Köprü Anasayfa

Ahlâk

"Yaz 2001" 75. Sayı

  • Güzel Ahlâkı Ararken

    Mustafa Said İşeri

    İnsan, insan olduğunun bilincine vardığı bütün zamanlarda ahlâkîyargılarla iç içe olmuştur. Günlük yaşantısındaki hal, hareket vedavranışlarının gerçeklere ve doğrulara uygunluğunun arayışı insanolmanın bir gereğidir. Diğer hiç bir varlıkta böylesine ahlâkî endişeleryoktur. İnsandan sonra en kompleks varlık olan hayvanların davranışlarıbile oldukça basit, anlık ve ahlâki değerlerden bütünüyle uzaktır. Fakaten ilkel yaşantıya sahip insanlar dahi, davranışlarını haklı ve doğru çıkaracaknedenler ve deliller öne sürme eğilimindedirler. Onlarda bile aile ve kabileilişkileri oluruna bırakılmamış, kendi anlayışlarına ve kültürlerine görebelirli ahlâkî kurallara ihtiyaç duyulmuştur. Burada önemli olan uygulamanınne kadar ahlâki olduğu, güzeli, iyiyi ve doğruyu ne miktarda yakaladığıdeğil, insanlardaki ahlâki kaygıların varlığıdır.

    Sürekli olarak gelişen ve medenileşen insan nesli, davranışlarına yönveren olguları ve değerleri sorgulamış, daha iyi, daha güzel ve daha doğrununne olduğunu büyük bir merakla araştırma çaba ve gayreti içinde olmuştur.“Niçin bu doğru,bu yanlıştır? Hangisi en iyi, hangisi ise en kötüdür?”gibi soruların cevaplarını araştırmıştır. Meselebunların cevaplarını bulmakla da bitmeyecektir. En iyiyi, en doğruyu, en güzelibilmek de yeterli değildir. İnsan niçin doğruyu, güzeli, iyiyi yapmakmecburiyetindedir? Ahlâk kurallarını yaşamaya insanı sevk eden, yalnızcabu dünyada karşısına çıkacak olan ödül ve cezalar mıdır? Yoksa ahlâkiprensipler, kişinin çevresiyle uyum içinde yaşamasını ve coşkulu arzularınıdengeleyebilmesini temin etmekten öteye geçemeyen anlamsız yargılar mıdır?

    İnsanlık var olduğundan bu yana, sistemli olarak ise yirmi beş yüzyılönce Sokrat, Eflatun ve Aristo gibi feylesoflarla başlayıp günümüze kadardevam eden zaman içerisinde birçok insan tarafından üzerinde kafa yorulantemel bir mesele olmuştur, ahlâki meseleler. Değişen tarihsel ve toplumsalkoşullarla birlikte, yeni ahlâki sorunların ortaya çıkmasına rağmen,insanın yapısında temelini bulan ana sorular Antikçağ’danbu yana feylesofları düşünmeye sevk etmiştir. Biliminve medeniyetin gelişmesi problemleri daha da arttırmış ve daha girift halegetirmiştir. Özellikle günümüzde yepyeni ahlâki güncel meselelerle karşıkarşıya bulunmaktayız. İleri silah teknolojilerinin tahrip gücünü müthişbir derecede arttırması ve nükleer silahların büyük bir tehdit unsuruolması, insanları oldukça ilginç ahlâki sorunlarla karşı karşıyagetirmektedir. Tıptaki hızlı gelişmeler sonucu ise organ nakli, kürtaj,deney-tüpü bebekler ve genetik mühendisliği ile gelen yeni uygulamaların nekadar ahlâki olduğu ile ilgili yeni problemler, halen üzerinde fikir birliğisağlanamamış meseleler olarak güncelliğini korumaktadır.

    Ahlâk Nedir?

    Genel olarak tanımlayacak olursak; insan hareketlerini idare eden idealkanunların (kuralların) ilmi ve bunları yaşamın çeşitli durumlarına eniyi şekilde uygulayabilmek sanatıdır.1

    Ahlâk, insanda fazilet adı verilen hayırların, güzel fiiller yapma imkanınıkazandıran ruhi melekelerin ve istidatların gelişmesini sağlayan birdisiplindir, der Farabi. Ona göre, psikolojik olarak her insanda fazilet verezilet bulunduğundan dolayı ahlâksız insandan bahsetmek mümkün değildir.Yani insanın iyi veya kötü ahlâklı olması söz konusudur.

    İbni Sina ile İbn Miskeveyh ise ahlâkı, “insannefsinden (ruhundan) kaynaklanan, düşünüp taşınmaya gerek kalmaksızın,birtakım fiillerin doğmasını sağlayan meleke” olarak tanımlamaktadırlar.

    Ahlâk öyle bir ideal kurallar disiplini olmalıdır ki, psikolojik vebedensel yönden farklı olan birçok insanı, içinde bulunduğu durumdan dahaiyi bir seviyeye yükseltebilme imkanını sağlayabilmelidir. Ruhi melekelerinive potansiyel kabiliyetlerini alabildiğince ortaya çıkarabilmeli ve geliştirebilmelidir.

    Bir kısım ahlâki kurallar tüm insanların yapmak zorunda olduklarıiyilikler ve hayırlardır. Bir kısmı ise, kişinin olgunluk derecesine göredeğişen ve yapılması halinde onun ahlâki derecesini yükselten güzelliklerdir.Diğer insanların kişilik haklarına, can ve mal güvenliğine tecavüzetmemek zorunlu olarak yapılması gereken ahlâki kurallara örnek olarakverilebilir. Güzel ahlâktan olan cömertlik, fedakarlık, yumuşak huyluluk,sevecenlik gibi bir kısım iyi davranışların bağlayıcılığı ise düşükmertebededir. İşte, insanın ruhen kemale doğru gidişinde, nispeten dahaserbest olduğu ikinci tür ahlâki eylemleri daha belirleyici rol oynamaktadır.

    Bütün bu tanımlardan anlaşıldığı üzere, ahlâk insanın ruhuyla,kendisiyle ilgili bir olgu olduğu içindir ki, öncelikli olarak kendisini tanımasıgereklidir. Yani mahiyetini, ruhu ile bedeni arasında nasıl bir ilişki olduğunuve kainattaki konumunu doğru bir şekilde bilmek zorundadır. Ayrıca iyi ve kötününölçüsünün ne olduğu, insanın irade ve hürriyetinin ne derece bulunduğuve davranışlarından ne derece sorumlu olduğu gibi soruların cevaplarınıtatmin edici bir şekilde vermesi gerekmektedir. Biz öncelikli olarak insanı,yani kendimizi tanımaya çalışmakla başlayalım.

    İnsanın Mahiyeti

    İnsanı diğer varlıklarla kıyas edecek olursak, ondaki duyular, duygularve cihazlar çok daha fazla gelişmiştir. İnsandaki bu gelişmişlik akıl,fikir ve ihtiyaçlarının çokluğundan kaynaklanmaktadır.2 Güzelliklerin bütünmertebelerini ayırt edebilecek gelişmişlikteki gözü, yiyeceklerin ve içeceklerinher türlüsünün zevklerini fark eden dili, en ince hakikatleri anlayabilenaklı gibi daha nice cihazları insanın eşsiz mizacının göstergeleridir.Fakat bütün bu değerli cihazlar yalnız dünyada rahatça yaşamak ve lezzetalmak için verilmemiştir. Çünkü insan, en basit hayvanın aldığı hazzıve kazandığı saadeti bile yakalayamadan ömrünün sonuna gelir. Aklı onu geçmişve gelecek zamanlarla alakadar etmiştir. Geçmiş zamanın üzüntüleri ve acılarıile gelecek zamanın endişe ve korkuları, onun şimdiki zamanda yaşayacağızevklere ve hazlara iz bırakır. Hayvanların ise geçmiş ve gelecek zamanlarıolmadığından, hazır zevklerini tam olarak alırlar, rahatla ve lezzetle yaşarlar.Bu demektir ki, insanın bu dünyadaki varlığının gayesi, yalnız lezzet,zevk ve haz almak değildir. Kendisine verilen bunca zengin cihazlarıngayesinin çok daha yüksek hedeflerinin olması gereklidir.

    İşte, bu hedeflerden biri de “emanetihakiki sahibinin istediği şekilde koruyarak vekullanarak” kıymetlerinibirden bine çıkarmaya çalışmaktır. Göz, kulak, akıl ve kalp gibicihazlar birer emanettir. Mahiyetlerini anlamakta hala aciz kaldığımız bucihazların, nasıl ve nerede kullanılması gerektiğini de en iyi bilen, tabiiki onu Yaratan (emanetin hakiki sahibi) olacaktır. Örneğin, göz insanaverilen değerli cihazlardan biridir. Eğer insan onu nefsin kötü arzuları veşehevi istekleri doğrultusunda, geçici güzellikleri seyretmek içinkullansa, kıymetini alçaltır, en şerefsiz bir işte kullanmış olur. Gözüngerçek şerefli, onurlu görevi ise kainat sayfalarının okuyucusu ve Allah’ınsanat eserlerinin bir seyircisi olmak gibi yüce bir mertebeyi kazanmaktır.3

    Ahlâki hayat ilk önce insanın kendi nefsinin aşağı arzu ve isteklerinegem vurmakla başlar. İnsana verilen kalp, sır, ruh, akıl, hayal, göz, dilve kulak gibi kuvvelerin yüzlerini, geçici dünya hayatından ebedi hayata çevirmeklede yüce bir mertebeye çıkar. Yani gerçek manada güzel ahlâk, her bir duyguve cihaza kendisine ait kulluk vazifesini yaptırmakla mümkündür. Yoksa, dünyahayatının bütün ince zevklerini tatmaya çalışmak, en bayağı arzularınıtatmin etmek için kıymetli cihazlarını nefsine köle yapmak, ahlâki yükselişdeğil, sonsuz bir alçalıştır.4

    İnsana verilen bunca değerli cihazların yalnız bu dünya hayatınıkonforlu bir şekilde yaşamak ve canlılığı devam ettirmek olmadığınınbir hikmeti de şudur: Nasıl ki, kainatta meydana gelen hareketler, faaliyetleryalnız kendi varlıklarına bakmıyor. Çünkü, eğer öyle olsa, bütüngayeler, neticeler israf olacak, neticesiz kalacak, yokluğa gidecektir. Aynenöyle de, insanın davranışlarının, hal ve hareketlerinin neticeleri de yalnızca,kendisinin geçici dünya hayatına bakmıyor. Çünkü, kendi vücudunda veruhunda meydana gelen olaylardan, insana ait gayeler bir ise, Yaratıcısınabakan gayeler binlerdir. Yani, insan uluslararası ticaret yapan bir gemi kaptanıgibidir. O gemiden elde edilen büyük ticaretin kârı, gemi sahibine aittir.Kaptan ise, vazifesinin büyüklüğüne ve görevini başarıyla yapıp yapmadığınagöre bir ücreti hak eder. İnsan da vücud gemisiyle birçok gayelere hizmetetmektedir. Bunların büyük bir kısmı, vücud gemisinin sahibi olan Cenab-ıHakk’a aittir.5 Madem ki, Cenab-ıHak, varlıklardaki cemalini ve kemalini, hem kendi bütün inceliklerine nüfuzeden kendi bakışıyla, hem de şuur sahibi kullarının bakışlarıyla görmekistiyor. Öyle ise, insanın görmesi, tatması, sevmesi, öfkesi, bütün güzelhalleri ve davranışları, Cenab-ı Hakk’ıniki türlü cemal ve kemalini seyretmek istemesine uygun gelecek şekilde olmalıdır.İşte, bu neticeyi hasıl eden her türlü hal, hareket ve davranışlar güzelahlâkın mührünü taşırlar.

    Şiddetli Duygular ve Daimi Elmaslar

    Cenab-ı Hak insana binlerce duygu ve hisler takmıştır. Bu duyguların ikimertebesi bulunmaktadır. Biri mecazi olanı, diğeri ise hakiki olanıdır.Mecazi olan duygular ve hisler, insanın bu dünya hayatındaki yaşamınıdevam ettirmesi için verilmiştir. Hakiki duygular ise çok şiddetlidirler veahiret hayatını kazanmak maksadıyla insanın fıtratında dercedilmişlerdir.Çok şiddetli bir merak duygusu, yakıp kavuran bir sevgi, korkunç bir hırsve müthiş bir inat…

    Dünyaya ait işler, kırılmaya mahkum şişeler gibidir. Ahirete ait işlerise, sağlam elmaslara benzemektedir. Şişe hem değersizdir, hem de en ufakbir sarsıntıda kırılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Elmas ise hem değerli,hem de bozulma ve kırılma gibi dış etkilere karşı oldukça dayanıklıdır.Aklı başında bir kuyumcu, elindeki altın liralarını şişelere yatırmaz,belki çok daha değerli olan elmaslara harcar. İnsanın elinde de altın değerindekıymetli duyguları vardır ki, bunları elmas kıymetindeki ahirete ait işlereharcaması gerekmektedir.

    İnsanda çok güçlü olarak, gelecekten endişe etme hissi vardır. Mala vemakama karşı şiddetli bir şekilde hırs gösterir. En ehemmiyetsizzannedilen işlere inat namına mesai harcar. Dünyadaki sevilmeye layık güzelliklerekarşı şiddetli bir şekilde muhabbet besler, aşık olur. Bunlar insanın fıtratındavar olan çok kıymetli duygulardır ve varlıkları inkar edilemez. Öyle ise,ahlâksız insanlara karşı: “Hırsgösterme, inat etme, düşmanlık yapma ve dünyayı sevme!”denilemez. Çünkü, böyle bir teklif, onlar için “fıtratınızıdeğiştirin!” demek gibi altındankalkınması mümkün olmayan bir istek olacaktır. Doğrusu ise şöyle olmalıdır:Size verilen bu duyguların yönlerini değiştirin. Şiddetlilerini ahirethizmetlerinde, hafiflerini dünya işlerinde kullanın! Böyle bir nasihat,insanın yaratılışına uygun ve iradesi dahilinde olan bir teklif olacaktır.

    Şiddetli bir şekilde gelecekten endişe eden insana şunlar söylenebilir:Senin endişe ettiğin gelecek daha gelmemiş ve yarına kadar yaşayacağınadair elinde bir garanti belgesi yok. Hem de Cenab-ı Hak bütün varlıkların rızıklarınıverdiği gibi, biz insanların rızıklarını da vereceğine dair söz vermiş.Öyle ise gereksiz yere endişelenip durma. Asıl endişe edilmesi gerekengelecek ise, altmış yetmiş senelik geçici bir hayat değil, belki içindebinlerce sarayların bulunduğu dünya genişliğinde ebedi bir mekanı kazanmakiçin olmalıdır. Hem de oradaki yaşam standartları, Cenab-ı Hak’tangaflet edenler için garanti edilmemiştir.

    Diğer duyguları da bunlara kıyaslayarak inceleyecek olursak görürüz ki;insan için hem bu dünyanın hem de diğer dünyanın saadeti ve mutluluğu,duygularını yerli yerinde kullanmakta yatmaktadır. Yani, kendisine verilenhakiki ve şiddetli duygularını ahirete ait işlerde, mecazi ve hafif olanlarınıise dünyaya ait geçici işlerde kullanmakla mümkündür. Eğer aksiniyaparak, sürekli bu dünyada kalacak gibi kendisine verilen şiddetli duygularıgeçici dünya hayatı için sarfetse, sermayesini israf eden kötü ahlâksahibi bir insan olmaktan kurtulamaz.6

    Temlik mi, İbaha mı?

    Allah tarafından insana verilmiş olan ruh, hayat, cihazlar, duygular vehisler insana ibaha mı edilmiştir, yoksa temlik mi edilmiştir? Eğer temlikedilmiş olsaydı, her şeyiyle idaresinin insana verilmesi gerekirdi. Fakat,bakıyoruz en çok kullandığımız gözümüz, dilimiz, ellerimiz gibiorganların idaresinin yüzde birine bile malik değiliz. Düşünün bir kere,görmek istemenin ötesinde ne yapıyoruz, görmek hadisesinin meydana gelmesi için!Gözü yaratan O, gördüklerimizi yaratan da O, görmemizi sağlayan ışığıyaratan da. Ve milyonlarca kilometre öteden bizi aydınlatan ışığın kaynağı,güneşi yaratan da O. Görüntüler gözümüzün gözbebeğinden girdiktensonra, beynimizde görüntülenme ile alakalı meydana gelen olayları yaratıpidare eden de yine O. Öyle ise nasıl diyebiliriz, insana verilen bütün bucihazların insanın kendi malıdır, mülküdür diye? Öyle ise, insanaverilen bunca duygular ve hisler ibahadır, birer nimettir. Öyle ise insan,ibahanın gereklerine uygun olarak hareket etmelidir.

    Bir örnekle açıklamak gerekirse; nasıl ki, ziyafete giden bir misafir, evsahibinin isteklerine göre hareket etmelidir. Kendisine ikram edilenleri israfedemez, başkasına ikram edemez, yanına alıp götüremez, dökemez vegereksiz yere zayi edemez. Eğer, temlik olsaydı, yani kendi malı olsaydı, bütünbunları yapmak hakkına sahip olabilirdi.

    İşte insanın davranışlarını ahlâkileştiren, şüphesiz Cenab-ıHakk’ın huzurunda bir misafir gibi hareket etmesi vekendisine verilen nimetlere ibaha olarak bakmasıdır. Bu sebeple, kendisineibaha olarak verilen hayatı intihar ile sona erdirmesi, gözüne bile bilezarar vermesi veya çıkarması ve de en kötüsü manevi olarak gözü köretmek olan haram manzaralara bakması, ahlâki yönden aşağılara düşmesineneden olacaktır. Eti yenilmeyen hayvanları zevk uğruna öldürmek ne kadar kötübir ahlâk ise, ondan çok daha kötüsü kulağı, dili ve insana verilenbinlerce duyguları harama sarf ederek, onları manen öldürmek de korkunç birahlâksızlıktır.7

    Ruh-Beden İlişkisi

    Ahlâkın insanın kendisiyle, bir başka ifadeyle ruh ve bedeniyle ilgilibir olgu olduğunu söylemiştik. Bu nedenle öncelikle insan kendini çok iyitanımalıdır. Burada ilk incelenmesi gereken ruhun mahiyetini ve beden ilearasındaki ilişkisini tespit etmek olmalıdır. Ruh, Cenab-ı Hakk’ın “Ol!” emriyle yaratılmışve harici bir vücud giydirilmiş bir kanunudur. Kainattaki diğer kanunlardanfarklı tarafı ise, hayat ve şuur sahibi olması ile harici bir vücuda sahipolmasında yatar. Ruh da bütün kanunlar gibi basittir, parçalardan meydanagelmemiştir. Bu sebeple bozulmaya, parçalanmaya kabil değildir.

    Beden ise moleküller, hücreler ve organlar gibi parçalardan meydana geldiğiiçin bozulmaya mahkumdur, fanidir, ölümlüdür. Hayatı çabuk söner biralevden, ömrü hemencecik biter bir zaman diliminden ve varlığı ise bir andaçürümeye mahkum küçük bir cisimden ibarettir.

    Öyle ise, ruhun varlığı ve devamı bedene bağlı değildir. Bedendemeydana gelen değişiklikler ruhun devamlılığına tesir etmez. Yani başkabir deyişle her sene insanın vücudunda meydana gelen yenilenme ruhun daimiliğinibozmadığı gibi, bir gün ölümle birlikte tamamen bedenden uzaklaşması daonun varlığının devamlılığına tesir etmeyecektir. Çünkü beden ruh ilevardır ve onunla varlığı devam eder. Ruh için beden ise sadece geçici,eskiyen bir yuva gibidir. Hatta ruha ait bir elbise bile değildir. Ruhunkendisine daha münasip “beden-imisalî” veya “gılaf-ı latifî”denen şeffaf özel bir elbisesi vardır.8

    İnsan, bedeninde yerleşmiş olan ruhun yaşayabilmesi için üç ahlâki güçveya kuvvete sahip kılınmıştır. Bu güçlerden “şehevî” ve “gadabî”güçler yönüyle hayvanlara benzerken, “aklî” güç sayesinde isemeleklerin mertebesine doğru yükselir. İnsandaki bu güçlereşeriat bir sınır tayin etmiş olduğu halde, yaratılış olarak herhangi birnihayet konulmamıştır. Bunun sonucu olarak, bu güçlerin her birisindeifrat, tefrit ve vasat mertebeleri meydana gelmiştir. Böylece insanlarhayvanların seviyesine inebildiği gibi, dilediği ve gayret gösterdiğitaktirde meleklerin seviyesine yükselebilme imkanına sahip olmuştur. Bunun içinise ifrat ve tefritin denge noktası olan vasat mertebedeki iffet, şecaat vehikmetin hassas çizgisinde durabilmelidir.9

    İnsan hem bilgi gücü, hem de yapma gücü olmak üzere iki temel yeteneğesahiptir. Birinci yeteneği ile ilim öğrenmeye büyük bir arzu duyar vehakikatleri araştırır. İkinci yeteneği ise teorikte elde ettiği bilgilerihayatına yansıtmasını temin eder. Bu ise insanın pratik yönünü teşkileder. İşte insanın ahlâk dünyasını bu ikinci yeteneği ile yaptıklarımeydana getirir. Bilgi gücünün en ideal noktası “marifetullah”ta(Allah’ı tanıma, bilme) ilerlemektir. Allah’ıtanıma ise, iki türlü olabilir. Biri enfüsi, insanın iç dünyasındakideliller ile; diğeri afaki, dış dünyadaki Allah’ıbildiren bürhanlar yardımıyla. Kendini, etrafını ve bunlar yardımıylaAllah’ı tanıyanbir insan ise, bilgilerinin gereğini yapmasıyla ahlâki bir hayat yaşayacaktır.Mesela, ihlas güzel ahlâkın en zirve noktada yaşanmasıdır. İç ile dışınbir olması, şeffaflık gibi manalara gelmekle birlikte, asıl manası her an içinAllah’ın rızasınıgözeterek hareket etmek, yaşamak anlamına gelir. Ruhun böyle bir mükemmelhali yaşayabilmesi için “İhlas”suresinde de tahşidat yapıldığı gibi, marifetullah’ta terakki etmesizorunludur. Hasılı, insanı marifetullah’tailerleten bilgilerin ahlâk ile birebir ilişkisi vardır.

    İnsan Aklıyla ve İmanıyla İnsaniyete Ulaşır

    İnsanın mahiyetinde birkaç daire vardır. Bunlar insanın bitkisel,hayvansal ve insancıl yönleridir. Bir dördüncüsü daha vardır ki, bütünbu yönlerinden daha yüksek olan iman dairesindeki üstün meziyetler sahibiolmasına bakar. Günlük yaşantısında yaptıkları hal ve hareketler, bu dörtdairede cerayan etmektedir. Fakat, birçok insan tarafından bu dairelerin özelliklerive vazifeleri birbirlerine karıştırılmaktadır.10 Zannedilir ki, insaniyetinözüne yerleştirilen bütün harika cihazlar ve duygular, yanlızca bitkiselve hayvansal ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla, sadece bu dünya hayatıiçin onlara verilmiştir. Halbuki, insanı diğer canlılardan üstün birkonuma çıkaran aklı, ona daha yüksek hedefler göstermektedir. Evet,insaniyetin en yüksek mertebelerine ulaşmak, ilerlemek düşüncesi…

    İnsanı insan yapan aklıdır. Çünkü, hayvanlar gibi doğuştan mükemmelbir kabiliyetle dünyaya gönderilmemiştir. Sürekli olarak hayatın gerçekleriniöğrenmeye muhtaçtır. Öğrenmesinin ise herhangi bir bitiş süresi yoktur.Belki hayatının sonuna kadar devam edecek olan bir öğrenme sürecini yaşayacaktır.Bu öğrenme süreci pozitif ilimlerde, fenlerde ve sanatlarda olduğu gibi, bütünilimlerin temeli olan, iman ilminde de gerçekleşmelidir. Aksi halde, bütünvarlıklarla aklı sayesinde kuvvetli bir bağı olan insanın, insaniyetinimuhafaza etmesi mümkün olamaz. Çünkü, insaniyet onu canlılarla, insanlarlave muhabbet beslediği bütün varlıklarla alakadar yapar. Dünyada meydanagelen savaşların ve açlık sınırında yaşayan insanların varlığı, onaeziyet verdiği gibi, hayvan nesillerinin tükenmesi de insanı ızdırap içindebırakır. Hatta, çevre kirliliği, ses kirliliği ve hava kirliliği gibi çevresindemeydana gelen olumsuz değişimler bile insanı mutsuz etmek için yeterlidir.Bu kadar varlıklarla ve olaylarla alakalı olan insanın, bir de onların idamolduğuna, yokluğa gittiğine inanması, ne kadar elem verici olur, kıyasedilmesi neredeyse mümkün değildir. Öyle ise, insaniyet ancak Allah’a imanve ahirete iman ile mana kazanır. Aksi halde bütün buhalleri görmemek için sarhoş olmaktan ve gaflete dalmaktan başka çarebulunamayacaktır.

    Ayrıca, Allah’a ve ahirete imaninsanın hislerini de yüceltir. Örneğin, çok sevdiğieşini yalnızca dünyaya ait arkadaşlığı ve güzelliği için seven birinsanın, ona karşı sadakati ve hürmeti geçicidir. Güzelliği kaybolduktansonra ve onu kaybettikten sonra, bütün eski duygularını bir anda kaybeder.Fakat, Allah’a ve ahirete iman eden,bir insan ise yalnızca kısa bir hayat için değil,ebedi bir hayatta devam edecek olan arkadaşlıkları hatırına ve Cennethurilerinden daha güzel olan cemali hürmetine gerçek manada, eşine merhametve sadakat gösterir. Daha, buna benzer birçok örnekleri biraraya getirecekolursak, gerçek insaniyetin ancak iman ile olabileceğine olan inancımız dahada artacaktır ve kesinlik kazanacaktır.

    Fıtri Şeriat ve İnsan Ahlâkı

    “İnsan küçük bir alem, alem ise büyük birinsandır.” fikri eskiden beri birçokinsan tarafından benimsenen bir görüştür. Bediüzzamanbu meseleyi ism-i Kayyum’u izah ettiğiOtuzuncu Lem’a’da mana olarak şuşekilde açıklamıştır: İnsan şu kainatın küçük bir fihristesi, birharitasıdır. İnsandaki elementler kainattaki elementlerden, kemikler taş vekayalardan, saçlar bitki ve ağaçlardan, kan ve hormonlar nehirler, kaynaklarve yer altı sularından haber verirler. Bununla birlikte insanın ruhu ruhlaraleminden, hafızası Levh-i Mahfuz’dan, hayali alem-i misal’den, aklıalem-i melekut’tan vb. gelmiştir.İşte insan böyle bir mahiyete sahip olmasıyla küçük bir kainat ve alemolmaktadır.

    Bu pencereden bakacak olursak, ahlâk ile ilgili mühim bir hakikatin ucunu görmemizmümkündür. Nasıl ki, büyük bir insan olan kainattaki bütün işler,hareketler belli bir düzene oturtulmuştur. Biz buna Allah’ınkoymuş olduğu kanunlar manasında “şeriat-ıfıtriye” diyoruz. Bu haliyle, büyük bir insan olan kainatıkendi haline bırakmayan Cenab-ı Hak, elbette küçük alem olan insanınhareketlerinin belli kaidelere, ilkelere, namuslara uygun olmasını arzuedecektir. Hatta bu namusların, bütün kainatta icra edilen kanunlarla bellibir uyum içinde olması da gerekecektir. Örneğin, dünyanın dengesindenbulutların dengesine kadar, denizlerde yaşayan canlıların dengesinden çürükçülbakterilerin yaratılışlarının dengeli olmasına, insanın vücudundakialyuvar ve akyuvarların dengelenmesine kadar her şeyde geçerli olannihayetsiz bir “adalet”in varlığıgözümüzle görüyoruz ki, bütün bunlar Adil bir Yaratıcıyı gösteriyor.Elbette, bu Adil Yaratıcı kainatın her tarafında geçerli olan “adalet”hakikatinin insan aleminde de yaşanmasını isteyecektir ve kelam sıfatındangelen şeriatında da bunu emredecektir ve emretmiştir.

    Benzer şekilde Kuddüs isminin tecellisi gereği, karadeliklerle gökyüzünütemizlediği gibi, rüzgar ve bulutlarla atmosferi de temizleyecektir. Et yiyensağlık memurları mahiyetindeki kartallar, akbabalar, köpek balıkları vebakterilerle karaları ve denizleri de temizlediği gibi, insan vücudunu daalyuvar ve akyuvarlarla temizleyecektir. Kainatın en geniş dairesi olan gökyüzünden,en dar dairelerinden biri olan insan vücudundaki kana kadar temizliğe dikkateden Cenab-ı Hak, elbette insanın da bedeninin ve ruhunun temizliğine dikkatetmesini isteyecektir. Ruhunu kirleten günahlardan, kötülüklerden uzakdurmasını ona emredecektir. Öyle ise, Şâri-i Hakiki olan Allah’ınkainata koyduğu şeriat-ı fıtriyesi ile insana bakan şeriatı arasında biruyum vardır ki, insan bu namuslara aykırı hareket etmekle bütün kainatınhukukuna bir nevi tecavüz etmiş olduğu gibi, aynı zamanda onların nazarındada en ahlâksız bir konuma düşer.

    Eflatun’dan bu yana bir görüşvardır ki, bazı İslam filozofları tarafından da kabul edilmiştir. İnsanruhundaki akıl gücünü aktif hale getirirse, düşünerek iyiyi kötüden ayırır,eşyanın hakikatlerini keşfeder ve güzel bir ahlâka sahip olur ki, bu birbakıma “Allah’a benzeme” (teşebbüh-ü bilvacib) seviyesinde yüksek birerdeme sahip olmaktır. Fakat bu düşünce İslam’ıngerçeklerine göre firavuncasına bir hükümdür ve insanın benliğini(enaniyet) yanlış yerde kullanmasından kaynaklanmaktadır. Bu mesele ayrıntılarıyla“ene” bahsinin işlendiği OtuzuncuSöz’de anlatılmıştır. Kısaca konumuzla ilgilitaraflarını belirtmek istersek şunları söyleyebiliriz. “Tehallakubiahlâkıllah”kaidesinden çıkan mana “Ahlâk-i İlahi ile vasıflanarak Allah’akarşı acz, fakr ve kusurunu bilerek kul olmak”tır.11Başka türlü ifade edecek olursak, Allah’ınsonsuz sıfat ve isimlerinin gölgelerine ayine olmaktır. Cüz’idahi olsa ilim sahibi olmak, görmek, işitmek, malik olmak, sevmek, iftiharetmek, memnun olmak, öfke duymak gibi binlerce esrarlı tavır, hal vehareketleri hayatında göstermektir. Yoksa Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenab-ıHakk’a benzemeye çalışmak, cam parçasının güneşitaklit etmek istemesi gibi sonsuz derece haddini aşmak gibi akılsızcasına veahlâksızcasına bir davranıştır.

    Kötü Ahlâk-Ceza, Güzel Ahlâk-Mükafat İlişkisi

    Cenab-ı Hak adaletinin ve merhametinin gereği, iyilikler ve güzel ahlâkidavranışlar içinde mükafatını koyduğu gibi, fenalıkların ve kötü ahlâkıniçine de cezasını ve sıkıntısını yerleştirmiştir. Güzel ahlâksahipleri ahiretin maddi sevaplarını andıran manevi lezzetleri bu dünyada alırken,kötü ahlâk sahipleri de Cehennemin ruhları daraltan azabını manevi olarakahirete gitmeden hissetmektedirler.

    Güzel ahlâktan olan muhabbet, hürmet ve şefkat gibi iyilikler, öyle birlezzet ve zevk verirler ki, hayatını feda etmek derecesinden bir hürmet ve şefkatgöstermeye sevk eder. Bir anne evladı için hayatı boyunca eziyet çekse deşefkatin içindeki lezzetten dolayı bütün sıkıntıları unutur. Hatta şefkato anneyi öyle bir dereceye getirir ki, ahiretini bile tehlikeye atmakderecesine gelir. Aynı şekilde tevekkül ve kanaat de güzel bir davranıştır.Cenab-ı Hak, onların içine öyle bir mükafat bırakmıştır, kanaatli mütevekkilinsan fakirliğin acısını çekmekten kurtulur, hayatından gerçek manadalezzet alır.

    Kötü ahlâktan olan düşmanlık, hırs, hased, gurur, kibir ve su-i zangibi davranışlar ise, insanın kalbini ve ruhunu sıkıntılarla boğacakderecede vicdan azabı çektirir. Hırslı insan daima israf eder, kanaat etmediğindendaima şikayetçidir ve daima yarın ne olacak diye şiddetli bir merak içindekalır. Gururlu insan ise, herkesten hürmet ister ve insanlardan saygı göremediğitaktirde daima hayatında sıkıntı çeker. Kibirli insan da olmadığı gibi görünmekistediğinden dolayı sürekli kendini ağır yüklerin altına sokar ve altındaezilir. Olayları kötü değerlendirerek su-i zan eden bir insan ise, en kısabir zamanda su-i zanna uğrar, cezasını hemen çeker.12

    Kötü ahlâk ile acele cezası, güzel ahlâk ile mükafatı arasında butarz bir ilişkinin farkına varan bir kısım insanlar zannetmişler ki, iyilikve kötülük eşyanın kendi tabiatındandır. Cenab-ı Hak da, eşyanınherkesten daha iyi bildiğinden dolayı iyilikleri emretmiş, kötülükleriyasaklamıştır. Halbuki, iyilik ve kötülük Cenab-ı Hakk’ınemretmesine ve yasaklamasına bakar. Fakat, Cenab-ı Hak yaratırken de, elbettehikmetle yaratacaktır. Onun Hakim ve Adil ismi gereği iyilikler hem dünyadahem de ahirette lezzet verdiği gibi, yasakladığı kötülüklerde iki dünyadaacı ve elem çektirecektir.

    İrade ve Hürriyet

    İnsana ait davranışların ve fiillerin iyi-kötü, güzel-çirkin,itaat-isyan gibi ahlâki özellik taşıyabilmeleri için irade ve hürriyetinolması gereklidir. Çünkü Allah’ınyaratmış olduğu her şey zaten güzeldir, hayırdır. Güzelin yansıdığıaynanın güzelleşmesi gibi, Esma-i Hüsna sahibi olan Allah’tançirkin bir şey gelmesi mümkün değildir. Öyle ise olgulara değer kataninsanın iradesi, tercihi ve niyeti olmalıdır.

    İnsanın fiillerinde hür olup olmadığı ve iradesinin fonksiyonu üzerindekelam tarihi boyunca yoğun tartışmalar yapılmıştır. Bütün fikirlerin özüise temel olarak şu üç görüş üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bunlar,Cebriye, Mutezile ve Ehl-i Sünnetin görüşleridir. Cebriye insanın hürriyetininolmadığını benimsemiş, sebebe ayrı sonuca ayrı birer kaderin baktığınainanmıştır. Böylece insanın hiçbir gücünün olmadığını, iradesininbulunmadığını ve diğer varlıklar gibi davranışlarını yapmakta mecburolduğunu kabul etmiştir. Mutezile ise, insanın fiillerini kendinin yarattığınainanmış ve bunun neticesi olarak da kaderi inkar etmek derecesine gelmiştir.Mutezile’nin Allah’ı şer ve kötülüklerden tenzihetme, insanı yaptıklarından sorumlu tutma ve imtihanı anlamlı kılmaniyeti, neticede onları Allah’aortak koşmaya ve fiilleri yaratmada mecbur tutma cüretine götürmüştür.Ehl-i Sünnetin bu konudaki görüşü ise, ne cüz’i ihtiyarıne de kaderi inkar etmemektir. İnsan fiillerinin yaratıcısı değildir, fakatfiillerini seçme hürriyetine sahip kılan irade sahibidir. Ehl-i Sünnetin bugörüşünü Yirmi Altıncı Söz’deBediüzzaman akla gelebilecek soruları bütün ayrıntılarıylaele almış ve aklı ikna edecek derecede izah etmiştir. “İradeile kaderin varlığı nasıl birbirine uygun düşer?”,“Kader olayların meydana gelişini zorunlu kılar mı?”,“İrade ve ihtiyar mevcud mudur?”,“Bu dünyadaki çirkinlikler, kötülükler kaderin her şeyi güzel yaratmasıylanasıl bağdaşır?” gibi birçok soruların cevaplarınıbulmak isteyen ve konuyu detaylı bir şekilde araştırma arzusunda olanları “KaderRisalesi”ni okumaya davet ediyoruz.

    Niyet ve Ahlâki Yükümlülük

    İnsan nereye kadar sorumludur?

    İnsanın sorumluluğu anlama, kavrama mertebesinin ölçütlerine göre değişmektedir.İnsanın anlayışının birçok mertebeleri vardır. Öncelikle bir meseleyihayal eder, zihninde canlandırır (tahayyül). Sonra düşünmeye başlar, şekilve suret giydirir (tasavvur). Bir basamak sonra, üzerinde fikir yürütür, ölçer,biçer, tartar, tarafsızcasına doğruluk derecesini anlamaya çalışır(taakkul). Daha sonra o mesele üzerinde görüş sahibi olur (tasdik). Sonrakimertebede doğruluğunu kabul ettiği meseleyi uygulayarak boyun eğer, sözdinler (iz’an). Kabul ettiğive tarafından gözüktüğü meseleye taassup derecesinde bağlılık gösterir(iltizam). En son olarak da iç dünyasında makes bulup, yaşantısına aksedeno mesele hakkında sapa sağlam bir inanç sahibi olur (itikad).13 İnsanınsorumlu olmadığı mertebeler ilk üçü olan “tahayyül”,“tasavvur” ve “taakkul”u kapsamaktadır. Yani birşeyi hayal etmek, düşünmek ve akletmek mesuliyet gerektirmemektedir. Küfrünhayal edilmesi ve düşünülmesi bile küfür kabul edilmediği halde, gayriahlâki hal ve hareketlerin düşünülmesi gayri ahlâki değildir. Ne zaman kitasavvur, taakkul tasdik mertebesine ulaşır ve bir görüş suretini alır, yükümlülüko zaman insan için başlamış olur.

    Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz’andeğiller; öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar.Fakat, eğer lüzumsuz yere tekrar ede ede müstekar (devam edici) bir halegelse, o vakit, hakiki bir nevi şüphe ondan tevellüd edebilir (doğabilir).Hem bitarafane (taraf tutmayarak, tarafsızca) muhakeme (hüküm verme) namiyleve insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi (karşı görüşü) iltizam (gereğineinanma) ede ede ta öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız, taraf-ı muhalifi (karşıtarafı) iltizam eder; ona vacib (zorunlu) olan hakkın iltizamı kırılır. Oda tehlikeye düşer; hasmın (düşmanın) veya şeytanın bir vekil-i fuzulisi(gereksiz vekili) olacak bir halet, zihninde takarrür eder (yerleşir).14

    İnsanlar, yapılan fiil ve hareketlerin kendisinden mi, yoksa o işin yapılmaniyetinden mi sorumludurlar?

    Aşağıdaki başlıklarda daha ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz üzere,fiil ve hareketlerin bizzat kendileri güzel veya çirkin, ahlâki ve gayri ahlâkideğillerdir. Öyle ise, insanı sorumluluk altına alan onun niyetinden geçmektedir.Fakat, şunu unutmamak gerekir ki, tek başına fiilsiz niyetin tesiri, özellikleamele bakan meselelerde yeterli değildir. Allah’ısevdiğini söylediği halde, O’nunHabibi’nin (a.s.m.) hal ve hareketlerine benzemeye çalışmayaninsan için “niyet” fonksiyonunuyitirmiş olur.

    Niyet öyle tesirli bir iksirdir ki, eşyanın mahiyetini değiştirir; hayrışerre, şerri hayra çevirir. En sıradan hareketleri ibadete dönüştürdüğügibi, gösteriş için yapılan ibadeti de günaha çevirir.15 Öyle ise, ne yapıldığıönemli olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Ondan bir derece dahaönemli ve ehemmiyetli olan ne için yapıldığıdır. Örneğin, iki insan dabaşını secdeye koyuyor. İkisinin de yaptığı hareketler dışarıdan bakılıncaaynı. Fakat biri sırf Allah’ın rızasını kazanmak için,ona ibadet niyetiyle başını secdeye koyuyor. Diğeri ise, müşterileri çekmekve güvenilebilecek bir insan olduğu imajını vermek gibi, birtakım dünyevimenfaatleri elde etmek niyetiyle o hareketi yapıyor. Birincisi, hayır işleyereksevap kazanırken, ikinci şahsın yaptığı secdeye kapanma hareketi kendisinegünah kazandıran kötü bir hareket oluyor.

    Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde “Mü’min’inniyeti amelinden hayırlıdır”demiştir. Yani, Allah’ın nazarında insanların davranışlarıiçinde en makbul olan “külli birniyetle ve sonsuz bir inançla” yaptıklarıdır. Bumeseleyi Yirmi Dördüncü Söz’ün İkinciMeyvesi’nde geçen bir temsil ileanlamaya çalışalım: Bir zaman padişahın biri, halkınınsadakat ve hürmet derecelerini ölçmek için onların hediyelerini kabulediyor. Padişahın huzuruna girenler arasında fakir bir adam da var. Bu adamhuzura kabul edilince bakıyor ki, ülkedeki meşhur insanlar ve zenginler en güzelhediyeleri padişaha sunmuşlar. Kendi elindeki padişaha getirdiği hediyeyebakıyor ve onların getirdiği hediyelerin yanında çok değersiz kaldığınınfarkına vararak üzülüyor. Fakat, birden padişaha şöyle sesleniyor: “EySeyyidim! Bütün gözümün önündeki hediyelerin bir mislini sana takdimediyorum. Çünkü sen, onlara layıksın. Eğer benimzenginliğim ve gücüm olsaydı, bunları tamamıyla sana hediye ederdim.” İşte, padişah da, o fakir adamın sadakatini, hürmetini,niyetindeki yüksek dereceyi en büyük hediye gibi kabul ediyor.

    Biz de Allah’ınhuzuruna namazımızla çıktığımız anda, o fakir adamın hali gibi birdurumu yaşıyoruz. Bakıyoruz ki, dört büyük melekten tutalım da bütünmelek cinslerinin ibadetleri, galaksilerden atomlara kadar bütün varlıklarınubudiyetleri parlak bir tarzda Cenab-ı Hakk’asunulmuş. Bizim kusurlu, yarım yamalak yaptığımız kulluğumuz ise, onlarınyanında neredeyse bir hiç hükmünde kalıyor. Fakat, namazımızda“Ettahiyyatü lillah” demekle, bütün onlarınkulluklarını Cenab-ı Hakk’a takdimederek külli niyetimizle ve sonsuz inancımızla diyoruzki: “Ey Allah’ım!Bütün varlıkların ibadetlerini Sana sunuyorum. Eğer elimden gelseydi, onlarkadar sana ibadet edecektim. Çünkü sen, onlara, belki daha fazlasına layıksın.”İşte bu niyet ve inanç insanı bütün varlıkların üzerineçıkaran, insana ait bir gizli şifre ve tılsım mahiyetinde.

    Aynı şekilde, “El mübarekatühü”dememiz de külli bir niyeti içinde barındırıyor. Çünkü,bu kelime bütün bitkilerin tohumlarının ve çekirdeklerinin, hayvanlarınyumurtalarının niyetleriyle yaptıkları kullukları Cenab-ı Hakk’asunmak manalarını içinde derc ediyor. Örneğin, birkavun içindeki binlerce çekirdeklerin niyetleriyle diyor ki: “YaHalıkım! Bana öyle bir güç ver ki, yeryüzünün hertarafında senin güzel isimlerinin nakışlarını ilan edeyim.”Cenab-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiğiiçin, onların niyetleri var olmuş gibi kabul ediyor. Bitkilerin tohumlarınınve çekirdeklerinin bile potansiyel halde, harice çıkmamış niyetlerini kabuleden bir Yaratıcı, elbette insanın niyetini daha mükemmel bir şekilde kabuledecektir. Bütün bu sırlardan dolayıdır ki, insanların niyetleri davranışlarınınve hareketlerinin faziletlerini ve kıymetlerini arttırmak bakımından büyüktesir icra eder.

    Ayrıca, Yirmi Dokuzuncu Mektup’tageçen “nun-u na’büdü”16 nüktesinde anlatılanhakikatler de, külli niyet noktasında insanın ne kadar büyük bir mertebeyeyükselebileceğini göstermesi açısından ayrıntılı bir şekildeincelenmeye değer bir bölüm mahiyetindedir. En kısa bir zamanda, bir de bupencereden okumaya çalışalım.

    Nisbi Ahlâki Hakikatler

    Güzellik-çirkinlik, hayır-şer, eşyanın ve fiillerin güzellik ve çirkinliklerikendi özelliklerinden mi kaynaklanmakta; yoksa Cenab-ı Hakk’ınemretmesiyle güzel, nehyetmesiyle (yasaklama) çirkin olmaktadır? Bu mesele üzerindebirinci görüşü Mutezile imamları dile getirmişlerdir. Onlara göre varlıklarve fiiller ahiret itibariyle ya güzeldir ya da çirkindir. Bu sebeple Cenab-ıHakk’ın bir işiemretmesi ve yasaklamasını varlıkların kendilerine ait özelliklere tabiyapmışlar ve Onun iradesine sınır koymuşlardır. Ehl-i Sünnet imamlarıise, hayır ve şerrin Cenab-ı Hakk’ınemrine ve yasaklamasına bağlı olduğunu ifade etmişlerdir. Yani, iyilik ve kötülükfiilin kendi özelliklerine göre değil, neticesine ve amacına göre değerkazanır. Zaten kainattaki hakikatlerin büyük bir kısmı nisbi hakikatlerdir.Dolayısıyla yaptıklarımız kendi başına ne iyidir, ne kötüdür. Meselacesaret iyi, korku kötü; zenginlik iyi, fakirlik kötü; tutumluluk iyi,harcamak kötü gibi bir ayrıma gidebilmek mümkün değildir.

    Ahlâk, fazilet, hayır, güzellik ve iyiliğin büyük bir kısmı nisbihakikatlerdir. Nevlere, sınıflara, zamana, mekana ve kişilerin bulunduklarıkonumlara göre değişik mahiyet alır. Cesaret ve cömertlik erkekte bulunduğuzaman, gayrete fedakarlığa ve yardımlaşmaya sebep olduğundan faziletli, güzelbir davranıştır. Fakat, kadındaki cesaret ve cömertlik ise onu eşininhaklarına saygı duymaktan alıkoyduğundan, emniyet ve sadakati zedelediğindendolayı kötü ahlâktan sayılır. Yine zayıfın güçlüye karşı izzetinikoruması, başını dik tutması güzel bir davranış olduğu halde; güçlününzayıfa karşı büyüklenmesi kibir olacağından kötü huy kabuledilmektedir. Bir amir makamında ciddi davranmalıdır, alçak gönüllüğüve tevazu göstermesi, makamın gerektirdiği izzetli hal olan vakara aykırıbir davranış olacağından kötüdür. Fakat aynı amirin evinde sergileyeceğiahlâki tavır kibri gösteren vakar değil, tevazuu gösteren alçak gönüllülükolmalıdır.

    İnsanın işlerinde sergileyeceği davranışların yeri ve zamanı da iyi,güzel olmasına tesir eder. Mesela, işin başlangıcında Allah’tan“her şeyi nasip eden, zaten O’dur” diyerek bekleyiş içinde olmak ve hiçbir gayret göstermemek kötü ahlâktan sayılan tembelliktir. İşin bütüngereklerini yerine getirdikten sonra, neticeyi Allah’tan istemek ve kısmetinerazı olmak ise güzel ahlâktan olan tevekküldür.

    Olaylara muhatap olunan cihet de davranışların keyfiyetini etkiler. Kişininkendi hesabına fedakarlık göstermesi, hoşgörülü olması güzel bir ahlâkkabul edilirken, başkası hesabına ve namına olduğu taktirde hıyanet gibialçak bir davranış olur. Aynı kişi kendi namına tevazu göstererek alçalabilir,fakat övünemez. Milleti namına ise övünmesi güzeldir, tevazu eder derecealçalması ise çirkin kaçan bir davranıştır.17

    Bütün bu örneklerden anlaşıldığı üzere sureten birbirine benzeyendavranışlar, manen ve ahlâken birbirine tamamen zıt olabiliyor. Tevazutezellül ile, vakar tekebbür ile iktisat cimrilik ile görünüşte benzediğihalde hakikat cihetiyle bütünüyle birbirinden farklı hasletlerdir.

    Ahlâkın bu nisbi özelliği sebebiyle, insan bulunduğu yere, zamana vemakama göre birçok farklı şahsiyetlere sahip olmaktadır. İşinde vakarlıiken evinde mütevazi, kendine karşı yapılan yanlışlıklara karşı hoşgörülüiken milleti ve vatanı için yapılanlara karşı müsamahasız ve hamiyetli, mü’minlerekarşı şefkatli iken aynı andan inançsızlara karşı öfkeli ve şiddetliolması gerekmektedir.

    Hayır ve Şer

    Kainatta cereyan eden olaylarda asıl olan hayırlardır. Her şeyde, hattaen çirkin görünen şeylerde bile, gerçek bir güzellik yönü bulunmaktadır.Bize şer, kötü gibi gelen hadiselerin altında birçok rahmet ve merhamet gülümsemelerisaklıdır. Öyle ise, olaylar ve varlıklar ya bizzat ya da neticeleriitibariyle güzeldir. Risale-i Nur terminolojisinde, birincisine “hüsn-übizzat”, ikincisine de “hüsn-ü bilgayr” denmektedir.18

    İnsan yalnızca kendisine bakan yönden olayları hayırlı ve şerli olarakdeğerlendirdiğinden ve de algılarına tam manasıyla güvendiğinden çirkin,şer olduğuna hükmedebilmektedir. Fakat, kainattaki işleyiş yalnızca insanınmenfaatlerine ve anlayışının ölçülerine göre cereyan etmemektedir. Öyleise, kendisine dokunan küçük bir şer için, o olayın bütün hayırlıneticelerini görmezlikten gelmek, akla uygun bir davranış olmasa gerektir.Mesela, yağmurun yaratılması canlı hayatının devamı, havanıntemizlenmesi, yeryüzünün yıkanması gibi birçok hayırlı neticelere bakar.Fakat, tedbirsizlik yapıp şemsiyesini yanına almayan veya yazlık ayakkabısınıgiyen bir insanın ıslanması, çamura batması gibi küçük şerlere maruzkalması, yağmurun yaratılmasını şer olarak görmek için geçerli bir hükümdeğildir. Kötü, çirkin diye nitelemek ise, insafsızcasına ve bütün hayırlıneticelere hiçe saymak kadar akılsızcasına bir değerlenme olacaktır. O kişininküçük bir zarara uğramaması için, eğer yağmur var olmamış olsa, bütünhayırlar güzel neticeler miktarınca çirkinlikler açığa çıkacaktı.

    Aynı şey şeytanın yaratılması için de geçerlidir. Şeytanın varlığındaküçük şerlerle birlikte birçok hayırlı büyük gayeler mevcuttur. Çünkü,bu sayede insanın çekirdek mahiyetindeki istidat ve kabiliyetleri açığa çıkarakyeşermiş, ebedi alemde bir nevi ağaç olarak meyve verecek değeri kazanmıştır.Nasıl ki, toprağa atılan yüz çekirdekten sekseninin bozulması, yirmisininağaç olarak on binlerce meyve, yüz binlerce çekirdek vermesi, çürüyenseksen çekirdeğin zararını kat kat telafi eder. Bunun gibi, şeytanlarınyaratılmasıyla insanlığın yüzde sekseninin bozulmasının insanlık nevinevereceği zararı, melekleri arkada bırakan yüzde yirmilik insan-ı kamillerin(mükemmel insanlar; peygamberler, evliyalar, asfiyalar) kazandıracağı şerefve kıymet hiçe indirir. Kainatta en şerli varlık olan şeytanın yaratılmasıbile, birçok hayırlı neticeleri veriyorsa; o zaman denebilir ki, şerlerizafidirler, hayırların sayısız mertebelerinin açığa çıkmasına hizmetederler.19

    Ahlâki Değerler Akli midir, Yoksa Duygusal mıdır?

    Ahlâk, duyguların mı, yoksa aklın mı konusudur? Bu anlamda felsefetarihi boyunca sürekli tartışma yaşanmıştır. Bir kısım filozoflar “aklıduygulara hizmet etmekle yükümlü bir köle”olarak görecek kadar duyguları ön plana çıkartırken,bir kısmı da “hiç kimse bilerek kötülükyapmaz” diyecek kadar akıl ve bilgiyi ahlâkınmerkezine yerleştirmişlerdir.

    Ahlâki değerlerin şahıslara, dolayısıyla şahısların duygularına göredeğişmekte olduğunu, bilindiği kadarıyla ilk olarak öznelci Sofistlerileri sürmüşlerdir. Onlara göre, herkes istediği şeylere değer verir veyaptığının doğru olduğunu ileri sürebilir. Fakat böyle bir ahlâki anlayışlayapılan en basit bir davranışta bile tutarlılık yoktur. Mesela, duygularıylahareket eden bir insan için ahlâkın temel erdemlerinden olan adaletlidavranmakta bile birçok çelişkili haller yaşanacaktır. Kararlarını vedavranışlarını duygularına göre belirleyen bir hakim düşünelim. Sanıksandalyesinde oturan dostu olsun yada kendisine göre rejim düşmanı biriolsun. Sanık hakkında vereceği kararlar ne kadar ahlâkın, ne kadar dahukukun prensiplerine uygun olacaktır?

    Ahlâki ilkelerin duygulara dayandığını ileri süren başka bir görüşde, faydacı ahlâk geleneğinin kurucuları olan İngiliz filozoflar Hume,Bentham ve Mill tarafından ileri sürülenidir. Onlara göre ahlâkilik, insanınbir fiile karşı olumlu bir duyguya sahip olmasıyla sağlanmış olur. En büyüksayıda insana en büyük ölçüde mutluluk sağlayan her türlü eylem, onlariçin doğru kabul edilmiştir. Fakat faydacı anlayışa göre azınlıklarınve bireylerin haklarının korunması mümkün değildir.

    Ahlâkın aklın konusu olduğunu en etkili bir şekilde dile getirenlerin başındaSokrat gelir ve kendinden sonraki talebelerini de bu yönde etkilemiştir. Oinsanların ruhlarında, ahlâki doğruların gizli bir şekilde var olduğunu düşünür.İnsanın görevi ise bu gizli bilgileri açığa çıkarmaya çaba sarfetmektir, der. Bu sebepten Sokrat için ahlâk bilgi ile alakalıdır ve bilenbir insanın isteyerek kötülük yapamayacağını düşünür. Bu düşüncetarzına göre iradenin hiçbir fonksiyonu yoktur. Aklın tasdik ettiği bütündoğrular, ister istemez otomatik olarak yapılacaktır. Sokrat’ınöğrencileri olan Eflatun ve Aristo da hocalarını takip ederek, ahlâki gerçeklerininsana ait hazlardan ve duygulardan bağımsız olduğunu düşünmüşlerdir.Haz ahlâkı denen Hedonizm’e şiddetlibir şekilde karşı çıkmışlardır. Gerçi, Aristo, Eflatun kadar hazzınkarşısında değildir. Belli bir ölçüdeki hazzın iyi bir şey olduğunu düşünmüştür.Zaten kendisinin ahlâki felsefesine de “orta yolcu” demek mümkündür.Oburluk derecesinde aşırı yemek de, yemeden içmeden kesilmek de, ona göredoğru davranış değildir. Orta yolun gereği ihtiyacı miktarınca yemekgereklidir. Hatta bunda da tamamıyla katı bir düşünceye sahip değildir.Yani orta yolun insanlara göre değişebileceğini söyler. Örneğimizdenhareket edecek olursak; iri yarı bir adamın ihtiyacı ile çelimsiz bir adamınihtiyacı birbirinden farklı olacağından, yemek yeme miktarları dabirbirinden ayrı olacaktır. Gerçi bazı ahlâki davranışların orta yolu dayoktur ya. Örneğin, ya doğru söylersiniz, ya da yalan…

    Bir davranışın ve halin ahlâki olabilmesi için iki temel özelliğesahip olması gerekmektedir. Bunlardan birincisi, ahlâki değerlerin mutlaklaştırılabilirliğinin(evrenselleştirilebilirlik) sağlanması. İkincisi ise bağlayıcılığın(otorite zorunluluğu) temin edilmesidir.

    Duyguların esas alındığı evrensel bir ahlâk kuralı oluşturmak mümkündeğildir. Çünkü duygular, her insanın istek ve çıkarlarına göre değişimeuğramaktadırlar. Eğer ahlâki değerler insan aklının ürettiği bir takımilkeler ise, değerlerin ömrü, kişinin ve toplumun değişime dayanabildiğisüreye kadar devam ederler. Madem ki, insan aklı sürekli olarak gelişmekte,eskiden göremediği hikmetleri yeni yeni fark etmektedir ve bu böylece devamedecektir. Öyle ise, akıl da tek başına yeterli değildir. Belki, bütünzamanlardaki insanların akıllarına hitap eden külli bir akıl gereklidir.İşte, ahlâki değerler külli akıl dediğimiz Şeriata dayandığı müddetçecanlılığını koruyabilir. Aksi halde parçalanmaya, yenilenmeye mahkumdur.

    İnsanın yaratılışında çok önemli bir gerçek vardır ki, o dahayvanlardan farklı olarak insaniyete layık bir şerefle yaşamak istemesidir.Giyiminden, yemesinden barınmasına kadar birçok ihtiyaçları vardır vebunları en güzel bir şekilde temin etmek ister. En güzel giysileri, enlezzetli yemekleri ve mükemmel bir çevrede bina edilmiş konakları, yalılarıarzu eder. Bunun için ise diğer insanlarla yardımlaşmak zorundadır. Çünkübir insan aynı anda hem terzi, hem aşçı, hem marangoz, hem inşaatçı gibibirçok meslekleri bilmesi gerekecektir. Bunların hepsini tek başına öğrenmesinehem zamanı hem de gücü yetmez. Öyle ise alış-veriş ile diğer insanlarınürettikleri mallardan istifade etmeye çalışacaktır. Fakat, insanın ruhunatakılan kuvvelere yaratılıştan bir sınır konulmaması sebebiyle, birlikteyaşadığı insanların haklarına tecavüz etmesi muhtemeldir. Mesela, öylebir hırsı vardır ki, sahip olduğu hiçbir şey onu doyurmaz, hep daha fazlasınıarzu eder. Sınırsız derecede aç olan duygularını, ancak aklı ile sakinleştirmesimümkündür. Fakat, insanların akıllarına da herhangi bir şekilde sınırkonulmamıştır. Bir kısım insanlar “doğruyu yanlış,yanlışı doğru gösterebilecek kadar”cerbezeli bir akla sahipken, diğer bir kısmı ise “nedoğruyu ne de yanlışı ayırt edemeyecek kadar”gabi bir akla sahiptir. Hem de böyle farklı bir çokdereceye sahip akılların bulunduğu bir toplumda, ortak bir adalet üzerineuzlaşılması mümkün değildir. O zaman bütün akıllardan yüksek küllibir akla ihtiyaç vardır ki, o da Şeriattır.

    Hem de insanlık, sürekli olarak bir gelişmeyi ve terakkiyi yaşamaktadır.Gözümüz önündeki bu kadar teknolojik gelişmeler ile fenlerdekiilerlemeler, insanın çekirdek mahiyetindeki istidatlarının yavaş yavaş açığaçıkarak birikmesiyle meydana gelmiştir. İnsanların kendi akıl ve duygularınabaşvurarak kabul ettikleri ahlâki prensipler de aynı şekilde birçok tecrübelerve olaylar yaşandıktan sonra ortaya çıkmıştır. Sürekli olarak da birsonraki duruma dar gelmekte ve parçalanmaktadır. Fakat, Şeriatın koymuşolduğu ahlâki prensipler ise vücudun derisi gibi insanlığın gelişmesine fıtriolarak ayak uydurmaktadır.

    Ahlâki değerler her ne kadar herkes tarafından bilinse de, pratikte yaşanmasıapayrı bir sorun olarak karşımıza çıkar. Doğruyu, güzeli, iyiyi bilmektek başına yeterli değildir. Bu nedenle öyle bir otorite olmalıdır ki,vicdanlara da tesir etmelidir. Maalesef insanların Şeriattan bağımsızolarak yerleştirmeye çalıştıkları ahlâki değerler, işte böyle bir özelliktenmahrumdur.

    Mutluluk ve Saadet-i Dareyn

    Günümüze kadar birçok feylesof tarafından, hayatın ve ahlâkıngayesinin mutluluk (saadet) olduğu düşünülmüştür. İdeal manada mutluluğuise hiçbir amaca vasıta olmayan, gayesi yalnızca kendisi olan şey olaraktarif etmişlerdir. Bu anlamdaki mutluluğa ulaşabilmenin ise sağlıklı düşünmemelekesi ile güzel ahlâk sahibi olmakla mümkün olacağına inanmışlardır.

    İlk olarak saadet ve mutluluğu ikiye ayırmakla konumuza başlayalım.Bunlardan birincisi dünya saadeti ve mutluluğu, ikincisi ahiret. Bir kısımhazcılar gibi ahireti düşünmeyerek “Nevarsa bu dünyada var, hayatın en sıradan lezzetlerinidahi tatmak lazım” diyerek yaşamakda eksiktir; bir kısım sofiler misali yalnızca ahireti düşünüp dünyayı“cife” diye tabir ederek bütün bütün terk etmek de.

    Dünya saadetinin ise iki ciheti vardır. Biyolojik veduygusal lezzetlerle elde edilen saadet ile kabiliyet, maharet ve meziyetlerin açığaçıkmasıyla kazanılan psikolojik lezzetlerin verdiği saadet. Yalnızcabiyolojik ihtiyaçları en güzel bir şekilde karşılamak, insana gerçekmutluluğu ve saadeti sağlamaz. Ruhu cehennemde olan bir insanın, cennet gibibir ortamda lezzet alması, mutlu olması mümkün olmadığı gibi, yalnızcabu dünya saadeti insanı tatmin etmek için yeterli değildir. Öyle ise ahlâk,insana iki dünya saadeti kazandıracaksa anlamlıdır.

    İnsan, hayvan gibi olamaz. Sadece şimdiki zamanda aldığı lezzetlerletatmin olmadığı gibi, geçici bir hayattan ibaret olan dünya hayatından dahaz ve lezzet alması, onun için yeterli değildir. Çünkü devam etmeyenlezzet, insana büyük acılar çektirir. Bu sırdandır ki, gelecekteki daimibir saadet uğruna gerekirse şimdiki geçici saadetinden vazgeçebilmek insanamahsus akılcı bir davranıştır. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) buyurduğugibi: Dünyanın bin sene mesudane mutlu bir hayatı, bir saatine değmeyencennet hayatı ve cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat müşahedesine değmeyenCenab-ı Hakk’ıncemalini ve kemalini görmeye gitmek olan ebedi saadeti amaç edinmek, insanınen büyük ideali olması zaruridir. Böyle bir netice ise, ahlâki kaidelerintemelini teşkil eden iman, marifet (Allah’ıtanıma ve bilme) ve muhabbetullah (Allah’ısevme) ile mümkündür.

    Yaratılışın en yüksek gayesi Allah’aiman etmektir. İnsanın kazanabileceği en yüksek makamve şeref ise Allah’a imanhakikatinin içindeki O’nu hakkıyla bilebilme, tanıyabilmehadisesidir (marifetullah). O’nu tanıyanve bilen bir insan ise en parlak saadet ve lezzet olan “Allahsevgisini” (muhabettullah) yakalamıştır.20 Budemektir ki, gerçek saadet ve mutluluk imandan, marifetullahtan vemuhabbetullahtan geçmektir. Fakat nasıl bir iman? İşte, Bediüzzaman hakikisaadete götüren imanın nasıl olması gerektiğini Yirmi İkinci Söz veYirminci Mektub gibi eserlerinde tevhidi en ince teferruatına kadar izahederek, bizlerin ufuklarını açmaktadır.

    “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü,tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder”21kaidesince iki dünya saadeti sadece, tevhidi bir imanla mümkünolabilmektedir. Tevhidi manada bir iman ise zerrelerden canlılara,sistemlere, dev gökadaların toplamından teşekkül etmiş süperkürelere22kadar bütün varlıklarda Allah’ınvarlığını ve birliğini, hiçbir ortak ve yardımcıya ihtiyacı olmadığınıgörebilmekle mümkündür. Böyle bir inanca sahip olan insan, kendisiniyaratan Zatı bulur ve merhametine sığınır, her türlü ihtiyaçlarına ulaşır;kudretine dayanır, her türlü musibetlerden, korkulardan kurtulur. Hem bu dünyada,hem de ahirette sonsuz bir mutluluğa, saadete kavuşur.

    Seküler Ahlâk

    Günümüzün çağdaş dünyasındaki egemen görüş, dinsel inançlardankendini koparmış olan bilimselliktir. Fen bilimleri ile sosyal bilimlerdemeydana gelen hızlı gelişmelerin, insanın ahlâki yönden istediği çokdaha huzurlu ve mutlu bir hayatı yaşamak arzusunu tatmin edemediği aşikarbir gerçektir. Aksine, bilimsel ve teknolojik gelişmeler kötülük araçlarınıdaha da arttırmış ve hayatı zehir edebilecek olayları alabildiğine çoğaltmıştır.İnsanlık iki dünya savaşını, son yüzyılında görmüş ve şimdiye kadartüm insanlık tarihinde yapılan tahribatın bir mislini gerçekleştirmetalihsizliğini yaşamıştır. Bu şekildeki bir bilim ne kadar saadet getirirve ne derece ahlâkî gelişme sağlayabilir? Elbette, şimdiye kadar gerçekleşmeyenbir imkanın varlığını düşünmek oldukça güç olacaktır.

    Teknolojinin gelişmesi dünya üzerinde homojen olmamıştır. Günümüzünyoksulları ile zenginleri arasında müthiş uçurumlar meydana gelmiştir. Dünyanındört bir yanında iş yapan sermaye sahipleri (küresel işadamları), özgürlüğünalabildiğine tadını çıkarırken, diğer tarafta fabrikaların içlerinehapsedilmiş sayısız insanlar, modern köleliğe mahkum edilmiştir.

    Kapitalizmin hakim olduğu seküler ahlâk anlayışında, ahlâkilik para vekazanç getirme oranına göre değişmektedir. Hatta ilginçtir, Cennettekimakamın, rahat ve mutluluk derecesinin dünyadaki zenginlik durumuna göre değişeceğineolan inanç, seküler ahlâkın nerelere ulaştığını göstermesi açısındanönemli bir örnektir. Bu tarz bir düşünce emek-sömürü felsefesi ahlâkileştirmeamacına da hizmet etmektedir. Kapitalizmin ahlâk anlayışına göre kâr vekazancı çoğaltan her türlü davranış ahlâkidir. Yüksek faizle sermayebiriktirme, işçinin ücretinden kısarak az ücretle istihdam etme, insanlarınsuni ihtiyaçlarını reklam ile körükleyerek tüketimi arttırma ve aldatarakmalını satma gibi davranış şekilleri, günümüzün ahlâki değerleri olmuştur.Öyle ki, dış pazarlardaki menfaatlerin elden kaçırılmaması için ekonomikve siyasi karışıklık çıkarmaktan tutun da, gerekirse gözünü kırpmadansavaş açmalara kadar her türlü entrikalar ve zulümler, yeni dünya düzenininahlâk anlayışının ürünleridir.

    İleri haberleşme imkanları sayesinde dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşananhadiseler ve kötü hayat koşullarına terk edilen insanların durumları, sıradanher insan tarafından takip edilebilecek seviyeye gelmiştir. Fakat, bu duruminsanların birbirlerinin yardımına koşmalarına sebep olmak bir tarafa,olaylara karşı ilgisizliğe ve hemcinslerine karşı sorumluluk duygularınınkörelmesini netice verecek dereceye ulaşmıştır.

    Sanayileşmenin getirdiği bolluktan istifade eden insanların da tam anlamıylamutlu oldukları söylenemez. Her artı ürün insanların sahip olamadıklarıbir ihtiyaç, sahip olanlar için ise kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyakaldıkları, sigortalanması gereken bir mülk durumunu kazanmıştır. Heryeni çıkan değişik ürünler insanların ihtiyaç defterinin, gün geçtikçedaha da kabarmasına neden olmaktadır. Garanti süresi dolmadan demode olanbilgisayar parçalarından tutun da, arabaların modellerine kadar müthiş birşekilde tüketime zorlayan değişimler yaşamaktadır, dünyamız. Yepyeniteknolojik ürünler, dünya pazarında girdikleri ve tüketildikleri hertoplumda kendi kültürel değerlerini de beraberinde getirmektedirler. Artıkinsanların yaşadıkları mekanların estetiğini, giyinişlerini, yeme-içmealışkanlıklarını, araba markalarını, hobilerini, eğlencelerini ve tatilmekanlarını yeni seküler ahlâki değerleri ve kültürleri belirlemektedir.

    Çağdaş medeniyet insanları biraya getirmiş ve bunun sonucu milyonlarcainsanın balık istifi gibi yığıldığı kalabalık ortamlar, yaşam mücadelesiverdiği şehirler ve metropoller ortaya çıkmıştır. İnsanlar arasındakiilişki ağları karma karışık denebilecek kadar çoğalmıştır. Maalesef,iletişimi arttıran her türlü gelişme yaşandığı halde, insanlarınsamimi olarak yakınlık duyduğu dostlarının azalması engellenememiştir.Gittikçe kalabalıklaşan ortamlarda, ışık yıllarıyla bile ölçülemeyecekderecede birbirinden uzak, yalnız hayatlar gizlenmiştir. Seküler ahlâk,insanın hem iç dünyasını hem de dış dünyasını kirletmiştir. Beton vedemir yığınları arasında bir nevi hapis hayatı yaşayan insanoğlu, şehringürültüsü, hava ve çevre kirliliği ile trafiği gibi nice dertleriyle tambir ufuneti yaşamaktadır.

    Günümüz seküler ahlâkının ve yaşantısının kaynağı, felsefeninverdiği ahlâk derslerinin temel prensiplerinden doğmuştur. Yani yaşamak içinmücadele etmenin öğretildiği, maddeten ve serveten güçlü olanın daimahaklı olduğunun benimsetildiği ve hayatın gayesinin en ince lezzetlerinekadar hevesleri tatmin etmekte yattığının telkin edildiği bir ahlâk anlayışı.Elbette, böyle bir ortamda yetişen insanlar arasında çatışmaların, boğuşmalarınve tecavüzlerin eksik olmaması kadar normal bir şey olamaz herhalde.

    Kur’an Ahlâkıve Sünnet-i Seniyye

    Bütün hakikatler gibi ahlâka dair ilkeler ve prensipler de sınırlı akılve duygularla tam manasıyla kavranamazlar. Olayları bütün yönleriyle kuşatankülli bir nazar olmalıdır ki, ifrat ve tefrite varmadan hakikatlerin ölçülerikorunabilsin. Bu meseleyi Yirmi Beşinci Söz’degeçen bir temsile uyarlamaya çalışırsak şöyle anlaşılabilir.Denizin derinliklerinde birçok kıymetli mücevherlerin bulunduğunu düşünelim.Bu mücevherleri aramak için birçok dalgıç denize dalıyor. Fakat, dalgıçlarıngözleri kapalı. Bu sebepten araştırmacı dalgıçlar, el yordamıyla mücevherlerinmahiyetini anlamaya çalışıyorlar. Dalgıçlardan biri uzun bir elmas buluyorve zannediyor ki, bütün hazine uzun bir direktir. Başka bir dalgıç ise küreselbir yakut buluyor. Diğer birinin ise kare şeklinde bir zümrüt eline geçiyor.Her bir dalgıç hazineyi, kendi eliyle keşfettiği mücevherlerin daha büyüğüolarak hayalinde canlandırıyor ve öyle inanıyor. İşte felsefecilerin ahlâkideğerleri keşfetmek için harcadıkları çabalar, gözleri kapalı dalgıçlarınmisaline benziyor. Her bir felsefeci belki hakikatin belli bir kısmını keşfediyor.Fakat, hakikat tamamıyla bizim tarif ettiğimiz gibidir dedikleri zaman,hakikatin gerçek şekli değişiyor, ölçüsü kayboluyor. Kur’an’ınayetleri ise gözleri açık bir dalgıç gibi, hazineyi bütünüyle görüyorve ona göre tarif ediyor. Bu sebepten on beş asır önce belirlediği ahlâkiprensipler ve ilkeler halen gençliğini muhafaza etmektedir ve kıyamete kadarda insanların ahlâki ihtiyaçlarına cevap verebilecek kabiliyette olduğu,her geçen gün daha da iyi anlaşılmaktadır.

    İnsanlık tarihinde şimdiye kadar ve özellikle de asrımızdaki bütün kötüahlâkların kaynağını iki kelimede özetlemek mümkündür. Bunlardanbirinci kelime: “Ben tok olayım,başkası açlıktan ölse, bana ne.” İkince kelime ise: “Sençalış, ben yiyeyim.”Bu kelimelerin içinde yatan düşünce sosyal hayatın dengesini bozacak kadaretkilidir. Çünkü toplumun tabakaları arasındaki gerginliğe sebep olmakta,var olan gerginliği ise daha da arttırmaktadır.

    Toplumlar genel olarak zenginler ve fakirler ile havas ve avam diyebirbirinden bütünüyle ayrı iki tabakadan meydana gelmektedir. Sosyal hayatınhuzuru ve rahatı ise bu tabakalar arasındaki dengenin korunmasıyla devameder. Yani, zenginler fakirlere karşı sevgi ve şefkat duyduğu, fakirler dezenginlere saygı ve itaat ettiği sürece, o toplumdan huzur eksik olmaz.Fakat, her ne zaman ki zenginler, “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktanölse bana ne.” diyerek fakirlere her türlü eziyeti, haksızlığıve ahlâksızlığı reva görürler; fakirler de “Sençalış, ben yiyeyim.”anlayışında olan zenginlere kin ve düşmanlıkbesleyerek kötü ahlâk sahibi olurlar, işte o zaman sosyal hayat korkunç çalkantılargeçirir, huzur ve saadet kaybolur. Yirmi birinci asra adım attığımız bu yıllarda,halen toplum tabakaları arasındaki çatışmaya çözüm bulunamadığı için,bir türlü toplum barışı sağlanamamıştır. Halbuki, bin beş yüz sene önceindirilen Kur’an, zekatıemrederek ve faizi yasaklayarak bu yarayı tedavi etmiştir ve kötü ahlâkınkaynaklarını kökünden keserek imha etmiştir.23

    Her bir ilmin, fennin ve teknolojik gelişmenin hakikatleri Cenab-ı Hakk’ınbir ismine dayandığı24 gibi, ahlâki güzellikler ve olgunluklar da Cenab-ıHakk’ın birismine dayanmakla mana kazanır. Nasıl ki, mühendislik Cenab-ı Hakk’ınAdl ve Mukaddir ismine dayanır ve o isme yapışmakla ilerler, öyle de güzelahlâk Cenab-ı Hakk’ınbaşta Latif, Kerim, Hakim ve Rahim gibi isimlerinin cilvesi olması zaruridir.Bütün güzel isimler (Esmaü’l-Hüsna)kendisine ait olan Allah, isimlerinin güzelliklerine ve mükemmelliklerine enparlak ayna olan insanların güzel vaziyetlerini ve iyihallerini görmek isteyecektir. Kendisi görülmeyen, binlerce perde arkasındabulunan Cenab-ı Hak, elbette, hoşuna giden ve razı olduğu fiilleri, halleri,sözleri ve hareketleri bir model hükmündeki en sevdiği kulunda gösterecekve ezeli sözlerinde (kelam-ı ezeli olan Kur’an-ıKerim) açıkça bildirecektir. İşte ahlâkın özü ve kaynağı Kur’an’ınayetleri ve Resul-i Ekrem’in (a.s.m)Sünnet-i Seniyyesidir.

    Resul-i Ekrem’in (a.s.m) ahlâkı, bizzat Cenab-ıHak tarafından övülmüştür. Kalem Suresi’nindördüncü ayetinde Cenab-ı Hak, onun ahlâkı için “Şüphesizsen pek büyük bir ahlâk üzerindesin” diyerek taltif etmiştir. Hatta, onunahlâkına uygun davranışlarda bulunmak o kadar önemlidir ki, yaratılışınen yüksek gayesi olan “muhabbetullah”la denk tutulmuştur. Al-i İmranSuresi’nin otuz birinci ayetinde, Cenab-ı Hak PeygamberEfendimize şöyle emretmektedir: “Deki: Eğer Allah’ıseviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”Bu ayetten de anlaşıldığı üzere, Allah’ı sevmek,Peygamber Efendimiz’in sünnetineuygun hareket etmek ve onun ahlâkına benzemeye çalışmaklaeş tutulmuştur.

    Peygamber Efendimizin Sünnet-i Seniyyesi’ninkaynağı üçtür: Sözleri, fiilleri ve halleri. Bu üçkısım da farzlar, nafileler ve güzel ahlâk olmak üzere üçe ayrılmaktadır.Farzları yapmak, her Müslüman’ınmutlaka yerine getirmesi gereken işlerdir. Terk edilmesi halinde cezası vardır.Nafileler kısmı ise, yapılmaması halinde cezası olmamakla birlikte büyüksevaplardan mahrum olmaya neden olur. Üçüncü kısım sünneti olan güzelahlâkı ise, insanın özel hayatına ve sosyal hayatına ait birçokhikmetleri ve menfaatleri ihtiva etmektedir. Bununla birlikte, en sıradan işlerdedahi O’nun (a.s.m) sünnetine uygunhareket etmek, yapılanları ibadete çevirecek bir sırrıtaşımaktadır. Çünkü, sünnete uygun yapılan günlük işler PeygamberEfendimizi (a.s.m) akla getirir. Oradan da, yapılan işin Cenab-ı Hakk’ınemirlerine uygun olduğunu ve O’nunhoşuna giden bir davranışı yerine getirdiğini düşündürür. Bu ise,insanı sürekli Cenab-ı Hakk’ın huzurunda bulunuyormuşgibi, güzel ahlâka uygun hareket etmeye teşvik edici bir ruh haline kavuşturur.

    Peygamber Efendimizin (a.s.m) insanlar içerisinde en güzel ahlâka sahipolduğunun canlı bir delili de, onun sünnetine uyarak her iki dünya saadetinikazanan milyonlar mükemmel insanları yetiştirmiş olmasıdır. BaştaSahabeler olmak üzere, asfiyalar, evliyalar hep O’nun(a.s.m) irşadıyla yetişmişler ve kendileri gibi birçok güzel ahlâk sahibiinsanların yetişmelerine vesile olmuşlardır. Öyle ise, O’nun (a.s.m) ahlâkıörnek alınacak birçok güzellikler taşıyan bir model hükmündedir.25

    Sonuç

    Madem ki insan, diğer varlıklardan farklı olarak çok daha fazla gelişmişduygulara ve cihazlara sahiptir. Elbette bunlar geçici bir dünya hayatını yaşamakiçin oldukça fazla özelliklerdir ve dünya lezzetlerinden zevk almak birtarafa acı çekmeye sebep olmaktadırlar. Çünkü, tok olmayı bilmeyenduygular ile sınırlı lezzetlerin bulunduğu bir alemde yaşamak insanı azapiçinde bırakır. İnsanın en latif ihtiyaçları olan hayali bile milyonlarcasene yaşadıktan sonra ebediyen yok olmaya dayanamamaktadır. Öyle ise bu şiddetlive çok gelişmiş duygular ahireti kazanmak için verilmiştir. Ta ki, israfolmasın, sonsuz gayelere, hedeflere hizmet etsin.

    İnsana verilen cihazlar temlik değil, ibahadır. Eğer temlik olsa idi, bütünüyletasarruf ve idaresinin ona verilmiş olması gerekirdi. Öyle ise, ibahanıngereklerine uygun bir şekilde hareket edilmeli ve dünyada bir misafir gibihareket etmeye özen gösterilmelidir. Misafirhane Sahibinin ikram ettiğinimetleri israf etmeden, gereksiz yere zayi etmeden istifade etmeye çalışmaklazımdır.

    Beden ruh ile ayakta durur ve hayatını devam ettirir. Tek başına bedeninhiçbir fonksiyonu yoktur. Ruh ise ebedidir ve bedendeki duygularınpencereleriyle bu alemi seyreder. Ruhun bedende yaşayabilmesi için, ona sınırkonulmayan üç kuvve verilmiştir. Bu kuvvelerdeki sınırsızlık sebebiyleifrat, tefrit ve vasat mertebeleri açığa çıkmıştır. İnsaniyetin gereğiolan ahlâki davranışlar ise, vasat mertebesindeki iffet, şecaat vehikmettir.

    Kainat büyük bir insan, insan ise küçük bir kainattır. Bundan dolayıdırki, kainatta geçerli olan kanunlar ve namuslar insanda da geçerli olmalıdır.Kainatın her tarafında şiddetli bir şekilde uygulanan adalet ve temizlikgibi hakikatler, insanı da bağlamalıdır. Ta ki, o da kainatın genel düzenineayak uydursun ve varlıkların nazarında isyankâr, ahlâksız bir konuma düşmesin.

    İnsanın sorumluluğu tasdik ve iz’anmertebelerinde başlamaktadır. Hayal etmesi, vehmetmesi, düşünmesi ve fikiryürütmesi mesuliyet gerektirmeyen davranışlardır. Fakat insanda öyle birniyet vardır ki, hayalinden, düşüncesinden ve fikrinden geçen bütün güzelliklerisevap mahiyetine dönüştürebilmektedir. İşte, bu yönüyle insan varlıklariçinde çok yüce bir mertebeye ulaşmaktadır.

    Ahlâki hakikatlerin büyük bir kısmı nisbidir. Nevlere, sınıflara,zamana, mekana ve bulunulan konuma göre değişir. Mesela, kişinin kendi namınahoşgörülü, bağışlayıcı olması güzel ahlâk iken, milleti namına bağışlayıcıolması kötü ahlâktan sayılır.

    Eğer ahlâkın gayesi, insanın saadeti ve mutluluğu diyecek olursak, buancak saadet-i dareyn (iki dünya saadeti) ile mümkündür. Yoksa, yalnızca geçicidünya saadeti insanı tatmin etmek için yeterli değildir.

    Hatta, Kur’an öyle bir ahlâki terbiye vermektedir ki, yapılanibadetlerin ve güzel işlerin karşılığının ne dünya saadeti ne de ahiretsaadeti olmadığını ders vermektedir. Kur’anahlâkıyla yetişmiş bir insanın gayesi, sırf Cenab-ıHakk’ın emriniyerine getirmek ve O’nun rızasınıkazanmaktır. İşte! ahlâkın zirve noktası; ihlas…

    1. Osman Pazarlı, İslam’daAhlak, İstanbul 1980, s. 12.

    2. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996, s.294.

    3. A.g.e., s. 32.

    4. A.g.e., s. 291.

    5. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul1996, s. 89.

    6. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s.37.

    7. Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul1998, s. 194.

    8. Sözler, s. 478.

    9. Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’câz,Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 29.

    10. Mesnevi-i Nuriye, s. 176.

    11. Sözler, s. 499.

    12. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998,s. 363.

    13. Sözler, s. 646.

    14. A.g.e., s. 251.

    15. Mesnevi-i Nuriye, s. 45.

    16. Mektubat, s. 382.

    17. Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1995,s. 19.

    18. Sözler, s. 210.

    19. Lem’alar, s. 122.

    20. Mektubat, s. 218.

    21. Sözler, s. 284.

    22. Bizim içinde bulunduğumuz Süperküreninmerkezinde bulunan Başak Kümesi binlerce Samanyolu gibi gökadalarındanmeydana gelmektedir. Her bir gökada içinde ise yüz milyarlarca yıldızbulunmaktadır.

    23. Sözler, s. 373.

    24. A.g.e., s. 106.

    25. Lem’alar, s. 111.