Köprü Anasayfa

Ahlâk

"Yaz 2001" 75. Sayı

  • Düşünce Tarihinde Ahlâk Ekolleri ve Görüşleri

    Kemal Gurulkan

    Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik krizle ilgili yaşamış olduğumuz sıkıntılarınsebepleri yazılı ve görsel basında gün geçmiyor ki, haber konusu yapılmasın.Hemen hemen bütün yorumcuların, gelmiş olduğumuz durumdan kurtulabilmemiz içinyapılması gerekenler hakkında farklı görüşler ortaya koymalarına rağmen,artık eski alışkanlıklarımızı terk etmemiz gerektiği ile ilgili ortakbir noktada buluştuklarını görmekteyiz. Peki değiştirilmesi gereken davranışlarımıznelerdir ve bunu sağlamak için ne yapmak gerekir? Bu konuda toplumun hangikesimlerine görevler düşmektedir? İşte üzerinde durulması ve belki detoptan davranış modlarımızda değişikliğe gitmemizi gerektiren hususbudur. Toplum olarak yıllardır büyük bir ahlâki kirliliğin içerisindebocalayıp durmakta fakat bu bocalamadan kurtulma yollarını pek de arar görünmemekteyiz.Ailede, okulda çocuklarımıza öğrettiğimiz değerlerle televizyon ekranlarındave toplumdaki değerlerin bir birine uymadığını gören çocuklarımızbocalamakta ve büyük bir zihinsel bunalıma sürüklenmektedirler. Az ileyetinmenin, başkalarının haklarına saygı göstermenin artık günümüztoplumunda geçer akçe olmadığını görmek, karakterleri oturmakta olan bugenç dimağları mefluç etmekte ve deyim yerindeyse tam bir araf psikolojisinedüşürmektedir. Genel anlamda ahlâk nedir? Teorik ve pratik anlamda yansımalarınelerdir? Ahlâki davranışı ahlâki olmayan davranıştan ayıran hususlarnelerdir? Tarih boyunca ahlâk konusunda ortaya atılan düşünceler nelerdir?gibi soruları cevaplandırmaya çalışacağız.

    Konuya girmeden önce İbn-i Haldun’unvurgulamış olduğu bir hususa temas etmekte yarar var.İbn-i Haldun’un “İlimlerçoktur. Beşer nevine has milletlerde bir çok hükema vardır. Bize kadar ulaşmayanilimler, ulaşanlardan daha çoktur.”(İbn-i Haldun, 1982, c. 1, s. 260) sözlerinden de anlaşıldığıgibi, ahlâk konusu da özellikle Yunanlı filozofların düşünceleri, bunlarınİslâm filozofları tarafından yapılan yorumları ile oluşan İslâm ahlâkanlayışı ve bunların çağdaş yorumları çerçevesinde şekillenmektedir.

    Ahlâk, Arapça’da “yaratma,yaratılış, huy, seciye”manalarına gelen hulk veya huluk kelimelerinin çoğuluolup sözlüklerde çoğunlukla insanın fizik yapısı için halk, manevi yapısıiçin hulk kelimelerinin kullanıldığı kaydedilir (Kara, 2001, s. 195). İslâmfilozofları arasında en çok kabul gören tanım ise Gazali’ninyapmış olduğu “İnsannefsinde yerleşen öyle bir melekedir ki, fiiller hiçbir fikri zorlama olmaksızındüşünüp taşınmadan bu meleke sayesinde kolaylıkla ortaya çıkar”şeklindeki tanımdır (DİA, c.2, s. 10). Bununla beraber ahlâk, “genellikleinsanların kendisine göre yaşadıkları bir ilkelertopluluğu, bir kurallar toplamı” ve“insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasınayol açan manevi nitelikler, huylar ve bunların etkisiyle ortaya koyduğuiradeli davranışlar bütünü” şeklindede tanımlanabilir (Kahraman, 2000, s. 11).

    Ahlâk kelimesinin Avrupa dillerindeki karşılığı olarak: Almanca’da,Ethik, Fransızca’daEthique ve İngilizce’deEthics kelimeleri kullanılmaktadır. Bütün bunlar Grekçe’denalınmış ve karakter anlamına gelen ethos kelimesindentüretilmişlerdir. Ahlâk manasına kullanılan terimlerden biri de moral sözcüğüdür.Fransızca’da morale ve İngilizce’demorals kelimeleri de Latince’den alınmış olan ve “adet”manasına gelen mores sözcüğünden türetilmiştir.Moral kelimesi ahlâkî yargılar manasında kullanılmaktadır. Şu halde etik,moral’in felsefesidir (Keklik, 1987,s. 231).

    Ayrıca ahlâk yanında yeme, içme, sohbet, yolculukgibi günlük hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranış ve görgükurallarına, bunlara ait öğüt verici kısa ve hikmetli sözlere ve bu sözlerinderlendiği eserlere edep veya adap da denmiştir (DİA, c. 2, s. 1).

    Yapılan tanımlardan da anlaşılacağı gibi insanın bir fiziki (mizaç),bir de manevi (karakter) yapısı vardır. Ahlâk ilminin bunlardan hangisi üzerindeyoğunlaştığını daha doğru bir ifade ile insanın hangi yönünün ahlâkîliğibelirlediğini incelemekte yarar var.

    İnsanlar bedenlerinin oluşumları, organik ve fizyolojik yapıları,tenlerinin ve gözlerinin rengi ve çehrelerinin şekli itibarıylabirbirlerinden ayrılırlar. Her insan bu ayırıcı özellikleri ile birbiyolojik tip teşkil eder. Bu fizyolojik oluşa mizaç denir. Fakat insanlaryalnızca fiziki yapıları itibarıyla ayrılmazlar. Aynı zamanda ruhi teşekkülve reaksiyonları itibarıyla da ayrılırlar ki, bu ayrılış daha ince, dahaderin ve esaslıdır. Hipokrates, dört çeşit mizaç olduğunu ve “anasır-ıerbaa” denilen hava, toprak, su veateşin tesiri ile sıcakkanlı, soğukkanlı, öfkeli ve hüzünlü mizaç çeşitlerininoluştuğunu belirtmiştir (Fromm, 1999, s. 71). İbn-i Haldun ise bu tesiriinsanın, diğer varlık unsurlarıyla yani hayvan, bitki ve madenler ile olanetkileşimi ile belirlendiğini belirtmektedir (Haldun, 1982, c. 1, s. 352).

    İnsanın karakter (şahsiyet) yapısını ise, bir kişinin, davranış, alışkanlık,güç ve beceriler, değer ve düşünce tarzı türünden, temel öğelerdenmeydana gelen özelliklerinin, onu başka insanlardan farklılaştıran bütünü(Cevizci, 2000, s. 190) olarak tanımlayabiliriz. Karakter kavramı Türkçe’de“şahsiyet” ve “seciye” olarak da ifade edilmiştir ki, bununlakarakterin, insanın davranışlarını terbiye görmüş bir irade, uyanık birşuur ile kontrol altına almasını, yani şahsiyetli bir hayat sürdürmegayretini anlıyoruz. Bu özellikleri itibarıyladır ki, karakter; ahlâkilminin en büyük hedefidir. Mizaç ile karakterin birbirine karıştırılmasıciddi tartışmalara sebep olmuş bir konudur. Bu konudaki tartışmalar dahaziyade karakterin değişip değişmeyeceği, eğer değişiyorsa eğitimin budeğişimdeki rolü, değişmiyorsa yani tabii bir durum ise insanın sorumluluğukonuları üzerine yoğunlaşmıştır (Başgil, 1986, s. 40). Özellikle İslâmfelsefesinde derin etkiler bırakan tartışmaların yaşanmasına, nihai olarakbu tartışma üzerine bina edilen ekollerin doğmasına sebep olmuştur(cebriye, mutezile gibi). Mizaç farkları, yalnızca subjektif bir zevk sorunuiken, karakter farkları ahlâk bakımından son derece önemlidir.

    Karakterin incelenebilmesi, insanı harekete geçiren kuvvetlerle yakındanilgili bir konudur. Bir insanın hareket etme, hissetme ve düşünme biçimiyalnızca gerçek durumlara gösterilen akıllıca tepkilerin sonucu değil, oinsanın karakter özelliği ile belirlenmiş bir durumdur. Karakter yapısıinsana doğuştan, yani ırsî olarak mı geçer, yoksa yetişmiş olduğutoplum içerisinde tecrübelerle ve eğitimle mi oluşuyor? Soya çekimin teketken olduğunu kabul ettiğimiz takdirde, tıpkı cins atlar yetiştirir gibicinslerin ıslah edilmesi suretiyle ideal insan tipini elde edebiliriz. Eğerahlâki şahsiyetimizi doğuştan getirmiyor da içinde yaşamış olduğumuztoplumda kazanıyorsak, o zaman da eğitim yoluyla çocuk ve gençlere istediğimizşekilde ahlâk aşılarız demektir. Oysa her ne kadar soya çekimin huylar üzerindeetkisi inkâr edilemezse de bu durumu ne tamamen soya çekime bağlayabiliriz nede sadece insanın içinde yaşadığı toplumun değerlerini olduğu gibi kabulettiğini söyleyebiliriz. İnsan, insanoğlu olma yönüyle bütünün bir parçasıise de, onun davranışlarını etkileyen yönelişleri ile nev’inin diğerbireylerinden ayrılmaktadır. İşte bundan dolayı bir ahlâk modelini otoplumu oluşturan bütün insanlara topyekün uygulamak mümkün değildir. (Güngör,1995, s. 13). Bütün bu etkilerin yanında insanın karakteri üzerine ikliminde çok derin olmamakla birlikte etkisi olduğu bilinmektedir (Haldun, 1982, c.1, s. 331-332).

    Ahlâki değerlendirmeye esas olan davranışların insanın karakter yapısınıbelirleyen davranışlardır. Bu meyanda değerlendirdiğimiz de, insanın bütünhareketleri ahlâk konusuna giren türden davranışlar mıdır? Bu sorununcevabını verebilmek için insan hareketlerinin türlerini incelemekte faydavar.

    Bizden sadır olup da bizim olmayan davranışlar: Hayvani hayatımızınbiyolojik esasını vücuda getiren, refleks dediğimiz adelî hareketler gerçigörünüşte bizimdir, fakat bizim şuurumuzun dışında gelişenhareketlerdir. Bu tür hareketler vücudumuzun nebati yönünün ürünleridir.İç organlarımızın çalışması gibi.

    Otomatik hareketlerimiz: Bu tür hareketler de reflekslerimiz gibi şuurlubenliğimizin dışında cereyan eden hareketlerdir. Davranışlarımızın büyükbir kısmını kapladığı halde irademize yabancı kalan otomatikhareketlerimiz de başlıca üç şekil de tezahür eder.

    İnsiyaki hareketler; hayati birer ihtiyacın ifadesi olarak doğuştan Cenâb-ıHak tarafından insan fıtratına yerleştirilen hareketlerdir. Bu türhareketler şuurlu davranışlar gibi görünmekle birlikte tamamen sevk-i İlâhiile oluşan davranışlardır. Bir annenin çocuğuna bakması, onu besleyiptehlikeler karşısında gerektiğinde canını tehlikeye atabilmesi gibi.

    İtiyatlar (alışkanlıklar); yaradılıştan gelen insiyakların aksinehayati tekamül esnasında edindiğimiz alışkanlıklarımızın, irâdemizi aşanbir hal alması neticesinde refleks hareketler gibi cereyan eden fakat şuurluyapılan davranışlar. Bu tür davranışlara sigara, içki gibi alışkanlıklarörnek olarak verilebilir.

    Telkinli (Şartlanma) hareketler; bu hareket türü de görünüşte bizdensadır olmakla birlikte toplum tarafından yapılan telkinler neticesinde ortayaçıkan fakat bilincinde olunmadan yapılan hareketlerdir. Bu şartlandırmatesiri olumlu yönde olabileceği gibi olumsuz yönde de olabilir. Kötü birarkadaş çevresinin tesiri ile davranışlarını sadece bu telkinlere göreayarlayan bir genç için artık en kuvvetli nasihatler dahi hiçbir tesir göstermeyecektir.

    Şuurlu hareketler ve irâde; bu tür davranışlar, gerçekten bizim olan vebizim insani varlığımızın ifadesi ve benliğimizin öz malı olan, akıl ölçeğiile iyice ölçüp tarttıktan sonra karar vererek yaptığımız davranışlardır.Hiç çalışamadığı bir sınavda, bütün şartlar kopya çekmesi için müsaitolduğu halde, arkadaşlarının büyük çoğunluğunun da çok rahat bir şekildekopya çekmesine rağmen, o dersi öğrenmeden geçmesinin ileride kendisi içinzararlı olacağı düşüncesiyle bir öğrencinin kopya çekmemesi bu tür birdavranışa örnek olarak verilebilir.

    Ahlâki irade; bir insan irâdi davranışlarını iyi yönde kullanabileceğigibi kötü yönde de kullanabilir. İşte ahlâkın esasını teşkil eden konuda, insanın şuurlu davranışlarını, her zaman olumlu yöne kanalize edipetmeme meselesidir.

    İnsanın karakteri, içerisinde yetiştiği toplumla olan ilişkileri çerçevesindegelişip şekillendiğinden dolayı, davranışlarındaki yönelmeler de çevresinedönük hareketler olacaktır. Erich Fromm’uninsan karakterini ortaya çıkaran yöneliş faktörleriyleilgili yapmış olduğu tasnif dikkat çekicidir. O bu yönelişleri olumlu veolumsuz yönelişler olarak ayırmaktadır. Bu yönelişler kısaca;

    Olumsuz Yönelişler

    Alıcı Yöneliş: Her türlü iyinin kaynağını dışarıda bulur. Bu yönelişşeklinde sevgi problemi sevmek değil de sevilmektir. İhtiyaç duyduklarıbilgiyi çaba göstererek elde etmek yerine, bu bilgiyi kendilerine verecekbirini bulmak isterler. Alıcı tipteki insanlar yemekten ve içmekten büyükzevk duyarlar. Endişelerini ve çöküntülerini yemek yada içmekle gidermeyeçalışırlar.

    Sömürücü Yöneliş: Bu tip yöneliş gösterenler de tıpkı alıcı yöneliştipinde olduğu gibi, her türlü iyi şeyin kaynağının dışarıda olduğuve insanın kendi başına hiçbir şey yapamayacağı duygusuyla hareketederler. Bu gibi kimseler kendi başlarına bir takım fikirlere ulaşacakyerde, başkalarının fikirlerini çalma eğilimi gösterirler. Bu, başkalarınınfikirlerini doğrudan doğruya çalmak şeklinde olabileceği gibi, konuşurkenbaşkalarının fikirlerini şu yada bu şekilde tekrarlamak, bu fikirlerininyeni ve kendi malı olduğunu iddia etmek şeklinde de olabilir. Bu yönelişinen aşırı uç örnekleri satın alacak parası olduğu halde ancak çaldığışeylerden hoşlanan kiloptomanlardır.

    Biriktirici Yöneliş: İlk iki yöneliş tipinin aksine, biriktirici yönelişsahipleri, dış dünyadan yeni bir şey alabileceklerine pek inanmazlar. Ancakbiriktirdikleri ve tutumlu davranıp artırabildikleri ile kendilerini mutlusayarlar. Çok iyi dinleyici olmalarına ve her şeyi bilmelerine rağmen hiçbirkonu da ortaya bir eser koymazlar.

    Pazarlama Yönelişi: Bu yöneliş biçimi çağdaş dönemin bir özelliğiolarak ortaya çıkmıştır. Bu karakter yönelişinin çağdaş insanda gelişmesinintemeli, pazarın çağdaş toplumdaki ekonomik fonksiyonudur. Bu yönelişte başarı,geniş ölçüde, bir insanın kendini nasıl sattığına, nasıl gösterdiğine,kendisini nasıl bir ambalajla sunduğuna bağlıdır. Başka bir ifade ile nasılbir aileden geldiğine, hangi kulüplere üye olduğuna, uygun kişileri tanıyıptanımadığına bağlıdır. Bu kişi, farklı kişilikler sunmak zorundaolmakla birlikte, farklar ne olursa olsun, tek bir şartı yerine getirmelidir;istenilir olmayı.

    Olumlu Yöneliş

    Olumsuz yönelişlerde durum tespiti yapılmış olmakla birlikte, burada bütünahlâk teorilerinde yada ütopyalardaki gibi Fromm da zihnindeki ideal insantipini yansıtmıştır. Kısaca değerlendirmek gerekirse; insanın içtendavranışları ile kendine özgü imkanları, güçleri bilinçli bir şekildekullanmasıdır. Yani dış dünyayı olduğu gibi algılama değil, onukavrayarak, kendi akıl ve duygu gücünün etkinliği ile yeniden canlandırmasışeklindeki davranıştır. Olumlu yönelişi, kişinin hareketlerini etkin birşekilde düzenleme -hipnozdaki bilinçsiz yapılan hareket şeklinde değil-olarak da tarif edebiliriz. Burada Spinoza’nınkötü davranışı, “kendi güçlerinikullanamaması yani güçsüzlük”olarak tanımlanmasından hareketle, olumlu kişiyi; bilinçli,güçlerini her hangi bir dış etkinin tesirinde kalmadan kullanabilen bireyolarak anlamak gerekir (Fromm, 1999, s. 82-130).

    Ahlâkın Temel Problemleri

    Ahlâkın temel probleminin “iyilikve kötülük nedir, iyilik ve kötülüğün kaynağınedir, iyiliğe ulaşmak ve kötülükten korunmak nasıl mümkün olabilir?”gibi belli başlı üç soruya cevap aramak olduğunu görüyoruz. Bu insanlıktarihi kadar eski bir problemdir. Bugün dünyamızın bir çok yerinde, özellikleAvustralya, Afrika ve Amerika’nın çeşitli yerlerindeyaşamaya devam eden ilkel topluluklar üzerinde yapılan sosyal ve kültürelantropolojik araştırmalardan elde edilen verilerden öğrendiğimize göre,iyi ve kötü güçlerin varlığı ve iyi güçlerin yardımının nasıl sağlanacağı,kötü güçlerden ise nasıl kaçınılacağı toplum içerisindeki düzeni sağlayantemel kuralların ve bu kurallara dayanan örf ve adetlerin başlıca amacınıoluşturmaktadır (Yörükan, 1999, s. XXIV)

    Ahlâkın gayesi, teorik bilgilerden hareketle pratik bilgilere ulaşmaktır.“İnsan içiniyi hayatın ne olduğu ve insanın nasıl yaşaması gerektiği?”sorularınacevap vererek nasıl ki mantık bize doğru düşünmenin kurallarını öğretiyorsa,ahlâk da bize doğru yaşamanın kurallarını öğretir. Ama iyinin ne olduğunubilmezsek, nasıl iyi bir insan olmaya çalışabiliriz? Önce iyi insan kimedenir? sorusunu cevaplandırmaya çalışacağız ki, iyi bir insan olmaya çalışalım.Ayrıca kendimizi tanımazsak, hatalarımızı, kusurlarımızı ve zaaflarımızıgörmezsek bütün bunları nasıl düzeltebiliriz? Bu bakımdan “Neyapacağım?”ya da “Ne yapmam gerekiyor sorularına cevap vermeden önce “Ben neyim, kimim, nasılım?”sorusunu cevaplandırmak gerekir. Öyle ise karşımızaçıkan “ahlâk nedir?” sorusundanönce “insan nedir?” sorusunu cevaplamamızgerekmektedir.

    Bütün düşünce sistemleri, kaynağına göre, “insana”farklı anlamlar yüklemişler ve bazen onu, yaratılışamacına dikkat çekmek bir tarafa diğer varlıklardan ayıran yönlerinibelirtmeksizin tanımlamışlardır. Şüphesiz, insanı bir bütün olarakanlamak demek, insanın varoluş problemine, varoluşun anlamına bir cevaparamayı ve insanın yaşarken uymak zorunda olduğu normların neler olduğunubilmeyi gerektirir. İnsanla ilgili bir konuyu onun yaradılış gayesiperspektifi haricinde değerlendirmek inanç sistemimiz açısından çözümyerine çözümsüzlükler doğurmaktadır. Bu bağlamda onu yaradılış inancıçerçevesinde değerlendirdiğimizde; kâinatın yaratılması Allah’ın(cc.) esmasını tanıtmak gayesine yönelik bir fiildir. Allah “Bengizli bir hazine idim tâ bilinmek istedim” diyerek, bilme fiilinin failiolarak insan oğlunu yaratmış ve ona Esmâ-yı İlâhiyiöğretmek suretiyle murad-ı İlahiyi de bildirmiş oluyordu. İnsan oğlununbilen özne olmasından dolayı da aynı zamanda üstün varlık olma ve imtihanedilen yani Allah tarafından konulan sınırlar dahilinde hareket eden varlıkolma sorumluluğu vardır. İnsanın yaratılışında bize verilen mesajıFazlurrahman şöyle değerlendirmektedir;

    a) Bütün mahlukat arasında, bazı işleri yapacak kuvve ve imkanlar sadeceinsanda mevcuttur.

    b) Yine mahlukat içinde gelişmeye en kabiliyetli tek varlık insandır.

    c) İnsana bu kuvve ve imkanları geliştirme görevi verilmiştir. Buemaneti gerçekleştirmenin en uygun tarzı ise Allah’aibadettir. (Özdemir, 1997, s. 176)

    İnsanı bu perspektiften değerlendirmediğimiz takdirde karşımıza Freud’unbütün davranışlarını iç güdüsel olarak gerçekleştiren “homo psychologicus”u, yanipsikolojik insanı yada klasik ekonominin insanın insanınkurdu olduğu, mücadeleci “homoeconomicus”u çıkar.

    Ahlâkın temel kavramlarından iyi ve kötünün ne olduğunun, neye göreiyi ve kötü olduğunun bilinmesi için, önce “olgu”ve “değer”kavramlarının açıklanması gerekir. Olgu, realitedemeydana gelen olaylardır. Mesela yağmurun yağması fiziki bir olgu, Fransızİhtilâli tarihi bir olgudur. Değer ise olguların insanlar tarafından ayrıayrı iyi ya da kötü olarak algılanmasıdır. Bir renk körünün renkleri ayırtedememesi gibi insanların farklı çevreleri, eğitimleri koşulları nesnel değerlerigörmesine engel olabilir. Konuyu açıklamak için bir örnek vermek gerekirse;bir çiftçi ile bir çömlekçiyi ele alalım. Çiftçi için yağmurun yağmasıürün alabilmesi için zorunlu yani “iyi”iken, çömlekçi için çömleklerini kurutabilmesi için yağmurunyağması “kötü”dür (Arslan,2001, s. 111). Paskalın Okyanusun bir yanında doğruolan öbür yanında yanlıştır sözünden de anlaşılacağı gibi farklıtoplumlarda değer yargıları değişmektedir. Buradan hareketle subjektifoldukları ve ampirik karakterli olmadıkları gerekçesiyle ahlaki önermeler “bilimsel”addedilmemekte ve dolayısıyla anlamsız görülmektedir(Kutluer, 1989, s. 8). Değişen ahlâk değil, ahlâk teorileri yani törelerdir(Keklik, 1987, s. 234).

    Batı Felsefesinde Ahlâk Problemi

    İnsanlık tarihi, temeli ahlâk esaslarına dayanan belli kurallara göretoplumlar ve medeniyetler kuran ve yıkan bir süreçten ibarettir. Bu süreçitibariyle gerek kainatı, gerekse insanı anlamlandırma amacıyla çeşitli görüşlerortaya konmuş ve bu görüşler çerçevesinde insan davranışları izaha çalışılmıştır.Burada İslâm düşüncesinde ahlâk anlayışına geçmeden önce özellikleilk olmasa bile bildiğimiz en eski ahlâk düşüncelerini Yunan düşüncetarihinden başlatacağız.

    Prensiplerini ortaya koyuş şekillerine göre ahlâk tarihi iki metodikalanda değerlendirilebilir:

    Pozitivistler (Akılcılar), ahlâk prensiplerinin dedüksiyon (tümdengelim)metoduyla akıldan çıkardıklarını ileri sürerler. Sokrat (mö. 469-399)hayır fikrini, Spinoza (1632-1677) hakikat ve bilgi kavramını, Descartes(1596-1650) iman ışığının yardımı olmaksızın, tabii akılla üstüniyi hakikatin ilk nedenlerle bilineceğini, Kant (1724-1804) ödev fikrini hayathakkındaki düşüncelerinden çıkararak insan hareketlerinin prensibi yapmayoluna gitmişlerdir. Yani tümdengelim metodunu kullanmışlardır.

    Ampiristler (Deneyciler), eğer ahlâk kuralları deneylerden çıkarılacaksaendüksiyon (tümevarım) metodu kullanılmalıdır demektedirler. Bunlarakullandıkları metottan dolayı ilmi ahlakçılar da denmektedir. Bazılarıpsikolojiye, bazıları biyolojiye bazıları ise sosyolojiye dayanarakprensiplerini bu ilimlerin kanunlarından çıkarırlar.

    Sokrat (mö. 469-399): Ahlâkın felsefi ve kuramsal araştırılmasınaciddi ve kapsamlı olarak girişen ilk düşünürün Sokrat olduğu genel kabulgörür. Öte yandan bütün felsefe ve siyaset sahalarında derin etki bırakanPlaton (mö. 427-347) ve Aristo (mö. 384-322) üzerinde büyük etkisi olmuştur.Sokrat düşüncelerini hayata uyarlama tutarlılığı ve nihayet düşünceleriuğruna ölme cesareti ile evrensel düşünce tarihinde de büyük bir yer işgaleder. Ahlâkla ilgili görüşlerini; “erdembir bilgidir, öğretilebilir ve kimse bilerek kötülükyapmaz” sözleriyle özetleyecekolursak, ahlâk kuramı bilgi ve onun tayin ettiği davranışbiçimleri üzerine kurulmuştur denebilir.

    Platon, Sokrat’ıntilmizi olarak ahlâk-bilgi ilişkisine öncelik vermiştir. En yüksek iyiyielde etmeyi amaçlamıştır. Çünkü ancak en yüksek iyinin elde edilmesiinsana gerçek mutluluğu sağlar. Bu manada Platonun ahlâk felsefesi deeudoimonist (mutluluk felsefesi) karakterlidir. Yalnız o burada, bireyin değil,toplumun mutluluğunu dikkate almıştır. Bunun da ancak devletle gerçekleştirilebileceğinidüşünmektedir. Böylece Platon egoist hazcılığı terk ederek yeniçağ ahlâkteorilerinde de görülecek bir anlayış sergilemiştir. Platon’un“Bir şey Tanrı istediği için iyi olmaz, aksine iyi olduğu için Tanrıtarafından istenir” (Arslan, 2001, s. 110) sözünün, ileride İslâmdüşünce ekollerinden Mutezilede, salah aslah (Allah’ınkulları için yalnızca iyiyi yaratacağı) düşüncesine etkisi olduğu görülmektedir.

    Aristoteles, mutluluk konusunda verdiği pratik reçetesi olan“ortayol” öğretisi ile İslâm dünyasında büyük kabul görmüştür.İnsanlar mutluluğa ulaşmak için aşırı uçlardan kaçınmalı, ılımlıbir biçimde davranmalıdırlar. Buna göre, aptallık dta cerbeze de aşırı uçtur.Orta yol ise hikmetli konuşmaktır. Fakat orta yol mutlak bir orta değil değişkenbir orta yoldur. Örneğin bir kişinin sözlerinin yarısının doğru, yarısınınyalan olması orta yol değildir. Aristo’yagöre haz erdemliliğin özü değil, bir yan ürünüdür(Arslan, 2001, s. 133).

    Knikler; temsilciliğini, İskender’inkendisinden bir isteği olup olmadığını sorduğunda “Gölgeetme başka ihsan istemem” (Fındıkoğlu, s. 14) diyedile getiren Diyojenin (mö. 413-323) yaptığı, maddi hiçbir şeye değervermeyen bir yaşam biçimini benimseyen bir topluluk. İsimlerini Grekçe köpekgibi yaşayan, köpeksi anlamına gelen knik kelimesinden almaktadırlar.

    Kireneler; temsilciliğini Aritippos’un(mö. 435-355) yaptığı bu ekole hazcılar dadenmektedir. Aritippos: “En yüksekiyi olarak kabul ettikleri hazzı elde etmek için bilgigereklidir. İnsan mutluluğa ancak bilginin yardımıyla ulaşabilir. Zirabilgi, insanı önyargılardan, boş dini inançlardan, üzücü tutkulardankurtarır ve ona hayatın nimetlerinden en iyi biçimde yararlanmayı öğretir”demektedir. Hazdan kasıtları pasif yani acı yokluğuanlamındaki hazlar değil, aktif ve bedensel hazlardır. Sürekli yemek yemek,cinsel ilişkiye girmek gibi.

    Epikuros (mö. 306); bütün canlılar gibi insan da hazzın peşinden koşarve acıdan kaçar. O halde haz iyidir ve acı kötüdür. Fakat buradakastedilen haz Kirenelerin kastettikleri gibi aktif değil, pasif yani acıyokluğudur. Çok sevilen bir şey çok yenirse bedene rahatsızlık verir.Dolayısıyla acıdan kaçabilmek için aktif haz peşinde koşmaktan da kaçınmakgerekir.

    Stoacılık; Temsilciliğini Kıbrıslı Zenon’un(mö. 336-265) yaptığı bu ekol Kniklerin devamıdır.İslâm filozofları tarafından Revâkiler diye isimlendirilmişlerdir (Fındıkoğlu,s. 32). Felsefeleri “dışetkilere karşı kayıtsız” kal şeklindeözetlenebilir. İyi ve kötünün kişiye göre değişeceğini belirten Stoacılar,özgür insanı dış etkilere kayıtsız kalmasını bilen insan olarakniteliyorlar. Tanrı akılsal ve iyidir. O halde bu dünyada meydana gelen herşey akla uygun ve iyidir. Erdemi dışımızda olup biten olayları olduğugibi kabul etmek, onların tanrısal iradenin sonucu olduğunu bilmek ve onlaraistekli olarak katlanmak gerekir diyerek kaderci yönlerini ortaya koymuşlardır(Arslan, 2001, s. 139). Bunları Kniklerden ayıran en önemli özellik, belirlioranda dünyayı meşrulaştırmış olmalarıdır. Stoacılara göre “zenginolabilirsin ama zenginliğe önem vermeyeceksin”.

    Utilitarizm (Faydacılık)

    İngiliz filozofları Jeremy Bentham (öl. 1832) ile onun takipçisi JohnStuart Mill’e (öl.1873) izafe edilenve genelde Anglo Sakson ülkelerde hakim olan bu teoride; mutluluk bir iyi (hayır)’dır.Herkesin mutluluğu da kendisi için bir iyiliktir. Fakat kamu mutluluğu yanien büyük sayıda insana en büyük ölçüde mutluluk sağlayan eylem iyidir.Bu yönü ile ferdin mutluluğunu aşan bir mutluluk anlayışları var.Mutlulukta hazzın şiddetini, süresini, yakın oluşunu, emin oluşunu,verimliliğini ve saflığını yani acıyla karışık olmamasını önemsemişlerdir(Keklik, 1987, s. 247-248). Bütün toplum için optimum iyi nasıl olacaksorusuna “bir eylem başkaları içinhaz verici olmadıkça benim için de haz verici olamaz” diye cevap veriyorlarve olaya iyimser olarak yaklaşıyorlar. İnsanların çıkarlarının birbirleriyle uzlaştırılabileceğini ve toplum için optimum iyinin ortaya çıkacağınıumuyorlar. İşin ilginç yönü Hobbes gibi insanın, insanın kurdu olduğu düşüncesiniortaya koyan bir filozofun yetişmiş olduğu bir toplumda bu şekilde insanlarınmenfaatlerinin uyuşabileceğini düşünen düşünürlerin çıkmış olmasıdır.

    Kant (öl. 1804); eudaimonist bir anlayışın insanların ahlâk hayatınıbelirleyemeyeceğini gösterdi. Ahlâkın kaynağını ne mutluluk gibi kişidenkişiye, durumdan duruma değişen bir kavram da ne de insanı aşan herhangibir dış, aşkın ilkede bulur. Ona göre ahlâk yasasının kaynağı insandır.Bu insan; arzuların, eğilimlerin, tutkuların sahibi olan doğal insan değil,akıllı insandır. Çünkü ona göre, insanı insan yapan onu diğer varlıklardanayıran gerçek insani özellik akıl yani saf akıldır ve bu saf akıl insanda vicdan olarak ortaya çıkar. Ahlâkın temeli, herkes için aynı kalan, değişmeyenbir şey olmalıdır. “Her zaman öyle bir davran ki, davranışınınkuralı evrensel kural olarak vaz edilebilsin”(Kahraman, 2000, s. 17).

    Kant özgürlük ve ahlâk arasında sıkı bir ilişkikurar. Eylemleri baskı altında ve özgürce yapılan eylemler olarak ikiye ayırır.Ahlâki eylemler sadece özgürce yapılan eylemlerdir. Özgür eylemi de insanıneğilimlerinden ve ödev duygusundan doğan hareketler olarak ikiye ayırmaktadır.Fakat her davranış ödev ahlâkı ile gerçekleşmez ve bir hareketin ödevahlâkından kaynaklanan bir hareket olabilmesi için niyetinin de bu yöndeolması lazımdır ki, Kant’ta öneçıkan hususlardan birisi de niyet kavramıdır. Örnekvermek gerekirse; bir işletmede işçilerinin sağlık durumlarıyla yakındanilgilenen bir patron, bunu işçilerinin sağlıklarını korumak için değilde üretimin artışı için bir salt değer olarak yapıyorsa, bunu ödev anlayışındandeğil, işletmesinin karlılığının devamı için yani ticari bir davranışolarak yapmış olur.

    İlâhi Kaynaklı Dinlerin Ahlâk Geleneği

    İnsanlık tarihinde ne kadar geriye gidilirse gidilsin, insan oğlu herdevirde çeşitli inançlara sahip olmuştur. Çünkü insanda kendisinden dahaüstün olan bir şeye inanma ihtiyacı vardır (Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s.215). Ahlâk ve din, insan ruhunda aynı kaynaktan beslenirler. Ahlâki alandabelirleyici olan esaslar, İlahi vahye de uygundur. Bundan dolayıdır ki; herahlâki prensibin dini bir dayanağı vardır. Bu değerlendirmeler çerçevesindedin, insanlarla birlikte var olmuş ve varlığını insanlık devam ettiği müddetçede sürdürecektir, yani insanların ahlâk tarihi aynı zaman da dinlerin detarihi olmaktadır diyebiliriz.

    Ayrıntılarda birbirlerine ne kadar farklı ahlâki tavsiyeler ve davranışkuralları ortaya koysalar da üç ilâhî dinde ahlâki iyi ve kötünün kaynağınıAllah’a, Allah’ıniradesine bağlama konusunda görüş birliği içindedirler. Felsefe Tarihindekötülük konusu “teodise” adıaltında incelenir. Allah’ınadaleti ile alemin mevcut durumu arasında bir uyumsuzluğun bulunmadığı şeklindeifade edilmektedir (Aydın, 1995, s. 230). Bu görüşte ahlâklılık Allah’ınemirlerine boyun eğmeye ahlaksızlık ise ona itaat etmemeye özdeş kılınmaktadır.

    İslâm Ahlâk Geleneği

    Cahiliye dönemi Arap toplumunda özellikle Mekke ve çevresinde kavmiyetçiliğedayanan ve hazzı önceleyen çok tanrılı bir kaynaktan beslenen bir ahlâkanlayışı hakimdi. Hz. Peygamber’in( a.s. m.) ilk görevi çok tanrılı hayat anlayışındankaynaklanan ve insanların davranışlarında hakim unsur olarak görülen bukabile kavmiyetçiliği çerçeveli haz anlayışının önüne geçmek ve tekbir yaratıcı inancı çerçevesinde, bütün insanların eşit olduğu,hayatta bedenî hazlardan önce gelen değerlerin de olduğunu bildiren bir ahlâkanlayışının tebliği ile görevlendirilmişti. Özellikle Hz. Peygamberin sağlığındaMüslümanlar davranışlarını, inen ayetlerde Cenâb-ı Hakk’ınemir ve yasakları çerçevesinde ve Kur’anayetlerinin yorumu ve uygulaması ile de Hz. Peygamberinöğretmenliği ile davranışlarını belirliyorlardı. Sahabelerin onun davranışlarınıtaklit etmekte en ufak bir tereddütleri olmuyordu. Çünkü biliyorlardı ki;onun bütün davranışları, sözleri ve yönelişleri bizzat Kur’an-ıKerim’de Allah tarafındanbelirtilen çerçevede ve Allah’ınrazı olacağı şekildeydi. Biliyorlardı ki; O, “güzelahlâkı tamamlamak üzere”gönderilmişti.

    Kur’an’da, ahlâk, pek çok ayette yer alan amel teriminin alanıolan ahlâkî davranışları da içine alacak şekilde geniş tutulmuştur.Bunun yanında birr, takva, hidâyet, sırat-ı müstakim, sıdk, amel-i salih,hayır, maruf, ihsan, hasene ve istikamet gibi iyi ahlâklılık; ism, dalal,fahşa, münker, bağy, seyyie, hevâ, israf, fısk, fücur, hatie ve zulümgibi kötü ahlâklılık ile aynı veya yakın anlam ifade eden bir çok terimvardır. Hadislerde ise bu terimler yanında ahlâk ve hulk kelimeleri de kullanılmıştır(DİA, c. 2, s. 2). İslâmiyetin Hicaz bölgesinin dışında değişik kültürlerlekarşılaşmaya başlaması üzerine, bu bölgelerin halkından, özellikle hükemalarındanMüslüman olanların eski kültür ve geleneklerinden gelen zihni tesir ile İslâm’ınmetafizik konularını tahlil etmeye başlamaları, ayrıca özellikle Emevilerdöneminde eski Yunan kültür ve medeniyetine dair eserler Arapça’yatercüme edilip İslâm’aait konular bu kültürün değer yargılarıyla tartılmayabaşlanınca ortaya farklı tartışmaların çıkmasına sebep olmuştur. Bu türtartışmalar daha sonra Kelam ilminin disiplini içerisinde değerlendirilmiştir.

    İslâm’da ahlâk ilminin ortayaçıkışı, konuları ve teorileri itibariyle üç aşamalıolarak incelenmelidir. Kelâmcıların tartıştıkları konular çerçevesinde,tasavvufî yaşayış çerçevesinde ve İslâm filozoflarının görüşleri çerçevesinde.Aralarında farklar olmakla birlikte yapılan tartışmalarda ahlâki sorumluluğungerçekleşmesi için gerekli olan şartları; akli yeterlilik, mükellefiyetlerinbilinmesi, ahlâki hürriyet, kasıt ve niyet çerçevesinde değerlendirmişlerdir(Kahraman, 2000, s. 68).

    Kelam’da ahlâk problemleri: Kelamilmi özellikle insan fiillerinin yapısı, kudret, irade,özgürlük gibi konular etrafında yoğunlaşan bir ilimdir. Bu tartışmalaryalnız metafizik problemlerle sınırlı kalmamış aynı zamanda ahlâklailgili temel düşünceleri de derinden etkileyen sonuçlar doğurmuştur. İnsandavranışlarının, insanın hür irâdesiyle yapmış olduğu davranışlar mı,yoksa insanın güç sahibi olarak nitelenmeyip (istitaat) fiillerin tam birzorunluluk altında mı gerçekleştiği tartışmalarından Mutezile, Eşarilikve Maturidilik gibi dikkate değer üç temel ekolün ortaya çıktığını görmekteyiz(DİA, c. 2, s. 4). Şimdi bu ekollerin fikirlerinde özellikle ahlâkın ilgialanına giren düşüncelerine kısaca bakalım.

    Mutezile: Allah’ınmüteal ahlâki kemalini her türlü eksiklik şaibesinden uzak tutmak ve insanındini, ahlâki vb. yükümlülük ve sorumluluklarını mantıki zemineoturtabilmek için düşünce sistemlerinin temeline adalet kavramını yerleştirmişlerdir.Allah’ın hiçbirşeye ihtiyacı olmadığından dolayı yapmış olduğu her türlü işingayesi insanların iyiliği içindir. Onun bütün işleri iyi, adil vehikmetlidir. Bu sebeple O’nun iradeve hikmeti ancak insanların yararına olan işlere yöneliktir.Mutezile’nin bu görüşlerininzaruri sonucu, irade hürriyetinin tanınmasıdır. Bu hürriyet olmazsaAllah’ın hikmet ve adaletinin kusursuzluğundan sözedilemez. Hiçbir seçme ve yapma hürriyetinin olmadığı zaman insanın dinive ahlâki ödevlerle yükümlü ve sorumlu tutulmasının dolayısıyla da ödülve cezanın bir anlamı olmaz. Mutezile irade hürriyetini sadece ahlâki şer içinsöz konusu olacağı fikri ile çok sonraları Kant’ınyaptığı gibi ahlâk dünyası tabiat dünyasını birbirinden ayırmıştır.

    Eş’ariler: Değerlerin,fiillerin değişmez nitelikleri olmadığını, onların iyi ya da kötü oluşunuAllah’ın emirve yasaklarının belirleyeceğini benimsemişlerdir. Ahlâki bir davranıştaaklın yeterliliği ile ilgili olarak ise, aklın tek başına bu değerleritayin edecek güçte olmadığını, bunların iyi, kötü, sakıncalı ya da mübaholduğu ile ilgili hükmün ancak nasla belirlenebileceğini belirtmektedirler.İnsanın fiileri noktasında kesb kavramını yanlış bir noktadan yerleştirmeyeçalışmışlar ve insanı neredeyse irade ve ihtiyar manasından yoksun birvarlık olarak tanımlamışlardır ki, böyle bir anlayış ahlâkihareketlerin değerlendirilmesini anlamsızlaştırmaktadır.

    Maturidiler: Düşüncesinin temelini hikmet kavramı oluşturur. Fakatbununla birlikte Allah’ınfiillerin de bu hikmet, yani insan için faydalı olanın yaratılması Allah içinbir mecburiyet değildir. Maturidiler, kesb kavramına Eş’arilerdenfarklı bir anlam yükleyerek, Cenab-ı Hakk’ınmutlak kudretinin yanında insanın da davranışlarını gerçekleştirebileceğibir seçme ve yapma kudretinin olduğunu kabul etmektedirler.

    Yapılan tartışmalar hürriyet, sorumluluk ve irade çerçevesinde olduğundandolayı kısaca bu kavramların mahiyetinden bahsetmekte yarar var.

    Hür olmak, insanın keyfine göre davranması, arzularını, iç güdüleriniistediği gibi herhangi bir engelle karşılaşmadan kullanması değildir. İnsanharekete geçmeden önce bir hareketin mesuliyetini taşır. Bu mesuliyetduygusu onun üzerindeki vicdan, içerisinde yaşadığı toplum ve Allah’ıniradesinin tesiriyle oluşur ve kişi bu otoritelere karşı kendisini sorumluhisseder. Hürriyet ise ancak bu hareket esnasında fark edilen ve ortaya çıkanbir harekettir. Yani insan bir harekete geçmeden önce hürriyetinin ya da hürriyetsizliğininfarkına varamaz ama sorumluluğun farkına varır. Bundan dolayı “hürolduğumuz için sorumlu değil, sorumlu olduğumuz içinhürüz” (Kahraman, 2000, s. 69)denilebilir. İrade ise ihtiyaç, istek, tercih etmekmanalarına gelir. Bütün bu tartışmalar çerçevesinde ortaya çıkan tabloneticesinde kelam ekollerinin, ahlâkı anlama ve hayata geçirebilmesi açısındantoplumun üzerinde çok büyük tesirleri olmuştur.

    Tasavvuf ve ahlâk; kelâm tartışmalarının ortaya çıkarmış olduğukaotik ortam neticesinde özellikle bu ilimlere vakıf olmayan geniş halkkitlelerinin kafalarını iyice karışmıştır. Özellikle Emeviler dönemindefetihlerle genişleyen İslâm topraklarında zühd ve takvadan uzaklaşılıpdebdebenin yaygınlaşmaya başlaması neticesinde başta Ebu Zer’iGıfâri gibi zühd ve takva sahibi sahabeler kendilerinitoplumsal hayattan çekmişlerdi. Onların dünyaya önem vermeyen ve şeksiz veşüphesiz bir şekilde imanı benimseyen yapıları örnek alınarak tasavvufanlayışı oluşmaya başladı. Fakat zaman zaman tasavvufun bu dünyaya değervermeyen ve nefsi terbiye etmeye çalışan tavrı yanlış yorumlanıpmiskinlik gibi dinin tasvip etmediği bir rezilet şeklini almıştır.

    Hicri II. yy’dan itibaren kelamtartışmalarından çaresiz kalan halk hızla tasavvufhareketlerinin etkisine girmeye başladılar. Bundan sonra tasavvuf halkın ahlâkanlayışını belirleyen bir unsur haline geldi.

    Tasavvuf ahlâkında nefse karşı verilmesi gereken savaş bir nevi iradeyihür kılma, insanın ahlâki mükemmelliğe ulaşmasını önleyen bedeni ve dünyevitutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesidir. Tasavvuf etkisindekiahlâk mütefekkirlerimizden Nurettin Topçu’nun“İsyan ahlâkı”olarak ifade ettiği bu tavır, insana neredeyse nefsinidahi boşaması gerektiği şeklinde bir anlayış getirmektedir. Fakattasavvufta bu isyan hiçbir zaman nizam yıkıcı olan anarşi şeklinde algılanmamıştır.Bu isyan fertte ve onun ihtirasında hiçliğini ortaya koyan küçümseme, aşkiçinde sonsuza atılarak bedenini ve ruhunu hiçe sayarcasına ızdırabaadanan hareket ve insanın içindeki sonsuzluk iradesinin sefaletleriyleihtiraslarına ve bunlardan doğan zulümlere karşı ayaklanmadır (Topçu,1998, s. 202-203).

    İslâm filozofları felsefeyi nazari ve ameli ilimler olarak değerlendirmektedirler.Nazari yani teorik felsefenin konuları metafizik, matematik ve fiziktir. Amelifelsefe ise; tedbirü’l müdün(siyaset), tedbirü’l menzil (ev yönetimi) ve ahlâk ilmi çerçevesindegruplandırılarak incelenmiştir. Ahlâk ilmi amelifelsefe içerisinde değerlendirilmiş ve ameli felsefenin de en önemli kavramıolarak tedbir kavramı ortaya konmuştur. Tedbir kavramını şematik olarakincelediğimizde karşımıza çıkan tablonun İslâm ahlâk anlayışınınanahtar kavramlarını içerdiğini görürüz:

    Nefs (insan ruhu)—› Kuvva (Fakülteler)—› İtidal

    Menzil (ev)—› Efrad (ailefertleri)—› Muhabbet

    Medine (kent)—› Raiyye (yönetilenler)—› Ülfet, teavün

    Alem (kosmos)—› Escam, Ecram (cisimler)—› Nizam, adl (Kutluer, 1989,s. 17)

    İslâm filozofları aralarında farklı yorumlar olmasına karşılık,genel olarak Platon ve Aristo çizgisindeki (meşşâi) orta yol yani sırat-ımüstakim kavramını benimsemişlerdir. Bu düşünceye göre insanın fıtratınaakıl, şehvet ve gadap gibi üç muharrik güç yerleştirilmiştir ki, insandavranışları bu saikler çerçevesinde gerçekleşir. Bu davranışmodellerinde insan itidal yani orta noktayı benimser ve uygularsa faziletli,ifrat ve tefrite kaymak suretiyle itidalden uzaklaşırsa rezilet noktasında yaşamışolur.

    Bu üçlü tasnifi Bediüzzaman’dada görmekteyiz. O insan fıtratındaki kuvveleri şu şekildedeğerlendirmektedir: “Sırat-ımüstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından hasıl olan adlve adalete işarettir. Şöyle ki:

    “Tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaçşu insan bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvve ihdasedilmiştir. Bu kuvvelerin birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-ibehimiye, ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye,üçüncüsü, nef’ ve zararı,iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.

    “Lakin, insandaki bu kuvvelere şeriatça bir had ve bir nihayet tayinedilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi,tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Mesela, kuvve-i şeheviyenintefrit mertebesi humuddur ki, ne helale ve ne de harama şehveti, iştihasıyoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasındaolur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helaline şehveti var, harama yoktur.

    “Kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki, korkulmayan şeylerdenbile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddi ve ne manevi hiçbir şeydenkorkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür.Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canınıfeda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

    “Kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir şeyden haberiolmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterecekkadar aldatıcı bir zekaya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkıhak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinap eder.” (Nursi, İşaratü’lİ’caz, s.29-30). Bediüzzaman’ın bu tasnifinden ve diğereserlerinin genel mantığından onun birey merkezli bir ahlâk anlayışınıbenimsediğini rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Ona göre halkın kahirekseriyeti faziletleri ahlâk haline getirmedikçe huzurlu bir toplum oluşturmanınimkanı yoktur (Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 340). Bireyin vicdanen sorumlulukhissetmediği bir durumda onu engelleyecek daimi bir düzeni kurmak çok zorhatta imkansızdır. Bu sebeple huzurlu bir toplum kurmak isteyenlerin toptankanunlarla meseleyi halletme yoluna gitmek yerine tek tek bireylerin vicdanlarınasağlam bir Allah inancı yerleştirmek suretiyle, uhrevi yaptırımmekanizmalarının harekete geçirilmesi suretiyle kolayca halletmelerigerekmektedir (Özdemir, 1997, s. 177-178).

    Vicdanlara hükmedilebilen ve sağlam bir Allah korkusu/sevgisi yerleştirilebilentoplumlarda ayrıca insanlararası huzursuzluklar en alt seviyeye ineceğindenbu toplumda meydana gelecek zaptiye ve adlî işlemlerde en alt seviyeye inmişolacaktır. Bu noktadan hareketle ahlâki davranışın aynı zamanda iktisadi yönününde ortaya çıktığı görülür. İnsanların bir birleriyle davalı olmadığıyerde mahkemelerin, huzurun olduğu yerde polisin fazla bir vazifesi kalmayacağındandolayı bu işlemler için harcanacak maliyetlerin ülkenin kalkınması ileilgili başka sahalara aktarılabileceği aşikârdır (Demir, 1999, s. 61-62).Vicdan kavramı ise İslâm düşüncesinde iman ile eş değerde tutulmuş birkavramdır. Hz. Muhammed’in “Birinsan iyilik yaptığında sevinç, kötülük yaptığındaüzüntü duyabiliyorsa artık o gerçekten mü’mindir”(DİA, c. 2, s. 2) hadisi ile de açıkça görüleceğigibi imanın tarifi tıpkı Gazali’ninyapmış olduğu ahlâklı tavır tarifi ile örtüşmektedir.Öyle ise ahlâklı olma imanlı olma ile paralel ve ahlâklı davranma da Allah’ınkoymuş olduğu sınırlar (itidal) çerçevesinde bir hayat sürmektirdenebilir. Kişinin, ahlâkı bilgi düzeyinden iman düzeyine ulaştırabilmesi,yani vicdanının oluşabilmesi için bu bilgileri ruhuna iyice yerleşikmelekeler haline getirmesi ve içsel disiplinini sağlamış toplumsal empatiile ilişkilerinde tutarlı davranan bireyin yetişmesi gerekmektedir. Bu daancak ibadetlerin anlamlarını bilerek yapması ile yani o ibadetin hangigayeye ulaşmak için konmuş olduğunun bilinerek yapılması ile olur. (Gülhan,1997, s. 75-78).

    Sonuç olarak; Ahlâki davranışın tarihi, burada anlatmaya çalıştığımızteorilerin ortaya konuşlarından çok öncelere ilk insan olarak yaratılan Hz.Adem’in cennetten çıkarılmasınasebep olan davranışına ve bunun karşılığı olarak almış olduğu cezayakadar geriye gitmektedir. Gayemiz burada bir ansiklopedi maddesi gibi, bu düşüncelerinard arda sıralanmak suretiyle ahlâkın ne olduğunun öğretilmesi değil,insanlığın kaynağını hangi güce dayandırıyor olursa olsun, tarihiboyunca iyi-kötü gibi bir endişe ile nasıl yaşaması gerektiği hakkındaproblemi olduğuna dikkat çekebilmektir.

    Kant’ın ahlâkkanıtı olarak tanımladığı (Aydın, 1991, s. 25-38) bu durum, her insanınfıtratına hayatiyetinin devamı için verilmiş olan kuvvelerinin farkındaolması sonucu yapmış olduğu davranışları ile iyi bir hayatı nasıl yaşayacağıfikri dikkate değer bir durumdur.

    Dünyanın farklı coğrafi bölgelerinde ve çok büyük zaman aralıklarıile görevlendirilen peygamberlerin tamamının ahlâki davranış ile ilgiligetirmiş oldukları prensiplerin aynı olması; buna mukabil akıldan yola çıkarakve ilâhi bir bağdan mahrum olarak meseleye çözüm bulmaya çalışanfilozofların zaman zaman birbirlerine taban tabana zıt fikirler ortayakoymaları büyük bir hakikati ortaya koymaktadır. Bu hakikat, insan davranışlarıister psikolojik bağlamda ele alınarak içsel davranışlar olarak değerlendirilsin,isterse içinde yaşadığı topluma ayak uydurabilmek gayeli hareketler olarakele alınsın, yaratıcı kudret insanın bütün davranış saiklerini bilereken iyi hayatı nasıl yaşayabileceği ile ilgili emirlerin tutarlılığı görülecektir.İnsanın insan olarak kalabilmesi ve hayvanlardan aşağı bir dereceyeinmemesi için, fıtratının bozulmaması gayeli emirler hangi çağda ve hangişartlarda olursa olsun yaşamış olduğumuz problemlerin çözümlerinin, bizien iyi tanıyan varlığın, mutluluğumuz için koyduğu prensiplerde yer aldığınıunutmamak gerekir.

    Kaynakça:

    Arslan, Ahmet, (2001), Felsefeye Giriş, İstanbul, Vadi Yay.

    Aydın, Mehmet, (1995), ‘Risale-iNurda Kötülük Problemi’, Uluslararası BediüzzamanSempozyumu, s. 229-237, İstanbul.

    ——————, (1991), Tanrı-Ahlâk İlişkisi, Ankara, TDV. Yay.

    ——————, ‘Ahlâk’Maddesi, DİA, C. 2, s. 10-14.

    Başgil, Ali Fuat, (1986), Gençlerle Başbaşa, İstanbul, Yağmur Yay.

    Cevizci, Ahmet, (2000), Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul, ParadigmaYay.

    Çağrıcı, Mustafa, ‘Ahlâk’Maddesi, DİA, C. 2, s. 1-9.

    Demir, Ömer, (1999), İslâm, Sivil Toplum, Piyasa Ekonomisi, Liberte Yay.

    Fındıkoğlu, Z. Fahri, Ahlâk Tarihi, İstanbul, Gençlik Kitabevi Neş.

    Fromm, Erich, (1999), Erdem ve Mutluluk, Çev.: Ayda Yörükan, İstanbul, TİBKYay.

    Gülhan, Tahsin (1997), ‘YeniToplumun İnşasında Adalet ve İbadetin Birlikteliği”,Köprü Dergisi, Sayı. 58, s. 73-78.

    Güngör, Erol, (1995), Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, İstanbul, ÖtükenYay.

    İbn-i Haldun, (1982), Mukaddime, c. I, Çev.: Süleyman Uludağ, İstanbul,Dergah Yay.

    Kahraman, Mehmet, (2000), Nurettin Topçu’daAhlâk Felsefesi, İstanbul, Dergah Yay.

    Kara, İsmail, (2001), Bir Felsefe Dili Kurmak, İstanbul, Dergah Yay.

    Keklik, Nihat, (1987), Felsefe’nin İlkeleri, İstanbul, İÜEF Yay.

    Kutluer, İlhan, (1989), İslâm Felsefesinde Ahlâk, İstanbul, Mar. Ün.Sos. Bil. Ens., Basılmamış Doktora Tezi.

    Nursi, Bediüzzaman Said, (2000), Mesnevi-i Nuriye, İstanbul, Yeni Asya Neşr.

    ——————————, (2000), İşâratü’l İ’caz,İstanbul,Yeni Asya Neşr.

    ——————————, (2001), Emirdağ Lahikası, İstanbul, YeniAsya Neşr.

    Özdemir, İbrahim, (1997), “Fazlurrahman’aGöre Kur’an’ın Öngördüğü Toplumun Temeli OlarakBirey ve Ahlâk”, İslâmve Modernizm: Fazlurrahman Tecrübesi, s. 170-187, İstanbul, Kültür AŞ.

    Topçu, Nurettin, (1998), İsyan Ahlâkı, İstanbul, Dergah Yay.

    Yörükan, Ayda, (1999), ‘Erdem veMutluluk’a Çevirenin Önsözü, İstanbul, TİBK Yay.