Köprü Anasayfa

Ahlâk

"Yaz 2001" 75. Sayı

  • Etiğin İktidarı - Ahlakın Sürgünü

    Murat Çetinkaya

    “Bir şey koptu benden, şey, herşeyi tutan bir şey.”

    N.F.K.

    Bu yazı modern ve/veya postmodernzamanlarda ahlakın hal-i pür melalini ahlakın özel ve kamusal alandan sürgününüve yerini etiğin iktidarına bırakışını irdelemeyi hedefliyor. Yazıboyunca üzerinde durmaya çalışacağım temel iddia; geleneksel ve özellikledinden neşet eden bütüncül ahlak anlayışlarının yerini farklı bir etikkavramlaştırmasına bıraktığı ve bunun insanlığın geçirdiği ve halengeçirmekte olduğu dönüşümün tabii bir sonucu olduğu tezi. İnsanınahlaksızlaştırılması ve ahlakın insansızlaştırılması kavramlarınıbu sürecin iki ana trendini göz önüne sermek için kullanıyorum.

    Bauman, postmodern zamanların etiğini incelediği kitabında artık çağımızınkendini adamanın ya da moral değerlerce yönlendirilmenin devri olmadığınıileri sürer ve ancak minimalist bir moral anlayışın tutunabileceğini iddiaeder.1 Bauman kitabında her ne kadar moral değerlerin var olmaya devam edeceğinireddetmezse de etiğin artık evrensel ve bütüncül bir yol gösterici değerlerkümesi olarak varlığını devam ettiremeyeceğine dair inancını da sıklıklayineler. Bauman modernitenin evrensel ve kesin olana dair inancınınberaberinde moral değerlerin dizayn edilerek insanlara sunulması gerektiğifikrini getirdiğini ve postmodern yaklaşımın ise bu yanılsamaları yıktığınıöne sürer. Bu yazıda ise ben modern/postmodern ayrımının aslında bu denlifarklı olmadığını dile getireceğim. Ahlak felsefesinin seyri açısındanbakıldığında modernite ve postmodernite birbirini dışlayan değiltamamlayan süreçler olarak algılanmaya daha müsait. Bence esas kırılmanoktası insanın bütüncüllüğünün bozulması ve insanın eylemleri,duyguları, bilgisi, bilgiye yaklaşımı, moral değerleri ve insana benliğinikazandıran diğer öğeler arasındaki birliği ve tutarlılığı sağlayan bağınkopmasıdır. Bu anlamda özellikle postmodernist yazarların (ya da yaptıklarıiş ve etkileri göz önüne alındığında “eleştirmenlerin”)savundukları tarz, bir modern bütüncülahlak olmadığı gibi postmodernizmin yıktığını iddia ettiği illüzyonlarda aslında yine büyük ölçüde postmodernitenin kurgularından başka bir şeydeğil.

    Ahlakın sürgünü insanın parçalanmasının sonucudur ve bu parçalanmane yeni zaman entelektüellerinin relativizme ve büyük anlatıların yok oluşunadayandırdıkları tarzda bir parçalanma ne de Marx’tanbugüne süregelen yabancılaşmaliteratürünün üzerinde durduğu türde bir kendi benliğiyle ayrışmadır.Bu parçalanma, insanı bir arada tutan en önemli değerin ahlakı da içinealarak insandan ve toplumdan sürgün edilişinin sonucudur. Bu, insana varlığınıkatan ve her şeyi bir arada tutma gücüne sahip tek aşkın referans kaynağıolan dinin çağın insanından uzaklaşmasının/uzaklaştırılmasınınsonucudur. Bu yazıda bahsi geçen uzak düşmenin nasıl gerçekleştiği üzerindedurmaya çalışacağım. Bahsettiğimiz olgu, zaman içinde değişik görünümleralmış, farklı evrelerden geçmiş bir büyük dönüşümü ifade etmekte. Buanlamda genellemelere varmak hem zor hem de karikatürize edici, üstünkörübir basitleştirmeye yol açma riskini de içinde barındırmakta. Ancak yine debazı temellere değinmek gerekiyor. Bu sürecin başlangıcı ve işleyişindeinsanın bölünmesine, ahlakın sürgününe ve etiğin iktidarına giden yoldaözellikle bilginin bölünmesi, en genel anlamıyla felsefenin değersizleşmesi,bilginin hikmete yol açan değil hikmeti önleyen tarzda kavranılması,kurgulanması ve kullanılması konularına değineceğim. Bir diğer mesele isekişinin kendisini aşma ve başka fertler başta olmak üzere evrenle arasındabir bağ tesis etme kapasitesi, ihtiyaç algısı ve şevkinin nasıl değiştiğive azaldığı hususu. Burada her ne kadar empati yokluğu ve aşınmasıkavramlarını kullanmaktaysam da aslında niyetim empatiye yüklenenin çok ötesindebir duygusal ve düşünsel bağı anlatmak.

    Tüm bunları yaparken yeni zamanların ahlak kurgusunda önemli bir kavramolarak öne sürülen etik teriminin esasen bir ahlak ihtiyacını ve isteğinidillendirmediğini; hatta tam tersine etiğin ahlakın sürgününü mutlaklaştırmakve onu ikame etmek için kullanılan bir kavram olduğunu iddia ediyorum. Etiğiniktidarı aslında insanın parçalanmasının ve böylece ahlaksızlaşmasının,eş zamanlı olarak da ahlakın insandan arındırılmasının son halkası banagöre.

    Ahlaksız İnsan – İnsansız Ahlak

    Zamanımız iş ve oluş sahalarında çeşitli ahlak önermelerinin iş etiği,iletişim etiği, tıp etiği gibi adlarla gündeme gelmesine şahit olurkenentelektüel yaşamda ise ahlakın etik kodlar etrafında evrenselleştirilmesininmümkün olup olmadığı tartışılıyor. Postmodern düşünürler içinevrensel ahlak ideali modernitenin evrensellik illüzyonunun herhangi bir parçası.2Evrensel geçerliliğe sahip ve sarsılmaz etik kodlara ulaşmak pratik olarakgerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayal olarak sunulmakta. Ahlaki değer vetercihler değişik zaman ve sosyal ortamlarda farklılaşmaya müsait görecedeğerler olarak kabul ediliyor.3 Gerçekliğin sosyal inşası ve dilin bu inşasürecinde oynadığı önemli rol postmodern düşüncenin önde gelen önermeleriolarak ahlak konusunda da gündeme gelmekte ve ahlak önermelerinin kesinlik taşıyan,objektif, evrensel değerler olarak ortaya çıkmalarının imkansızlığınadelil olarak sunuluyor. Modernitenin illüzyonlarının yıkılmasında evrenselahlak önermesinin geçirdiği sarsıntı ve yerini daha mütevazi moral kaygılarabırakması geç-modernliğin ya da post-modernitenin işareti sayılıyor. Diğeryandan farklı kültürel ve sosyal formasyonlarda özellikle dini oluşumlarında giderek etkilerini hissettirdikleri ve getirdikleri eleştirel bakışın önemlibir parçasını yaşadığımız dünyanın ahlak yoksunluğunun oluşturduğuda aşikar. Modern insanın ahlaki değerleri görmezden geldiği ve ahlaktan arınmışbir yaşamın idealize edildiği savunuluyor.

    Birbirlerinden ayrı dursalar ve birbirlerini dışlayan kabulleri olsa dahem postmodernizmin hem de inanç temelli hareketlerin yaşadığımız çağdatespit ettikleri bazı noktalar önemli benzerlikler taşıyor. Üzerindeittifak edilen husus artık genel ahlak kurallarının insan hayatında öneminiyitirmekte olduğu, öteki için sorumluluk almaktan kaçınıldığı ve parçalanmışbir ahlakın egemenliğinin yaşandığı. Bunların sebepleri ve neticeleri üzerindede çeşitli yorumlar var elbet. Din ve inanç açısından bu bir yozlaşmayıifade ederken postmodern düşünürler bunu ütopyalardan arınmış, bireyetercih imkanı sağlayan bir dönüşüm olarak alkışlayabiliyorlar.4 Bauman’agöre modern proje evrensel bir insan doğasıanlayışına dayanan, genelgeçer doğruların varlığına inanan bir Aydınlanmaprojesi olarak ahlaki sorumluluktan etik kurallara doğru bir kaymayı doğurmuştu.5Ahlak problemlerinin müphemliği karşısında modernite tahtından ettiğiinancın yerine bağlayıcı, normatif yeni değerler koyma ihtiyacınıhissediyordu. Bauman’ınifadesiyle modern proje “nihai anlamda ahlaki müphemliğinolmadığı bir dünyayı ve bu müphemlik de ahlaki durumun doğal özelliğiolduğu için, insani seçimleri bu seçimlerin ahlaki boyutlarından koparmayıkoşutluyordu.”6 Postmodern durum ise, Bauman’a göre,insanı görece bir ilişkiler ağı içindekendi seçimleriyle başbaşa bırakmakta ve gerçek özgürlüğün yolunu açmaktaydı.Bu anlamda modernitenin ahlak anlayışından ciddi bir kopuşun gerçekleştiğiiddia edilmekte.

    Özellikle Bauman’ınörnek teşkil edebilecek bir biçimde geliştirdiği ve savunduğu bu tezlerpostmodern yaklaşımların moderniteyi eleştirirken içine düştükleri bazıtuzakların etkisinden kurtulamamış görünüyor. Öncelikle belirtmek gerekirki, ahlakı ve ahlak felsefesini tercihlerin evrensel doğasına indirgemekbiraz fazla genelleyici ve hatta üstünkörü bir yaklaşım. Postmodern ya dageç-modern bir durumun bireyi birey-üstü aktörler ve otoritelerdenkurtararak bir tercih şansıyla donattığı düşüncesi oldukça tartışmalıbir tespit. Modernitenin illüzyonlarının yıkılışının postmoderniteninen büyük başarısı sayıldığı göz önünde tutulursa, aslındapostmodern düşünürlerin de benzer illüzyonlar oluşturmaktan kendilerinialamadıklarını söyleyebiliriz. Sorulması gereken soru gerçekten ortadabelli tercih şanslarının ve iddia edildiği gibi birey-üstü ajanların baskısındankurtulmuş bir bireyin olup olmadığıdır. Özerk ahlaki seçim halihazırdainsanlar için ne kadar yaşamın içerisinde ve yüzleşilen bir gerçekliktir?Postmodern yaklaşımların geç-modernliği kavramlaştırırken ciddi bir kırılmayıima etmeleri ve moderniteyi şimdi olan gibi olmayana sıkıştırmaya çalışmalarınınbir yansıması olarak daha relatif bir yaklaşımın bireylerin hayatındaevrensellik iddialarını yıktığı tezi ortaya konuluyor.

    Ben modern ya da postmodern diye adlandırılan yeni zamanların aslında çokdaha ciddi bir süreklilik arz ettiğini öne sürüyorum. Bu sürecin özellikleahlakla ilgili en önemli yanı insanın ahlaktan, ahlakın insanilikten arındırılmasıçabasıdır. Yeni zamanlarda birey disharmonik bir varlık olarak düşünülmüşve parçalanmıştır. Bilen, yapıp eden, tavır alan, çalışan, inanan, düşünen,idealize eden, konuşan, sosyal bütünlük içinde var olan bir varlık olarakinsan yalnız taşıdığı roller ve özellikler açısından değil bunlarınarasındaki ilişkinin niteliği açısından da parçalanmıştır. Yaşadığımızçağın insanı tüm bu özellikleri ve faaliyetleri arasında tutarlı bir bütünlükolmaksızın yaşamaya itilmiş ve bu durum idealize edilmiştir. Kısacasıinsanın varlık koşulları ve bu koşulların algılanması topyekün değişimeuğramıştır. Tüm iş, oluş ve hareket sahalarında insan, bahsi geçenalanların mantığı içerisinde eylemlerini gerçekleştirmekte. Bauman ve bazıpostmodern düşünürlerin atıf yaptıkları ve varolduğunu iddia ettiklerimodern total ahlak anlayışı aslında insanın bu parçalanmışlığınıkontrol altına alma çabasıydı. Bireyin maddi ve sosyal ortamla arasındahissedemediği bütüncüllüğün insanı sürüklemesi muhtemel olan yıkıcılıkya da psişik kopmanın önüne geçmek ve insanı sürdürülebilir bir hayatabağlayıp inandırmak için ortaya konulmuştur ve aslında modernleşmeninplanlanmamış bir sonucunun düzeltilmesine yöneliktir. Neticede her çağınolduğu gibi modern zamanların da genel bir mantığı vardır ve zaten bununkapitalist ekonomiden modern sanata değin birçok hayat sahasında kendisiniortaya koyduğu bilinmekte. Ancak hemen belirtmek gerekir ki modern, modernite,modernizm gibi kavramları düşünce kolaylığına sapacak bir rahatlıklakullanmaktan kaçınmak gerekir. Hangi modernite sorusu yabana atılmamasıgereken bir sorudur ve başta postmodernistler olmak üzere modern karşıtı yada en azından modernist düşünce dışı olma isteği ve çabasındaki düşünürlerve hareketlerce kolaylıkla bu farklar es geçilebilmektedir. Elbette bu durumgenellemeleri imkansız kılacak bir göreceliliğin kapısını açmamalıdır.Ahlak konusunda modern zamanların evrensel bir projeye sahip olduğu iddiasıaslında bir tarihsel dönüşümün getirdiği ve gerektirdiği yeni insantipinin ve toplum modelinin tam kavranılamamasından kaynaklanmakta. İçindetaşıdığı farklılıklara, yer yer projede yapılan düzeltmelere ve ortayaçıkan hedeflenmemiş sonuçlara rağmen modern çağ ya da yeni zamanlar herne kadar Aydınlanma’nınevrensellik iddiasını içinde taşısa da bu, ahlak alanında geleneğinevrenselciliğinin sürdürüldüğü anlamına gelmez. Bugün karşı karşıyaolduğumuz şey öncelikle insanın varlık koşullarıyla ilgili felsefi biryaklaşımın ve derinliğine düşünülmüş, insan-üstü, aşkın referansnoktalarına dayanan ve insanı bütüncüllüğü içinde kavrayan bir ahlakkavramlaştırmasının en azından sistemin genel mantığına aykırı vehatta zararlı olduğudur. Çağın insanını halihazırda son derece maddileşmişyaşantısını sürdürmeye ve bunu yaşanılabilir, istenilebilir kabullenmeyeikna etmek için genel bir ahlak kaygısının ve bunun beraberinde getireceğivarlık sorgulamasının aşılması gerekiyor. Ancak belli kodlar ve kurallarkoymanın kaçınılmazlığı beraberinde etiğin iktidarını getiriyor. Sonuçtamedya etiği, iş etiği, sağlık etiği ve daha birçok sahada insanfaaliyetlerini düzenlenmeye yönelen bir dizi tartışmalar ve kodlama çabalarıortaya çıkıyor. Ancak bunlar evrensel bir ahlak anlayışını ve bireyin, yaşamındakarşılaştığı tercihleri tüm varlığını anlamlandıracak derinlikte birreferans kaynağı ile ölçüp biçmesini gerektirmiyor. Bahsi geçen “etik”değerler arasında da bir bağınolmaması insanın bölünmüşlüğünün bir başka yansıması olarak önümüzdeduruyor.

    Peki neden etiğe ihtiyaç duyuluyor? Etiğin iktidarını zorunlu kılan şeyinsanın bütüncüllükten uzak, disharmonik bir varlık olarak kavranılması,toplumsal olanın korunması ve düzenin kendini yeniden üretebilmesi içinbireyin yıkıcılıktan uzak olması ve bu işleyişe katkıda bulunması şart.Bunu sağlayabilmek ve bireyi bir bütüncüllükle kavrayabilmek içinideolojiler, ulusçuluk başta olmak üzere toplumsala vurgu yapan,empatiyi-fedakarlığı öven söylemler gündeme geldi. Ancak bunlar daimamodern dünyaya karşı önemli tehditler taşıdıklarını değişikvesilelerle ispatladılar. Bu anlamda daha mikro çözümlerin yeterli ve dahaaz riskli olabileceği düşüncesi bu bölünmüşlüğe uygun minimalist ahlakkodlamalarını gündeme getirdi. Diğer taraftan bunu Foucault’undisiplin teknikleriyle ilgili tezlerinden destek alarak aslındabir disiplin mekanizmasının toplumun tümüne yayılması ve geçmişin daha görünürve tepki çekmeye müsait zorlamalara artık ihtiyaç duyulmamasıyla açıklayabiliriz.Foucault disiplin tekniklerine değindiği klasik eserinde disiplinsel normlarınve hapishane tecrübesinin aslında eğitilmiş bedenlerin üretilmesinde nasılbir işlev gördüğüne değinir. Hapishanenin Doğuşu adlı eserine 18. yüzyılFransa’sındayaşanan bir işkenceyle cezalandırmayı detaylarıyla anlatarak başlayanFoucault, daha sonra nasıl azap çektirmenin ve görünür işkencenin ortadankalkarak yerini hapishaneye ve bir dizi yeni uygulamaya bıraktığını anlatır.7Cezalandırma ve disiplin tekniklerinin artık tüm pratiklerin içine yerleştiğinive “koskoca bir düzenlemeler dizisi”nin oluştuğunu belirtir.8 Bireyin disipline edilmesi ve toplumun ihtiyaç hissettiği yöndedavranmaya itilmesi çok daha kibar bir biçimde ve tüm yaşam pratiklerine sızarakyapılmaktadır. Bu anlamda etiğe dair söylemler ve tartışmalar da aslındabu mekanizmanın bir benzeri ve hatta parçası sayılabilir. İnsanın ahlaksızlaşmasıve ahlakın insansızlaşması, genel ve bütüncül ahlakın reddi ve parçacıetik kodlarla ikamesiyle birlikte bireyi merkez alan ve ondaki potansiyeli açığaçıkarmaya çalışan bir düşüncenin yerini, bireyi mümkün mertebe kendiliğindensoyutlamayı hedefleyen bir kurallar dizisi almaktadır. Kurallar gerekmektedirancak bunlar ahlaki sorumluluk ve kaygılardan değil bireye dışsal, düzeneait gereksinimlerden kaynaklanmaktadır. Amaç bireyin kendini realize etmesindebelki de en önemli faaliyet olan ahlaki sorumluluğun düzenlenmesi değil,bunun yokluğunun doğurduğu boşluğun doldurulmasıdır. Bu yapılırkenzorlamalar ve katı kurallar yerini farklı biçimlerde meşrulaştırılmışetik kodlara bırakıyor. Bir bakıma Foucault benzeri bir yorumla daha dainceliyor ve yaygınlaşıyor. Örneğin iş etiği, iş dünyasında bireylerve kurumlar arasındaki ilişkilere dair önermeler sunuyor. İnsanların zatenartık gönüllü olarak ve son derece büyük bir hevesle iş ortamına vegetireceği hayata adapte olmaya çalıştıkları bir zamanda 18. yüzyılınİngiltere madenlerinin zorla, ölesiye çalıştırılan işçilerinin kurallarıylabugünü idare etmek hem gereksiz hem de anlamsız. Ancak bir yandan da busosyal sahanın belli düzenlemelere ihtiyacı var. Sonuçta imdada etik yetişiyorve ahlaki kaygılardan uzaklaştırılmış bireylere farklı da olsa köleliğianımsatan bir tarzda hayatlarını tamamen üretim ve tüketim halkasına katkıdabulunmaya adamış varlıklar olarak sürdürmeleri sırasında bunu düzenleyecekkurallar sunuluyor. Tıpla ilgili meselelerde yer yer ölüm hakkı gibiderinlikli konulara girilse de mesele esasen tedavinin tarzı, doktor-hasta ilişkisigibi konulardaki tartışmalar ve kuralların ötesine sarkmıyor. Medya etiğiciddi bir gücü daha az zararlı ya da istenen yönde kullanılan ve arzuedilen tarda zarar everen bir hale getirmek için oluşturuluyor. Tarafsızlık,kişilik hakları konuları tartışmaların gündemini oluştururken medya gücününolası yıpratıcılığı ve saldırganlığı törpülenmeye çalışılıyor.Ancak mesele şu ki, tüm bu tartışmaların öngördüğü birey ve kendi tartışmasahaları oldukça parçalanmış durumda. Birbirleriyle aralarındaki ilişkiyok denecek kadar az. Hemen hepsinde insan uyumsuz ya da daha doğrusudisharmonik bir varlık olarak tasavvur ediliyor. Kısacası insanın kendi çevresiiçinde yaşamakta ama doğa başta olmak üzere bu çevreye intibak etmektezorluk çektiği kabul edilmekte. İnsanın doğasına dair tartışmalar,sosyal kontrat teorileri aslında entelektüel oyunların ve teorik basitleştirmelerindışında çok da anlam taşımamakta. Mesele artık insanın doğasının neolduğu, ne yönde meylettiğinden çıkmış; bu yapısının nelere izinverirken nerelerde onu uyumsuz kıldığı üzerine yoğunlaşılmıştır. İnsanıaşkın bir referanstan ve kendisini aşmaya itecek motiflerden uzak tasavvuretmenin sonucu doğal olarak bütünlükten uzak, varlık koşullarını parçaparça yaşayan disharmonik bir varlığın mevcut düzene uyumlu halegetirilmesi problemini doğurmuştur. Aslında yaşanan bir tercihin ortayakonulması değil, bireyin çeşitli kuralları izlemeye yönlendirilmesi ve güyafarklı tercihlere sahip olduğuna inandırılmasıdır. Ahlaki özne olarakinsan, artık ancak geleneksel toplumun bir miti kabul edilmekte, etik kurallarıntakipçisi insan ise ahlaki özün yitirilmesinin bıraktığı boşluğundoldurulması için sözde ahlak kodlarıyla avutulmaktadır.

    Bu sürecin işleyişi kadar hangi gelişmelerin geleneksel ahlaki öznedenetiğin iktidarına giden yolu açtığı da önemlidir. Çok yönlü ve çok yüzlübir toplumsal dönüşümden bahsediliyor olması sebebiyle aslında birbiriyleilişkili çeşitli etkenlerin ahlak düşüncesinin günümüzde geldiğinoktada pay sahibi olduğu söylenebilir. Yine de bazı faktörlerin daha derinetkileri olduğunu iddia edebiliriz. Ben bu dönüşümde geleneksel toplum yapısındanyeni zamanlara geçişte yaşanan birkaç temel farklılaşmanın kritik olduğunuiddia ediyorum. Bunlar bilginin bölünmesi ve bilgi anlayışının değişimi,mekanın içeriksizleşmesi ve insan ilişkilerinin doğasında empatiyi vekendini adamayı ortadan kaldıran büyük değişim.

    Değişen Bilgi Anlayışı: Felsefenin Sürgünü

    İnsanın bütüncüllüğünün parçalanmasında ve ahlaka dair bütüncülkavramlaştırmaların ve insanın kendisini gerçekleştirdiği bir faaliyetolarak ahlak fikrinin göz ardı edilmesinde önemli bir aşama, bilgi vebilginin doğasına dair yaklaşımlarda yaşanan köklü farklılaşmadaaranabilir. Nietzsche, modern insanın ruh tablosunu resmederken bu yeni insanınbilgiyle irtibatını şöyle betimler: “Modern insan,masalda anlatıldığı gibi, fırsatbuldukça karnında korkunç boğuk sesler çıkaran koca bir yığınhazmedilmemiş bilgi-taşlarını kendisiyle birlikte her yana sürükler.”9Bu tespit modern insanın bilgiye karşıtavrını belki de en keskin bir biçimde ifade eden tespitlerden biridir. Bilgiyeni zamanlarda insanın dışsallığında ve bölünmesinde önemli rolesahiptir. Bilgi bölünmüştür. Farklı bilgi türleri farklı paradigmalar veyöntemlerle üretilmekte ve bu bilgiler gerçekliğin bütüncül bir doğasıolduğu fikrinden uzak durarak, her biri belli bir sahayı aydınlatma çabasınagirişilerek üretilmektedir. Her ne kadar disiplinler arası çabalar gündemegelse de esasen bilginin bölünmüşlüğü çağın bilgi anlayışınıntemelinde yatmaktadır. Bilginin mahiyeti, bilgiye ulaşma yolları ve bilgininkullanılış tarzı bilginin bölünmüşlüğünde kritik kırılma noktalarıdır.

    Öncelikle bilgi doğayı ve evreni anlamlandırmanın bir aracıdır, ancakbunlara bir bütünlük ve anlamlılık atfetmekten uzaktır. Böylesi biranlamlılık aşılamaz ve açıklanamaz görülen metafizik bir olguya yol açacağıdüşünüldüğünden dışlanmaktadır. Bilimsel çalışmaların açıklayamadığışeyler, açıklanması muhtemel ancak şu anın verileriyle açıklanamayan şeylerolarak sunulmaktadır. Bu gerilimin daima muhafaza edileceği ve bunun bilimselüretimin temeli olduğu fikri savunulmaktadır. Ancak bu açıklanamazlığınnormalleşmesi değil, aksine anormalleştirilmesi ve bu gerilimin süreklipozitivist bir dünya görüşüne destek olarak kullanılması anlamınagelmektedir. Bilimsel çaba açıklamaya yönelmiştir ve açıklamakla anlamak,anlamlandırmak arasındaki fark ısrarla gözden kaçırılmaktadır. Bilimselbilgi değerden bağımsız olmak zorunda kabul edilmektedir. Bunun zorluğu vehatta imkansızlığına dair modern literatürde tartışmalar yapılagelse debu tartışmaların kayda değer bazı eleştiriler dışında genel bilimselparadigmada farklı bir tarzı hakim kılma gücünden uzak olduğunu itirafetmek gerekir. Neticede bilim her ne kadar Aydınlanma’nınsihirli değneği olma imtiyazını bir nebze yitirdiyse de genel olarak bilgianlayışının toplumda nasıl yer ettiğine bakıldığında pozitivist bakışınegemenliği gözden kaçmayacaktır. Bu, aslında, insan başta olmak üzere gerçekliğinparçalanmasının bir sonucudur.

    Siyaset teorisinin önemli isimlerinden Leo Strauss siyaset biliminin artıkbir kısım yetişmiş insanların yaptığı bir bilim dalı haline geldiğinive siyaset felsefesinin toplumda yaşanan değişimler sonucunda kaybolduğunuiddia etmektedir.10 Siyaset felsefesi iyi toplum, ahlaklı insan, erdemlisiyaset gibi kavramlar üzerinde durmaktadır ve bu kavramlar iyi ve erdemli birhayat sorusuyla ilişkilidir. Siyaset felsefesinin gündemden düşmesi ve gözardıedilmesi, aslında bu tarz soruların toplumun gündeminden çıkarılmasıylave bilginin bu tip metafizik problemlerden uzak tutulmasıyla alakalıdır.Strauss siyaset bilimi ve siyaset felsefesinin bir zamanlar aynı anlamlarageldiğini, ancak modern zamanlarda tüm insan faaliyetlerini kapsayan bu tip düşüncetarzlarının dışlanmasıyla bunların da parçalara ayrıldığınıbelirtmektedir.11 Bir zamanlar siyaset biliminin sahası içinde bulunan birçokkonunun da ekonomiden sosyolojiye çeşitli dalların uzmanlık sahasını oluşturduğunusöyler. Sonuçta sosyal bilimciler de bu bilginin avcıları olarak kendileriniherhangi bir hedeften uzak, nihilizme yakın bir pozisyonda bulurlar.12Felsefenin bilim-dışı kabul edilmesi Strauss’a görepozitivizmin ana karakteridir.13 Bilim kesin yargılardanve değerlerden kendini uzak tutma çabasında geldiği noktada Strauss’untabiriyle on yaşında, normal zekayasahip bir çocuğun bile hüküm vereceği şeyleri gerçek olarak kabuledilebilmeleri için bilimsel delillere ihtiyaç duyulan şeyler olarak kabuletmektedir.14 Bu krizi tartıştığı bir yazısında Jon Simons da siyasetfelsefesinin sürgününün yaşanan toplumsal dönüşümün neticesinde ortayaçıktığını ileri sürmekte ve siyasal düzenlerin meşruiyeti başta olmaküzere felsefenin de kendi meşruiyet krizini yaşamakta olduğunubelirtmektedir.15

    Hörmenetikten bilimselliğe yönelik çeşitli eleştirilere değin bupozitivist yaklaşımı sorgulayan çabalar da aslında modern projenin çok dadışında değiller. Mesele insanın ve evrenin doğasının nasıl kavranıldığıylailgilidir. Tüm gerçekliği anlamlandıracak bir büyük anlatının verealitenin mümkün olup olmaması, insanın varlık koşullarıyla arasındakiilişkinin doğası konusundaki yaklaşımlar, aslında bu eleştirel bakışlarıda son kertede yeni zamanların bilgi anlayışında çok da uzak kılmamakta.

    Empatinin Sürgünü – Kamusal İnsanın Çöküşü

    Yaşadığımız çağda önemle üzerinde durulması gereken noktalardanbirisi de fertlerin kendi içlerine dönük bir yaşamı tercih ederlerkentoplumu dışsallaştırmaları ve toplumla aralarındaki bağın kopmasıdır.Birey artık kendi dünyasında başkalarıyla yaşadığı ortaklıklardangiderek sıyrılmakta ve yaşadığı bölünmüşlük içerisinde empati,kendini başkalarının yerine koyabilme, kendi psişik tecrübesini aşabilmegibi yeteneklerini yitirmekte ve adanmışlık hali başat olmak üzere her türderin bağlılıktan uzak durmaktadır. Ancak bu basit bir tercih değil, kişininbölünmüşlüğünün ortaya çıkardığı bir zorunluluktur.

    Hannah Arendt modern çağın kamusal alanı ortaya çıkardığına dairyaygın görüşü eleştirirken, aslında moderniteyle birlikte kamusal alanınönemini yitirmeye başladığına işaret eder. İnsanların ortak bir konumupaylaşmaları açısından kamusal alan kaybolmaktadır; çünkü bireylerkendi öznelliklerini yaşamayı toplumsal olana tercih etmektedirler.16 Başkalarınıhissetmek ve onlarla arasında bir bağ oluşturmak zorunluluğu öznel olanınbireye sağladığı doyumla ortadan kalkmaktadır. Özellikle kapitalizminbireyleri bir yarış içerisinde gören ve uyumluluklarını birbirleriyle değil,genel üretim ve tüketim ağıyla ilişkileri açısından ölçen yapısınedeniyle bireyler artık birbirlerine olan empatilerini yitirmektedirler. Buiyiye ve doğruya dair sorgulamalar başta olmak üzere ahlakın temelini oluşturanniyet -eylem ve sonuçlar hakkındaki bireysel sorumluluğun önemsenmemesiyleilgilidir. Bazı duyguların içselleştirilmesi, insanın kendisinde kendiniadamaya dair maddi düzeyi aşıcı bir potansiyel görmesi, başka fertlerlebenliği arasında fedakarlık ve anlayışa dayalı samimi bir bağ kurması öncelikledoğru ve yanlışa dair bir bilgiyi gerekli kılmaktadır.17 Kişi, günlük yaşamındakarşılaştığı insanlarla farklı düzlemlerde ve farklı ilişkiler ağı içindebölünmüş kişiliğinin değişik yönleriyle muhatap olmaktadır. Bu ilişkilerboyunca süreklilik arz eden psişik bir bütüncüllüğe ve tüm bunları tekkaynağın rehberliğinde tartabileceği bir referansa sahip değildir. Çıkarya da sistemin kendisine yüklediği sorumluluklar bu tip bir referansın yerinitutmaktan uzaktır; çünkü bireyin bütüncüllüğünün parçalanmasındaesas rolü bunlar oynamaktadırlar.

    Empatinin yok olmasında insanların birbiriyle birebir iletişim kurmalarınıngiderek marjinalize edilmesi de etkili olmaktadır. Artık kendi sosyal çevrelerindebenzer statülere sahip insanlar arasında yaşanan etkileşim özellikle iletişimteknolojisiyle yerini insandan uzak bir yapıya bırakmaktadır. Sanal cemaatlerson yılların en göze çarpan tecrübesi. Özellikle internetin yaygınlaşmasıbireylerin belki de hiçbir zaman doğrudan temas halinde olmayacaklarıinsanlarla tartışma platformları başta olmak üzere çeşitli yollarlairtibata geçmelerini sağlıyor. Tepki vermek için sokaklara çıkmaya gerekyok. İnternette yepyeni bir site kurabilir ya da kitlesel bir tepkiye cevapverebilirsiniz. Kendi grubunuzu oluşturarak sanal cemaatlere bir yenisiniekleyebilirsiniz. Ancak bu iletişimin insansız yüzü. Ahlaki sorumluluğu dabu anlamda son derece dışlıyor. Herhangi bir bağınız olmayan ve biranlamda hayali kimliklere karşı herhangi bir empati ya da sorumluk hissetmekzorunda olunmaması belki de interneti bu kadar popüler kılan şey. Bölüneninsanın ahlaki kaygılardan uzak insani ilişkilere girme çabasınısimgeliyor bu yaygın iletişim. Kısacası bireyi önce kendi habitusu ile sınırlayan,insani deneyimlerini duygudan, empatiden arındıran yeni zamanlar, şimditeknolojinin de yardımıyla tamamen bu yüklerden uzak bireysel iletişiminyolunu açmış bulunuyor.

    Empatinin kaybolması bireyin ahlaksızlaştırılmasında bireyi her türsorumluluktan ve tercihlerinin ahlaki yükünden kurtarmış oluyor. Yaptığınıziş, eğer belli etik kodlar çerçevesinde ise artık bunlar üzerinde uzunuzadıya düşünmek, sonuçları hakkında kaygılanmak zorunda değilsiniz. İnsanlararasında herhangi bir bağ kurmaksızın ve kendi varlığını devam ettirmeyien öncelikli vazife sayarak yaşamak, ahlakın bütüncüllüğünü vesorumluluğunu tamamıyla dışlıyor. Öteki artık tamamen dışsal bir varlıktır.Ötekiyle birey arasındaki ilişki belki belli mekanları paylaşmanın getirdiğifiziki bir birlikteliğin dışında bir anlam taşımamaktadır.

    Ötekine karşı içine düşülen bu ilgisizlik ve hissizlik kamusal alanınve mekanın da içeriksizleşmesini beraberinde getirmektedir. Richard Sennet, TürkçeyeKamusal İnsanın Çöküşü adıyla da çevrilen kitabında, kamusal yaşamdabireylerin artık birbirlerini yük olarak gördüklerini ve her bireyin kendiöz varlığının dışında bir kaygıya kapalı olduğunu dile getirmektedir.18 Kamusal İnsanın Çöküşü bireyin kendini aşarak anlamlandırmaimkanına sahip olduğu genel problemler başta olmak üzere toplumsal olana karşıkendi benliğini önceleyen bir tavırla yaklaştığını iddia etmekte ve içedönük tavrın ötekini dışlayıcı ve umursamaz bir ruh halini doğurduğunusöylemektedir. Varoluşun mekanı da artık içeriksizleşmiştir.Birbirleriyle herhangi bir bağa sahip olmayan bireyler açısından kamusalmekan, şehir sokakları vs. artık sadece tüketilen, geçilip gidilenmekanlardır. İnsanlar yalıtılmış binalarda yaşamakta ve işyerleri aynıyalıtılmışlığı üretmektedir. Sonuç olarak toplumun paylaştığı ortakalanlar artık kişinin başkalarıyla bir şeyler paylaşabildiği ortakmekanlar olma özelliğini yitirmiştir. İnsanlar sokaklardan geçmektedir ve içindengeçtikleri mekan kendilerine son derece dışsal yabancılarla dolu bir sahadır.Son zamanlarda giderek evin mahremiyeti, toplu mekanların küçümsenmesi,home-theatrelara değin pekçok teknolojik yeniliğin evin yalıtılmışlığınakatkıda bulunacak tarzda dizayn edilmeleri bu amaca yöneliktir. Ev ve iş arasındageçilen yabancı mekanlardır artık sokaklar.

    Sonuç ya da Din-Dışı Ahlak Mümkün mü?

    Bu yazıyı kurgularken amacım dinin insanlara nasıl bir ahlak anlayışıkattığı ve bu anlayışın yerinin başka değerler ya da ideolojilercedoldurulmasının mümkün olmadığı üzerinde durmaktı. Bunu yaparken yaşadığımızdünyanın yüzleştiğimiz örneklerinden yola çıkarak din-dışı ve dini dışlayıcıbir medeniyet tasarısının bireyi nasıl ahlaksızlaştırdığı ve ahlakıniçeriğini boşaltarak ahlakı nasıl insansızlaştırdığı üzerindedurmaya karar verdim. Halihazırda yüzyüze bulunduğumuz konum, adına istermodernite isterse geç-modernlik ya da postmodernite denilsin, bir büyük dönüşümeişaret etmektedir. Yeni zamanlar modernizmin bölünen insanı, parçalananbilgi tasavvuru, içeriksizleşen mekanı ve kaybolan sosyal-ahlaki kaygılarıylabaşa çıkmak için minimalist de olsa bir etik kurallar dizisine ihtiyaçhissetti. Ancak yazı boyunca anlatmaya çalıştığım gibi bu kaybolan ahlakıkeşfetmek ve ona iktidarını iade etmek değil, onun boşluğunun doğurduğumuhtemel dezavantajları ve riskleri ortadan kaldırmaktı.

    Başka türlü olabilir miydi? Kısacası bireyi bir yandan ahlaki tercihler,kendini aşma, ötekini ve evreni içselleştirme, iyiye-doğruya-erdeme dair düşüncelerinyükünden uzak tutmaya çalışırken diğer taraftan ahlak hala özel vekamusal alanda egemeliğini sürdürebilir miydi? Hayır. Bireyin ahlakla ilişkisive ahlaka dair kaygılar taşıması için belli şartların gerçekleşmesigerekir ki, bunu din dışında hiçbir güç ya da ideoloji tam olarak sağlamakudretine sahip değildir. Öncelikle insan bir yönüyle disharmonik bir varlıktır.Doğanın içindedir ancak bir yandan da pek çok canlıya göre daha savunmasızdır.İntibak sorunu vardır. Kendi dışsallığının farkındadır. Diğertaraftan insan ancak sosyalize olarak bir toplum içinde varlığını idameettirebilmektedir. Bilgi, tecrübe ve deneyimleri sınırlıdır ve bunların sağladığıverilerle varlığı ve dünyayı anlamlandırması imkansızdır. Hepsinden önemlisiinsanlar ölünecek bir hayatı yaşamaktadır. Bu yönüyle geçip giden bir akışiçinde bireyin kendisini bir yere ait hissetmesi, olup biteni anlamlandırması,yaşamın içinde kesik kesik parçaları birleştirebilmesi, böylelikle hayatıüzerinde durulmaya değer ancak kendisinden ibaret olmayan bir tecrübe olarakgörebilmesi ancak dinin bireye sağladığı ontolojik şuurla mümkündür. İnsanınkendisinde bir bütünlük hissetmesi ve söz konusu disharmoniyi aşabilmesi içinkendisinin de içinde yer aldığı varlık aleminin anlamını ve varlığınıborçlu olduğu bir Yaratıcı fikrine bağlanması gerekir. İslam bireyi birİlahi düzenin ve iradenin sonucunda, bu dünyada belli bir zaman dilimindevarlığa kavuşmuş ancak yine aynı iradeyle yeni bir hayata adım atacak birvarlık olarak sunarken tüm evreni bu düzenin ve iradenin bütüncüllüğü içindekavramlaştırmasıyla insanın varlığına anlam kazandırmaktadır. Diğertaraftan din, bireyi kendi maddi varlığını aşmaya yaracak bir potansiyelesahip olduğu konusunda uyarır. Buna göre varlığının anlamının dahaderinliğine nüfuz etmek ve buna uygun bir hayat sürmek insanın elindedir. Bubakımdan din, insana başka hiçbir ideoloji ya da inancın tam anlamıyla sağlayamayacağıbir bütüncüllük katar.

    Bireyin bilgi ve evrene karşı konumu da dinin rehberliğinde açıklığakavuşur. Artık bilgi ve insanın kavrama kapasitesinin sınırları zatenyaratılış hikmetinin bir parçası kabul edilmekte; insan sırf anlamakla mükellefolmadığını ve izahsızlığın izahının da bizzat var oluşun temelindeyattığını anlar. Böylece bilimin daima koruduğu izah edilemeyenin izahtanuzak olmadığı, ancak şu an için tam anlaşılamadığı fikrindeki geriliminanan insan için söz konusu değildir. Diğer taraftan din, insana birsorumlukla donatıldığı ve yaşamının bir gayeye dönük olduğu fikrini aşılayarakbireyin tüm faaliyetlerinde sorumluluk bilinciyle iyilik, doğruluk, erdem gibikavramlarla düşünmesini sağlar. Bu açıdan din, ahlaki insanileştirirkeninsanı da ahlakla donatır. Bu ahlak, kurallar dizisinden çok daha geniş biranlayışı; kısacası bir yaşam tarzını ifade eder. Bireyin toplumdaki diğerfertlere karşı yaklaşımı da son derece içselleştirilmiş bir toplumsallıktankaynaklanmaktadır. Başkaları için bir şeyler yapabilme, hayatı bireyselalanın dışında da yaşayabilme dinin insana teklifin ötesinde yüklediğibir sorumluluktur.

    Netice-i kelam, dinden kaynaklanmayan bir ahlak anlayışı modern zamanlarınetik kodlarından öte bir anlam ifade edemeyecektir. Ahlaka dair kaygılarinsanın kendisini, toplumu, maddi ve sosyal evreni anlamlandırmada kullandığıanalitik araçlar ve yaklaşımlarla yakından ilintilidir. Bütüncül birahlakı ve ahlaklı bir hayat kaygısını bireye kazandırmak, tüm bu bahsi geçensahalarda tutarlı bir tavır ve kapsayıcı bir inançla mümkündür.

    1. Bauman, Zygmunt (1996), Postmodern Ethics, Oxford: Blackwell PublishersLtd., s. 2-3.

    2. age., s. 10

    3. age., s. 12.

    4. Bauman, Zygmunt (2001), Parçalanmış Hayat, İstanbul: Ayrıntı Yayınları,s. 15.

    5. age., s. 14.

    6. age., s. 13.

    7. Foucault, Michel (2000), Hapishanenin Doğuşu, Ankara: İmge Kitabevi.

    8. age., s. 432.

    9. Nietzsche, Friedrich (2000), Tarih Üzerine, İstanbul: Say Yayınları,s. 95.

    10. Strauss, Leo (1959), What is Political Philosophy, Illinois: The FreePress of Glencoe, s. 15.

    11. age., s. 17.

    12. age., s. 19.

    13. age., s.18.

    14. age., s.23.

    15. Simons, Jon (1995), “The Exileof Political Theory: the Lost Homeland of Legitimation”, Political Studies,XLIII, s. 683- 697.

    16. Arendt, Hannah (1958), The Human Condition, Chicago: University ofChicago Press.

    17. Deigh, John (1995), “Empathy and Universalizability” Ethics, 105. s.748.

    18. Sennett, Richard (1992), The Fall of Public Man, New York: W.W. NortonPress. Sennett’in Batı uygarlığında şehir ve insanhakkında kayda değer bir başka çalışması da şudur: Flesh and Stone: thebody and the city in Western civilization, New York: W. W. Norton Press (1996).