Köprü Anasayfa

Ahlâk

"Yaz 2001" 75. Sayı

  • Müslüman Türkiye Toplumunun Ahlâkla İlişkili Pratik Sorunlarının Kökeni Üzerine

    Nejat Turhan

    “Ben güzel ahlakı tamamlamak içingönderildim.”

    (El Acluni, Keşfu’l Hafa, Beyrut: 1351, C: 1, s. 211,Had. No: 638.1)

    I. Giriş

    Günümüz Türkiye Müslümanlarının günlük hayattaki pratiklerindeiyice belirginleşen bir hususun altını çizmekle başlayalım: Çürüme vekokuşma yönünde kuvvetli bir eğilim. Bu eğilim, dikkat sahiplerinin nazarındankaçmayacak ölçüde gün yüzüne çıkmış durumda. Müslümanların2 genelhayat standartlarının nisbeten düşük olduğu yakın bir geçmişte, çoğukez mali yönden birçok fedakârlık gerektiren “ahlâkîdavranış”larınserdedilmesi ya çok büyük bir problem arzetmiyordu ya da “gayrıahlâki davranışlar” dikkati çekecek ölçüde gözebatmıyordu. Ortalama Müslümanıngiderek toplum içinde daha fazla etkinlik kazanması, hayat standartlarınıngeçmişe oranla yükselmesi ve yer yer iktidarı temsil eden konumlarda kısmende olsa tasarruf imkanlarına kavuşması, Müslümanların ciddi bir etikproblemle karşı karşıya bulunduklarını ortaya koydu. Artık yoksullarayardımda bulunmayan zenginleri eleştiren geniş bir Müslüman kesim,yoksullara yardımda bulunabilecek konuma geldiklerinde, bu işin hiç de kolayolmadığının acı biçimde farkına varacaklardı. Rüşvet, iltimas,ihtilas, irtikap gibi “yüz kızartıcı”sayılan suçları için bürokratlarıve yerel yönetim birimlerini eleştirenler; aynı suçlarla itham edilen “Müslümanbürokratlar, belediyeciler, ilh…” olacaklardı.

    Bu yazıda, bu türden iddiaların ne derecede doğruluk taşıdıklarıkonusunda ayrıntılı bir tahlile girişmek gibi bir hedefimiz yok. Ahlâkmefhumunun felsefi değerlendirmesine girişmekten de kaçınacağız. Amacımız,günümüz Müslümanının kolayca işleyebildiği ve her akıl sahibininkolaylıkla “ahlâksız”olarak niteleyebileceği davranışlarınasli sebeplerine dair bazı ipuçlarını yakalamaya çalışmak olacaktır.Mamafih, Kur’ânî ahlâk mefhumu hakkındahatırlatma kabilinden kısa bir açıklamada bulunmak yerinde olur.

    II. Kur’ânî Ahlâk

    Kur’ân, ahlâk hususunda örnek insan olarak Resulullah’ı(sav) göstermektedir: “Ve herhalde sen, pek büyük birahlâk üzerindesin” (Kalem; 68/4). Bu hususu teyid eden sair ayetlere örnekolarak şunlar gösterilebilir: Cum’aSuresinin ikinci ayetinde (62/2) “O’dur ümmiler içinde kendilerinden oluponlara ayetlerini okuyan, onlarıtemize çıkarıp parlatan, onlara kitap ve hikmet öğreten bir Peygamber gönderen.Oysa bundan önce açık bir sapıklık içindeydiler”denilmektedir. Şems Suresinde “(Andolsun)nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona bozukluğunuve korunmasını ilham edene ki, gerçek kurtuluş bulmuştur onu temizlikleparlatan. Onu kirletip gömen de ziyan etmiştir”(91/7-10) denilmiştir. Leyl Suresindeise “O en çok takva sahibi olan ise ondan (ateşten)uzaklaştırılacaktır. O ki, malını verir, temizlenir”(92/17-18) denilmektedir.

    Hz. Aişe’nin(r.anha) “Resul-i Ekrem’in (sav) nasılbir ahlaka sahip olduğunu” soran Hz. Urve b. Hişam’a, şu cevabı verdiği rivayet olunur:“Resulullah’ın(sav) ahlâkı Kur’an-ıKerim’den ibaretti. Sen Kur’an-ıKerim’i okumuyor musun?” (Sahih-i Müslim- İst:1401, C: 1, s. 512- 513. K. Selati’l Müsafirin: 18).Resul-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuşlardır: “Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanı,ahlâkı en güzel olanıdır” (Ebu Davud, Sünen, İst.1401, K. Sünne: 1). Aynı hadîs, Ebu Hureyre’den (ra) şöylerivayet edilmektedir: “Resulullah (sav) buyurdular ki:‘Mü’minler arasında imanca en kâmilolanı, ahlâkca en güzel olanıdır. En hayırlınız da ailesine hayırlıolandır” (Tirmizi, Rad 11, [1162]). Ebu’d-Derda’dan şöyle naklolunur: “Resulullah(sav) buyurdular ki: ‘Kıyamet günü,mü’minin mizanındagüzel ahlâktan daha ağır basan bir şey yoktur. Allah Teâla hazretleri, çirkindüşük söz ve davranış sahiplerine buğzeder”(Tirmizi, Birr 62, (2003, 2004); Ebu Davud, Sünen, K. Edeb 8, [4799]). Câbir’den(ra) naklen (radiyallahu anh): “Resulullah (sav) buyurdular ki: ‘Bana ensevgili olanınız, kıyamet günü debana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır.Bana en menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice benden en uzak bulunacakolanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır.’(Cemaatte bulunan bazıları): ‘EyAllah’ın Resulü! Yüksekten atanlarkimlerdir?’ diye sordular. ‘Onlar mütekebbir (büyüklüktaslayan) kimselerdir!’ cevabınıverdi” (Tirmizi, Birr’ 77, [2019]). Nevvas İbnüSem’an (ra) anlatıyor: “Resulullah’a (sav) birr’ (iyilik) ve günah hakkındasordum. Bana şu cevabı verdi: İyilik (birr’), güzelahlâktır. Günah da içini rahatsızeden ve başkasının muttali olmasından korktuğun şeydir”(Müslim, Birr 15, [2553]; Tirmizi, Zühd 52, [2390]).

    Edep veya haya da İslam geleneğindeahlâkın bir cüz’ü olarak kabul edilmiştir.Seyyid Şerif Cürcani’ye göre, “Edeb ma’ruftanibarettir. İnsanı her türlü kötülüklerden,hatalardan ve fenalıklardan koruyan bir melekedir” (EtTa’rifat, İst., Kaynak Yay.,tarihsiz, s. 146). Asım Efendi Kamus Tercümesi’nde şöyledemektedir: “Edeb; nezaket, incelik ve usluluktur. İnsanlarakarşı sözü ve hareketi ile yumuşak bir muamele ve güzel bir tavır üzereolmaktır. Bütün hatalı davranışlardan kendisiyle korunulan şeyleribilmektir. Kişinin benliğinde yerleşmiş bir meleke olup; ona sahip olanları,kötülemeyi ve ayıplamamayı gerektirecek şeylerden korur. Ariflerin deyimiile edeb, ‘Dinin tesbit ve tayin ettiğiahlaki sınırları korumak ve saygı gösterilmesi gereken yola girmektir.’Bu ise insanın gönlünde yer etmişolan güzel ahlaktan ibarettir. İnsanı Hakk’a götürenyolların hepsi edeptir. Fıkıhalimlerine göre; Resul-i Ekrem’in (sav) sünnetinedayanan hareketler manasına gelir.”

    Hayâ ile ilgili olarak şu hadîslerzikredilebilir: Zeyd İbnu Talha İbnu Rükane (ra) anlatıyor: “Resulullah(sav) buyurdular ki: “Her bir dinin kendine has bir ahlâkıvardır. İslam’ınahlâkı hayâdır” (Muvatta, Hüsnü’1-Hulk 9, [2,905]; İbnu Mace, Zühd 17, [4181,4182]). İbnu Mes’ud (ra) anlatıyor: “Resulullah (sav): ‘Allah’tan hakkıylahayâ edin!’ buyurdular. Biz: ‘Ey Allah’ınResulü, elhamdulillah, biz Allah’tan hayâ ediyoruz’dedik. Ancak O, şu açıklamayı yaptı: ‘Söylemek istediğimbu (sizin anladığınız hayâ) değil. Allah’tan hakkıylahayâ etmek, başı ve onun taşıdıklarını, batnı ve onun ihtivaettiklerini muhafaza etmen, ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır.Kim âhireti dilerse dünya hayatının zinetini terketmeli, âhireti bu hayatatercih etmelidir. Kim bu söylenenleri yerine getirirse, Allah’tanhakkıyla hayâ etmiş olur”(Tirmizi, Kıyamet 25, [2460]).

    Yukarıda zikrettiğimiz Kalem Suresinin 4. ayeti ile ilgili olarak ElmalılıTefsirinde şu açıklama yer almaktadır: “… Veinneke alâ hulukin azîm ve her halde sen kuşkusuzpek büyük bir ahlâk üzerindesin, yani gayret edip çalışmakla en yüksekhayır gayesine ulaştıracak pek büyük huylar, gerçekten saygıya değerkarakter, meleke ve maneviyat üzere yaratılmış bulunuyorsun. Onunla yürüyecek,o gayeye ereceksin. İşte o ahlâk, doğru yolu, hak din olan İslâm dinini teşkileden Kur’ân edebi ve İlâhîahlâktır ki, onu yüce Allah lütfetmiş ve ‘Andolsun,Resulullah’ta sizin için güzel bir örnek vardır.’(Ahzab, 33/21) buyurmuştur. (…)Hulukin azîm’in tefsiri ile ilgili olarak gelenrivayetler: İbnü Abbas’tan:1) Büyük bir din, 2) Büyük bir din ki, o İslâm’dır.Mücahid’den: Din, İbnüZeyd’den: Kur’ân edebi. İmamAhmed, Dârimi, İbnü Mâce, Nesâî İbnü Cerir ve daha diğerlerinin Said b.Hişam’dan yaptıklarınakil şöyledir: Said der ki: Allah Resulü’nün ahlâkınıHz. Aişe’ye sordum. ‘Kur’ân okumuyor musun?’dedi. ‘Okuyorum’ dedim. ‘İşte,dedi. Hz. Peygamber’in ahlâkıKur’ân idi.’ Bunda iki mânâ vardır:Kur’ân’da anlatılanbütün ahlâkî değerlerin hepsi onda vardı. O, Kur’ân’ınsakındırdığı eksikliklerin hepsinden korunurdu. ‘Emrolunduğunşekilde dosdoğru hareket et.’ (Hud Suresi, 11/112)emrinin tamamiyle doğruluk ölçütüidi. Onu anlamak, Kur’ân’ıtamamen anlamaya bağlıdır, demek olur. Birisi de, onun ahlâkı Kur’ân’dave inneke alâ hulukin azîm buyrulduğuüzere öyle büyük bir ahlâk idi ki, onu başka bir tarif ile anlatmak mümkündeğildir, demek olur. Dahhâk’tan şöylerivayet edilmiştir: Lealâ hulukin azîm yani o, Allah’ınkendisine emrettiği ve ona vekalet verdiği dini ve emri üzerinedir. Buradahulukin kelimesinin sonundaki tenvin yüceltme ifade eder. Başkalarının tamanlamıyla anlayamayacakları güzelliklerle seçkin kılınmış bir ahlâkdemektir…”

    Yukarıdaki satırlarda, güzel ahlâkınKur’ân’ıtamamen anlamayla ilişkisi üzerine vurguda bulunulmalıdır. Çünkü buhusus, aşağıda fıkh’ınanlamını izah ederken bir kez daha karşımıza çıkacaktır.

    III. Hilâfet Görevi ve Ahlâk

    Yukarıda hiçbir yoruma girmeksizin yapmış olduğumuz nakillerden ortayaçıkan en açık, en tartışmasız, en güvenilir sonuç şudur: İnsanınsahip olması gereken ahlâk, Kur’ân’da anlatılanve en üst temsilini Resulullah’ın(sav) şahsında bulan faziletli davranışların sergilenmesidir. Bunun gerçekleşmesi,insanda potansiyel olarak (bilkuvve) mevcut olan meleke ve istidatların kemaleermesi, gerçek insanlığın ortaya çıkması anlamına gelir. Kur’an’daanlatılan müminlerin sıfatları ahlâkınolumlu cephesini, kafir ve münafıkların sıfatları ise olumsuz vechesini gözlerönüne sermektedir. Denilebilir ki, Kur’ânî ahlâkınortaya çıkması, insana yüklenen hilafet vazifesinin kâmilen ifa edilmesiile mümkündür. İnsanlığın dereceleri esfel-i sâfilînden a’lâ-yıilliyîne kadar birçok mertebeleri içerir; bu mertebelerden en yükseği, kuşkusuznass-ı Kur’ân ile Resulullah’a (sav) nasib olmuştur.

    Güzel ahlâkın teklif ile ilişkisine İşârâtü’l-İ’câz’daşöyle işaret edilmektedir: “Evet,nev-i beşerin ahvâline dikkatle bakılırsagörülür ki, ruhun mânen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl vefikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücutveren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilham edendinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı veinsandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yokolurlardı.”3 Bu satırlardanaçıkça anlaşılıyor ki, şeriatların nihai amacı vicdani kemallerin ve güzelahlâkın ortaya çıkmasıdır. Hatta mümin olmayan kimselerden sadır olan vegüzel ahlâkın eseri olarak görülen bir takım davranışlar da, teklifinbazı türlerinin lafzen olmasa da örtülü kabulünden kaynaklanmaktadır.Nitekim aynı eserde bu hususta şöyle denilmektedir: “…İnsanlarınbüyük bir kısmı, ihtiyarıyla küfrü kabul ve tekâlif-i İlâhiyeyireddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkîvesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztırarenkabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfirdeğildir.”4

    Bu noktada, esasen ayrı bir çalışmayakonu edilmesi gereken ve Bakara Suresinin henüz başında anlatılan tâlim-iesmâ mucizesine kısaca işaret etmemiz gerekiyor. Bu mucize; şeytan, melek,insan ve hayvanlar arasındaki farkı açıkça ortaya koyuyor. İşârâtü’l-İ’câz’danyapacağımız parçalı alıntılarlakonuya açıklık kazandırmaya çalışalım: “…Cenab-ıHakk’ın arzındabeşerin halife olması, Allah’ınhükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise tam bir ilmemütevakkıftır.”5 Bu görevin yerine getirilebilmesi içinsahip olunması gerekli olan ilimnedir? Bu sorunun cevabı şöyle veriliyor: “…Cenab-ıHakk, Âdem’i (a.s.) bütün kemâlâtınmebâdisini tazammun eden âli bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlinintohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidatla halk etmiştir ve mevcudatıihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duyguyla teçhiz etmiştir ve bu üçmeziyet sayesinde, bütün hakaik-ı eşyayı öğretmeye hazırlamıştır,sonra bütün esmâyı kendisine öğretmiştir.”6 İnsan,meleklerden ve hayvanlardan farklı olarak, kendilerine yaratılıştan bir sınırkoyulmuş olmayan üç ana duygunun (şeheviye, gadabiye ve akliye duyguları)orta noktasını bulma macerasında, esmânın yardımı ile ilerleyecektir. “…İnsanıno yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren,ibadettir. Meyillerini temyiz ve tenzih ettiren, ibadettir. Emellerini tahakkukettiren, ibadetir. Fikirlerini tevsi’ ve intizam altınaalan, ibadettir. Şeheviye ve gadabiye kuvvelerini had altına alan, ibadettir.Zahirî ve batınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarınıizale eden, ibadettir. İnsanı, mukadder olan kemâlâtına yetiştiren,ibadettir. Abd ile Mabud arasında en yüksek ve en lâtif olan nisbet, ancakibadettir. Evet kemâlât-ı beşeriyenin en yükseği, şu nisbet ve münasebettir.”7

    Bu satırlardan açıkça anlaşıldığıüzere, insan ibadetle, cevherinde ekili olan istidat ve melekeleri parlatmak vegün yüzüne çıkartmakla görevlendirilmiştir. İnsanın bu görevden uzaklaşmasıve şeytana yaklaşması anlamına gelecek her davranışı, kalbinin kararıpkapanmasına, devamı halinde tümüyle mühürlenmesine sebep olacaktır. Rızadairesindeki davranışları ise, kalpteki duyguların açılıp gelişmesi ilesonuçlanacaktır. İnsan bu yolda irade ve ilminin yardımından yararlanacaktır.İlim, somut şartlarda rıza-yı İlahînin ne yönde olduğunun bilinmesihususunda yapılacak fikri bir cehdin sonucunda elde edilir. Bu mücahedeye (çabaya)ilk Müslümanların verdiği isim fıkh’tır.Fıkh giderek anlam değişikliğine uğramış, hukuku ifade eden bir terimhaline gelmiştir. Hal böyle olunca, Müslüman’ınAllah’ın rızasıveya muradını arayıp bulmak için içine girdiği vicdani çabanın yerini, hâkiminhükmü almış, fetvaya uygun hayatla ahlâkî yaşantı arasındaki farkunutulmaya yüz tutmuştur. Aşağıda bu mesele üzerinde durulacaktır.

    IV. Fıkh, Hukuk ve Ahlâk

    Fıkh kelimesinin ilk Müslümanlar arasında ifade ettiği anlama yukarıdaişaret etmiştik. Nitekim Ebû Zehra fıkhı, “söz vefiillerin amaçlarını kavrayacak şekildekeskin ve derin anlayış” olarak tanımlamaktadır.8Araf Suresi, 179 uncu ayette9 geçen yefkahûne biha ibaresi, Fahreddin-i Râzitarafından şöyle tefsir edilmiştir: “Allahû Teâlâilim, fehim ve idrak mânâsına gelenfıkhı, kâfirlerin kalplerinden çıkarmıştır. Onların kalpleri vardır,bununla idrak edemezler.”10 Hûlefa-i Raşidînve tabiin döneminde fıkıh kelimesi “ilim” anlamındakullanılmıştır. Fıkh-ı ekber tâbiri akaid ve tevhid ilmini, fıkh-ıvicdanî tasavvuf ve ahlâk ilmini, sadece fıkıh tâbiri de amelî konularıbelirtiyordu.11 İmam-ı Âzam’a (rh.a) göre de “Fıkıhilmi, kişinin leh ve aleyhindeki hükümleri bilmesidir. İlim ancak amel etmekiçindir. İlim ile amel etmek, âhiret saadeti için dünya meşguliyetleriniterke edip gönülden çıkarmaktır.”

    Şerî’ât, kendisine sonradan eklenen anlamlar biryana, başlangıcından itibaren, Allahtarafından belirlenmiş olan bir yol olarak anlaşılmıştır. İnsan bu yoldaAllah’ın İradesinigerçekleştirmek için hayatını düzenleyecektir. Dolayısı ile Şerî’ât,davranışı ilgilendiren pratik birmefhumdur. Fakat Şerî’ât’ınne olduğu ve nasıl bilineceği, Resullullah’ın(sav) irtihalinden sonra bir mesele teşkil etmiştir. Bu konuda Kitap ve Sünnet’inyanında başka kaynaklar arayan ilk Müslümanlar,insan aklını bu uğurda kullanmak amacı ile iki prensip ortaya koydular: İlimve “anlayış”veya “kavrayış”anlamına gelen “fıkh.”12Bu devirde yazılan eserlerde sık sıkşu gibi parçalarla karşılaşılmaktadır: “Falankimse ilimde iyidir, fakat fıkıhta okadar iyi değildir.” “Falan kimse hem ilimde, yanihadis ve Kur’ân bilgisi bakımından,hem de fıkıhda, yani bu kaynakları anlama gücü bakımından iyidir veonlardan daha başka sonuçlar çıkarır.” Buradanhareket eden merhum Fazlurrahman, fıkh’ınrey’den başkabir şey olmadığı görüşünü ileri sürüyor.13 “Bu,ilimle fıkıh arasındaki karşıtlığıbir başka şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü ilim bazan sarsılmaz bir biçimdebize dışarıdan verilmiş ve objektif bir şey olduğu halde, fıkıh, birbilginin kendi özel anlayışını temsil ettiği için sübjektif bir şeydir.Bu bize bir başka karşıtlık noktasını vermektedir: İlim hem bir öğrenmeişlemi olduğu hem de objektif (nesnel) bir veriler bütününe işaret ettiğihalde, fıkıh, bu merhalede bir disiplinin ya da objektif sistemin adı olmayıp,sadece bir anlama ve sonuçlandırma faaliyetinin adıdır.”Bu açıdan bakıldığında, HanefîMezhebinin imamı Ebu Hanife’nin (ra) Fıkh-ıEkber adlı kitabının tümüyle akaid ve kelam sorunlarına ayrılması dahaanlaşılır olmaktadır.

    Hicri ikinci asrın ortalarına kadar devam eden bu aşamada, gelenekselilimler ve onlar üzerinde yapılan içtihatlar dini bilgiyi oluşturmuştur.Bundan sonra, sünnet, içtihat ve icma arasındaki karşılıklı ilişkiyitesis edecek şekilde bir metodoloji (usul ilmi) ortaya çıkmış, bununsonucunda da kişisel bir faaliyet olan fıkıh, kurulu bir disiplin ve onunneticesi olan bir bilgi mecmuasına dönüşmüştür. “Fıkhınıkullanma”nınyerini “fıkhöğrenme” aldı.

    Fıkhın Roma Hukukundaki “jurisprüdans”ın(hakimin içtihadı yoluyla oluşan hukuk) karşılığı kabul edilip edilmediğitartışmaları bir yana, tarihsel gelişimi içinde “fıkh”ın “hukuk”un yerini almışolduğu açıktır. Dolayısı ile akıl-nakil ikiliğinde birincisinin yanındabulunan fıkh, anılan değişimi yaşadıktan sonra naklin içinde mütalaaedilmeye başlanmıştır. Bu, kuşkusuz, sebepleri ve gelişme aşamalarıkonusunda daha ayrıntılı çalışmaların yapılmasını gerektiren birhusustur ve bu makale çerçevesi içinde incelenmesi mümkün bulunmamaktadır.Bizi burada ilgilendiren husus, fıkhın, insanın Allah’ınİradesine boyun eğmek, hayatını buna göre biçimlendirmek hususunda göstereceğiçaba içerisinde ifade ettiği işlevin, bundan böyle nasıl doldurulacağıhususudur.

    Bilindiği gibi hukuk, hak kelimesinin çoğuludur ve esas itibarıyla kişiselhakların gerçekleştirilmesine ilişkindir. Satıcının satış bedelinitalep hakkı, alıcının satılanın mülkiyetinin kendisine geçirilmesine yöneliktalep hakkı ve bunun mahkeme önünde gerçekleştirilmesini sağlamaya yönelikusul hükümleri büyük ölçüde şekli niteliktedir ve şekli adaletin yerinegetirilmesi amacına yöneliktir. Resulullah’ın(sav) şöyle söylediği rivayet olunmaktadır: “Sizlerihtilaflarınızı bana getiriyorsunuz,fakat sizlerden bazıları kendi davalarını diğerlerinden daha iyi ifade gücündeolabilirler. Eğer ben, kardeşiniz lehine herhangi birinizin hakkını yiyecekolursam, kardeşiniz böyle bir şeyi kabul etmesin, çünkü bu durumda ona birparça cehennem ateşi vermiş olurum.” Gerçektenhukuk, davasını iyi temellendiren vedelillerini yeterli biçimde serdeden davacı lehine hüküm vermek zorundadır.Hukuk için başka bir çıkar yolu da bulunmamaktadır. Oysa bizzat davanıntarafları, kendi vicdanlarında daha doğru çözüme ulaşabilirler.

    Özellikle Ceza Hukuku alanında, suçlarının kanuniliği dışında, şüphedensanık yararlanır prensibi de en önemli ilkelerdendir. Suçluluğu kesinolmayan sanığın cezalandırılmaması gerekir. Buna karşılık, suçsuzluğusabit olarak beraat eden kimse şayet suçlu ise, Allah indinde bu suçun cezasınıçekecektir. Burada, yukarıda naklettiğimiz şu hadisi bir kez daha hatırlatmaktafayda var: “İyilik(birr’), güzel ahlâktır.Günah da içini rahatsız eden ve başkasının muttali olmasından korktuğunşeydir” (Müslim, Birr 15, [2553]; Tirmizi, Zühd 52,[2390]). İşte hukukun el atamadığıve el atmaması gereken bu alanda ciddi bir vicdani faaliyetin, ahlâkigerilimin yaşanması insanın tabiatı gereğidir. Bu gerilim yaşanmadığında,şu veya bu ad altındaki bir hukuka uygun görünen davranışların faziletlibir toplum oluşturulmasında yeterli olamayacağı açıktır.

    Fıkhın hukuk ile özdeşleşmesinin İslam toplumunda sebep olduğu sonuçlartarihi açıdan ele alınıp incelenmeyi bekliyor. Özellikle tarikat-şeriatikiliğinin neden olduğu gerilim üzerinde çok şeyler yazılmışsa da,konunun aydınlığa kavuşması için daha somut verilere, daha ayrıntılıincelemelere ihtiyaç bulunmaktadır. Bugünkü durum hakkında ise şutesbitlerde bulunabiliriz:

    V. Sonuç

    Çeşitli derecelerde olmakla birlikte, hayatına İslâm’ınveya Şeri’ât’ınyön verdiği iddiasında olan geniş bir kesim, çoğu kez birbirinin zıddınıteşkil edecek fetvalara sarılarak hayatlarını sürdürmekteler. Faiz, çok eşlilik,ahde vefa gibi konularda meselenin esası ile hiç ilgilenmeksizin, kendidurumlarını meşrulaştıracak çözümler bulmak ve bunları desteklemek birmarifet olarak görülmektedir. Aynı şeyler miras, boşanma gibi hukukikonularda da caridir. “Yaptıklarımacaba Allah’ınhoşuna gider mi?” sorusunun yerini “yaptıklarımıhukuka uygun kılan bir fıkhi görüş, bir fetva var mı?”sorusu almıştır.

    Müslüman’ınderdi “adam gibi adam olmak” olmalıdır.Bu da ibadetle olur. İbadet, güzel ahlâkın timsali Resullullah’ın(sav) sünnetine sarılmakla kemâlini bulur. Şanı Yüce Resul’ünbazı şekli sünnetlerine ısrarla sarılanların;onun güzel ahlâkını ayna gibi gösteren hali sünnetlerine kıymetvermemeleri anlaşılır değildir. Akrabaya, yoksula yardım, malını vererektemizlenme, çocuklara, büyüklere, misafirlere hürmet, surat asmama, nezaket,incelik, insaf, rahmet… Bu özellikler ne yazık ki, günümüz ortalama Müslümanındansadır olmayan hasletler. İşârâtü’l-İ’câz’daResulullah’ın yüksek ahlâkınınsonuçları şöyle özetleniyor: “Malûmdur ki, birzatta içtima eden ahlâk-ı âliyeninimtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, hasis, alçak şeyleretenezzül etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet, melâike, ulüvv-ü şanlarından,şeytanları reddeder, kabul etmez. Kezalik, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyekizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnızca şecaatle iştihar edenbir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi cem edenbir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?”14

    Müçtehid olmak için değil, amaahlâklı olmak için her Müslümanın fıkhını kullanmaya ihtiyacı var.

    1. Yanımızda fazlaca kaynak bulunmadığından, hadîs nakillerinde güvenilirolduğunu kabul ettiğimiz internet sitelerinden, en başta da Seha Neşriyat’ınhazırladığı Ehl-i Sünnet Sayfaları’ndanyararlandık. Bu sebepten, bazı hatalara düşmüş olmamızmuhtemeldir; ancak bu hataların bu makale çerçevesinde varılacak sonuçlarıetkilemeyeceği kanaatindeyiz.

    2. Bu makalede “Müslüman”nitelemesi, hayatını İslâmî emir ve yasaklardairesinde geçirmeye çalışan insanlar için kullanmakta olup, İlahiyatilminde ifade edeceği teknik anlam hedeflenmemektedir. Sözgelimi, namaz kılmayan,oruç kılmayan insanların teolojik anlamı ile Müslüman olmadıkları iddiasıgüdülmemektedir. Yazmayı ve okumayı kolaylaştırmak ve her defasında uzunnitelemelerde bulunmamak amacı ile, sadece, günlük hayat pratiklerinde İslâmîhassasiyet gösterdiğini düşünen ve böyle inanan geniş bir kitleyi tanımlamakiçin “Müslüman” kelimesi kullanılmıştır.Yoksa, bu satırların yazarı, “Müslümanım”diyen herkesi “Müslüman” olarak kabul etmekte, bir başka delile ihtiyaçduymamaktadır.

    3. Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’câz,Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1994, s. 213, 214.

    4. Aynı eser, s. 214.

    5. Aynı eser, s. 258.

    6. Aynı eser, s. 259. İsimlerle neyin kasdedildiği hususunda, çeşitli müfessirleringörüşlerinin derli toplu özetlendiği bir kaynak olarak ElmalılıTefsiri’ne bakılmalıdır.

    7. Aynı eser, s. 142.

    8. Muhammed Ebû Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi (Fıkıh Usûlü), Ank.1979, s. 13.

    9. “Andolsun ki, biz cin ve insdenbir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onlarınkalbleri vardır, bunlarla idrak edemezler; gözleri vardır, bunlarla göremezler;kulakları vardır, bunlarla işitemezler. Onlar dört ayaklı hayvanlargibidir. Hatta daha sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.”

    10. Mehmet Vehbi, Hulâsat’ül Beyan fi Tefsiri’l Kur’ân,İsanbul1968, C. V, s. 1808.

    11. Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf (Ta’arruf), İst., s. 235.

    12. Fazlurrahman, İslâm, çev. Mehmet Dağ/Mehmet Aydın, İstanbul 1981,s. 126.

    13. Aynı eser, s. 127.

    14. İşârâtü’l-İ’câz, s. 162.