekli kılar. Bu durumda nebilerden alınan ders aynı mescidde Kur’an öğrenen talebeler şeklindeki kolay idrak edilir hale dönüşür. Ayrıca enbiya ve evliyanın konumu da bir bütünlük içinde ifade edilmiştir. Hazret-i Muhammed Aleyhissalatu Vesselam nübüvvet ağacının çekirdeği, diğer nebiler maziye, varisler olan veliler ve alimler ise müstakbele uzanan, ana gövdeden ikiye ayrılmış iki büyük dalıdırlar. Yani, nübüvvet insanlığın mazi ve müstakbelini içine alan Hazret-i Adem’le başlayıp, Peygamberimiz Aleyhissalatu Vesselam’ın öğrettiklerini günümüze taşıyan, bütün İslam alimlerinin, velayet yolu temsilcilerinin devam ettirdiği müstakim bir caddedir. Bu istikamet içinde düşünülmediği sürece O Zat’ın konumunu anlamak, arz mescidi içinde bir imam olarak görebilmek mümkün değildir. O konumda algılanmayınca da beşeri yaşantısı ile nübüvvet bağlantısı kopmaktadır. O’nun (a.s.m.) ve öğrettiklerini mescid içinde farklı köşelere ulaştıran avanelerin hayatımızı ne şekilde etki edeceği, hangi noktada onlardan istifade edileceği karışmaktadır. Oysa, nübüvvet beşeri hayatın ilahi kontrolü, Külli Aklın insanlığa yön verişinin ifadesidir. Melekut’un hayata bakan yönüdür. Dolayısı ile, nübüvvet günlük yaşantının her haliyle, oturma, kalkma, uyuma, yeme, içme gibi her türlü günlük fiille ilgilidir. Yaşantının ilahi emirler ya da rububiyete uygun tarzda tanzimini hedefler. Bu yüzden, nübüvvetin günlük yaşantının ayrılmaz bir unsuru olan hastalıklarla ilgilenmemesi, bunlara yönelik izahlar ve çözümler getirmemesi mümkün değildir. Özellikle İslam, ve asliyetini kaybetmemiş haliyle semavi dinler, insani özellikleri muhafaza ederek ortaya konan bir yaşam tarzı hedeflerler. Dini yaşayanlar ve günlük hayatı yaşayanlar diye bir ayrım, yani ruhban sınıfı şeklinde ifade edilen bir zümre anlayışından uzaktır. İslami işler ve dünyevi işler diye bir ayrım gözetmeden her işin doğru yapılmasını İslamî kategorisine sokan bir yaklaşım hakimdir. Yani nebevi yaklaşım ya da nübüvvet yolu fertlerin dünya ve ahiretini birarada gözetir. Günlük dünyevi yaşantıyı adetullah, fıtri şeriat doğrultusunda tanzim ibadetlerin arzu edilen doğrultuda yapılması yanında her türlü günlük işin doğru şeklini hakim kılmayı da hedefler. Yani, nübüvvet ilahi kaynaklı bir beşeri terbiye metodudur denilebilir. Bu terbiye fiilinin bir uzantısı olan şifaya nasıl ulaşılacağına dair çözümler de, geçmiş nebilerde ve son Nebi (a.s.m.)’de önemli bir özellik olarak göze çarpar. “Mu’cizat-ı Ahmediye Aleyhissalatu Vesselamın hem mütevatir, hem misalleri pek çok bir nev’i dahi, hastalar ve yaralılar, nefes-i mübarekiyle şifa bulmalarıdır. Şu nevi mu’cize-i Ahmediye Aleyhissalatu Vesselam, nev’i itibariyle manevi mütevatirdir.” (Nursi, Mektubat, 19. Mektup, 139) şeklinde başlayan Ondokuzuncu Söz’ün Onüçüncü İşaret’inde Peygamberimiz Aleyhisslalatu Vesselam’ın farklı hastalıkları olan pek çok kişiye mu’cize şeklindeki tedavileri anlatılır. Bu bir yönüyle onun (a.s.m.) risaletini tasdik anlamına gelen önemli bir belge hükmüne geçerken, diğer yönüyle de insanlığa tıbbın nihai hedeflerini göstermek anlamında bir derstir. İnsanoğluna her yönüyle imam olan o Zat’ın (a.s.m.) şifaya ulaşması da, Şafi-i Hakiki’den sağlık talep etmede de yolu yordamı göstermek gibi bir vazife üstlenmesi çok doğaldır. O’nun bu tarzdaki dersleri, sağlıkla ilgili hadisleri, şifayı talep ederken uyguladı metodlar Tıbb-ı Nebevi adı altında derlenmiş ve bu anlamda pek çok eser yazılmıştır. “Hadisçiler ve diğer din bilginlerinin önde gelenleri eskiden beri Peygamber Aleyhisslalatu Vesselam’dan kendilerine kadar gelen tıpla ilgili hadisleri bilmeye ve aktarmaya eğilmişler bunların toplanmasına ve düzenlenmesine önem vermişlerdir. Mesela Malik, Muvatta’ında, Kütüb-ü Sitte sahipleri ve muteber hadis kitaplarının yazarları eserlerinde tıpla ilgili sağlam buldukları hadisleri içeren bölümler ayırmışlardır.

    Ebu Bekr ibne’s-Sunni ve Ebu Nuayme’l-İsfahani’den her biri bu konuya ilişkin özel kitaplar yazmışlardır ki, isimleri “Et-Tıbb’ün Nebevi”dir. İbn-i Ebi Asım da “Et-Tıbbu ve’l-Emraz” adlı kitabı yeni düzenlenen risaleye uygun olarak tasnif etmiştir.

    Hicri sekizinci asırda konuya ilişkin eserler vererek özel ilgi uyandıran yazarlardan ve eserlerinden bazıları şunlardır:

    Hicri 720 yılında vefat eden; Ebu’l-Hasan Ali B. Abdü’l-Kerim-el-Hamavi Ala’üd-Din el-Kehhal: “El-Ahkamun Nebeviyye Fi’s-Sanaati’t Tıbbiye” adında güzel bir eser bırakmıştır.” (El Cevziyye, 12)

    “Hicri 748’de vefat eden; Hafız Şamı’ud-Din Muhammed b.Ahmed Ebu Ebdillah ez-Zehebi, Kahire’de defalarca baskısı gerçekleştirilen “Et-Tıbb’ün-Nebevi” adlı büyük kitabını yazmıştır.

    İbnu’l Kayyım’ın büyük eseri “Zadü’l Mead Fi Hedy-i Hayril İbad” bütünüyle Peygamber Aleyhisslalatu Vesselam’ın tıpla ilgili emir ve tavsiyelerine ait bölümler koymuştur.” (El-Cevziyye, 12)

    Ayrıca, Batı’da da peygamberimiz aleyhissalatu vesselamın tababet hakkındaki hadisleri önemli yankı bulmuş, Avrupa müelliflerinden bir çokları tarafından Fransız, İngiliz, Alman ve İtalyan dillerine tercüme edilmiştir. Bunların en meşhurlarından biri Perruv’un Paris’te bastırdığıdır. Ayrıca, tıpla ilgili hadisler de Fransızca’ya çevrilmiştir. (Remzi, 9)

    Determinizm ve Tıp

    Günümüz toplum yapısındaki temel problemlerin uzantısı, Tıbb-ı Nebevi’ye ilginin yeterince olmamasını sağlamıştır. Bunun gerisindeki temel faktörün 19. ve 20. asırların en önemli salgın hastalığı determinizm ve pozitivizm olsa gerektir. Sebep ve sonuç arasında bağ kurma çabası, hayata bakışımızı büyük ölçüde etkilemiştir. Varlık tamamen maddi boyutları ile ve tabiat kanunlarının çizdiği kartezyen çerçeve içinde algılanmıştır. Sürekli değişen, başkalaşan hareket halindeki bütün belirli bir kesiti dondurularak anlaşılmaya çalışılmış; ve o donuk, hayatsız, bütünden kopmuş çerçevede varlığın pek çok özellikleri kaybolmuştur. Buna rağmen, varlığa bu çerçeveden çıkarılan anlamlar verilmiştir. Pozitivizmin ve bu dar çerçeveli kartezyen bakışın ürünü olan bilim ise, sağladığı teknolojik imkanlarla çok etkili bir konum kazanmış, adeta ilahlaştırılmıştır. Bu konumu ile dünyayı anlamak, hayata ışık tutmak, varlığı anlamlandırmak için tek merci olarak düşünülmüştür. Hal böyle olunca asırlardır toplanmış bilgi birikimleri, Doğu’nun varlığa farklı bakış açısı ve bütüncül yaklaşımları bir tarafa itilmiştir. Farklı kültürlerin, semavi dinlerin etkisi ile oluşan bilgi birikimi metafizik, hurafe, çağdışılık, gibi isimler takılarak bir kenara itilmiştir. Artık bütün açıklamalar bilimsel olmalı, bilimsel olmayan hiçbir izah kabul edilmemeli, izahlar laboratuvarda incelenebilen gözlem ve deneye dayalı gerçekler şeklinde olmalıdır! Oysa, bilim ucu bucağı belli olmayan bir uzay boşluğunda yeri belli bile olmayan küçük bir dünyada, o küçük dünyaya dıştan bakıldığında yine esamesi okunmayan bir mekandaki laboratuvarda kurduğu ilişkilerle varlığın bütününü anlamak gayreti içindedir. Çıkardığı hükümlerde ne uzay boşluğu içindeki bağlantılar, ne güneşin dünyaya etkileri, ne başlangıç anından beri varlığın gelişim safhalarına ait izler taşır. Aynı durum tıp alanında ve tıbbi gözlemlerde de geçerlidir. Glukoz metabolizmasının insülinle bağlantısı kurulurken, asırlardır eklenen genetik birikimi bu duruma etkisi henüz netleşmiş değildir. Gökyüzünün hareketleri, her bir mineralin asırlar boyunca farklı konumlarda bulunmakla yaşadığı serüven, iklimler, daha sıralanabilecek bu türden pek çok şeyin insan ruh ve bedeni üzerinde ne gibi etkiler oluşturduğu tam olarak bilinmemektedir. Bırakın bütün bunları yalnızca beden ele alındığında, pek çok salgının, vazoaktif peptifler, endorfinler, prostoglandinler gibi pek çok maddenin bir dizi fonksiyonu henüz muğlaktır. Çözüldü denen genetik şifre çözüldükçe bir taraftan dağılmakta ve işin içinden çıkılması güç bir hale gelmektedir. Tıp bir yandan akıl almaz ciltler ve kütüphaneler dolusu bilgi yığınına ulaşırken, açılan her kapının ardından yeni pek çok kapı ile karşılaşmanın sıkıntı ve şaşkınlığını yaşamaktadır. Ancak bütün bunlara rağmen hükümranlığını sürdürmekte, otoriter konumunu muhafaza etmek eğilimindedir. Bir taraftan, “Hastalık yoktur, hasta vardır” teziyle ortaya çıkan tıp adamı diğer taraftan teorilerini genelleştirebilmek için istatistik bilimine sığınmaktadır. Sözgelimi X ilacının Y hastalığı üzerine etkisini araştırmak isteyen tıp adamı çalışma ve kontrol grubu adı ile iki grup ele almaktadır. Her iki grupta da Y hastalığı mevcuttur. Çalışma grubuna X ilacı, kontrol grubuna ise “plasebo” adı verilen hastanın X ilacı zannettiği, gerçekte ise ilaç olmayan, ilaç görünümünde zararsız bir madde verilmektedir. “Çift kör” denen çalışma şeklinde hastalar da ilaç reçete eden doktorlar da ilacın plasebo olup olmadığından haberdar değildir. Daha sonra çalışma ve kontrol grubu arasında istatistik biliminin metodları ile “anlamlı bir korelasyon” yani ilaç ve hastalığın iyileşmesi arasında anlamlı bir birliktelik olup olmadığı ortaya konur. Günümüzde özellikle Amerika ve İngiltere’nin öncülüğünde yürüyen modern tıp bağlantıları, sebep-sonuç ilişkilerini bu metod üzerine oturtmuştur. Bu genel yaklaşımın, istisna olarak kabul edilen durumdaki fertlerin durumuna nasıl bir açıklık getirdiği veya getireceği de ayrı bir tartışma konusudur. Mesela X ilacının Y üzerindeki etkisinde istatistik metodları ile anlamlı bir sebep-sonuç ilişkisi yani korelasyon olduğunu düşünelim. Ancak X ilacını kullandığı halde hiçbir iyileşme kaydetmeyen tek şahıs veya plasebo ile şifa bulan bu anlamlılığı bozmayacaktır. Çünkü genel içinde bir anlamı olmayacaktır. Evet, tek şahıstır ama çalışmanın onun açısından hiçbir önemi yoktur. Çalışma onun özel durumu ile ilgili hiçbir anlam taşımamaktadır. Daha sonra bu anlamlılık veya sebep-sonuç ilişkisi ile X ilacını hastasına reçete eden doktor, o hastanın genel içinde mi yer alacağını yoksa özel durumdaki tek hasta gibi mi olacağını kestiremeyecektir. Yani çalışma kesinliği olan net bir yaklaşım değil, genel bir yaklaşım ortaya koyacaktır. Bu da şifanın perdesizliğine olan bir delil olsa gerektir. Yine modern tıp veya Etyen Mehçupyan’ın ifadesi ile “ortodoks tıbbın” başka bir yumuşak karnı da biyoloji, farmakoloji, anatomi, fizyoloji, patoloji gibi bilimlerin ışığında ilişkiler kurma, sebep-sonuç ilişkilerini açıklamakla sınırlı kalışıdır. Evet, tıbbın temelini teşkil eden bu disiplinler fizik, matematik, kimya gibi daha temel disiplinlerin de etkisi ile hükümler ortaya koyarlar. Bu bilimler ise Kur’an’ın bakış tarzında adetullah, sünnetullah yada şeriat-ı fıtriye şeklinde ifade edilen hükümleri açığa çıkaran önemli yaklaşımlardır. Yine bu yaklaşımın kitab-ı kainat diye ifade ettiği kitabın gramer kurallarını ve okunuş şeklini ortaya koyan çok ciddi fonksiyonlar icra ederler. Ancak sözgelimi anatomi laboratuarında inceleme yapan anatomi uzmanı, uğraştığı cesedde organların lokalizasyonu ve birbirleriyle bağlantılarını belirlerken o cesedin dünya içindeki yerini, uzay boşluğundaki konumunu, her an yeniden yaratılan zerrelerin teşkil ettiği bir cesedle uğraştığını ve kendi konumundaki benzer değişiklikleri dikkate almaz. Yalnızca organlarının birbirleriyle bağlantılarını inceleyen çerçevede cesedi anlamaya çalışır. İnsülinin hücre içine girişi veya kanın pıhtılaşma mekanizmalarını inceleyen biyokimyacı da benzer bir durumdadır. Dolayısı ile tıp böyle lokal bakışların, farklı açıdan ele almakla ortaya çıkan ifadelerin bütünleştirilmesi sıkıntısını yaşamaktadır. Son dönemlerde tıp disiplinleri arasında gerçekleten bir koordinasyon sıkıntısı hissedilmektedir. Bir psikiyatri kongresinde, bir sıkıntı dile getirilirken, genel cerrahi servisindeki bir vizit manzarası takdim edilmişti; vizit yapan ekibin şefi boş gördüğü yatak için, “Burada bir karaciğer apsesi yatıyordu, nereye gitti?” diye sorar. Psikiyatrist bu durumda genel cerrahi uzmanının gözünde bir insanın karaciğer apsesine dönüşümünü irdelemekte ve uzmanlaşmış, spesifik, lokal bakışın sıkıntılarını dile getirmekteydi. Bu bakışla karaciğer apsesi, genel cerrahın gözünde yalnızca bu özelliği ön plana çıkmakta, bu durumla bağlantılı ve bağlantısız durumları, endişeleri, ruh hali, ailevi ve sosyal problemleri gözardı edilmekteydi. Bu ise tedaviye bütüncül yaklaşımı imkansız kılmaktadır. Konsültasyonlarla yani disiplinler arası danışma mekanizması ile telafi edilmeye çalışılan bu zaaf, hastanın kapı kapı dolaşıp yaşadığı sıkıntı ve bazen de sonuca ulaşamamanın verdiği üzüntü ile neticelenmektedir. Hele hele ülkemizde hastalanınca yüz kişinin kapısında beklediği poliklinik odasında doktora saniyeler içinde derdini anlatıp, muayene olabilirse bunu lüks sayan ve reçetesini alarak şifa bulmaya çalışan insanların hastalıkla irtibatlı konumunu nasıl ifade edeceğiz? Bu yapı içerisindeki doktor-hasta ilişkisini ve sağlık hizmetini ne derece sağlıklı göreceğiz?

    Bütün bu problemler bir tarafta dururken bilimin önemli bir uzantısı olan tıp, hala hüküm sahibi olmak istemektedir. Bilimin, varlığı izahı ile ilgili konulardaki hükümranlığını tıp da şifa ile ilgili konularda devam ettirmek eğilimindedir. Oysa bütün yukarıda saydığımız nedenlerden dolayı bilimin ve sağlıkla ilgili konularda tıbbın sınırlı bakışı her şeyi izaha yetmemektedir. Sözgelimi, efsunla akrep zehirini kontrol edebilen ve bunu babasından el aldığı için yapabildiğini iddia eden şahsı, tıbbın bilimsel yaklaşım sınırları içinde bir izah bulmak mümkün değildir. Bunu yapmaya çalışan bir tıp profesörü kendini ve tıp bilimini komik duruma düşürmüştür. Otlarla şifa bulanlar, uzakdoğu tıbbının verilerini şifa yolunda kullananlar, dua ile iyileştiğini iddia edenler, akupunkturla kilo verenler, birer vakıadırlar. Ancak, bu ve benzeri hallere yine tıp biliminin çizdiği çerçeve ile izah bulma imkanı yoktur. Yine bu bilimsel çerçeve her duruma çözüm bulamamaktadır. Bazı hallerde ise bu çerçevenin çözüm üretememesine rağmen diğer türden yaklaşımları gözle görülür çözümü ortaya konmaktadır. Bu yaklaşımların da “hurafe”, “koca-karı ilacı”, “safsata” gibi isimler takılarak bir kenara itilmesi bilimin mutlak hakim olduğu 19. ve 20. yüzyıllarda bir anlam ifade ediyordu. Ancak, bu yaklaşımla da artık kendini koruyamaz hale gelmiştir. Halk bilimin kölesi olup her söylediğine boyun eğer bir tavır sergilemek yerine gözünün gördüğüne inanır bir tavır sergileme eğilimindedir. O yüzden son dönemlerde alternatif tıp metodları oldukça rağbet görmeye başlamıştır. Bilimin ve modern tıbbın halkın uzağında tepeden bakıcı tavırları ise bu gelişim esnasında şarlatanlara zemin hazırlamakta modern tıp etkinlik ve otoritesini yitirmektedir. Çünkü, kabullenemediği halde, pek çok konunun izahında acziyet sergilemekte ve bu açığını kapatmak için kendi dışındakileri tahkir ve itham etme gibi bir eğilim içine girmektedir. Bu durum ise halkı daha çok farklı metodlar arayışı içine sevk etmektedir. Farklı tedavi metodları halka nazarında itibar kazanmaktadır. “Dünya üzerinde yaygın olan tıp metodlarına bakıldığında her alanda olduğumuz gibi bu konuda da kendi sahip olduğumuz hiç araştırmayan hazırcı yapımızı bir kere daha seyredebiliyoruz. Bırakın İbn Sina’nın ya da Hz. Peygamber zamanında uygulanan yöntemlerin günümüzde dillendirilmesini, kendi ülkemizdeki halk ilaçlarımızı bile araştırmaktan uzak bir tutum sergiliyoruz. Hatta oldukça egzotik bulup rağbet ettiğimiz uzakdoğu menşeli alternatif tedavi yöntemlerine bir denetim mekanizması geliştirmek için bile araştırmıyoruz.

    Sonuç

    Gidişata terkedilmiş bir sağlık furyası içinde düşe kalka yaşıyor oluşumuzu ülkenin genel tablosu ile kıyaslamamak mümkün değil. Şimdi bu kriz ortamında Sağlık Bakanlığı’ından olaya el atmasını mı istemeli, yoksa üniversitelerden bizim kültürümüzdeki doğal tedavi yöntemlerini araştırıp sistematize edecek bir enstitü yapılanmasına gitmeleri mi önerilmeli. Gerçi halka hekimliğiyle zaman zaman ortak çalışan eczacılık fakültelerindeki bazı hocaları gözardı etmemek gerek. Ancak kurumların sahip çıkması gereken bir yapılanmaya ihtiyaç olduğu muhakkak. Elbette, “Bizim koca-karı ilaçlarının uzakdoğudan ne eksiği var?’ iddiasını yarayışlı bir motivasyon kırıntısı bulunabilirse…” (Yılmaz, 9) Önümüzdeki yıllar bütüncül bakışların daha ön plana çıktığı, kartezyen yaklaşımın ürünü olan izahların önemini yitirdiği, dolayısıyla Doğu medeniyetinin Batı karşısında zaafiyetinden ya da aşağılık kompleksinden sıyrılıp tekrar canlandığı bir dönem olacağa benzer. ‘Aslında Doğu kültürü enbiya ve evliyanın şekillendirdiği nübüvvetin etkilerinin büyük ölçüde hissedildiği bir alan. Daha çok vehbi olan ilimlerle modern tıbbın akıl almaz ilerlemeleri ile başedemediği konuların üstesinden gelebilen ve bilimsel metodlara dayanmayan metodların doğruluğundaki en temel faktörün nübüvvet olduğu inancını kuvvetlendirecek pek çok emare var. Aslında aynı izler cüz’i irade ön plana çıktığı için gizlenmiş şekilde modern tıp veya bilimde de var olmalı. Yani ortaya konan bir metod için “bilimsel mi?” sorusu artık eski önemini yitiriyor. Doğru, bilimsellikle sınırlanamayacağı gibi her bilimselin de doğru olmayabileceğini zaman gösterdi. Dolayısı ile bilimin ve onun ürünü modern tıbbın hırçınlığı ve baskısı ile “bilimsel olmayan” metodlara sırt çeviren veya ürkeklikle, kompleksle uzak kalanlar bu tavırlarına devam ederlerse kaybeden tarafta olacaklar. Bilimselliğin değil doğruluğun aranacağı yeni dönemde Tıbb-ı Nebevi de layık olduğu önemde muhakkak ele alınacaktır. Tamamen pozitivist yöntemlerle ve Batının etkisi altında sanatlarını icra eden Müslüman tabipler veya İslam alemindeki tıp bilimi de komplekslerinden sıyrılıp kendi benliklerinden çıkmış yöntemleri ciddiyetle ele almazlarsa, pek çok yitik malları gibi onu da Batıdan almak zorunda kalacaklardır. Mirac’ı yaşamış, farklı alemi görmüş, varlığın mülk ve melekutu ile alakadar bir Zat’ın (a.s.m.) şifa ile tıpla ilgili tavsiyeleri de muhakkak çok önemli sırlar ve ipuçları içeriyor olmalıdır. En az sathi nazarların ürünü olan yaklaşımlar kadar ilgiye, incelemeye, dersler çıkarılmaya, ve zamana uygun şekilde yorumlamaya layıktır. Bunu hakkıyla yapacaklar, hak ve hakikatin hükümran olacağı yeni dönemde en revaçta olan işine talipler demektir.

    Kaynakça

    Ateş, Bünyamin, v.d., (1981), Peygamberler Tarihi, İstanbul, Yeni Asya Yayınları.

    İbn Kayyım El Cevziyye, Tıbbu’n Nebevi, Çev. Yusuf Ertuğrul, Uygun Matbaacılık.

    Nursi, Bediüzzaman Said, (2001), Sözler, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat.

    Nursi, Bediüzzaman Said, (1991), Mektubat, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat.

    Remzi, Hüseyin, Tıbb-ı Nebevi, Sümer Kitabevi.

    Sarı, Nil, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Deontoloji Ders Notları, Primitive Medicine.

    Ural, Şafak, (2000), Bilim Tarihi, İstanbul, Çantay.

    Yılmaz, Meral, (2001), Aksiyon, Sayı: 332 (14 Nisan 2001).