Köprü Anasayfa

Ahlâk

"Yaz 2001" 75. Sayı

  • "Sünnet-i Seniyye Edeptir"

    Bediüzzaman Said Nursi

    Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden vehülasasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki:

    Tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şuinsan bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir.Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-ibehimiye, ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye,üçüncüsü, nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz içinkuvve-i akliye-i melekiyedir.

    Lakin, insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve birnihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bukuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar.Mesela, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helale ve ne deharama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları veırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki,helaline şehveti var, harama yoktur.

    İhtar: Kuvve-i şeheviyenin yemek, içmek, uyumak ve konuşmakgibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur.

    Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettirki korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, nemaddi ve ne manevi hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler,zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-udiniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

    İhtar: Bu kuvve-i gadabiyenin füruatında da şu üçmertebenin yeri vardır.

    Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki,hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı batıl, batılıhak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur. Vasatmertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batılbilir, içtinap eder.

    İhtar: Bu kuvvetin şu üç mertebeye inkısamı gibi, füruatıda o üç mertebeyi havidir. Mesela, halk-ı ef’al meselesinde Cebr mezhebiifrattır ki, bütün bütün insanı mahrum eder. İtizal mezhebi de tefrittirki, tesiri insana verir. Ehl-i Sünnet mezhebi vasattır. Çünkü bu mezhep,beyne-beynedir ki, o fiillerin bidayetini irade-i cüz’iyeye, nihayetiniirade-i külliyeye veriyor. Ve keza, itikadda da tatil ifrattır, teşbihtefrittir, tevhid vasattır.

    Hülasa: Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçüadl ve adalettir. Sırat-ı müstakimden murad, şu üç mertebedir.

    İşârât’ül-İ’câz, 29-30.

    Yedinci Nükte

    Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altındabir nur, bir edep bulunmasın. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm fermanetmiş: Yani, “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.”

    Evet, siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-iSeniyyeyi bilen, katiyen anlar ki, edebin envâını, Cenâb-ı Hak, Habibindecem etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyyesini terk eden, edebi terk eder. kaidesinemâsadak olur, hasâretli bir edepsizliğe düşer.

    Sual: Herşeyi bilen ve gören ve hiçbir şey Ondangizlenemeyen Allâmü’l-Guyûba karşı edep nasıl olur? Sebeb-i hacâletolan hâletler Ondan gizlenemez. Edebin bir nev’i tesettürdür, mucib-iistikrah hâlâtı setretmektir. Allâmü’l-Guyûba karşı tesettür olamaz.

    Elcevap: Evvelâ, Sâni-i Zülcelâl nasıl ki kemâl-iehemmiyetle san’atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleriperdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiylenazar-ı dikkati celb ediyor. Öyle de, mahlûkatını ve ibâdını sair zîşuurlaragüzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemîl ve Müzeyyinve Lâtîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilâf-ı edepoluyor. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki edep, o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarınınhudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır.

    Saniyen: Nasıl ki bir tabip, doktorluk noktasında, bir nâmahreminen nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir, hilâf-ıedep denilmez. Belki, edeb-i tıp öyle iktiza eder denilir. Fakat o tabip, recüliyetünvanıyla yahut vâiz ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz,ona gösterilmesini edep fetvâ veremez. Ve o cihette ona göstermek hayâsızlıktır.Öyle de, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsı var; herbir ismin ayrı bir cilvesivar. Meselâ, Gaffâr ismi günahların vücudunu ve Settâr ismi kusûrâtınbulunmasını iktiza ettikleri gibi, Cemîl ismi de çirkinliği görmekistemez. Lâtîf, Kerîm, Hakîm, Rahîm gibi esmâ-i cemâliye ve kemâliye,mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarınıiktiza ederler. Ve o esmâ-i cemâliye ve kemâliye ise, melâike ve ruhanî vecin ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-üedepleriyle göstermek isterler. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki âdâb, bu ulvîâdâbın işaretidir ve düsturlarıdır ve numuneleridir.

    Lem’alar, 106.

    On Birinci Nükte

    Birinci Mesele: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü VesselâmınSünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: akvâli, ef’âli, ahvâlidir. Bu üçkısım dahi üç kısımdır: Ferâiz, nevâfil, âdât-ı hasenesidir.

    Farz ve vâcip kısmında ittibâa mecburiyet var;terkinde azap ve ikab vardır. Herkes ona ittibâa mükelleftir.

    Nevâfil kısmında, emr-i istihbâbî ile, yine ehl-iiman mükelleftir; fakat terkinde azap ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibâındaazîm sevaplar var. Ve tağyir ve tebdili bid’a ve dalâlettir ve büyükhatadır.

    Âdât-ı seniyyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise,hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve neviye ve içtimaiye itibarıyla onutaklit ve ittibâ etmek gayet müstahsendir. Çünkü herbir hareket-i âdiyesindeçok menfaat-i hayatiye bulunduğu gibi, mütâbaat etmekle, o âdâb ve âdetleribadet hükmüne geçer.

    Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, zât-ıAhmediye (a.s.m.) mehâsin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Vemadem bil’ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir.Ve madem, binler mu’cizâtın delâletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetinve kemâlâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’ân-ıHakîmin hakaikinin tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-iekmeldir. Ve madem semere-i ittibâıyla milyonlar ehl-i kemal, merâtib-i kemâlâttaterakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti,harekâtı, iktidâ edilecek en güzel numunelerdir ve takip edilecek en sağlamrehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odurki, bu ittibâ-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittibâ etmeyen,tembellik ederse hasâret-i azîme, ehemmiyetsiz görürse cinayet-i azîme,tekzibini işmam eden tenkit ise dalâlet-i azîmedir.

    İkinci Mesele: Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Hakîmde fermaneder. Rivâyât-ı sahiha ile Hazret-i Aişe-i Sıddıka (r.a.) gibi Sahabe-i Güzin,Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tarif ettikleri zaman, diye tarifediyorlardı. Yani, Kur’ân’ın beyan ettiği mehâsin-i ahlâkın misali,Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Ve o mehâsini en ziyade imtisal eden vefıtraten o mehâsin üstünde yaratılan odur.

    İşte böyle bir zâtın ef’al, ahval, akval ve harekâtınınherbirisi nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona imaneden ve ümmetinden olan gafillerin (Sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyiretmek isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.

    Üçüncü Mesele: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmhilkaten en mutedil bir vaziyette ve en mükemmel bir surette halk edildiğinden,harekât ve sekenâtı itidal ve istikamet üzerine gitmiştir. Siyer-iSeniyyesi kat’î bir surette gösterir ki, her hareketinde istikamet ve itidalüzere gitmiş, ifrat ve tefritten içtinap etmiştir.

    Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emrini tamamıylaimtisal ettiği için, bütün ef’al ve akval ve ahvâlinde istikamet, kat’îbir surette görünüyor. Meselâ kuvve-i akliyenin fesat ve zulmeti hükmündekiifrat ve tefriti olan gabâvet ve cerbezeden müberrâ olarak, hadd-i vasat vemedar-ı istikamet olan hikmet noktasında kuvve-i akliyesi daima hareket ettiğigibi; kuvve-i gadabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürdenmünezzeh olarak, kuvve-i gadabiyenin medar-ı istikameti ve hadd-i vasatı olanşecaat-i kudsiye ile kuvve-i gadabiyesi hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyeninfesadı ve ifrat ve tefriti olan humud ve fücurdan musaffâ olarak, o kuvveninmedar-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi daima iffeti, âzamî mâsumiyetderecesinde rehber ittihaz etmiştir. Ve hâkezâ, bütün sünen-iseniyyesinde, ahvâl-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer’iyesinde hadd-iistikameti ihtiyar edip, zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf vetebzirden içtinap etmiştir. Hattâ tekellümünde ve ekl ve şürbündeiktisadı rehber ve israftan kat’iyen içtinap etmiştir. Bu hakikatin tafsilâtınadair binlerce cilt kitap telif edilmiştir.

    sırrınca, bu denizden bu katre ile iktifâ edip, kıssayıkısa keseriz.

    Lem’alar, 109, 110.

    Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyeninkemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbettecemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıt’alarıve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.

    Emirdağ Lahikası, 369.

    “Biz görüyoruz ki: Dinsizlerin veya sahih bir diniolmayanların ahvalleri muaddele ve munazzemedirler.”

    Elcevap: O adalet ve intizam, ehl-i dinin ikazat ve irşadatıyladır.Ve o adalet ve faziletin esasları, enbiyanın tesisleriyledir. Demek enbiya,esas ve maddeyi vaz etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti tutup, onda işledikleriniişlediler. Bundan başka nizam ve saadetleri, muvakkattır. Bir cihetten kaimeve müstakime ise, çok cihattan mâile ve münhaniyedir. Yani, ne kadar suretenve maddeten ve lâfzan ve maâşen muntazamadır; fakat sîreten ve mâneviyatenve mânen faside ve muhtelledir.

    Ey birader! İşte sıra üçüncü cihete geldi. İyitefekkür et. Şöyle:

    Ahlâktaki ifrat ve tefrit ise, istidadatı ifsad ediyor.Ve şu ifsad ise, abesiyeti intaç eder. Ve şu abesiyet ise, kâinatın en küçükve en ehemmiyetsiz şeylerinde mesalih ve hikemin riayetiyle âlemde hükümfermalığıbedihî olan hikmet-i İlâhiyeye münakızdır.

    Vehim ve tenbih:

    “Meleke-i mârifet-i hukuk” dedikleri her fenalığınmaddeten zararını ihsas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hâsılolan “meleke-i riayet-i hukuk” dedikleri emri, şeriat-ı İlâhiyeye bedelolarak dinsizlerin tasavvuru ve şeriatten istiğnaları bir tevehhüm-ü bâtıldır.Zira dünya ihtiyarlandı. Öyle birşeyin mukaddematı da zahir olmadı. Bilâkis,mehasinin terakkisiyle beraber mesâvî dahi terakki edip daha dehşetli vealdatıcı bir şekle giriyor.

    Evet, nasıl ki nevâmis-i hikmet, desâtir-i hükûmettenmüstağni değildir. Öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat vefazilete eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtır. İşte, şöyle mevhume olan meleke-itâdil-i ahlâk, kuvâ-yı selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta muhafazaetmesine kâfi değildir. Binaenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessirve nafiz olan mizan-ı adalet-i İlahiyeyi tutacak bir Nebi’ye muhtaçtır.

    Muhakemat, 125-126.

    İşte, imân-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi,hayat-ı içtimâiye-i insaniyeye taallûk eder. Ve bu tek neticenin de yüzercihetinden ve faydalarından mezkûr dört delile, sâirleri kıyas edilse, anlaşılırki, hakikat-i haşriyenin tahakkuku ve vukuu, insaniyetin ulvî hakikati ve küllîhâceti derecesinde katîdir. Belki, insanın midesindeki ihtiyacın vücudu,taamların vücuduna delâlet ve şehâdetinden daha zâhirdir ve daha ziyâdetahakkukunu bildirir. Ve eğer, bu hakikat-i haşriyenin neticeleri,insaniyetten çıksa, o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayattar olan insaniyetmahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir lâşe hükmüne sukut edeceğini ispateder. Beşerin idare ve ahlâk ve içtimâiyâtı ile çok alâkadar olan içtimâiyyunve siyâsiyyun ve ahlâkiyyunun kulakları çınlasın. Gelsinler; bu boşluğune ile doldurabilirler? Ve bu derin yaraları ne ile tedâvi edebilirler?

    Sözler, 93.

    Şu cezîre-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıbve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerinidef’aten kal’ ve ref’ ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütünâleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî birtasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîrediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukùl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâholdu.

    Sözler, 216.

    İnsanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğernefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibigafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğerhafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeyesarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olaraksaadet-i dâreyne medar olur.

    Mektubat, 37.

    Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Kur’ân’dansonra en büyük mucizesi kendi zâtıdır. Yani, onda içtima etmiş ahlâk-ıâliyedir ki, herbir haslette en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşmanittifak ediyorlar. Hattâ şecaat kahramanı Hazret-i Ali, mükerreren diyordu:“Harbin dehşetlendiği vakit, biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmınarkasına iltica edip tahassun ediyorduk.” Ve hâkezâ, bütün ahlâk-ı hamîdedeen yüksek ve yetişilmeyecek bir dereceye mâlikti. Şu mucize-i ekberi Allâme-iMağrib Kadı İyaz’ın Şifâ-i Şerif’ine havale ediyoruz. Elhak, o zat, omucize-i ahlâk-ı hamîdeyi pek güzel beyan edip ispat etmiştir.

    Mektubat, 179.

    Hem o mu’cizât-ı bâhire sahibi olan vahdâniyet dellâlıve saadet-i ebediye müjdecisi, kendi zât-ı mübarekinde öyle ahlâk-ı âliyeve vazife-i risaletinde öyle secâyâ-yı sâmiye ve tebliğ ettiği şeriat vedininde öyle hasâil-i galiye vardır ki, en şedit düşman dahi onu tasdikediyor, inkâra mecal bulamıyor. Madem zâtında ve vazifesinde ve dininde en yüksekve güzel ahlâkları ve en ulvî ve mükemmel seciyeleri ve en kıymettar vemakbul hasletleri bulunuyor. Elbette o zat, mevcudattaki kemâlâtın ve ahlâk-ıâliyenin misali ve mümessili ve timsali ve üstadıdır. Öyleyse, zâtındave vazifesinde ve dininde şu kemâlât ise, hakkaniyetine ve sıdkına o kadarkuvvetli bir nokta-i istinaddır ki, hiçbir cihette sarsılmaz.

    Mektubat, 190.

    Bütün ihtilâlât ve fesadın asıl madeni ve bütünahlâk-ı rezilenin muharrik ve membaı, tek iki kelimedir.

    Birinci kelime: “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölsebana ne.”

    İkinci kelime: “İstirahatim için zahmet çek; sen çalış,ben yiyeyim.”

    Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devâsı varki, o da vücub-u zekâttır. İkinci kelimenin devâsı hurmet-i ribâdır.Adalet-i Kur’âniye Âlem kapısında durup, ribâya “Yasaktır, girmeyehakkın yoktur” der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi. Daha müthişiniyemeden dinlemeli.

    Mektubat, 456.

    Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcıbir neşriyat ile ahlâk-ı Islâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumîyeyi perişanettiler. Ben de gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:

    Ey gazeteciler! Edipler edeplí olmalı, hem de edeb-i İslâmiyeile müteeddip olmalı. Ve onlann sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-imilletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdakihiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyâs-ı fâsidle,yâni taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrup·a’ya kıyas ederek efkâr-ıumumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamıuyandırdınız. Zira; elif-bâ okumayan çocuğa felsefe-i tabîiye dersiverilmez. Ve erkeğe tiyatrocu karı libâsı yakışmaz: Ve Avrupa’nınhissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvâmın ihtilâfı, mekânların veaktârın tehâlüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisininlibası, ötekinin endamına gelmez. Demek Fransız Büyük İhtilâli, bizetamamen hareket düsturu olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve muktezâ-yıhali düşünmemekten çıkar.

    Divan-ı Harb-i Örfi, 25-26.

    Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret vefazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimizdüşünsünler.

    Divan-ı Harb-i Örfi, 28.

    Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler elinegeçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmışlar.Güya bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz yanımızda revaç bulmadığından,bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içindeçok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.

    Münazarat, 100.

    Bütün zîhayatlar hayatlarının lisan-ı halleriyle Hâlıklarınatakdim ettikleri mânevî hediyelerini ve lisan-ı halle hamd ve şükürlerini,o zât-ı Vacibü’l-Vücuda biz de takdim ediyoruz ki, demiş:

    Yani, rahmet-i İlâhiyeden ümidinizi kesmeyiniz. Hemhadsiz salât ve selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhissalâtü Vesselâmüzerine olsun ki, demiş: Yani, “Benim insanlara Cenab-ı Hak tarafındanbi’setim ve gelmemim ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzelhasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır.”

    Hutbe-i Şamiye, 25-26.

    Kur’ân, sâlihat’ı mutlak, müphem bırakıyor. Çünküahlâk ve faziletler, hüsün ve hayır çoğu nisbîdirler. Neviden nev’e geçtikçedeğişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalletebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa muhtelif olur.Fertten cemaate, şahıstan millete çıktıkça mâhiyeti değişir.

    Meselâ, cesaret, sehavet, erkekte gayret, hamiyet vemuavenete sebeptir. Kadında, nüşuza, vakahate, zevc hakkına tecavüze sebepolabilir. Meselâ, zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbürolur. Kavînin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta tezellül olur.

    Meselâ, bir ulü’l-emir, makamındaki ciddiyeti vakar,mahviyeti zillettir. Hânesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevazudur.

    Meselâ, tertib-i mukaddematta tefviz, tembelliktir.Terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa’yine, kısmetine rızakanaattir; meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûnhimmetliktir.

    Meselâ, fert, mütekellim-i vahde olsa; müsamahası,fedakârlığı, amel-i sâlihtir. Mütekellim-i maa’l-gayr olsa hıyanetolur.

    Meselâ, bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder,tefahur edemez. Millet namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez.

    Herbirinde birer misal gördün; istinbat et.

    Madem ki, Kur’ân, bütün tabakata, bütün a’sârda,kâffe-i ahvâlde şâmil bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî hüsün, hayır çoktur.Sâlihat’taki ıtlakı, beliğâne bir icâz-ı mutnebdir. Beyanda sükûtu,geniş bir sözdür.

    ***

    Âkıbet, ikaba delildir; hadsen onu gösteriyor. Mâsiyetinekseriya dünyada olan âkıbeti bir emare-i hadsiyedir ki, cezasında bir ikabvardır. Çünkü herkes hususî bir tecrübeyle hadsen görüyor ki, hiçbir münasebet-itabiiye olmadığı halde, mâsiyet bir netice-i seyyieye müncer olur. Bu kadarkesret ve vüs’atle tesadüf olamaz. Eğer şu umum muhtelif hususî tecrübelernazara alınırsa, görünür ki, nokta-i iştirak yalnız tabiat-ı mâsiyettirki, cezayı istilzam ediyor. Demek ceza, mâsiyetin lâzım-ı zâtîsidir.

    Madem ki dünyada filcümle bu lâzım, sırf tabiat-ı mâsiyetiçin terettüp ediyor. Elbette, bu dârda terettüp etmeyen, başka dârdaterettüp edecektir. Acaba kim vardır ki, küçücük bir tecrübe geçirmemişve dememiş ki, ‘filân adam fenalık etti, belâsını buldu.’

    Sünühat, 19-21.