Köprü Anasayfa

Ölüm Gerçeği

"Güz 2001" 76. Sayı

  • "Mevt Dahi Hayat Gibi Mahlûktur; Hem Bir Nimettir"

    Bediüzzaman Said Nursi

    Furkan-ı Hakîmde, gibi âyetlerde, "Mevt dahi hayatgibi mahlûktur; hem bir nimettir" diye ifham ediliyor. Halbuki, zâhirenmevt inhilâldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdimü’l-lezzâttır.Nasıl mahlûk ve nimet olabilir?

    Elcevap: Birinci sualin cevabının âhirinde denildiğigibi, mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır,bir tahvil-i vücuttur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebdedir, birhayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir. Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halkve takdirledir. Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdirle, bir hikmetve tedbirledir. Çünkü, en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyeninmevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san’at olduğunu gösteriyor. Zira,meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessühle, çürümek ve dağılmaklagöründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı birimtizâcât-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaretolan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sümbülünhayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır;belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahlûkve muntazamdır.

    Hem zîhayat meyvelerin yahut hayvanların mide-iinsaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe olduğundan, omevt onların hayatından daha muntazam ve mahlûk denilir.

    İşte, en ednâ tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyeninmevti böyle mahlûk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvîsiolan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette, yeraltına girmiş birçekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yeraltına giren bir insanda âlem-i berzahta elbette bir hayat-ı bâkiye sümbülü verecektir. Ammamevt nimet olduğunun ciheti ise, çok vücuhundan dört veçhine işaretederiz.

    Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-ihayatiyeden âzâd edip, yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için âlem-iberzahta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.

    İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünyazindanından çıkarıp, vüs’atli, sürurlu, ıztırapsız, bâki bir hayatamazhariyetle, Mahbûb-u Bâkînin daire-i rahmetine girmektir.

    Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi, şerâit-i hayatiyeyi ağırlaştıranbirçok esbab vardır ki, mevti, hayatın pek fevkinde nimet olarak gösterir.Meselâ, sana ıztırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validenle beraber,ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı, hayat nekadar nikmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin. Hem meselâ, güzel çiçeklerinâşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedâidi içinde hayatları nekadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.

    Dördüncüsü: Nevm, nasıl ki bir rahat, bir rahmet, biristirahattir-hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için. Öyle de,nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevk edenbelâlarla müptelâ olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir. Amma ehl-i dalâletiçin, müteaddit Sözlerde katî ispat edildiği gibi, mevt dahi hayat gibinikmet içinde nikmet, azap içinde azaptır; o bahisten hariçtir.

    Mektubat, s. 13-14.

    Risale-i Nur’dan Gençlik Rehberinin güzelce izah ettiğigibi, ölüm o kadar kat’î ve zâhirdir ki, bugünün gecesi ve bu güzün kışıgelmesi gibi ölüm başımıza gelecek. Bu hapishane nasıl ki mütemadiyen çıkanlarve girenler için muvakkat bir misafirhanedir; öyle de, bu zemin yüzü dahiacele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek içinbir handır. Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbettehayattan ziyade bir istediği var.

    İşte bu dehşetli hakikatın muammasını Risale-i Nurhall ve keşfetmiş. Bir kısacak hülâsası şudur:

    Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor.Elbette bu ecel cellâdının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmakçaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, birmeselesidir. Evet, çaresi var ve Risale-i Nur Kur’ân’ın sırrıyla o çareyi,iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmiş. Kısacık hülâsasışudur ki:

    Ölüm ya idam-ı ebedîdir; hem o insanı, hem bütünahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki âlemegitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhistezkeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferid ve dipsiz birkuyudur. Veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nuranî bir ziyafetgâh ve bağistanaaçılan bir kapıdır. Bu hakikati Gençlik Rehberi bir temsil ile ispat etmiş.

    Asa-yı Musa, s. 14.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! İnkılaplar neticesinde, her ikitaraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde heriki alemle münasebettar köprüler lazımdır ki, her iki alem arasında gidişgeliş olsun. Lakin o köprülerin inkılabat cinslerine göre şekilleri,mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Mesela, uyku, alem-i yakazaile alem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünyayla ahiret arasındaayrı bir köprüdür. Ve misal, alem-i cismaniyle alem-i ruhani arasında bir köprüdür.Bahar, kışla yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılapbir değildir. Pek çok ve büyük inkılaplar olacağından, köprüsü de pekgarip, acip olması lazım gelir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın ba’delmevt, Halık-ıRahman ve Rahime rücüu hakkında ilanat yapan şu
    gibi ayetlerde büyük bir beşaret ve teselli olduğugibi, ehl-i isyana da büyük tehditleri ima vardır.

    Evet, bu ayetlerin sarahatine göre, ölüm, zeval, firak,adem kapısı ve zulümat kuyusu olmayıp ancak Sultan-ı Ezel ve Ebedinhuzuruna girmek için bir medhaldir. Bu beşaretin işaretiyle, kalb adem-imutlak korkusundan, eleminden kurtulur. Evet, küfrün tazammun ettiğicehennem-i maneviyeye bak: hadis-i kudsisi sırrınca, Cenab-ı Hak kafirin zan veitikadını daimi bir azab-ı elime kalb eder. Sonra, iman ve yakin ile, Cenab-ıHakkın likasından sonra, rızasından sonra, rüyetinden sonra mü’minler içinhasıl olan lezzetlerin derecelerine bak. Hatta Cehennem-i cismani, arif olan mü’miniçin, asiye kafirin cehennem-i manevisine nisbeten cennet gibidir.

    Arkadaş! Âlem-i bekaya delalet eden berahinden maada,arkasında saflar teşkil edip dualarına bir ağızdan "Âmin! Âmin!"söyleyen enbiya, evliya, sıddikin imamları, Mahbub-u Ezelinin Habib-i EkremiMuhammed Aleyhissalatü Vesselamın tazarruatı, duaları, alem-i bekada insanınbekasına pek büyük bürhan ve kafi bir vesiledir. Çünkü, kainatı serapaistila eden şu hüsünler, güzellikler, cemaller, kemaller, o Habibintazarruatını işitmemek veya kabul etmemek kadar çirkin, kabih, kusur, naksaddedilecek birşeye müsaade eder mi? Cenab-ı Hak bütün nekaisten, çirkinşeylerden münezzeh, müberra değil midir? Elbette münezzehtir.

    Mesnevi-i Nuriye, s. 190-191.

    İşte ey tenbel nefsim! Beş vakit namazı kılmak, yedikebâiri terk etmek ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi ve meyvesi ve fâidesine kadar çok, mühim ve büyük olduğunu aklın varsa, bozulmamış ise anlarsın.Ve fısk ve sefâhete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin:

    "Eğer ölümü öldürüp, zevâli dünyadan izâleetmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresivarsa, söyle; dinleyelim. Yoksa sus! Kâinat mescid-i kebîrinde, Kur’ân, kâinatıokuyor. Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onuvird-i zebân edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Haktan gelip, Hakdiyen ve hakikati gösteren ve nurânî hikmeti neşreden odur."

    Sözler, s. 36-37.

    Çocuk Taziyenâmesi

    Aziz âhiret kardeşim Hafız Halid Efendi,

    Kardeşim, çocuğun vefatı beni müteessir etti. Fakat, kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyetin bir şiârıdır. Cenâb-ı Haksizlere sabr-ı cemil versin; merhumu da, size zahîre-i âhiret ve şefaatçiyapsın. Size ve sizin gibi müttaki mü’minlere büyük bir müjde ve hakikîbir teselli gösterecek Beş Noktayı beyan ederiz.

    Birinci Nokta

    Kur’ân-ı Hakîmde sırrı ve meâli şudur ki:

    Mü’minlerin kablelbülûğ vefat eden evlâtları,Cennette ebedî, sevimli, Cennete lâyık bir surette, daimî çocuk kalacaklarını;ve Cennete giden peder ve validelerinin kucaklarında ebedî medar-ı sürurlarıolacaklarını; ve çocuk sevmek ve evlât okşamak gibi en lâtîf bir zevki,ebeveynine temine medar olacaklarını; ve herbir lezzetli şeyin Cennettebulunduğunu; "Cennet tenasül yeri olmadığından, evlât muhabbeti ve okşamasıolmadığını" diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını; hem dünyadaon senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlât sevmesine ve okşamasınabedel, sâfi, elemsiz, milyonlar sene ebedî evlât sevmesini ve okşamasınıkazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saadeti olduğunu, şu âyet-ikerime, cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor.

    İkinci Nokta

    Bir zaman, bir zat, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğuyanına gönderilmiş. O biçare mahpus, hem kendi elemini çekiyor, hemveledinin istirahatini temin edemediği için, onun zahmetiyle müteellimoluyordu. Sonra, merhametkâr hâkim ona bir adam gönderir, der ki:

    "Şu çocuk çendan senin evlâdındır. Fakat benimraiyetim ve milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim."

    O adam ağlar, sızlar, "Benim medar-ı tesellim olanevlâdımı vermeyeceğim" der.

    Ona arkadaşları der ki: "Senin teessürâtın mânâsızdır.Eğer sen çocuğa acıyorsan, çocuk şu mülevves, ufunetli, sıkıntılızindana bedel, ferahlı, saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen nefsin için müteessiroluyorsan, menfaatini arıyorsan; çocuk burada kalsa, muvakkaten şüpheli birmenfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekmekvar. Eğer oraya gitse, sana bin menfaati var. Çünkü padişahın merhametinicelbe sebep olur, sana şefaatçi hükmüne geçer. Padişah onu seninle görüştürmekarzu edecek. Elbette görüşmek için onu zindana göndermeyecek, belki senizindandan çıkarıp o saraya celb edecek, çocukla görüştürecek-şu şartlaki, padişaha emniyetin ve itaatin varsa…"

    İşte, şu temsil gibi, aziz kardeşim, senin gibi mü’minlerinevlâdı vefat ettikleri vakit şöyle düşünmeli:

    Şu veled mâsumdur; onun Hâlıkı dahi Rahîm ve Kerîmdir.Benim nâkıs terbiye ve şefkatime bedel, gayet kâmil olan inâyet verahmetine aldı. Dünyanın elemli musibetli, meşakkatli zindanından çıkarıpCennetü’l-Firdevsine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu dünyada kalsaydı,kim bilir ne şekle girerdi! Onun için ben ona acımıyorum, bahtiyarbiliyorum. Kaldı kendi nefsime ait menfaati için, kendime dahi acımıyorum,elîm müteessir olmuyorum. Çünkü dünyada kalsaydı, on senelik muvakkatelemle karışık bir evlât muhabbeti temin edecekti. Eğer salih olsaydı, dünyaişinde muktedir olsaydı, belki bana yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedîCennette on milyon sene bana evlât muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeyevesile bir şefaatçi hükmüne geçer. Elbette ve elbette, meşkûk, muaccelbir menfaati kaybeden, muhakkak ve müeccel bin menfaati kazanan, elîm teessüratgöstermez, meyusâne feryad etmez.

    Üçüncü Nokta

    Vefat eden çocuk, bir Hâlık-ı Rahîmin mahlûku, memlûkü,abdi ve bütün heyetiyle onun masnuu ve ona ait olarak ebeveyninin bir arkadaşıidi ki, muvakkaten ebeveyninin nezaretine verilmiş. Peder ve valideyi onahizmetkâr etmiş. Ebeveyninin o hizmetlerine mukabil, muaccel bir ücretolarak, lezzetli bir şefkat vermiş.

    Şimdi, binden dokuz yüz doksan dokuz hisse sahibi olan oHâlık-ı Rahîm, mukteza-yı rahmet ve hikmet olarak o çocuğu senin elindenalsa, hizmetine hâtime verse, surî bir hisse ile, hakikî bin hisse sahibinekarşı şekvâyı andıracak bir tarzda meyusâne hüzün ve feryad etmek ehl-iimana yakışmaz, belki ehl-i gaflet ve dalâlete yakışıyor.

    Dördüncü Nokta

    Eğer dünya ebedî olsaydı, insan içinde ebedî kalsaydıve firak ebedî olsaydı, elîmâne teessürat ve meyusâne teellümâtın bir mânâsıolurdu. Fakat madem dünya bir misafirhanedir; vefat eden çocuk nereye gitmişse,siz de, biz de oraya gideceğiz. Ve hem bu vefat ona mahsus değil, umumî bircaddedir. Hem madem mufarakat dahi ebedî değil; ileride hem berzahta, hemCennette görüşülecektir. demeli. O verdi, o aldı. deyip sabırla şükretmeli.

    Beşinci Nokta

    Rahmet-i İlâhiyenin en lâtîf, en güzel, en hoş, enşirin cilvelerinden olan şefkat, bir iksir-i nuranîdir, aşktan çokkeskindir. Çabuk Cenâb-ı Hakka vusule vesile olur. Nasıl aşk-ı mecazî veaşk-ı dünyevî, pek çok müşkülâtla aşk-ı hakikîye inkılâp eder, Cenâb-ıHakkı bulur. Öyle de, şefkat, fakat müşkülâtsız, daha kısa, daha safîbir tarzda, kalbi Cenâb-ı Hakka rapteder.

    Gerek peder ve gerek valide, veledini bütün dünya gibiseverler. Veledi elinden alındığı vakit, eğer bahtiyar ise, hakikî ehl-iiman ise, dünyadan yüzünü çevirir, Mün’im-i Hakikîyi bulur. Der ki:"Dünya madem fânidir, değmiyor alâka-i kalbe." Veledi nereye gitmişse,oraya karşı bir alâka peydâ eder, büyük mânevî bir hal kazanır.

    Ehl-i gaflet ve dalâlet, şu beş hakikatteki saadet ve müjdedenmahrumdurlar. Onların hali ne kadar elîm olduğunu şununla kıyas ediniz ki:Bir ihtiyar hanım gayet sevdiği sevimli birtek çocuğu sekeratta görüp, dünyadatevehhüm-ü ebediyet hükmünce, gaflet veya dalâlet neticesinde, mevti ademve firak-ı ebedî tasavvur ettiğinden, yumuşak döşeğine bedel kabrin toprağınıdüşünüp, gaflet veya dalâlet cihetiyle, Erhamürrâhimînin cennet-irahmetini, firdevs-i nimetini düşünmediğinden, ne kadar meyusâne bir hüzünve elem çektiğini kıyas edebilirsin. Fakat vesile-i saadet-i dâreyn olaniman ve İslâmiyet, mü’mine der ki: Şu sekeratta olan çocuğun Hâlık-ıRahîmi, onu bu pis dünyadan çıkarıp Cennetine götürecek. Hem sana şefaatçi,hem ebedî bir evlât yapacak. Mufarakat muvakkattir, merak etme. de, sabret.

    Mektubat, s. 78-81.

    Yedincide haşri çok makamattan soracaktık. Fakat Hâlıkımızınisimleriyle verdiği cevap o derece kuvvetli yakîn ve kanaat verdi ki, daha başkasorgulara ihtiyaç bırakmadığından, orada kısa kestik. Şimdi bu meselede,âhiret imanının, hem âhiretin saadetine, hem dünya saadetine dair teminettiği faydalar ve neticelerinden yüzden biri hülâsa edilecek. Saadet-iuhreviyeye ait kısmı, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın izahatı daha hiç birbeyana ihtiyaç bırakmamış. Onu ona havale ederek ve saadet-i dünyeviyeyeait kısmı izah cihetini Risale-i Nur’a bırakıp, yalnız kısa bir hülâsaile insanın hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyesine ait yüzerneticelerinden üç-dört tanesini beyan ederiz.

    Birincisi: İnsan, sair hayvanata muhalif olarak,hanesiyle alâkadar olduğu misilli, dünya ile alâkadardır. Ve akaribiyle münasebettarolduğu gibi, nev-i beşer ile de ciddî ve fıtrî münasebettardır. Ve dünyadamuvakkat bekasını arzuladığı gibi, bir dâr-ı ebedîde bekasını, aşkderecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeye çalıştığıgibi, dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akılve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeye fıtraten mecburdur,çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlapları var ki, ebedî saadetten başkahiçbir şey onları tatmin etmiyor. Hattâ, Onuncu Sözde işaret edildiğigibi, bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: "Sana bir milyonsene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesinimi istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu muistersin?" dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden"Ah!" çekti. "Cehennem de olsa beka isterim" dedi.

    İşte, madem mahiyet-i insaniyenin bir hizmetkârı olankuvve-i hayaliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor; elbette gayet câmimahiyet-i insaniye, ebediyetle fıtraten alâkadardır. İşte bu hadsiz arzu veemellere bağlı olduğu halde, sermayesi bir cüz’î cüz-ü ihtiyarî ve fakr-ımutlak bir insana, âhirete iman ne derece kuvvetli ve kâfi ve vâfi birhazine, bir medar-ı saadet ve lezzet, bir medar-ı istimdat, bir merci ve dünyanınhadsiz gamlarına karşı bir medar-ı tesellî olduğu öyle bir meyve vefaydadır ki, onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse yine ucuzdur.

    İkinci meyvesi ve hayat-ı şahsiyeye bakan bir faydası:Üçüncü Meselede izah edilen ve Gençlik Rehberinde bir haşiye bulunan çokehemmiyetli bir neticedir.

    Evet, her insanın, her zaman düşündüğü enehemmiyetli endişesi, mezaristana giren kendi dostları ve akrabaları gibi oidamhaneye girmek keyfiyetidir. Birtek dostu için ruhunu feda eden o bîçareinsanın, binler, belki milyonlar, milyarlar dostları ebedî bir müfarakat içindeidam olmalarını tevehhüm edip Cehennem azabından beter bir elem, o düşünmekucundan göründüğü vakit, âhirete iman geldi, gözünü açtırdı veperdeyi kaldırdı… "Bak" dedi. O, imanla baktı. Cennet lezzetindenhaber veren bir lezzet-i ruhâniyeyi, o dostları ebedî ölümlerden ve çürümelerdenkurtulup mesrurâne bir nuranî âlemde onu da bekliyorlar vaziyetinde müşahedesiylealdı.

    Risale-i Nur’da bu netice hüccetlerle izahına iktifaen kısakesiyoruz.

    Hayat-ı şahsiyeye ait üçüncü bir faydası: İnsanınsair zîhayatlar üstündeki tefevvuku ve rütbesi ise, yüksek seciyeleri vecemiyetli istidatları ve küllî ubudiyetleri ve geniş vücudî daireleriitibarıyladır. Halbuki o insan hem mâdum, hem ölü, hem karanlık olan geçmişve gelecek zamanların ortasında sıkışmış bir kısa zaman olan hazırvaktin mikyasıyla, ölçüsüyle hamiyeti, muhabbeti, kardeşliği, insaniyetigibi seciyeler alır.

    Meselâ, eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra dahiç göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve vatanınısever, hizmet eder. Ve tam sadakate ve ihlâsa pek nâdir muvaffak olabilir; onisbette kemâlâtı ve seciyeleri küçülür. Değil hayvanların en ulvîsi,belki baş aşağı, akıl cihetiyle en biçaresi ve aşağısı olmakvaziyetine düşeceği sırada, âhirete iman imdada yetişir. Mezar gibi darzamanını, geçmiş ve gelecek zamanları içine alan pek geniş bir zamana çevirirve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir daire-i vücut gösterir.

    Babasını dâr-ı saadette ve âlem-i ervahta dahipederlik münasebetiyle ve kardeşini tâ ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyleve karısını Cennette dahi en güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesihaysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük vegeniş daire-i hayatta ve vücuttaki münasebetler için olan ehemmiyetlihizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve cüz’î garazlarına vemenfaatlerine âlet etmez. Ciddi sadakate ve samimi ihlâsa muvaffak olarak, kemâlâtıve hasletleri, o nisbette, derecesine göre yükselmeye başlar, insaniyeti teâlieder. Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen o insan, bütün hayvanat üstünde,kâinatın en müntehap ve bahtiyar bir misafiri ve Sahib-i Kâinatın en mahbupve makbul bir abdi olmasıdır. Bu netice dahi Risale-i Nur’da hüccetlerle izahınaiktifaen kısa kesildi. Dördüncü bir faydası ki, insanın hayat-ı içtimaiyesinebakıyor:

    Risale-i Nur’dan Dokuzuncu Şuâda beyan edilen oneticenin bir hülâsası şudur:

    Nev-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhiretimanıyla insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidatlarını taşıyabilirler.Yoksa, elîm endişeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukçaoyuncaklarıyla, haylâz bir hayatla yaşayacak. Çünkü, her vakit etrafındaonun gibi çocukların ölmesiyle onun nazik dimağında ve ileride uzun arzularıtaşıyan zayıf kalbinde ve mukavemetsiz ruhunda öyle bir tesir yapar ki,hayatı ve aklı o biçareye âlet-i azap ve işkence edeceği zamanda, âhiretimanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığıo endişeler yerinde, bir sevinç ve genişlik hissederek der:

    "Bu kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin birkuşu oldu. Bizden daha iyi keyf eder, gezer. Ve validem öldü, fakat rahmet-iİlâhiyeye gitti, yine beni Cenette kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatlianneciğimi göreceğim" diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.

    Hem insanın bir rub’unu teşkil eden ihtiyarlar, yakındahayatlarının sönmesine ve toprağa girmelerine ve güzel ve sevimli dünyalarınınkapanmasına karşı tesellîyi, ancak ve ancak âhiret imanında bulabilirler.Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakâr şefkatli analar, öyle bir vâveylâ-yıruhî ve bir dağdağa-i kalbî çekeceklerdi ki, dünya onlara meyusâne birzindan ve hayat işkenceli bir azap olurdu. Fakat âhiret imanı onlara der:

    "Merak etmeyiniz. Sizin ebedî bir gençliğiniz var,gelecek ve parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. Ve zâyiettiğiniz evlât ve akrabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz. Ve ettiğinizbütün iyilikleriniz muhafaza edilmiş; mükâfatlarını göreceksiniz"diye, iman-ı âhiret onlara öyle bir tesellî ve inşirah verir ki; herbirinin yüz ihtiyarlık birden başlarına toplansa onları meyus etmez.

    Nev-i insanın üçten birisini teşkil eden gençler,hevesatları galeyanda, hissiyata mağlûp, cüretkâr akıllarını her vakitbaşına almayan o gençler, âhiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabınıtahattur etmezlerse, hayat-ı içtimaiyede, ehl-i namusun malı ve ırzı ve zayıfve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı, bir dakikalezzeti için bir mes’ut hanenin saadetini mahveder ve bu gibi, hapiste dört beşsene azap çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer. Eğer iman-ı âhiretonun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. "Gerçi hükümethafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat Cehennemgibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâlin melâikeleri beni görüyorlarve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedar biryolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zayıf olacağım" diye, birden,zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmethissetmeye başlar. Bu mânânın dahi Risale-i Nur’da bürhanlarıyla izahınaiktifaen kısa kesiyoruz.

    Hem nev-i beşerin ehemmiyetli bir kısmı, hastalar vemazlumlar ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler ve ağır ceza alanmahpuslar, eğer iman-ı âhiret onların imdadına yetişmezse, her vakithastalığın ihtarıyla gözü önüne gelen ölüm ve intikamını alamadığıve namusunu elinden kurtaramadığı zâlimin mağrurâne ihaneti ve büyükmusibetlerde boşu boşuna malını, evlâdını kaybetmekle gelen elîmmeyusiyeti ve bir-iki dakika veya bir iki saat keyif yüzünden beş on sene böylebir hapis azabını çekmekten gelen kederli sıkıntı, elbette o biçarelere dünyayızindan ve hayatı bir işkenceli azaba çevirir. Eğer âhirete iman imdatlarınayetişse, birden onlar nefes alırlar; sıkıntıları, meyusiyetleri ve endişelerive intikam hiddetleri, derece-i imanına göre kısmen ve bazan tamamen zâilolur.

    Hattâ diyebilirim ki, benim ve bir kısım kardeşleriminbu sebepsiz hapsimizde ve dehşetli musibetimizde, eğer iman-ı âhiret yardımetmeseydi, bir gün dayanmak, ölüm kadar tesir edip bizi hayattan istifaetmeye sevk edecekti. Fakat hadsiz şükür olsun, benim canım kadar sevdiğimpek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve gözümkadar sevdiğim binler Risale-i Nur risaleleri ve benim yaldızlı ve süslü veçok kıymettar kitaplarımın ziyaları ve ağlamalarından teessüflerini çektiğimve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kaldıramadığım halde; sizikasemle temin ederim ki, iman-ı bil’âhiret nuru ve kuvveti bana öyle bir sabırve tahammül ve tesellî ve metanet, belki mücahidâne, kârlı bir imtihandersinde daha büyük mükâfatı kazanmak için bir şevk verdi ki, ben burisalenin başında dediğim gibi, kendimi medrese-i Yusufiye ünvanına lâyıkbir güzel ve hayırlı medresede biliyorum. Arasıra gelen hastalıklar veihtiyarlıktan neş’et eden titizlikler olmasaydı, mükemmel ve rahat-ı kalbile derslerime daha ziyade çalışacaktım. Her ne ise, bu makam münasebetiylesaded harici girdi; kusura bakılmasın.

    Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçükbir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse,o aile efradı, herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîmendişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme döner veyahut muvakkat eğlencelerve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor,uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin. Başını gaflete sokar, tâölüm ve zeval ve firak onu görmesin. Divanece, muvakkat iptal-i his nev’indenbir çare bulur. Çünkü, meselâ valide, ruhunu feda ettiği evlâdını daimatehlikelere mâruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayanbelâlardan kurtaramayan evlâtlar, daim bir keder, bir korkaklık hisseder.Buna kıyasen, bu dağdağalı, kararsız hayat-ı dünyeviyede, o mes’utzannedilen aile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder. Ve kısacık birhayattaki münasebet ve karâbet dahi, hakiki sadakati ve samimî ihlâsı vegarazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belkisukut eder.

    Eğer âhirete iman o haneye girse, birden ışıklandıracak.Ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karâbet ve muhabbet, kısacık birzaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı âhirette, saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerindevamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder,kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakikî insaniyet saadeti o hanedebaşlar inkişafa.

    Bu mânâ dahi hüccetlerle Risale-i Nur’da beyanınabinaen kısa kesildi. Hem herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğeriman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse, güzel ahlâkın esaslarıolan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlâhî,sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu,riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zâhirî âsâyiş veinsaniyet altında anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o hayat-ı şehriyezehirlenir. Çocuklar haylâzlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme,ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.

    Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi birmillî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse,birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet vehilesiz hizmet ve muaşeret ve riyâsız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklükve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar.

    Çocuklara der: "Cennet var, haylazlığı bırak."Kur’ân dersiyle temkin verir.

    Gençlere der: "Cehennem var, sarhoşluğu bırak.Aklı başlarına getirir.

    Zâlime der: "Şiddetli azap var, tokatyiyeceksin." Adalete başını eğdirir.

    İhtiyarlara der: "Senin elinden çıkmış bütünsaadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, bâki bir gençlikseni bekliyorlar. Onları kazanmaya çalış." Ağlamasını gülmeye çevirir.

    Bunlara kıyasen, cüz’î ve küllî herbir taifede hüsn-ütesirini gösterir, ışıklandırır. Nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiylealâkadar olan içtimaiyyun ve ahlâkiyyûnların kulakları çınlasın!

    Asa-yı Musa, s. 37-48.

    Ey şu risâleyi insaf ile mütâlâa eden kardeş! Deme,"Niçin bu Onuncu Sözü birden, tamamıyla anlayamıyorum?" Ve tamamanlamadığın için sıkılma. Çünkü, İbn-i Sinâ gibi bir dâhî-i hikmet, demiş; "İmân ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez" diye hükmetmiştir.Hem, bütün ulemâ-i İslâm, "Haşir, bir mesele-i nakliyedir, delilinakildir; akıl ile ona gidilmez" diye müttefikan hükmettikleri halde,elbette o kadar derin ve manen pek yüksek bir yol, birdenbire bir cadde-iumumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur’ân-ı Hakîmin feyziyle ve Hàlık-ıRahîmin rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, oderin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden, bin şükür etmeliyiz. Çünkü,imânımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup,tekrar mütâlâa ile izdiyâdına çalışmalıyız.

    Haşre, akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki:

    Haşr-i Âzam, İsm-i Âzamın tecellîsiyle olduğundan,Cenâb-ı Hakkın İsm-i Âzamının ve her ismin âzamî mertebesindeki tecellîsiylezâhir olan ef’âl-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i âzam bahar gibikolay ispat ve katî iz’an ve tahkikî imân edilir.

    Şu Onuncu Sözde, feyz-i Kur’ân ile, öyle görülüyorve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başınakalsa, âciz kalır, taklide mecbur olur.

    Sözler, s. 89.

    İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedit bir aşkvar. Hattâ her sevdiği şeyde, kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhümeder, sonra sever. Ne vakit zevâlini düşünse veya görse, derinden derineferyat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamalarıntercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez. Hattâdenilebilir ki, âlem-i bekanın ve ebedî Cennetin bir sebeb-i vücudu, şumahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetliarzu-yu beka ve beka için fıtrî, umumî duadır ki, Bâkî-i Zülcelâl, o şedit,sarsılmaz, fıtrî arzuyu, o tesirli, kuvvetli, umumî duayı kabul etmiştirki, fâni insanlar için bâki bir âlemi halk etmiş.

    Hem hiç mümkün müdür ki, Fâtır-ı Kerîm, Hâlık-ıRahîm, küçük midenin cüz’î arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ıhal ile duasını hadsiz envâ-ı mat’umat-ı leziziyenin icadıyla kabul etsinde, umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetlibir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatli, kàlli, halli, bekayadair gayet kuvvetli duasını kabul etmesin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ!Kabul etmemek mümkün değildir. Hem hikmet ve adaletine ve rahmet ve kudretinehiçbir cihetle yakışmaz.

    Madem insan bekaya âşıktır; elbette bütün kemalat¨,lezzetleri, bekaya tâbidir. Ve madem beka Bâkî-i Zülcelâle mahsustur. Vemadem Bâkînin esmâsı bâkiyedir. Ve madem Bâkînin aynaları Bâkîninrengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur. Elbette insana en lâzımiş, en mühim vazife, o Bâkîye karşı alâka peydâ etmektir ve esmâsınayapışmaktır. Çünkü Bâkî yoluna sarf olunan herşey bir nevi bekayamazhar olur.

    İşte ikinci Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî cümlesi buhakikati ifade ediyor. İnsanın hadsiz mânevî yaralarını tedavi etmekleberaber, fıtratındaki gayet şiddetli arzu-yu bekayı onunla tatmin ediyor.

    Lem’alar, s. 21-22.

    İkinci Hatvede;

    dersini verdiği gibi; kendini unutmuş, kendinden haberiyok; mevti düşünse, başkasına verir; fenâ ve zevali görse, kendine almaz.Ve külfet ve hizmet makâmında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifâde-ihuzûzât makâmında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmâreninmuktezâsıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathîri, terbiyesi; şu halin aksidir.Yani, nisyân-ı nefs içinde nisyan etmemek; yani, huzûzât ve ihtirasâttaunutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek.

    Mektubat, s. 443.

    İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir birsebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevkeden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran,rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhazaedip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat,Kur’ân-ı Hakîmin

    gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarındaesas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ileizale etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüştasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip, düşüne düşüne,nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup, uzun emellerinden birderece vazgeçer. Bu rabıtanın fevâidi pek çoktur. Hadiste 

    (ev kemâ kàl) yani, "Lezzetleri tahrip edip acılaştıranölümü çok zikrediniz" diye bu rabıtayı ders veriyor.

    Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğuiçin, bu rabıtayı, ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmayamecbur değiliz. Hem meslek-i hakikate uygun gelmiyor. Belki, âkıbeti düşünmeksuretinde müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasındazaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiçhayale, faraza lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tekmeyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsınınmevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünüde görür; daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahedeeder, ihlâs-ı etemme yol açar.

    Lem’alar, s. 225.

    Sual: İmam-ı Gazâlî’nin "Neş’e-i uhrâ, neş’e-iûlâya bütün bütün muhaliftir" demesinin sebebi?

    Elcevap: Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî’nin"Neş’e-i uhrâ, neş’e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir" demesi,mahiyet ve cinsiyet itibarıyla değildir. Çünkü,

     ve gibi çok âyetlerin sarahatine muhalif olur. Omuhalefet, keyfiyet ve suret itibarıyladır. Hem de umur-u uhreviyeninmertebece fevkalâde yüksek olması işarettir. Hem de Gazâlî’nin haşr-icismaniyle beraber haşr-i ruhânînin dahi vuku bulmasına, bazı ehl-i bâtınataklit ve mümâşât cihetiyle bir işaretidir.

    Sual: Sa’d-ı Teftazânî biri hayvanî, diğeri insanîolmak üzere ruhu ikiye taksim ettikten sonra, "Mevte mâruz kalan, yalnızruh-u hayvanîdir. Ruh-u insanî ise mahlûk değildir ve onunla Allah beynindenispet ve sebep yoktur. Cesetle kaim olmayıp müstakill-i bizzattır"demesinin sebebi ve izahı?

    Elcevap: Sa’d-ı Teftazanî’nin demesi;

    sırrıyla-beka-yı ruh bahsinde beyan edildiğigibi-ruhun mahiyeti, zîhayat bir kanun-u emir, zîşuûr bir âyine-i ism-iHayy, zîcevher bir cilve-i hayat-ı sermedî olduğundan mec’uldür. Bucihetle, mahlûktur denilemez. Fakat Sa’d, Makasıd ve Şerhu’l-Makâsıd’da, bütünmuhakkıkîn-i İslâmın icmâına ve âyât ve ehâdîsin nusûsuna muvafıkolarak, "O kanun-u emir, vücud-ı hâricî giydirilmiş, sair mahlûkatgibi mahlûk ve hâdistir" demiştir. Sa’d’ın ezeliyet-i ruha kail olmadığınabütün âsârı şahittir.

    demesi, hulûl gibi bâtıl bir mezhebin reddine işarettir.Hayvânâtın ruhları dahi bâkîdir; kıyâmette yalnız cesetleri fenâbulur. Mevt ise fenâ değil, belki alâkanın kesilmesidir. demesi, esbâb-ızahiriyenin tavassutu ve Azrail Aleyhisselâmın kabz-ı ervâh hususundaki münâcâtıbahsinde denildiği gibi, ruhun doğrudan doğruya perdesiz, vasıtasız icadedilmesine işarettir. demesi, beka-yı ruh ispatında denildiği gibi,"Ceset ruha dayanır, ayakta kalır. Ruh ise bizâtihî kaimdir. Cesetharap olursa daha ziyade serbest olur, melek gibi göğe uçar" demektir vebâtıl bir mezhebin reddine işarettir.

    (Hususî kısmı)

    Haşre dair, Sûre-i Rûm’da haşrin, ayrı ayrı çokkuvvetli bürhanlarını mucizâne beyan eden o âyetlerin ilhamı ile, o âyetlerebir tefsir yazmak niyetinde olduğum vakitte, bu suallerin sorulması, lâtifbir tevafuktur. fıkrasını dua ve münâcâtımda ilâve ettiğim dakikada hatırımageldiniz. Bu nevi duada dahi birinciliği kazandınız. Kalben, kalemen, bilfiilalâkadar olmak şartıyla, yirmi dört saatte yüz defa, tasavvurca beş yüzdefa, manevî kazanç ve duamda hissedar olmaya müstehak olmanızı arzu ettiğimbir vakitte bu sualleriniz, beni sizin hesabınıza çok mesrur etti ve bir beşaretoldu.

    Barla Lahikası, s. 141-142.

    … İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın iki ziyasındanbir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan ism-i Hayyın bir cilvesi, Şevvâl-iŞerifte, Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa aklıma göründü. Vaktindekaydedilmedi ve çabuk o kudsî kuşu avlayamadık. Tebâud ettikten sonra, hiçolmazsa bazı remizlerle o hakikat-i ekberin ve nur-u âzamın bazı şualarınımuhtasaran göstereceğiz.

    Birinci Remiz

    İsm-i Hayy ve ism-i Muhyînin bir cilve-i âzamındanolan "Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?" sualine karşı,fihristevâri cevap şudur ki:

    Hayat,

    Şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi,

    Hem en büyük neticesi,

    Hem en parlak nuru,

    Hem en lâtif mayası,

    Hem gayet süzülmüş bir hülâsası,

    Hem en mükemmel meyvesi,

    Hem en yüksek kemâli,

    Hem en güzel cemâli,

    Hem en güzel ziyneti,

    Hem sırr-ı vahdeti,

    Hem rabıta-i ittihadı,

    Hem kemâlâtının menşei,

    Hem san’at ve mahiyetçe en harika bir zîruhu,

    Hem en küçük bir mahlûku bir kâinat hükmüne getirenmu’cizekâr bir hakikati,

    Hem güya kâinatın küçük bir zîhayatta yerleşmesinevesile oluyor gibi, koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekleberaber, o zîhayatı ekser mevcudatla münasebettar ve küçük bir kâinat hükmünegetiren en harika bir mucize-i kudrettir.

    Hem en büyük bir küll kadar, hayat ile küçük bir cüz’übüyülten ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem hükmüne getiren verububiyet cihetinde kâinatı tecezzî ve iştiraki ve inkısamı kabul etmezbir küll, bir küllî hükmünde gösteren fevkalâde harika bir san’at-ı İlâhiyedir.

    Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-ı Kayyûmunvücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden bürhanların enparlağı, en katîsi ve en mükemmeli,

    Hem masnuat-ı İlâhiye içinde en hafîsi ve en zâhiri,en kıymettarı ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en mânidar bir nakş-ısan’at-ı Rabbâniyedir.

    Hem sair mevcudatı kendine hâdim ettiren, nâzenin,nazdar, nazik bir cilve-i rahmet-i Rahmâniyedir.

    Hem şuûnât-ı İlâhiyenin gayet câmi bir aynasıdır.

    Hem Rahmân, Rezzak, Rahîm, Kerîm, Hakîm gibi çok Esmâ-iHüsnânın cilvelerini câmi ve rızık, hikmet, inâyet, rahmet gibi çokhakikatleri kendine tâbi eden ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umumduyguların menşei, madeni bir acube-i hilkat-i Rabbâniyedir.

    Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı âzamında öyle biristihale makinesidir ki, mütemadiyen, her tarafta tasfiye yapıyor,temizlendiriyor, terakki veriyor, nurlandırıyor. Ve zerrat kafilelerine güyahayatın yuvası olan her ceset, o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimatyapmak için bir misafirhane, bir mektep, bir kışladır. Adeta Zât-ı Hayy veMuhyî, bu makine-i hayat vasıtasıyla, bu karanlıklı ve fâni ve süflîolan âlem-i dünyayı lâtifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi bekaveriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor.

    Hem hayatın iki yüzü, yani mülk, melekût vecihleriparlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvîdir. Onun için, perdesiz, vasıtasız,doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbâniyeden çıktığını âşikâre göstermekiçin, sair eşya gibi zâhirî esbabı, hayattaki tasarrufât-ı kudrete perdeedilmemiş bir müstesna mahlûktur.

    Hem hayatın hakikati, altı erkân-ı imaniyeye bakıp mânenve remzen ispat eder. Yani,

    Hem Vâcibü’l-Vücudun vücub-u vücudunu ve hayat-ısermediyesini,

    Hem dâr-ı âhireti ve hayat-ı bâkiyesini,

    Hem vücud-u melâike,

    Hem sair erkân-ı imaniyeye pek kuvvetli bakıp iktizaeden bir hakikat-i nuraniyedir.

    Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en sâfi bir hülâsasıolduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlâhî ve hilkat-i âleminen mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren birsırr-ı âzamdır.

    İşte, hayatın bu mezkûr yirmi dokuz ehemmiyetli ve kıymettarhassalarını ve ulvî ve umumî vazifelerini nazara al. Sonra bak, Muhyîisminin arkasında ism-i Hayyın azametini gör. Ve hayatın bu azametlihassaları ve meyveleri noktasından, ism-i Hayy nasıl bir İsm-i Âzam olduğunubil.

    Hem anla ki, bu hayat madem kâinatın en büyük neticesive en azametli gayesi ve en kıymettar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinatkadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü ağacınneticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi,gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediyeolduğu gibi, bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyîye karşı şükürve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki, bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadetise, hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir.

    Ve bundan anla ki, bu hayatın gayesini "rahatça yaşamakve gafletli lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmektir" diyenler, gayetçirkin bir cehaletle, münkirâne, belki de kâfirâne, bu pek çok kıymettarolan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkiredip dehşetli bir küfran-ı nimet ederler.

    Lem’alar, s. 510.