Köprü Anasayfa

Nübüvvet

"Bahar 2001" 74. Sayı

  • Yaratıcıyla Yaratılanlar Arasındaki Bağın Kurulmasında Peygamberliğin Önemi

    Muhammed Bozdağ

    Siyaset Bilimci, Kişisel Gelişim Uzmanı.

    Giriş

    Öncelikle, evren, “Yaratıcı-Yaratan” arasındaki ilişkiler yumağıdır. En azından; şairsiz şiir, mimarsız plan ve failsiz fiil olmayacağı gerçeğinden hareketle, evren projesinin bir mimarı, planlayıcısı ve uygulayıcısı olduğunu biliyoruz. Biz bu ilişkiyi kavramak ve kavrama sürecinde peygamberliğin rolünün ne olduğunu bir ölçüde görmek istiyoruz.

    Şu sorular ekseninde bir tartışma yolu izleyeceğiz: Evrenin bir Yaratıcısı olması gerektiğini düşündüren ihtiyaçlar nelerdir? Yaratıcı var ve yarattıklarıyla ilişkiliyse, aradaki ayrımı nasıl tanımlayabiliriz? Biz Yaratıcımıza göre nerede ve ne konumdayız? Bizim konumumuz içerisinde vücudumuzla bilincimiz arasında nasıl bir fark vardır? Bilincimizin yaratıcımıza ulaşma ve onu tanıma ihtiyacı nereden kaynaklanır? Bu ulaşma sürecinde, peygamberlik müessesesine neden bu denli muhtacız? Aklımız neden felsefe yoluyla değil de peygamberlik yoluyla ilerlerse, doğruya ulaşabiliyor?

    Yaratıcı İhtiyacı

    Yaratanla yaratılan arasındaki bağları ve ilişkileri araştırırken, Yaratıcıyı somut algılarımızla tanımlayamadığımıza göre, yaratılandan yola çıkmak zorunda kalacağız. Yaratılan evrenin özellikleri bu ilişkinin hangi değişkenler açısından ele alınması gerektiğini söyleyecektir. Evreni analiz ettiğimizde, şu “varoluş” değişkenleriyle karşılaşırız:

    -Fiziksel evren varlığı: Dolaysıyla evren, Yaratıcısına “fizik vücudunun” varlığı boyutunda bağlıdır. Evren, yaratıcı ile fizik boyutu itibariyle devamlı ancak dolaylı biçimde bağlıdır. Fizik vücut kendi içerisinde perdelere bölünmüş olmakla birlikte, kendisiyle Yaratıcısı arasında, yine Yaratıcının vücut verdiği ruhsal evren vardır.

    -Ruhsal evren varlığı: Evrenin melekuti/fizik ötesi boyutunu oluşturan bu boyutu, Yaratıcı ile sürekli ve doğrudan bağlıdır. Bu boyutta adeta güneşe bakan birer ayna gibi, doğrudan Yaratıcının isim ve sıfatlarıyla aydınlanan ruhsal kimlikler bulunur ki, bu ruhsal kimliklerin önemli bir kısmı, fiziksel evrende vücut veya fiil/hareket olarak yansıtılmaktadır.

    -Evrenin hareketi: Evrenin, kendisine hareket ve eylem kazandırılması yönüyle de Yaratıcısıyla ilişkisi vardır. Tabiat kanunları ile ruhsal kanunlar arasında örgülenen ilişkiler çerçevesinde, Yaratıcının zaman çizgisinde oynattığı bir filmden ibaret olan evrenin parçalarıyız. Hareket (ihtizaz-titreşim-excitation) itibariyle, fiziksel evren, doğrudan Yaratıcıya bakan ruhsal evren aracılığıyla ve sürekli yaratılıyor.

    -Evrenin bilinç boyutu: Yaratılmış varlıkla Yaratan varlık arasındaki ayrımın bir boyutu da bilinç kavramı üzerine kuruludur. Yaratan, kendini ve her şeyi ezelden ebede kadar bilendir. Yarattığı evrene de, kendinden ayrık bilinçler serpiştirmiştir. Yani vücudumuz Yaratıcımızdan ayrık olduğu gibi, vücudumuzun parçası olmayan bilincimiz de Yaratıcımızdan ayrık bir kimliğe sahip kılınmıştır.

    Şu halde, tüm bu dört temel boyutu “Yaratan-yaratılan” kavramlarıyla ayrımlaştırabiliyoruz. Bu sistem içerisinde, nübüvvet bize sistemin ne olduğunu, yaratılanın Yaratanla bağının nasıl kurulabileceğini aktarmakta dayanabileceğimiz kusursuz kalabilen tek yoldur.

    Evreni analiz eden her mantığın zorunlu olarak kabulleneceği gerçek, varlığımızın, bir Yaratıcının yaratışına dayanıyor olduğudur. İnsan mantığı şu temel sorgulamaları dikkatle yapmak zorundadır:

    —Var oluşun özünde, kendine ait bir ezeliyet1 yoksa, o var oluş mutlaka başkasına dayanmak zorundadır. Ezelden beri var olan birisi yoksa, hiçbir şey var olamaz. Bir eser sonradan var olmuşsa, o mutlaka, “sonradan var olmayan” bir varlığa dayanmak zorundadır. Çünkü yokluk kendini yaratamaz ve varlık, kendini yokluktan var edemez.

    Bir varlığın ezeliyeti, aynı zamanda ebediyeti demektir. Yani sonsuz geçmişten gelen, sonsuz geleceğe gider. Oysa başlangıcı olanın sonu da vardır veya sonu olanın mutlaka başlangıcı da vardır. Sonu olmayan, sadece başlangıcı olmayandır.2

    Kendisine bir ömür biçilen evrenin yok olduğu bir geçmiş çizgisi mevcuttur ve yokluktaki evrenin kendini yok olan elleriyle var edeceğini iddia edecek mantık, ölü ve gülünçtür. Şu halde, sonradan var olan evreni var eden, ezeli olmak zorundadır.

    Evrenin başlangıcı olduğuna göre, başlatıcısı da vardır. Yani “doğup gelişip öleni” var edip geliştiren ve yok eden hariçten bir varlık olmak zorundadır ki, o Yaratıcıdır.

    Diğer yandan bilim, şimdilerde daha da derinleşerek, maddenin her an yokluk varlık arasında gidip gelmekte olduğunu; yani maddenin var ediliş sürecinin sürekliliğini keşfetmiştir. Bu durum, mantığı, Yaratma fiilini her saniyenin içerisinde gerçekleştiren bir Yaratıcı düşüncesini kabule zorlamıştır.

    Yokluk kendinden bir varlık çıkaramayacağına, sonradan olanın da bir var edicisi olacağına, gözlemlediğimiz evren de sonradan var olduğuna göre; yokluktan var olmayan, kimsenin var etmediği, sonradan vücut bulmayan, ezelden -yani sonsuz geçmişten- sonsuz geleceğe kadar kendiliğinden var olmaya devam edecek olan bir Yaratıcı mevcuttur. Yani mantık şu sözü zorunlu kılar: Evren sonradan varsa, Yaratıcısının ezeliyeti kabullenilmek zorundadır.

    —Yaratıcının varlığına ihtiyacı algılayabileceğimiz diğer yaklaşım, nedenselliğin tıkandığı noktadan girmektir. Tabiat yüzeyindeki işlemleri doğal nedensellik süreçleriyle açıklayan akıl, gözlemlediği iki olguyu dayandıracağı harici neden bulamıyor: Birisi, vücudun ve diğeri hayatın nedeni! Her ikisinin de, tabiat içine nakşedilmiş, tabiattan doğar gibi gösterilebilir nedeni yoktur. Yağmuru, depremi bir doğal nedenle açıklayarak perdeleyebiliriz; ama fiziksel/ruhsal var oluşu3 ve o varlığa hayat kodlanışını4 doğal bir nedenle açıklamamız imkansızdır.

    Dolayısıyla bu mantık gözlerimize Yaratıcıyı göstermez elbette; ama onun nerelerde işlediğini ve hangi eylemleri yaptığını görmemizi sağlar. Yaratıcı eylemleriyle her an her yerdedir. Aslında sadece hayat ve vücudun ardında değil, biraz daha dikkatli bakarsak, yağmurun yağışından rüzgarın esişine kadar her eylemin tüm yönlerinden içindedir. Evvel-Ahir, Zahir-Batındır.

    —Çok daha kapsamlı bir diğer mantık, evrene hakim bir Yaratıcı varlığı inancına bizi zorlayacaktır: Planlayıcısı, yöneticisi olmayan düzen, bir kaynaktan boşalmayan rahmet mevcut olamaz. Evrenin işleyişini analiz ederken yüzleştiğimiz tüm bilinç ve kudret ürünü işler/fiiller/örgüler, arkalarında inanılmaz bir kudretin ve bilincin varlığını ilan ederler.

    Örneğin: Alim bir Yaratıcı var olmak zorunda. Çünkü bir arıya kendini nasıl savunacağını öğretmiş, bir solucanın bile ne ile besleneceğini planlamış ve ona uygun yiyeceği de yaratmış. Bir ördeğin gövdesini kayık gibi su üzerinde durmaya müsait, parmaklarını da kürek gibi kullanabilmesi için aralarındaki perdeleriyle yaratmıştır.

    Dahası, Yaratıcının ilmi her şeyi kuşatmak zorundadır. Çünkü evren sistemi tüm çarkları birbirine bağlı bir saat gibi işliyor. Bir çarkı bilmeyen, diğer çarkı bilemez. Öyle ki, bebeğin süt emme ihtiyacını bildiği kadar, annenin süt sunan göğsünü de, dayanıklı yaratmayı bilmiştir. Benim hemen başımın önündeki gözlerimin nasıl çalıştığını bildiği kadar, ona uygun ışığı üreten milyonlarca kilometre uzaktaki Güneşten koparacağı ışığın vasıflarını da bilir. Bilmeseydi çarklar arasındaki inanılmaz uyumu gerçekleştiremezdi.

    Bu açıdan baktığınızda, evrende yansıyan tüm sıfatların, karşılıklarında, o vasıfları haiz bir Yaratıcı gerektirdiğini hükmetmek zorunda kalacaksınız: Rezzak, Rahim, Alim, Müzeyyin, Kayyum, Adl, Hakem vb…

    Bu bahis daha yüzlerce yeni yaklaşımla beslenebilir, geliştirilebilir ve örneklerle desteklenebilir. Buradan şu sonucu alarak çıkacağız: Evren ile yaratıcısı aynı değildir; çünkü evren sonradandır, yokluktan geliyor. Evrenin, evrenden ayrık bir Yaratıcısı vardır; evrenin var olması Yaratıcısına bağlıdır. Ama aynı evren, bütün dilleriyle, nasıl bir Yaratıcının eseri olduğunu da haykırır.

    Yaratan-Yaratılan Ayrımı

    Evren (mahluk) ve Yaratıcısı (Halık) var olduğuna ve bunlar ayrı ayrı iki varlık olduklarına göre, aralarındaki ayrımı nasıl algılayacağız. İkisi aynı kimlik değil, yani evren kendini yaratan Yaratıcı değil ve Yaratıcı da -haşa- kendini değil, kendinden ayrık mahluku yaratmıştır.

    Ancak arada çok güçlü ilişkiler olduğunu da söylüyoruz. Ne, tüm ilişkileri kopararak bağımsız iki kimlikten ve ne de, tam birleştirerek tek bir kimlikten söz edebiliriz. O zaman nasıl ayıracağız?

    Sorunu biraz daha açarsak: Yazdığınız şiirin düşüncesi size aittir, ama mürekkebini hariçten kullandınız. Bebeğin vücudu -babanın da katkısıyla- annenin vücudundan ayrılmıştır ve dolaysıyla -dar mantıkla- annesine aittir. Saçınız vücudunuzdan çıkmıştır. Işık güneşin parçasıdır. Mantık kullanıyoruz: Bunlar, biri diğerinden oluşan iki varlık arasındaki muhtemel ilişki biçimlerini gösterir örneklerdir.

    Şu durumda, Yaratıcıyla yaratılan arasındaki bağ nasıl bir ayrıklık ve nasıl bir yakınlık şeklindedir? Bu sorunun cevabı yolunda iki temel yaklaşımdan söz etmemiz mümkündür: Tecelli teorisi, yaratılış teorisi…

    Bu kavramlar, irdelenmesi -sanırım- en zor kavramlardır ve İslam uleması da genellikle ayrıntıya inmekten çekinmişler, örtük ifadelerle meramlarını anlatmayı yeğlemişlerdir.

    İslam, “Allah’ın evreni yoktan var ettiğini” söyleyen dindir. “Bir şeyin olmasını irade ettiğinde, “ol” der ve olur.” Ancak bu yoktan var etmenin biçimi ve boyutları üzerinde -sanırım- tam bir anlatım ve fikir birliği mevcut değildir. Dikkat edelim:

    Evreni yaratmadan önce5 Allah vardı ve başka hiçbir şey yoktu. Yani bizzat -kendi kendine- mevcut olan tek varlık Allah’tır. Ama, Allah var ederken, yani bilgisinde var olana vücut verirken, bu vücuda kaynaklık eden enerjiyi yoktan mı yaratmıştır?

    Yani aslında evren, Allah’ın vücudundan mutlak surette ayrık bir varlık mıdır? Öyleyse bu vücudu Allah nasıl var ediyor? Allah’tan kendisine bir enerji, bir vücut gölgelenmeyen bir evren nasıl var olabilir?

    Herhalde Allah, -haşa- boşluktaki rasgele taş ve kaya parçalarını toplamış, birleştirmiş ve evreni yaratmış değildir. Allah, – kendisi dışında var olan- bir başka vücudu alıp şekillendirmiş değildir.

    İnsan mantığı şu zorluğu çekiyor: Ben bir eser üretmek istediğimde, onun için zihinsel enerjimi harcıyorum, kendimden eserime bir enerji yüklemeden onun kimliğinde değişiklik yapamam.

    Evren, hem vücudunu oluşturan enerji ve hem de o vücudun yoğrulup şekillendirilmesi açısından Allah ait. Bu yönüyle Allah, kendinden hariç hiçbir varlığın mevcut olmadığı kendi varlığında,6 kendi nuruyla evreni yaratmış olmalıdır.

    Konunun bu en can alıcı ve sanırım korkutucu noktasında çok düşünür tehlikeye yuvarlanmıştır. Nakledilir ki, Hallac-ı Mansur, “Enel Hakk” demiş; şeriat kılıcıyla idam edilmiş; ancak kanı da yerde akarken “Enel Hakk” diye yazmış…

    Arabi’nin Vahdetül Vücut mesleğindeki Hakk kavramının boyutlarını çok dikkatli irdelemeliyiz. Anladığımız kadarıyla Arabi’de Hakk, Allah ile aynı şey değildir. Hakk, Arabiye göre, Zatı (Allah) ve yarattığını, yani tecelliyatını, yani kendinden yansıyanı içeren bütünlüktür. Hakk’tan başka mevcut yoktur.

    Hakkın nihai mertebesinde Zat vardır; O Allah’tır; kendisidir ve ondan binlerce perde uzaklaştıkça nuraniyet derecelerinde aşağıya inen gölgelerin gölgeleriyle ve en basit veya hafif düzeyde de maddesel evrenle yüzleşiyoruz.

    Benzetmeyle canlandıralım: Sanki yokluğun yok olduğu varlık, sadece güneştir. Tek bir güneş vardır ve başka hiçbir şey yoktur. Önce yalnızca ve tek bir kimlik olarak güneş varken, sonra bu güneş ışığını kendinden harice saçmaya, yansıtmaya, tecelliyata başlıyor. Sonra da bu varlığı gözlemliyorsunuz: merkezde sınırsız bir güneş ve ondan yansıyan derece derece renk renk ışıklar, parıltılar veya ondan mahrum kalan noktalardaki karanlıklar.

    Sanırım, Arabinin zihnindeki “Yaratan”, sözünü ettiğimiz güneş; mahluk ise, onun tecelliyati olan ışıklardır… Konuya çok kısa değindiğimiz için, açık ve eksik noktalar çok olacaktır; ancak, Arabiyi inceleyerek sistemini zihninizde tamamlayabilirsiniz.

    Vahdet-ül Vücut dışındaki yaratılış anlayışlarında ise, Vahdet-ül Vücut yaklaşımının tehlikelerinin bertaraf edilmeye çalışıldığını görürüz. Çünkü Vahdet-ül Vücutta, Hind felselerinde olduğuna benzer şekilde, kozmik bilinçle ve/veya evrensel ruhla birleşme iddiasını içerir sapmaya düşme tehlikesi de vardır.

    Yaratıcı, evreni ve içindekileri kendinden ayırmış ve birazdan değineceğimiz müstakil bilinçleri bu ayrımın kavranmasına vesile kılmıştır. Hallac-ı Mansur, “Hakk” değildi; ama hepimiz gibi Hakk’tandı. Güneşten doğanın güneş olduğunu iddia etmesi veya kendini güneşin bir parçası gibi görmesi yanlıştır. Biz fizik kimliğimizle değil, bize verilen bilinçle Yaratıcımızdan ayrılırız. Elimize en fazla verilen tarafımız bilincimiz ve “istemeyi isteyebilme gücümüzdür.” Onun dışındaki taraflarımız bize ait değildir; geçici olarak o suretlere büründürülürüz ve sonra suretlerin sahibi, kendine ait suretleri elimizden alır götürür.7

    Düşünün: Siz güneşe ait olduğunu bilen ışıklar olarak o aidiyetle büyüklenirken gurur ve firavunluk tehlikesiyle yüzleşmez misiniz? Ya güneşe müştak, ona pervane, ancak ona bağınız sayesinde ışıldayabileceğini bilen nur olsanız, güveniniz, mutluluğunuz daha yüksek olmaz mı?

    Yaratıcımız ve Biz

    Şu soruya cevap arayacağız: Yaratıcı nerede, biz neredeyiz? Bağı nasıl algılayacağız? Nübüvvetin verdiği derslerden anladığımız kadarıyla konumlarımızı şöyle canlandırabiliriz:

    —Yaratıcı Güneş ve biz ondan kopup boşlukta yayılan ışıklarız. Biz ona çok uzağız; Dünyada, Jüpiterde… Ama, o bize çok yakın, bizden de yakın. Biz ışıksak, bizi aydınlatan tek sır onunla temas halinde olmamızdır. Işık ne zaman söner; kaynağını kapatırsanız değil mi?

    —Yaratıcı ile bağlantımız süreklidir. Irmağın önünü keserseniz, suyun akışı durur; kapıları kapatırsanız aydınlık kesilir. Yaratıcıyla bağları koparsa, vücut, hayat ve onlar üzerine örülen her şey yok olur. Şu halde, var olmanın sürmesi; Yaratıcının zenginliğinden-hazinesinden varlığa sürekli devam etme halidir.

    —Yaratıcı bir mekanda değildir; yani o evrenin bir tarafında ve biz diğer tarafında değiliz. Yaratıcı zamanın ve mekanın dışında ve biz ona eşit uzaklıkta olan zamanın ve mekanın içindeyiz. Dolayısıyla o bizim sağımızda, solumuzda vs değil; her tarafımızdan ona ulaşabileceğimiz meleküt tarafımızda, yani ruhumuzun yaşadığı iç tarafımızdadır. Yani güneşe gider gibi Yaratıcıya ulaşmak isterseniz, bildiğimiz maddi semaya doğru değil, kalbimizden/ruhumuzdan geçen manevi semaya doğru ilerlememiz gerekir. O semaya giden yola her maddeden, her noktadan sıçrayarak geçebilirsiniz. Ruhsal evrenin enginliğine göre fiziksel evren bir avuç içi gibidir.

    Bu bilgileri dikkate alarak, yaratılmış evrende, birbirinden ayırmamız gereken çok önemli iki boyut vardır: Birisi evrenin canlı ve/veya cansız vücudu ve bu fiziksel vücudun parçalarının örgülenme farklılıklarından oluşturulan farklı maddi yapılar ve kimlikler. Bu taraf yukarıdaki anlatımda geçen, güneşten kopup yayılan, yansıyan, tecelli eden ışıktır; yani tüm unsurlarıyla evrendir.

    Diğeri ise, bu fizik var oluşun aralarına serpiştirilen insanda, hayvanlarda, gözlemlediğimiz ve cinlerde, meleklerde varlığına inandığımız bilinçlerdir. Siz kendinizin farkındasınız. Kendinizi fiziksel olarak Yaratıcıdan ayrımlaştırabilmek kadar, bunu bilinç düzeyinde de yapabilmeniz gerekiyor. Bu ayrımlaştırmayı, iki yaklaşımla ortaya koyacağız:

    Vücudun ve Bilincin Ayrıklığı

    Yaratanla yaratılan arasında kavrayacağımız ilk ayrım, vücut boyutundadır. Şöyle düşünelim: Önce bir tutam hamur oluşturuyorsunuz ve sonra da ona şekil veriyorsunuz. Hem hamurun vücudu ve hem de ona vereceğiniz şekiller8 zahiren var olmadan, yani gerçek bir vücut kazanmadan önce, sizin bilincinizde var olmuşlardı.

    Bu yönden, zatıyla Allah ve kendisine ait olan ilim, ezelidir. İnancımızdaki Allah, bir şeyi insan gibi sonradan düşünüp, sonradan keşfedebilecek bir acziyet içinde değildir. Hem böyle bir acziyeti yoktur ve hem de yarattığı mekanın ve dolayısıyla zamanın dışında olduğu için, ona böyle bir “sonradanlık” atfedilmesi mantıksal olarak da imkansızdır.

    Şu halde, bizim fiili gerçekliğimiz ve evrende izlediğimiz var oluş çizgisi sonradandır; ama bizim buralarda var olup bu süreçlerden geçeceğimiz bilgisi, Allah’ın ilmi kapsamında olduğu için ezelidir. Yani insanın ve tüm yaratıkların fiili varlıkları, yeni/sonradan/hadis; ama var olacaklarına ilişkin bilgi ezelidir; dolayısıyla da ebedidir. Çünkü bu bilgi Allah’tan ayrı bir bilgi değildir ve ondan ayrı olmayan Onun vasıflarıyla birleşiktir. Yani aslında; Allah evreni var etmeden önce ve kendi ezeliyetinden beri, sizin bu yazıyı ele alıp, şu anda bu kelimelere bakacağinizi biliyordu. Yani siz fiilen var olmadan önce ve ezelden beri Allah’ın varlığıyla birlikte -ilim düzeyinde- varsınız. Anneniz sizi doğduğunuz günden beri tanıyor; oysa Allah sizi ezelden beri tanıyor. Evrenin Sultanının -tabir caizse- hafızasında var olmak, ona ait olmak nasıl bir duygu?

    Ancak, Allah, bilincindeki bilgiye vücut verirken, diğer deyişle ezelden beri kendinde var olan sanatı somut kimliğe dönüştürürken; önce Zatının perdeler aşağısında olan ruhsal/meleküti evreni ve sonra da bu evren üzerinden fiziksel evreni yaratmıştır.

    Bir elmanın dışı ve içi ayrıdır. Vadiyi seyrederken gördüklerinizle, görüntünün bir milim altından itibaren görebilecekleriniz arasında inanılmaz uçurumlar vardır. Vücudun harici görüntüsü dahili görüntüsünden farklıdır. Aslında asıl önemli olan içtir, çünkü iç özdür ve asıl kimliktir. Harici görüntü sadece bir boyadır, filmdir, hayaldir, sanmaktır, rüyadır.

    Aynı mantığı kullanın: Madde de, Yaratılan evrenin zahiri-harici görüntüsüdür. İnsan maddenin temeline ne kadar inerse insin, hala elmanın kabuğu üzerinde veya vadi boyu görüntülerde dolaşmaktadır. Ne zaman maddeyi bitirip, sınırın öteki tarafındaki ruhsal boyutu algılar; o zaman kabuğun içine girer. Kabuğun içinde ise, derinlere doğru uzanan iç içe geçmiş sayısız katmanlar vardır. Anlatılamazlar, olağanüstüdürler.

    Yaratma sürecine dönersek, yaratılışla birlikte, Allah’ın dışında ve ama Allah’tan olan mekan varlığı ortaya çıkmıştır. Mekan Allah’ın sürekli, aralıksız yaratması, yarattığının yerine yeniden ve yeniden yaratması şeklinde gerçekleştiği için, bu süreç “zaman” kavramını üretmiştir.

    Aslında “zaman” hakikatte mevcut olmayan, sanal, hayali, kişiye göre değişebilen ve sadece maddenin hareketinden doğan ve maddenin hareket hızıyla değişebilen bir olgudur. Dolayısıyla vücut açısından Yaratıcısından ayrı birer kimlikten oluşan evrenin parçalarıyız.

    Fizik vücudu, hayatı ve örgüsü yönüyle evreni Yaratıcıyla ilişkilendirdiğimizde, bağın ayrılamaz biçimde mevcut olduğunu görüyoruz. Aydınlığın güneşten doğması ve devamlılığının Güneşten kopan fotonların birbirini takip etmesinden ibaret olması gibi; evren Yaratıcısından doğar ve Yaratıcısından varlığa sürekli akışır.

    Evrenin fiziksel var oluşu, ışığın sürekli var oluşuna benzer bu yönüyle. Işığın kaynağıyla bağını kestiğiniz anda ışık yoktur ve her yer karanlıktır. Bunun gibi, mahlukla Yaratıcı arasındaki bağı kopardığınız anda mahluk yoktur. Dolayısıyla, biz yaratılıp boşluğa terk edilmiş değiliz veya kurulmuş zembereklerin, mekanizmaların kendi kendilerine çalışmaları hiç değiliz. Evrenin hem varlığı ve hem de hareketi sürekli aynı Yaratıcı kudretten doğmaya devam eder. Her yaratık, her boyutuyla, her eyleminde, yüzde yüz Yaratıcının elinde, kudretinde ve bilincindedir.

    Bu yönüyle baktığınızda; nasıl ki bir ışıktan geriye, kaynağına doğru ilerleyebilirseniz, Güneşe ulaşacaksınız; aynı şekilde maddesel vücudun derinlerine doğru ilerlerseniz, önce ruhsal vücutlara ve oradan da Allah’ın zatına ulaşacaksınız. Bu anlamda evren, Allah’tan binlerce perdeler aşağıda ve uzaktaki ruhlardan ve ruhların da binler perde aşağılarındaki fiziksel kimliklerden, zerrelerden, enerji kitleciklerinden oluşur.

    Diğer yandan, Yaratıcıyla evren arasındaki bağın “bilinç” yönü vardır. Evrenin her bir zerresi Yaratıcıyla bağlıdır ama; o zerrelerin pek çoğunun eline teslim edilmiş bilinçler kendi cinsleri formunda, böyle bir bağlantıya, irtibata sahip midirler?

    Maddesel vücutlar kayıtsız bağlı iseler; kayıtsız olarak Yaratıcının emrine itaat ederler; ama bilinçler onu tanımıyorlarsa, bu itaati ne şekilde gerçekleştirecekler? İşte nübüvvet bu sorunun çözümü sürecinde kaçınılmaz olarak muhtaç olduğunuz bir bağlantı kurma vesilesidir.

    Neden bilinç bu kadar önemli? Çünkü her bilinç, sahibi için üretilmiş özel bir dünyadır. Kimse evrensel dünyayı eşit şekilde algılayıp yaşamaz; herkesin dünyası özgündür, farklıdır ve herkes kendi dünyasını kendi bilinciyle inşa eder.

    Şu halde; evrensel dünyanın maddesinin Yaratıcıyı tanıması vesilesiyle aydınlanıyor olması, yaratıkların da bilinçlerinin otomatik olarak aydınlanmasını gerektirmiyor. Çünkü kimse otomatik olarak evrensel dünyayı yansıtmıyor bilincinde. Baksanıza; arılar yırtınırcasına çalışırlar, karıncalar Yaratıcıya itaat uğrunda gerekirse ölüme koşarak atılırlar da, özgün ve hür bilinçleri olan insanlar kahve köşelerinde veya televizyon ekranlarında sabahlarlar.

    Bilinç Yaratıcısını Arar

    İradesiz soyut vücutlu melek bilinçlerini veya sınırlı iradeli somut vücutlu hayvan bilinçlerini, tartışma konusunun dışında tutarak düşünelim:

    İnsan (ve ayrıca cin) bilincinin özel ve özgün bir yönü, ilahi iradenin kontrolünde, küçük birer kişisel iradeyi emaneten üstlenmeleridir. Meleklerin bilinçleri vardır; ancak eylemlerini kendileri seçmedikleri için, iradeleri kendi ellerinde değil, Yaratıcının elindedir. Bu yönüyle melekler iradeleri Allah’a ait, müstakil bilinçler gibidirler. Tabiat kanunlarının kural olarak değişmiyor olmasının sebebi budur.

    Hayvanlar ise, iradelerinin iyice sınırlanması ve yeryüzünün dengesinde görevlendirilmiş olmaları nedeniyle yaptıklarından sorumlu değiller. Sınırlı da olsa, kendi iradeleriyle yaptıklarından ise mesul olacaklar.9

    İnsan bilincine dönersek, bu bilincin Yaratıcıdan bağımsız ve ayrık bir kimlik olarak gelişimi, kanaatimize göre- fiziksel bedenin yaratılış süreciyle birlikte başlamıştır.10 İnsanın temelinde, mantıksal bilinç yok denecek kadar zayıfken, mantıksız bilinç (yani inanç) neredeyse tüm farkındalık hissini kaplamıştı. Oysa çocukluk ve takip eden yıllar boyunca her geçen gün, insanın kendinin farkında olması ve tercihler arasında seçimlerde bulunabilmesi (irade) sürekli gelişme ve büyüme halinde olmuştur.

    Yani aslında, biz hazır ve gerektiği gibi gelişmiş bir iradeyle doğmuş değiliz. İçerisinde beşere emanet edilecek iradenin çekirdeği kodlu olan ilahi irade ile doğmuş, ilahi irade ile beslenmeye başlamış, özgün iradesi geliştikçe de, ilahi iradenin bizzat müdahalesi geri çekilmiş olan insanlarız.11

    Kesin kural şudur: Bir eylemin iradesi12 kime aitse, sorumlusu odur. Bu yönüyle çocuklukta sorumlu olmamızı gerektirmeyecek kadar zayıf olan irademiz (bilincimiz), bir eşiğin ötesine geçince, artık bizi mesul edecek kadar büyümüştür. Başlangıçta, Yaratıcı, salt kendi iradesiyle yaratıyordu; ama şimdi biz istedik, Yaratıcı yarattı; istemesek veya istediğimizi bilmesek bile, tüm sonuçlarıyla birlikte hak ettik, layık olduk, Yaratıcı yarattı. Sürecin başka bir açıklaması yoktur.

    Peygamber İhtiyacı

    Burada son derece ince bir sorun vardır: Fiziksel evrenin vücut hayat ve örgü boyutunun yaratıcısını bilmesi mümkün değildir. Buradaki bilme tek yönlüdür; sadece, Yaratıcı Yarattığını bilir. Yaratıcı vücut verdiği evrenin tüm detayının, kendi isim ve sıfatlarının yansımaları oluşunu müşahede eder; burada, Halık-mahluk arasında tek yönlü bir bilinç bağı vardır. Kendine özgün bilinci olmayan evrenin bilinci, Yaratıcının zatına aittir ki, bu boyutuyla evrenin bilinmesi, yaratıcının kendinin tecelliyatını/yansımalarını bilmesi gibi bir anlam içerir.

    İnsanın kendine verilmiş olan bilince doğrudan ve açık bir ilahi müdahale yoktur. Dolayısıyla, insanın Rabbini bilmesi kendiliğinden ve zorunlu olarak değil, isteğine ve çabasına bağlı olarak gelişecektir. Eğer insanın çabası olmaksızın Yaratıcısını tanıması söz konusu olsaydı, meleklerden farkı kalmayacak, diğer deyişle kendi iradesini kullanarak yükselmesi, üstünlüğü ve hükmetmesi mümkün olmayacaktı.

    Bilincin iki boyutu vardır: Bir olguyu yaşamak ve o olgunun ne olduğunu bilmek. İnsana verilen bilinç, içinde bulunduğu her olguyu yaşayabilme kabiliyetini doğuştan getirir; ama o olgunun kimliğini keşfetmesi için sonradan çaba sarf etmesi şarttır.

    Bu yönüyle örneğin insan bilincinin çiçeği görebilmesi ve çiçeğin farkında olabilmesi doğuştan getirdiği bir bilinç özelliği; ama gördüğünün çiçek olduğunu bilmesi ise sonradan öğrenmesi gereken bir bilinç özelliğidir. Her bilinç, içerisinde bulunduğu anlamları hem yaşayıp hem bilmez; örneğin kuş, bebeğin ağlamasını duyar, bilinç olarak algılar; ama algıladığı o sesin bebek sesi olduğunu bilmez.

    Oysa insan bilinci, hem yaşadığını algılayacak ve hem de algıladığının ne olduğunu bilebilecek kapasitede yaratılmıştır. Buradaki derinliği görmek açısından şöyle bakabilirsiniz: Her okuyucunun bilinci, -Allah’ın yarattığı bu anda- bu satırdaki kelimeleri fark ediyor. Ama çoğu kişi, bu anların ardındaki Allah’ın kudret elinin, neyi nasıl yaptığını göremiyor.

    Bilincin bu ikinci boyutuna niçin ihtiyaç var? Size bir buket çiçek sunuldu; aldığınız anda çiçeği hissedersiniz; ama o sunuşun ardında, size gelen bir hediye olduğunu ve bir sevdiğinizin sevgisini bu şekilde ortaya koyduğunu idrak edemeseydiniz, ne derece bilinçli olduğunuzu söyleyebilirdiniz?

    İşte insanla Yaratıcısı arasında bilinç açısından kurulacak ilişkinin boyutları son derece önemli. Bu ilişkiyi kurabilmemiz için bir yığın soruya cevap bulmamız gerekiyor:

    “İnsan nedir? Evren, hayat ve vücut nedir? Nereden gelip nereye gidiyoruz? Geçmişte ne vardı ve gelecekte ne olacak? Dışına kadar evren ve içine kadar madde nereye uzanıyor? Vücut ve hayat nasıl var ve nasıl işliyor? Tüm bu evren projesinin ardındaki mimar kimdir?”

    Bu tür sorulara cevap vermek istediğimizde, iki yol veya iki temel akımla karşılaşıyoruz: Bir tarafta insan aklı, birbirini takip eden binlerce çelişik ve çatışmacı felsefeler üretmiş; diğer yanda da doğrudan Yaratıcıdan gelen mesajları bize aktaran aynı çizgiyi takip eden peygamberler gelmiştir.13 Bu iki akımı karşılaştırdığımızda, evreni gerçek boyutlarıyla tanımanın ve insan bilinci ile Yaratıcı bilinç arasındaki bağı kurmanın en hatasız yolunun nübüvvetten geçtiğini görüyoruz: Neden?

    Peygamberlik mi? Felfese mi?

    Buraya kadar aktardıklarımızı önümüze koyarak düşünelim: Nübüvvet olmasaydı evrenin sırlarını çözemez miydik? Aklımızla yola çıkarak var oluşumuzun sırrını çözemez miydik? Evrenin ve ötesinin kavranması bakımından, peygamberlik müessesesi hangi yönlerden farklıdır ve kaçınılmazdır? Tartışalım:

    1. Yaratıcının sanatı olarak insan, kağıt üzerine yazılı şiire veya akvaryuma hapsedilmiş balığa benzer. Biz, içerisine tıkıştırıldığımız dört14 boyutlu evrenin yani bu daracık akvaryumun veya kağıt yüzeyinin dışına çıkamıyoruz.15 Bir uçtan diğer uca tüm dünya ve bir galaksiden diğer galaksiye tüm evren, içinde bulunduğumuz aynı akvaryumdur.

    İnsan aklı, çevresini taradığında, en fazla, akvaryumun sınırlarını gözlemleyebilir. Oysa akvaryum, odanızdaki küçücük cam kutudur. Tüm var olanları aklıyla algılayabileceğini sanan balıkla, akıl-felsefeden yola çıkarak evrenin sırlarını keşfedebileceğini sanan insan arasında, balık lehine fark vardır. Milyarlarca galaksiyi keşfetmişsiniz de ne olmuş; şu madde kafesinin ötesindekileri keşfedebiliyor musunuz?

    Şu halde, bizim, akvaryumun ötesindekileri de Yaratanla konuşan bir haberciyi dinlemeye ihtiyacımız vardır. Bu enginlikte bilgiyi, peygamberlerden başka kimse veremez.

    2. İnsan aklı için bilinmeyeni bilmek, imkansızı başarmak gibidir. Bilindiğinde ise, dünyanın en basit problemi olduğunu sanırız.

    Eğer nübüvvet olmasaydı ve insanlığa peygamberler aracığıyla, “korkmayın, sizin bir Yaratıcınız var” denmeseydi; dünyada yaşamak, her saniye korku saçıcı olacaktı. İnsanın bilmediği ortam, en korkutucu ortamdır.

    Bir Peygamber gelmiş, “Allah ve ahiret vardır” demiş; aklın patlaya çatlaya belki hissedebileceği bir gerçeği, en basit akılların kavrayışlarına teslim etmiştir. Bu tek cümle çok mu basit? Elektrik bilinmezken, onu bulmanın bedeli trilyonlarca dolarsa, yukarıdaki cümleyi bulmanın bedeli tüm dünya ile de ödenemezdi.

    Eğer cevabı hiç bilinmeyen bir problemi çözmek çok basitse, işte bir problem: Çözmeye çalışalım ve bu kadar basit bir sorunun bile insan aklını nasıl zorlayabildiğini görelim:

    İstanbul’a gideceksiniz. Önünüze, sağa ve sola ayrılan iki yol çıktı. Hangisinin İstanbul’a gittiğini bilmiyorsunuz. Kavşaktaki yeşil adamların yalan söylediklerini ve kırmızı adamların da doğru söylediklerini biliyorsunuz. Karşınıza ya yeşil ya da kırmızı adam çıkıyor; ancak hava karardığı için hangisi olduğunu anlayamıyorsunuz. Tek bir soru soracaksınız ve karşınızdaki adam yeşillerden de kırmızılardan da olsa, size tek cevap verecek. Ancak size sadece “evet” veya “hayır” cevabını verebilirler. Bütün ihtimalleri kapsayacak şekilde, tek soruya tek cevap alarak, doğru yolu bulabilir misiniz?

    Problem üzerinde düşündüğünüzde, bilinmeyen ne kadar basit olursa olsun, keşfedilmesinin gerçekten de yorucu olduğunu fark edeceksiniz. Bilirsiniz; Hz. Adem’in (as) iki oğlundan biri diğerini öldürmüş; günler boyunca ne yapacağını bilemeden cesedinin başında beklemiş; nihayet bir karganın ölen diğer kargayı toprağa gömdüğünü görünce, ne yapabileceğini akledebilmiştir.

    Newton, Edison, Einstein bizim için keşfetmişler; burada olup bitenleri keşfedecek bilim adamlarımız var; ama ötelere kim nasıl ulaşacak? Melekleri, Cenneti, Cehennemi peygamberlerden başka kimden öğreneceğiz?

    3. İnsan algısının sınırları vardır: Bir taraftan algılarımız maddeye odaklıdır. Yani gördüğümüz, duyduğumuz veya dokunduğumuz evren maddesel evrendir.

    Böyle bir ortamda insan cinlere veya meleklere dokunacak, ruhanilerle uzaktan konuşabilecek, maddenin ardındaki sınırsız evrende olup bitenleri müşahede edebilecek genel ve aynı düzeyde gelişmiş bir algıya sahip değildir. Dolayısıyla somut algılara dayanmak zorunda kalan akıl, akvaryumun madde boyutunun ardında olup bitenleri kendi başına kavrayamıyor.

    Dahası, salt dünyaya açık olan bu algıların her biri de kendi içerisinde sınırlıdır. Bu yüzden maddeyi bile tam olarak kavrayamıyoruz. Örneğin tüm görüntülerin ancak %4’ünü gerebiliriz; duyduğumuz sesler sınırlıdır. Gülden kopan kokuyu, yol alırken göremiyoruz; kimse atom altı parçacıkların titreşim esnasında korolar halinde icra ettikleri musikiyi duyamıyor.

    Maddeyi algılama açısından bile bu kadar sınırlı olan insanın, maddenin ardını kendi algılarıyla kavrayacağını iddia edemeyeceği açıktır.16 Bu darlık içerisinde insan, kavrayamadığını ne yazık ki inkar yoluna gitmiştir. İşte nübüvvet burada kaçınılmaz olarak karşımızda. Birilerinin algıları o derinliklere açılmalı ve orada neler olup bittiğini bize anlatmalıydılar.

    4. Nübüvvet, insanın ruhsal alandan; evrenin gerçek veya iç boyutundan bilgi almasıdır. Daha doğrusu, insana yaratılışın kaynağından bilgi verilmesidir. Tüm algılarını yüzeydeki maddesel evrene açan bir insanın maddenin kalıplarının ötesini görebilmesi beklenemez. Sorun açıktır: Madde ötesini görebilecek algılarımız çok zayıf; insanın ruhsal eğitimi ve yükselişi için de bu zayıflığa ihtiyacımız var; gaybı bilmememiz gerekiyor.

    İnsanların arasında yetişen, iç dünyalarını bol bol dinlemiş, sormuş ve cevap aramış temiz örnekler vardır. Bir anlamda onlar, insanlığı temsilen ilahi mesaja muhatap kılınırlar. Peygamberler bu yüzden, yalan söylememiş, kötülük yapmamış, hak gasp etmemiş, kalplerinin bütün içtenliğiyle vazgeçmeden Yaratıcıyı arayan yüksek ruhlu insanlar arasından seçilmiştir. Bizim adımıza Yaratıcımızla muhatap olmayı hak eden; ancak aramızdaki en üstün ve ruhsallığın nuraniyetine en yakın insan olabilir.

    Aslında tüm varlıklar, ilahi kaynaklı bilgiye muhataptırlar. Arılar, böcekler, kuşlar ilham aracılığıyla aynı merkezden yönlendirilirler. Ancak ilhamla yapılan yönlendirme -genellikle- bireysel yönlendirmedir; bireysel olarak bir yaratığın görevini ifa etmekte aldığı yardımdır. Oysa; tüm insanların toplu hareketlerinin düzenlenmesinde, herkesin aynı çerçevede bilmeleri gereken emirler ve düzenli işleyiş kuralları olması gerekiyor.

    Her toplum, yaşayabilmek için kanunlara muhtaç olduğu gibi; Yaratıcının kurduğu evren sisteminin işleyebilmesi de çeşitli kurallara bağlılıkla mümkün olabilir. Peygamberler aracılığıyla bildirilmesi ve tüm insanların itaatine davet edilmesi gereken kurallar, bu gerekliliğin sonucudur.

    Yaratıcının peygamberleri aracılığıyla insanla konuşması bir nevi ilahi tenezzüldür. Kadir, Kuddüs ve Hakem olan yüce Yaratıcı, kirlenebilir, basitleşebilir, maddeye saplanabilir özellikleri olan insan adındaki sanatına muhatap oluyor.

    Benzetmeyi hoş görünüz- bir kediniz var ve onunla iletişim kurmak istiyorsunuz. Siz ulvi ve yüksek ruhlu insansınız, temizsiniz, akıl sahibisiniz ve hikmetli iş yapıyorsunuz. Kediyle iletişim kurmanız bir derece ona münasip, aşağılara indirilmiş bir lisan kullanmanızla mümkündür. Herhalde sizin göstereceğiniz bu tenezzüle muhatap olan kedinin de yükselmesi; en azından, maddi ve manevi temizliğiyle size layık olması önemlidir.17

    Yüce Yaratıcının evreni kuşatan lisanı, insanların basit lisanları gibi kelimelerle ifade edilmez. Onun lisanı ve anlatımı, hayatın, eylemin veya oluşun kendisiyledir.18 Aslında O, hepimizle, yaptıkları ve yarattıklarıyla sürekli konuşuyor. Yağmurun yağışı, Güneşin doğuşu ve batışı, kelebeklerin uçuşu, kavrayışı keskinleşen insanların algılayabilecekleri ilahi mesajlardır. Bu yönüyle Allah’ın ayetleri, sadece Kur’an sayfaları üzerinde değil; evrenin tüm sayfaları üzerindedir.

    Peygamberler aracılığıyla insan kelimelerine dökülen ayetlerse, Yüce Yaratıcının, mesajlarını insanların diliyle ifade edişidir.19 Evrenin her bir noktasındaki ilahi mesajı okuyamayan herkesin kavrayacağı dil, odur.

    5. Evrenin sırlarını keşfetmeye çalışan felsefe ile, sırrı açıklayan nübüvvet arasında, yola çıkış aşamasında ortaya çıkan farklılıklar, tüm sonuçları etkileyecektir. Aklın zati sınırları, bulguları sınırlayacak; peygamberliğin ufku aklı geliştirecektir. Bu farklılıklar neler:

    —Bencil-diğergâm: Akılla yola çıkan, kendinden yola çıkar; “ben” merkezli düşünmek zorundadır; çünkü yapacağı tüm değerlendirmeler, kendisinin evreni yorumlayışının sonucu olacaktır. Oysa nübüvvet diğergamdır; tüm evreni kapadığı için her şeyi düşünce akışının odağında aynı anda tutar: Peygamberlik “ben”den değil; Yaratıcıdan yola çıkıyor; yaratılana ilgisi Yaratandan ötürüdür. Güneşin gördüğü tüm Dünyayı kapsaması gibi, Yaratıcıdan yola çıkan, tüm yaratıkları kapsayarak düşünmek zorunda kalıyor.

    —Üstünlükçü-eşitlikçi: Kendi aklıyla yola çıkan, büyüklük-küçüklük kriterlerini kendisi koyar. Bir kültürü, medeniyeti, kavrayış biçimi kendince üstün görecektir. Bu algıyla çevreye hükmetmeye çalışan insan, kendi faydasını ötekilerin zararına bina edecektir. Tekniğin çevreyi kirlemesinin, ekolojik sisteminin bozulmasının ve şehirlerde, insan dışındaki yaratıkların soluksuz kalmasının nedeni bu üstünlükçü tutumdur. Her türlü ırk, dil, kültür ve hatta din ayrımcılığının altında, peygamber yolunun terki ve aklın çıkış noktası yapılması yatar.

    Peygamberlik, tüm insanları aynı Adem’in (as) çocukları görür ve hepsine aynı Allah’ın kulları olduklarını hatırlatır. Dahası, kulluk ve yaratılmış olma noktasında, hepsinin de Yaratıcıdan aynı mesafede olduklarını, insanın bir karıncaya bile büyüklük taslamaması gerektiğini hissettirir.

    6. Peygamberlik, çözümden yola çıkarak problemi anlamak; felsefe ise, problemden yola çıkarak çözümü anlamaktır. Bu yönleriyle, peygamberlikle doğruyu bulmak ne kadar kolaysa, felsefeyle gerçeğe ulaşmak o kadar zordur. Tartışalım:

    —Felsefe aklı yukarıya itmeye çalışır; felsefe aşağıdadır ve kendince karanlık olan bir alanı keşfetmeye çalışmaktadır. Oysa peygamberlik aklı yukarıya çeker. Kendince çok iyi bilinenlerin bulunduğu alanı akla kavratmaya çalışır. Bilinmeyeni kavramaya çalışmak, bilineni kavramaya çalışmaktan binlerce kat üstündür.

    —Felsefe tarafında bilgi ve akıl geliştikçe, düşünce çürür: Gelişen bilgi ve akıl, önceki felsefenin yanlışlığını gösterir. Örneğin önce, “atom maddenin en küçük parçasıdır”20 diyorduk, yanılmışız, daha küçük parçacıklardan oluşuyormuş; yine yanılmışız, çünkü parçacıklardan değil, enerji kitleciklerinden oluşuyormuş; yine yanılmışız, çünkü bu kitlecikler de yokluktan geliyorlarmış. Yine yanılacağız; çünkü onlar yokluktan değil, melekuti evrenden geliyorlar. Bunu da keşfettiğimizde yine yanılacağız; çünkü onlar Yaratıcıdan gölgelenerek önce ruhsal ve sonra da fiziksel evrene tecelli eden ilahi vasıflarmış. Oysa peygamberlik hiç yanılmıyor. Çünkü felsefenin en sonda ulaşacağı doğruyu en başta akla kabul ettiriyor.

    —Bu durumda; felsefeden yola çıktığınızda, bir dizi yanlışlık yapmanız zorunludur. İbrahim (as) peygamber, peygamberliğinden önce ve olması gerektiği gibi, aklıyla yola çıktı; yani felsefe yaptı: Yaratıcısını arıyordu; yıldızda aradı, Ay’da aradı, Güneşte aradı. Ama aklı ona, batanların Yaratıcısı olamayacağını söyledi. Sonra da şefkatli Yaratıcının ona hitabıyla karşılaştı.

    Şu halde biz de; evren ötesini bize aktaran bir peygamberi -fetret dönemlerinde olduğu gibi-tanıyamamışsak, elbette felsefeye dayanacağız, aklımızla yola çıkacağız; ama o taktirde, İbrahim(as) peygamberin yaptığına benzer durumlara kaçınılmaz olarak düşeceğiz. Felsefeden kurtulamadığımızda, yanlışlardan büyük ihtimalle kurtulamayacağız. Şu halde, hayatı yanlışlarla tüketmemenin tek yolu, peygamberlik yolunu araştırmak ve doğru peygamberliği bularak mesajını incelemektir.

    —Salt felsefeye dayandığımız sürece, bazı olguların sırrını asla çözemeyeceğiz. Bilime dayalı felsefe, çözemediği tüm sırları gizli dehlizlere atmış ve üzerlerini de kale gibi kelimelerle kapatmıştır: Tesadüf, iç güdü, metafizik, şans, rastlantı, doğal seleksiyon…

    Felsefeye göre, hayat akışının neredeyse yarısı tesadüflerden ibarettir. İnsanların ve hayvanların yaptığı en olağanüstü ve en sanatlı, hayran kalınası işler, anlamı ve değeri olmayan içgüdüler sayesinde oluverirler. Ölmenin ve doğmanın sırrını bilemezsiniz. Hayattan sonrasında nelerle yüzleşeceğinize dair hiçbir fikriniz olamaz. Felsefe öğrencisi, bir profesör de olsa, varlığının en can alıcı noktalarında, peygamberin dersini dinleyen bir çocuktan daha cahildir.

    Oysa, peygamber mesajlarından yola çıkan, hayatla ilgili zerre kadar da olsa tüm boşlukları doldurmakta, hiçbir sorusunu cevapsız bulmamakta; aklına kabul ettiremediği cevapları da, en azından inanç sistemi içerisine yerleştirebilmektedir.

    —Peygamberlikten mahrum felsefe, israfların en büyüğüdür. İnsan ömrü bir atımlık baruttur veya bir nefestir. Engin hazineleri kazanma fırsatı buradadır ve bu fırsat herkesin eline bir defa geçecektir. Peygamberin mesajından mahrum ve dolaysıyla Yaratıcıdan habersiz bir insan, ebediyeti bilmez; ona göre yalnız ve şimdi yaşayacak, gerisi yok. Acayip olan, aynı kişinin, arkası gelmeyeceğine inandığı o hayatın sırlarını çözebilmek için felsefeye dayanması ve ömrünü, sırlarını çözemeden tüketmesidir.

    Felsefelerin ardında, binlerce insanın inanılmaz emeklerini, harcanmış yıllarını görürsünüz. İnsan aklıyla çözmeye çalışmalı elbette; ama peygamberlikten aldığı bilgileri varsayım olarak almak yerine, kendi tahminlerini varsayım olarak kullanmak suretiyle felsefenin ürettiği zaman ve emek kaybı inanılmazdır. Doğru; aklı kullanan her filozof, düşündükçe doğruya daha fazla yaklaşmıştır: Ama, insana doğruyu tüm boyutlarıyla kendi başına keşfetmesine yetecek kadar uzun bir ömür verilmemiştir.

    Biz neden büyüklerimizden öğreniyoruz? Bazen bir büyükten beş dakikada öğrendiklerimizi, kendi başımıza beş yılda öğrenemezdik. Bize sonsuzluğun sırrını sunan peygamberleri neden dinlemeyelim?

    Dipnotlar

    1. Yaratıcıyı reddeden felsefeler, zihinsel bir sapmayla, ezeliyeti maddenin kendine verdiler. Bir varlığa ezeliyet vermek, ona aynı zamanda kudretin, bilincin ve iradenin nihai gücünü vermeyi de gerektirir. Bu özellikleri taşımayan ezeli olamaz. Daralmış insan mantığı, maddeye ezeliyeti verirken, maddenin parçalanabilen, bilinçsiz, insanın istediği gibi yoğurabileceği, kendi bilinciyle hükmedebileceği, dolaysıyla fail değil münfail olduğunu görmezlikten gelmiştir. Eski zamanlar için bu körlük, dikkatsizliğin sonucudur. Ama bugün artık bilim(kuantum fiziği), maddenin yokluktan varlığa sıçratıldığını açıkça ortaya koymuştur. Dolayısıyla artık kimse maddenin ezeliyeti, yani haricinden bir Yaratıcıya ihtiyaç bulunmaksızın var olabileceğini bilimsel olarak ileri süremez.

    2. Ancak mantık şu gerçeği de kabul eder: Ezeli olmayan, sonradan var edilmiş bir kimlik, ezeli olana dayandığı sürece ve ezeli olanın iradesiyle bakileşebilir. Bu kapı sayesinde, Yaratıcı, fani insana beka nimetini sunmuştur.

    3. Maddeyi oluşturan küçük enerji kitlecikleri(kuantum) yokluk çizgisinden varlığa neden ve nasıl sıçrıyorlar? Çizginin-vacuum state- ötesini göremiyor, ölçüp tanıyamıyoruz. Dolayısıyla bir neden göstermemiz imkansız.

    4. Yani hücreyi DNA merkezinden yöneten hayatın sebebi nedir? DNA kodunu örgüleyen hangi tabiat kaynaklı aracı gösterilebilir? Hayır, maddenin derinlerindeki tabiat kanunlarına maddenin cinsinden bir vücut gösterilemediği gibi, maddeyi hayat yansıtacak şekilde yapılandırıp sürükleyen bilinç de maddenin içerisinden çıkarılamaz.

    5. Allah’a zaman atfeder gibi görünen sözleri anlamlandırırken çok dikkatli olmalıyız: “Allah evreni yaratmadan önce…” sözünün, Allah’a yönelik bir zaman değeri yoktur. Buradaki öncelik, sadece bize veya evrenin içine göredir. Allah açısından, evreni yaratmadan öncesiyle yarattıktan sonrası arasında bir zaman farkı yoktur. Bize göre milyonlarca yıl süren evrenin ömrünün tümü veya her bir saniyesi, Allah’a göre tek ve aynı şeydir.

    6. Dikkat edelim: “Mekanda” diyemiyoruz. Çünkü Allah kendi dışında herhangi bir mekanın içerisinde değildir. Evreni yaratmadan önce Allah’tan başka hiçbir şey yoktu; dolayısıyla mekan da yoktu; her şey ve her yer- eğer böyle denilebilirse- sadece Allah’ın soyut varlığından ibaretti.

    7. İlişkiyi bu şekilde kurduğumuzda, Bediüzzaman’ın Peygamberimizden(a.s.m.) aktardığı en orijinal kulluk yolunu algılamış oluruz: Azc, fakr, şefkat, tefekkür yolu… Arabi’nin sistemine oturtulan kulluk yolunun tehlikesi, insanın kendini Yaratıcısından ayrı, aciz ve ona muhtaç görmesi biçimindeki kulluğun yüceliğinde yoktur.

    8. Örneğin o hamurdan ağaç, bitki, balık gibi şekiller yapıyorsunuz.

    9. Konumuzla fazla ilgili değil; ama, biliyorsunuz: Programlı ve iç güdü adı verilen ruhsal yönlendirmelere dayalı hayat, hayvanların neredeyse tüm yaşayışlarını kuşatmıştır. Çoğunlukla hayvanlar, manevi çobanların (görevli melekler) yönlendirmesiyle yeryüzü dengesini sağlamakta çalıştırılan tabiat kanunları gibidirler. Örneğin, mikroplar ölen bitkilerin leşten dağlar oluşturmalarını önlerler; kartallar aracılığıyla dağlar hayvan leşleriyle kokuşmaz; yılanlar sayesinde fare istilası yaşanmaz; arılar aracılığıyla bitkilerin tozlanması sağlanır…

    10. Konu üzerindeki araştırmalarımı sürdürüyorum. Ancak biz doğmadan önce ruhsal olarak vardık; şu anda ulaştığım inanca göre, temel varlığımız sol beyine odaklı, sonradan inşa mantıksal bilince değil; sağ beyine odaklı inanç bilincine dayanıyordu. Eğer mantıksal bilinci geliştirirken, doğuşla getirdiğimiz inançsal bilinci korumayı başarsaydık, tüm evren sanki bizim emrimizde imiş gibi davranırdı. Mantıksal bilincin hakimiyeti ölçüsünde tabiat kanunlarına bağlıyız. İnanç bilincinin gelişimi ölçüsünde de, ruhsal boyutumuzla varlığımızı yönetiriz. İnanç bilincinin hayatımıza etkisi üzerine daha geniş yaklaşımı, “Ruhsal Zeka; Başarının Gizemli boyutu” adıyla Bilge yayınlarında çıkan kitabımızın birinci bölümünde görebilirsiniz.

    11. Yanlış anlaşılmasın: Yani, hayatımızdaki ilahi irade geri çekilip, bizi kendi irademize terk ediyor değildir. Başımıza ne geleceğine ilişkin karar veren ilahi irade, bir noktadan sonra bize, “başına ne gelmesini istersin” diye sormakta ve irademiz geliştikçe, her geçen gün, başımıza getirdiklerini, irademize bakarak belirlemektedir. Son tahlilde elbette yine ilahi irade karar verse de, dileklerimize bakarak karar vermektedir. Bu yönüyle kimin iradesi ne kadar gelişirse gelişsin, asla Allah’a rağmen ve onun irade etmediği bir fiil içerisinde olabileceğini sanmamalıdır. Tüm eylemlerimizin tüm ayrıntılarını yaratan, yani dilediklerimize vücut veren, tartışmasız olarak aynı Yaratıcıdır.

    12. İrade ile bilinç arasında sıkı bir bağ kurduğumuzu fark ettiniz. İradesiz bilinç olabilir, meleklerde olduğu gibi; ama bilinçsiz irade olamaz. Bilincin ne ölçüde bize ait olduğunu, iradenin ne ölçüde bize ait kılındığı belirler. Bu yüzden biz insanların, Yaratıcıyı tanıma sorumluğumuzun en önemli sebeplerinden biri, bilincimizin altındaki iradenin de bize verilmiş olmasıdır.

    13. Tarihimiz, evreni farklı yorumlayan binlerce felsefe ve düşünce akımıyla doludur. Oysa insanlığın mutlak çoğunluğunu yöneten dinlerin sayısı bellidir. Daha da ötesi, felsefeler arasındaki yaklaşım uçurumlarına rağmen, dinler arasında-eskileri tahrif olduğu halde hala- inanılmaz benzerlikler ve ortaklıklar vardır. Dahası, Sonradan gelen İncil, önceki Zebur’u; daha sonra gelen İslam da, hem İncil’i ve hem de Zebur’u tasdik etmiştir.

    14. Evren, XYZ(yatay-dikey-derinlik) boyutlarından oluşturulan cismin dördüncü Z ekseninde, art arda yeniden ve yeniden var edilmesidir ki, bu var edilmenin sinema perdesine yansıyan resimler gibi birbirini takip etmesi, zaman dediğiniz dördüncü boyutu üretiyor. Aslında zaman yoktur; zaman algısı vardır; zaman dediğimiz şey, suyun dereden akıp gitmesi gibi, evrenin ilahi hazineden şahadet alemine sürekli akıp gitmesidir.

    15. Sözünü ettiğimiz bu akvaryum, bizim fiziksel tarafımızla ilgilidir. Ruhsal tarafımız çok daha geniş bir evrenin parçasıdır.

    16. Ancak şöyle bir incelik var: Eğer o insan, peygamberlerin haber verdiği ötesinin varlığına inanır, o alanı idrak etmenin yollarını ararsa, o alanla iletişim kuracaktır. Ruhsal güçleri ve idrakleri gelişmiş pek çok insanın, zaman-mekan kayıtlarının dışına çıkabildikleri, tabiat kanunlarıyla açıklanamayacak pratikleri tecrübe edebildikleri artık belgelenebilir hale gelmiştir.

    17. Ağzından fare kanı damlayan, önüne geleni tırmalamakla meşgul saldırgan bir kediyle, eğitimli, temiz, evcil bir kediyi aynı kefeye koymazsınız.

    18. Onun Yaratmayı irade ettiklerine “ol” demesi, bazılarımızın sandığı gibi, insan lisanına benzer tarzda, Arapça “kün” veya Türkçe “ol” kelimesini kullanması gibi değildir.

    19. Allah’ın -haşa- insanlara verdiğine benzer bir özel dili olduğu düşünülemez. Allah, yarattığı evrenden olan ses formatında zati bir konuşma ile sınırlanamaz. İnsanın kediyle farklı, kuş ile farklı iletişim kurmasını düşünelim. Tenezzül muhatabın kavrayışına göre şekilleniyor. Allah, Hz. Adem’e (as), Hz. Davud’a (as), Hz. İsa’ya (as) ve Hz. Muhammed’e (asm) kendilerine ait özel dillerinden hitap etmiştir. Oysa ruhun dili evrenseldir; içinizde hissettiğiniz anlamlardır. Mesaj, maddesel evrene çıkarken, her kültürde farklı kelimelere bürünse de, tüm kalplerde aynı şekilde kendini hissettirir.

    20. Bu bilgi şöyle bir düşünce üretmişti: Madem maddenin en küçük ve değişmez parçaları var; o zaman madde ezelidir, yani sonradan yaratılmış değildir. O zaman bizi yaratan yoktur.