Köprü Anasayfa

Ölüm Gerçeği

"Güz 2001" 76. Sayı

  • Ölümün Varlık Eksenli İdraki

    Dr. Hakan Yalman

    "Solunum hareketlerinin gözlenmemesi, kalp vesolunum seslerinin alınamaması, pupillaların fikse dilate olması ve ekg’nindüz hat çizmesi nedeniyle hasta exitus olarak kabul edilmiştir."

    Bunlar bir insanın sergüzeşt-i hayat defterinehastanede yazılan son cümleler. Hayat kitabına konulan son noktanınifadeleri. Bir zamanlar ağlayarak dünyaya gelen, emekleyen, koşan, oynayan,üzülen, yıpranan, hastalanan, sevinen, gurur duyan, pek çok duyguları yaşayan,bedenen pek çok farklı hallerde bulunan ve bunların toplamı ile insan adınıalan varlık, ölümle mülk boyutundaki bu hallerin sonuna geliyor. Artık,hareket etmeyecek, bizim algıladığımız şekilde sevinç ve üzüntühalleri onda gözlenmeyecek. Mevcudiyetini bir müddet daha, şeklen vehareketsiz olarak koruduktan sonra, bir şekilde mülkten kaybolacak. Yanarakveya çürüyerek kendisini teşkil eden temel maddelere ayrışacak. Bu bedenioluşturmak için bir zamanlar dünyanın belki kainatın pek çok farklı bölgesindeno bedene yönelen, canlılığını idame için koşup o bütün içinde vazifealan mineraller, aminoasitler, yağlar, proteinler, karbonhidratlar artıkvazifeleri bitmişçesine dağılıp bedeni terk edecekler.

    "Daha dün, gülüp oynuyordu.", "Dağ gibiadamdı", türünden cümleler, hafızalarda veya kasetlerde kayıtlı görüntülerkalacak. Bütün bunların ardından, beyinleri zonklatan, asırlardır net birçözüm bulunamayan muhteşem soru tekrar gündeme gelecek "Hayatnedir?" ve bununla bağlantılı olarak çözüm bulacak soru "Ölümnedir?"

    Karşımızda hareketsiz duran soğuk bedene"hayatta" sıfatını veren yalnızca kalbin, akciğerin ve beynin çalışmasımıdır? O sevgiler, gülüşler, öfkeler, azgınlıklar, üzüntüler, ağlamalar,endişeler ve daha pek çok halin ortaya çıkışı yalnızca bu üç organla mıbağlantılıdır?

    Belki de bu organlar ve hayat arasındaki bağlantı yalnızcagörebildiğimiz alemin, yani şehadet aleminin bir verisidir. Yani, mülkolarak adlandırdığımız, elle tutup gözle gördüğümüz, algılarımızahitap eden dünyanın daha doğrusu algılarımızla sınırlı kartezyen dünyanınölçüleriyle kurulmuş bir ilişki olmalıdır. Algılarımızla sınırlıbir alemde, algılayamadığımız şeylerin yok kabul edildiği bir anlayışta,ölümün anlamı hiçlik ve yokluk olacaktır. "O, artık yok" cümlesibu yaklaşımın yaygın bir ifadesi olmalıdır. Böyle bir yaklaşımın şekillendirdiğizihinlerde ise uhrevî alemler ve ölümden sonra tekrar dirilme, hatta gerçekanlamda hiç ölmeme gibi özellikle semavî dinlerin ortaya koyduğu tezlerkendini avutma, ölümün soğuk yüzüne, benliğe olan büyük darbesine karşıbir savunma mekanizması olarak algılanmaktadır. Gerçekten de genelpsikolojik eğilim vahyin verileri ile ortaya konan ölüm anlayışınısamimiyetle benimsemekten öte, gene mülk boyutu ve benlik hesabına, bunlarlabağlantılı olarak "sahibim" zannettiklerini kaybetmemek adına birkaçış şeklinde uhrevî hayatı kabullenmek tarzında ortaya çıkar. Bütünsahip olduklarını mülk boyutuyla bağlantılı bilen ve varlığı şehadetaleminden ibaret sayan bir yaklaşımda uhrevî alemleri, Cennet ve Cehennemgibi kavramların varlığı konusunda bir şüphe hep devam etmektedir. Büyükçoğunluk, "gözüyle görmüş gibi" inanmaz. "Şüphe" düzeyindekio inancı ise kaybetmek istemez; çünkü ölümle gelen yıkıma karşı o birsığınak ve kaçış yeridir. Yani uhrevî alemlere olan inancın gerisindebile bir bencillik, "ben"in ayakta kalabilmesi adına menfaatle bağlantılıbir kabul olduğu izlenimi hakimdir. Bu durumda, bir taraftan önünde duran ölümgerçeğinden kaçış arayışı içinde olan, diğer taraftan zorakî olduğunainandığı ölümden sonra hayat olduğu inancından rahatsızlık duyan"ben"de bir yırtılma şuuraltındaki "samimi değilim" düşüncesindenkaynaklanan bir huzursuzluk hali çoğu zaman kendini gösterir. Oysa bu çelişkileryumağından çıkış yolu varlığı ve onunla bağlantılı olarak hayatıtekrar sorgulamak, kartezyen dünyamızdan çıkıp, algılarımızın sınırlarındankurtulup yeni bir hayat anlayışı ortaya koymak ya da varlığı ve hayatıgerçek şekli ile algılamaya çalışmak olmalıdır. Varlıkla ilgili şüphelerininetliğe kavuşturmadan, insanların ölüme net bir izah getirebilmeleri mümküngözükmemektedir.

    Varlık Nedir?

    Wolfgang Smith’in insanlık aleminde varlıkla ilgili çıkmazlarınadair şu cümleleri de olayın temellerini irdeler mahiyette bize destekvermektedir. "En temel kavrayışımızla çelişen ve prensipte kendisinionaylayacak bir delilin bulunamayacağı şüpheci bir doktrin olan Kartezyenfelsefesinin nasıl bunca zaman Batı düşüncesinde hakim bir yer edindiğiyolunda bir soru yöneltilebilir. Niçin bilim adamları, dış dünyayıdeneysel yollarla bilinemez kılan bu asılsız öğretiyi kabul etmek zorundaolsunlar ki? Biri çıkıp Kartezyenci spekülasyonu, kendi amacının önündekien büyük engel, metafizik fanteziler ve başıboş düşler diye küçümseyebilir.Bilindiği gibi 18. yüzyıldan bu yana Kartezyencilik ile fizik öylesine yakınlaşmıştırki yüzeysel bir gözlemci çatallanma* doğmasının gerçekte fiziksel keşiflerinolanca ağırlığıyla desteklenen bilimsel bir görüşü ortaya koyduğunusanabilir. Her şey bir yana o büyük Newton bile bu tuhaf yakınlaşmaya belbağlamıştır. Böylece günümüze değin bu birliğin görünürde çözülemezolduğu kanıtlanmıştır."1

    Aslında varlık ve oluş konusu insanlık tarihi boyuncaüzerinde durulmuş ve farklı dönemlerde farklı yaklaşımların konusu olmuştur.Mesela, Thales, Ksenophanes, Phythagoras gibi düşünürler günümüzdekikartezyen yaklaşıma benzer tarzda varlığa kendi içinde izah bulmaya çalışmışlar,Aristoteles de bunlara "fizikçiler" adını vermiştir. Bu ekolünortaya çıkışı ile felsefenin doğduğu düşünülmektedir. Bu şahıslar"mertebe ve süre bakımından ötekilerden önce gelen ve dolayısıyla ötekilerindoğuş sırasıyla kendisinin çıktıkları ilk elemanın hangisi olduğunuaraştırmakla işe başlıyor."2

    Pek çok felsefî ekolün üzerinde durduğu bir konudurbu. Varlığın temelini oluşturan, üzerine bina edildiği öz, hep merakedilmiştir. "Milet Okulu’nun şefi ve bütün İonia okullarının atasıolan Thales 600 yıllarına doğru bu ilk prensibin su olduğunu, bunun evrenseltemel olup, öteki cisimlerin bunun değişimlerinden meydana geldiklerini,suyun her yandan dünyayı kuşattığını, dünyanın bu sonsuz okyanusta yüzdüğünüve ihtiyacı olan besleyici elemanları hiç durmadan ondan aldığını söylüyor."2

    Aslında, varlığa, hayata dair geçmiş dönemlerinizahlarında sezgi ya da gözlem yoluyla pek çok önemli şey ortaya konmuştur.Zamanla pozitivist ve materyalist bir yaklaşımla bu izahlar küçümsenmiş veortaya konan önemli hakikatler hafife alınmıştır. Bu yaklaşımla, bütüncül,madde ve ötesini kuşatan varlığa geniş bir perspektiften bakan izahlar olsabile sonraki dönemlerde bunların algılanışı çok sathi kalmıştır.Bilimsel ve pozitivist bakış adı altında geçmiş dönemlerin eşyayı dahabütüncül kuşatan bakışları her alanda kısırlaştırılmış daha dageliştirilmesi şöyle dursun, küçümser tavırlarla hep uzağında kalınmıştır.Bu günün bilim sadece maddeye hasrolmuş bakışı ile Milet Okulu dönemlerindekişu izahlar kadar bile yaşananları kuşatıcı olamamıştır."Anaksimandros’a ve Anaksimandros’un öğrencisi Milet’li Anaksimenes’e göreilk prensip su değildir, belki de toprağı ve denizi her yandan kuşatan veher ikisini de bereketli hale getiren ince bir maddedir. Hocaya göre belirsizbir cevher (aperion), öğrenciye göre aer, pneuma, psykhe olan bu madde, göklerinve içindeki alemlerin ortak anasıdır (ton ouranon kai ton en autois koimon).Var olan her şey, varlığı bu prensipten alır ve ondan ayrılma yoluyla çıkmıştır.Şu halde, bu hayatın dolaşması ve yeni varlıklara geçmesi için, her şeyin,kaderin belirttiği saate, ondan aldığı hayatı gene ona vermesi yerindeolur."3 Bu bölümde Çin ve Uzakdoğu felsefî ekollerinin de esası olanbütünde denge, sıcak ve soğuk, kuru ve yaş antitezleri arasındaki denge üzerinekurulmuş bir varlık ve hayat anlayışı, günlük yaşantıda karşılaştığımızolaylara da materyalizmin darlığından bakış açısından daha geniş biryaklaşım sunmaktadır. "Oluş Sorunu" başlıklı bölümdeki şu cümlelerçevremizdeki olaylara varlığı algılama eksenli çözümler arayışının işaretleridir:"Milet okulunun Fizik’ine ve onun ilk cevher, devamlı hareket, kanun veyayöneten kader (dike, anangke) gibi temel kavramlarına, ondan sonra gelenfilozoflarda, kavramların kendileri hakkındaki düşünce, metafizik gelip katılıyor.Bu arkhe’nin, su, hava, nefes, sonsuz dediğimiz bu ilk prensibin kendisi nedir?Ona atfettiğimiz bu yansıtıcı ve öldürücü hareketi, bu physis’i nasılanlamalıdır? Çünkü nihayet prensip ezelî ve ebedîdir, oysa onun halleriher an değişiyor, madde değişmez, ondan yapılan şeylerse meydanageliyorlar ve kayboluyorlar; varlık olduğu gibi kalıyor ve varlıklar isterdoğmak ve gelişmek için olsun, ister bozulmak ve ölmek için olsun, sürekliolarak değişiyorlar. Şu halde nasıl oluyor da var olan hem var olarakkalabiliyor, hem kalamıyor? Nasıl hem var oluyor, hem var olmuyor? Bir kelimeile, oluş (ginesthai) nedir?"4

    Aslında "arkhe", yani varlıkların temelinioluşturan unsur "esma" olarak kabul edilirse bu problemlerin çözümüçok kolaylaşmaktadır. Bu bakışla aslolan isimlerdir ve bizlerin varlıkolarak algıladıklarımız, bu isimlerin bizim duyularımıza, algılarımızauygun şekilde ifadesinden ibarettir. Zaten duyularımız ve algılarımız buşekli ile isimlere muhatap olacak tarzda yaratılmış oldukları izleniminivermektedir. Bu bakış açısı ile ele alındığında, Zatî, aslî, başkasınabağlı olmayan tek varlık Vacibü’l Vücut’tur. Zatî hayat, Zatî ilim, Zatîkudret ve Zatî olan tüm sıfatlar, fiiller ve vücutlar O’na mahsustur.Bizlerin benlik ve varlıklar olarak algıladıklarımız ise O’ndaki özelliklerinbize, bizim ölçülerimizle ifadesi şeklinde algılanmalıdır. Belki deHeidegger’in "Zaman ve Varlık Üzerine" isimli eserindeki şu cümlelervarlığa bu perspektiften bakamamaktan kaynaklanan ve böyle bir bakış açısınıarayan ifadeler: "Her şeyden önce şu tümcede büyük bir çelişki vardır:"Varlığı varolanlar olmaksızın düşünce girişimi zorunlu halegeliyor. Zira başka türlü bana öyle geliyor ki bugün bütün yeryüzünde(var) olan’ın varlığı açıkça görmenin bir olanağı yok." Bu çelişkininzorunluluğu ve olanağı, "Bugün… (var) olan’ın varlığı"ifadesi kullandığımız zaman kendisi hakkında düşündüğümüz Çevreleme’ninbelirsizliği ile ilgilidir. Sahiplenmenin ilk görünüşü olarak Çevreleme(Gestell)’de ek olarak bu girişimi zorunlu kılandır. Böylece şimdiki zamanıanlama zorunluluğu, metine ilk bakışta sanıldığı gibi girişimimizin asıldürtüsü değildir.

    Ayrıca "Bugün bütün yeryüzünde (var) olan’ınvarlığı" ifadesinin varlık problemi gibi evrensel bir problemin bu küçükgezegene, yeryüzü denilen ufacık kum tanesine indirilişini imleyip imlemediği,bu daraltıcı indirilişin bir antropolojik ilgiden ortaya çıkıp çıkmadığınısorduk. Bu soruyla ayrıca uğraşılmadı. Biz, modern teknolojinin özünüoluşturan Çevrelemenin, bildiğimiz gibi yalnızca yeryüzünde ortaya çıkanbir şeyden dolayı nasıl olup da evrensel Varlığın bir adı olabileceğiniaçıklamadık."5

    "Zaman ve Varlık Konferansı Üzerine Bir SeminerinÖzeti" başlıklı bölümde şu şekilde devam etmektedir:"Konferansın girişinden sonraki ilk tümceleri de yine bazı güçlüklereneden oldu.

    "İlkin doğrudan şöyle ifade edildi: "BatıAvrupa düşüncesinin başlangıcından bugüne kadar Varlık, bir yerde mevcutolma ile aynı anlama gelir." Bu tümce ne anlatıyor? Varlık yalnızcabir yerde mevcut olma anlamına mı gelir yoksa mutlaka buna fazlasıyla öncelikvermekle onun başka karakteristikleri görmezlikten gelinebilir mi? Konferanstavurgulanan tek belirlenim olan, Varlığın bir yerde mevcut olarakbelirlenmesi, yalnızca konferansın, Varlığı ve zamanı bir arada düşünmeniyetinin sonucu mudur? Ya da bir yerde mevcut olma (mevcudiyet), Varlığınbelirlenimlerinin bütünselliği içinde, konferansın niyetinden bağımsızbir "olgusal" önceliğe mi sahiptir? Her şeyden önce, Varlığınzemin olarak belirlenmesine ne dersiniz?

    "Mevcut olma, mevcudiyet, Varlığın bütünmetafizik kavramlarında, Varlığın bütün belirlenimlerinde konuşur. Hattazaten mevcut’u olduran olanak, altta duran olarak zemin, kendinde düşünüldüğündedevam eden, kalıcıya, zamana, mevcut’a görünür.

    Sadece, Varlığın Grekçe belirleniminde değil, sözgelimiKantçı "konum"da ve yine tez, antitez ve sentezin bir hareketiolarak Hegelci diyalektikte de (burada yine bir varlık konumlanır) mevcut(present) konuşur, mevcut olagelmenin önceliği kendini bilinen kılar."6

    "Varlığı Varolanlar Olmaksızın Düşünmek"

    Bütün bu satırlarda gözlenen, en temel kavram olan"varlık" zihinlerde net değildir. Neye mevcut denecek? Mevcudiyetinkaynağı ve tarifi ne olacak? Gibi sorulara varlığı kendi içindeki özelliklerleanlamlandırarak cevap vermek mümkün değildir. Aslında, "varlık"maddi alemin çok üstünde oraya sığması mümkün olmayan, hele dünyanınkesinlikle kuşatamayacağı bir kavramdır. "Varlığı varolanlar olmaksızındüşünme"nin gerisindeki arayışta bu durumdan kaynaklanıyor olmalıdır.Mülk boyutunun dışında zaman ve mekanla sınırlı olmayan, arızî özelliklerdensıyrılmış bir varlık gerçek Varlık manasını taşıyabilir. Bunun dışındaki"varlık" kavramları ya da varolma duygusu bu gerçek ve mutlak varlığınkendini ifade için bu ifadelere muhatap olabilecek kapasitede yarattığı şuursahiplerinin ruh ayinelerindeki yansımalarından ibarettir. Bu noktada benliksonsuz ve sınırsız sıfatları ve özellikleri varlık da dahil olmak üzerekayıt altına alan bir ayine gibidir. Otuzuncu Söz’de "Niçin Cenab-ıHakk’ın sıfat ve esmasının marifeti, enaniyete bağlıdır?" sorusunaverilen cevapta bu ayinelik özelliği daha net olarak ortaya konmaktadır:"Çünkü, mutlak ve muhît bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı içinona bir şekil verilmez ve üstüne bir sûret ve taayyün vermek için hükmedilmez,mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Mesela, zulmetsiz daimi bir ziya, bilinmez vehissedilmez. Ne vakit hakiki ve vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, ovakit bilinir. İşte, Cenab-ı Hakk’ın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibisıfat ve esması muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmezve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakiki nihayet ve hadleriolmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lazım geliyor. Onu daenaniyet yapar; kendine bir rububiyet-i mevhume, bir malikiyet, bir kudret, birilim tasavvur eder, bir had çizer."7 İşte varlığın sırrı buradayatmaktadır. Sonsuz, sınırsız olan isimlerin anlaşılabilmesi için farazî,itibarî, emrî şekilde verilmiş sınırlı esma buketi gibidir varlık veonun zemini olan benlik.

    İlahi yüze bakan, Cenab-ı Hakk’a dönük melekûta görebizim bulunduğumuz mülk yüzün farazîliği ve itibarîliği bir baba ve çocukarasındaki şöyle bir diyaloga benzer: Baba çocuğunun kabiliyetlerinianlamak için bazı konularda sınamak ister. "Farz edelim senin büyükbir çiftliğin var, içinde pek çok teknik imkan, aletler, yirmi adetpersonel, iki traktör, iki dönüm meyve bahçesi,… vs." şeklinde bir cümleile başlayan baba bu farazî çiftlik üzerinde çocuğa pek çok soru sorar.Alış verişler, felaketlerle yüzleşmeler, soğuklar, baskınlar ve savaşlargibi pek çok senaryo üzerinde konuşulur. Artık çocuk çiftliğe iyicesahiplenmiştir. Nihayetinde baba çocuğa yeterince sınadığını düşünüp"Şimdi bu çiftliğin yıkıldığını düşünelim." dediğinde çocukbir türlü bunu kabullenmez. Alem-i ervah ve elest meclisindeki mükalemedekonumumuza göre dünyevî varlığımız ve sahip olduklarımız aynen çocuğunfarazî çiftliği gibi olmalıdır. Ölümle yaşadığımız sıkıntı, onakarşı olan ürpertimizde aynen çocuğun "Şimdi bu çiftliğin yok olduğunudüşünelim" cümlesi karşısındaki tepki gibidir. Hayat ve varlık,derinden derine daldığımız dünya ise babanın farazî çiftlik üzerindekisorularına benzer. Altıncı Söz’de Tevbe Suresi’nin izahı yapılırken,"Bir zaman bir padişah raiyetinden iki adama, her birisine emaneten birerçiftlik verir ki; içinde fabrika, makine, at, silah gibi her şey var. Fakat fırtınalıbir muharebe meydanı olduğundan, hiçbir şey kararında kalmaz. Ya mahvolurveya tebeddül eder, gider."8 cümleleri de benzer bir mizansen oluşturmaktadır.

    Her şeye bakışımızdaki temel problem hayata, varlığave ölüme bakışta da kendini göstermektedir. Sadece mülk boyutunun ölçüleriile, dar, sınırlı, kartezyen bir bakışın hayat algısı akciğerin çalışıyor,kalbin atıyor olmasından ve hareketler, değişimlerden ibaret olmayamahkumdur. Oysa bunlar melekût boyutuyla mukayese edildiğinde farazî, itibarîbir mülk aleminin yine farazî ve itibarî değişimleridir. Zenginlikler, neş’eler,üzüntüler, kayıplar, savaşlar, akıl almaz teknolojik gelişmeler… hepsiöyle. Bütün ihtiraslar, kavgalar, yıkımlar böyle farazî bir alem üzerindedönüyor.

    Hayata Bütüncül Bakabilmek

    Aslında, fiziki anlamda da temel dayanakları çok sağlamolmayan, aynı anda hem var hem yok olarak kabul edilen, hem dalga hem taneciközellikleri taşıyan bulutumsu bir zerreler ordusunun teşkil ettiği bir varlıklaraleminde yaşıyoruz. Gözlemciye göre şekillenen bir zerreler topluluğununortasında algılarımızla, bedenimizin özellikleri ile uyumlu bir işleyişingerisinde ruhumuzda manalar oluşuyor. Bu konuda "Felsefenin QuantumMekaniksel Temelleri" isimli makaledeki şu açıklamalar oldukça dikkatçekici: "Felsefede Platon’dan kaynaklanan, sonra da Skolastik Felsefe’dede hatta bugünkü felsefî tartışmalarda bile karşılaşılan ‘evrenseller’kavram ve sorunuyla başlayalım. Örneğin, neden tüm kediler birbirlerindenbiraz farklı da olsa hepsini kedi olarak tanıyıp sınıflandırabiliyoruz?Platon bir ideal biçimler evreninde ideal bir kedi fikrinin ya da temsilcisininbulunduğunu, bizim de bir şekilde bu şekilden haberdar olduğumuzu ve herkedi gördüğümüzde bu biçimde karşılaştırma yaptığımızı söylüyor.Platon’un açıklamasını bütünüyle benimsemesek de, maddesel dünyayıkediler, bulutlar, çakıltaşları gibi kategorilerle algıladığımız veyorumladığımız bir gerçek.

    Şimdi sayı fikrinin nereden geldiğine bakalım. Russellve Frege, gördüğümüz şeyleri sınıflandırabilmemiz, sayı kavramınıoluşturmamızda temel bir rol oynuyor; aslında bu sınıflandırmanın altındada bir anlatımda yukarıdaki ‘evrenseller’ fikri yatıyor. Üç kedi, üçceviz, üç kaşık gibi; aynı evrensellik alınmış tüm nesneleri düşününce,bunların aralarındaki ortak özelliğin ‘üçlük’ olduğunu kavrıyor ve birsoyutlamayla üç rakamını elde ediyoruz.

    Platon’un sorusunun yanıtı ve bununla ilgisini belirttiğimizsayı kavramı, temelde quantum fiziğine dayanıyor. Kedileri sınıflandırabilmemizkedi DNA’sının kararlılığından ve dayanıklılığından geliyor. Bu ise,DNA gibi moleküllerin kesikli enerji düzeylerine sahip olmalarına ve çevreseletkilere bu enerji düzeylerinden birinden ötekine geçmenin çok zor olmasına;ayrıca yaşamın temelindeki DNA’dan kopyalanma süreçlerinin de belirli, herzaman ve her yerde aynı şekilde cereyan eden tepkimeler yoluyla gerçekleşmesinedayanıyor. Bu değişmez özelliklerin altındaysa evrendeki tüm karbonatomlarının diğer karbon atomlarıyla, oksijen atomlarını diğer oksijenatomları ve tabii ki genel olarak bir kimyasal elementin tüm atomlarınınbirbirleriyle aynı olması yatıyor. Saydığımız diğer örneklerin de genetemelde atomların özdeşliğine dayandıklarını görmek güç değil.Mesela, insan DNA’sından gelen beslenme gereksinimi, ağız büyüklüğü,elin özellikleri gibi şartlarıyla doğada kaşık haline getirilmeye uygunmetal, tahta ya da seramik gibi malzemelerin özellikleri bir araya gelince kaşıklarında neden birbirlerine benzemeleri gerektiği anlaşılıyor."9

    Otuzuncu Söz’ün, Üçüncü Nokta’sında zerreler vehayat arasında kurulan bağlantı yukarıdaki anlatılanları çok daha çarpıcıbiçimde ortaya koymaktadır: "Hem madem şu dünyanın pekçok âsârı vemaneviyâtı ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefînin mensucat-ıamelleri, sahâif-i ef’âlleri, ruhları, cesedleri, ahiret pazarına gönderiliyor;elbette o semerata ve manalara hizmet eden ve arkadaşlık eden zerrât-ı arzıyedahi vazife noktasında kendine göre tekemmül ettikten sonra, yani nur-uhayata çok defa hizmet ve mazhar olduktan sonra ve hayatî tesbihata medarolduktan sonra, şu harap olacak dünyanın enkazı içinde, şu zerrâtı dahiöteki alemin binasında derc etmek muktezi adl ve hikmettir. Ve şu hakikattenpek muazzam bir "kanun-u adl"in ucu görünüyor."10

    Bu iki durum bir arada değerlendirildiğinde hayata bütüncülbakışın farklılığı daha net seziliyor. Asırlardır maddenin genelinehakim olan özellikler analitik yaklaşımla, mekanik özellikler ön plandatutarak ve varlık alemindeki her bir varlık belirli bir tasnif yaklaşımıile ele alınarak anlaşılmaya çalışılmaktadır. Bu yaklaşım içindehayat, atom, molekül, hücre ve organ eksenli anlaşılmaya çalışılırkenhareket, organların işleyişi, kalbin çalışması ve akciğerin faal olmasıgibi faktörler ön plana çıkmaktadır. Varlığı yalnızca maddeyle bağlantılıolarak algılanan yaklaşımda hayat ve ölüm tanımları da madde ile bağlantılıolacaktır.

    Ölüm Nedir?

    Prof. Dr. Korkut Yaltkaya "Ölümün Tanımı"başlıklı yazısında madde eksenli tanımı şu şekilde ortaya koymaktadır:"Organ nakillerinin yapılabilmesi için üç önemli koşul vardır: 1.Organın alındığı kişinin tıp açısından ölmüş olması. 2. Buna karşınalınan organın canlı olması. 3. Organı kullanacak kişi ile organın alındığıkişinin doku gruplarının birbirine önemli derecede uyması. Demek ki, organınalındığı kişi hem ölmüş olacak, hem de bu kişiden alınan organ (ya dadoku) canlı olacak. Bu öneride çok açık bir ikilem var. Organları ya da enazından bir organı canlı bir beden nasıl ölü olarak kabul edilebilir? İşte"beyin ölümü" kavramı bu kritik noktaya çözüm getirmektedir.

    Yukarıdaki soruyu başka türlü soralım: Hangi organımızölürse tüm beden ölmüş olarak kabul edilebilir? Bunun yanıtı"beyin"dir. Oysa alıştığımız düşünce biçimi bu yanıtın"kalp" şeklinde olmasını dilerdi. Kalp değil, beyin! Kalp duruncakanı pompalama görevini yitirince kişi öldü kabul edilebilir; ancak budurum düzeltmek; örneğin, kalbi elektriksel akımlarla ya da mekanik olarak(kalp masajı) uyarıp tekrar çalıştırmak mümkündür. Buna karşın, beyinölünce beyni tekrar canlandırıp, diriltmek olası değildir. Beyni oluşturansinir hücrelerinin ölümü geriye dönüşsüzdür. Beyin hücrelerine (nöronlara)üç dört dakika süreyle oksijen gelmezse, bu hücreler ölür. Kalbin kendidokusunun ölümü ise, saatler sürer ve bu süre içinde kalp tekrar çalıştırılabilir.

    Bir başka yönüyle de beyni seçmek zorundayız: Bütünorganların işleyişini düzenleyen, organların karşılıklı işlevlerininuyum içinde olmasını sağlayan beyindir. Organlar fonksiyon bütünlüğünüoluşturacak şekilde çalışmalıdır. Birbirlerinden bağımsız çalışmalarıo bedende kaos yaratır. Beyin öldüğünde organların işlevsel bütünlüğübozulur ve tek tek çalışmaları da o bedenin yaşamı sürdürmesine yetmez.Belki de beyin ölümünün gerçek ölüm olmasının ana nedeni de budur.

    Salt beyin ölümü, teknolojinin ilerlemesiyle artmıştır.Hatta beyin ölümünün ilerleyen "tekrar canlandırma" tekniklerininbir sonucu, iatrojenik (hekimlerin oluşturduğu) bir durum olduğunu ileri sürenlervardır. Gerçekten de beyin ölümüne, yoğun bakımları iyi çalışan nörolojive nöroşirurji bölümleri bulunan büyük hastanelerde daha çok rastlanır.

    Yüksek teknoloji gelişmeden önce (1950’lerden evvel)insanlar, beyin ölümü basamağına gelmeden ölüyorlardı. (Örneğinsolunum durması nedeniyle) İlerleyen teknoloji, yapay solunum aygıtlarını,kalp-ciğer makinalarını, kan kimyasının ve beden işlevlerinin anında ve sürekligözlemlenmesi, düzeltilmesi yöntemlerini getirdi. Böylece belki de bazıhastaları erinçli bir ölümden uzaklaştırdı, fakat bazı hastaların da yaşamayeniden kavuşmasına neden oldu. Yaşama tekrar dönen ya da yoğun teknik bakımlayaşam süreleri uzatılan hastaları bir teknoloji ürünü olarak görenler devardır.

    18. yüzyılda hastanın yalnızca solunum ve kalp atımlarınabakarak ölümün saptanması fikri yavaş yavaş terk edilmeye başlanıldı.Çünkü bu tarihte Paris’li bir hekim, sadece kendi olanaklarıyla 52 erken gömülmeolgusu göstermiştir. 19. yüzyılda da 46 kişi cenaze törenleri sırasındadirilmişti. Bunun üzerine hekimler hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ölümüsaptayacak ölçütleri araştırmaya başladılar. Solunum ve kalp atımlarınınkontrolünün yanısıra, cesedde ölüm sertliğinin oluşması önemli bir kanıtkabul edildi. Hatta cesetlerin göğüsleri üzerine bir çan konularak ölülergömülmeye başlandı. Böylece ceset canlanacak olursa hareket edecek ve çanses çıkarıp bekçilere durumu haber verecekti."11

    Bu satırlar "modern tıp" olarak adlandırılanve pozitivizmin uzantısı olan bakış açısından insan ve ölüm anlayışınıçok net olarak ortaya koyuyor. Bu ifadelerde bir taraftan beynin diğerorganlarla olan ilişkilerinde bütünlük ön plana çıkarken o beyninfonksiyon gördüğü bedenin kainatın bütündeki konumu, varlıklar alemi ileolan ilişkileri, maddi varlıkların dışında kalan alemlerle irtibatı çokdikkate alınmamaktadır. Bu bakış açısından hareketle ortaya konan hayatve ölüm sadece maddi bedenle yani cesetle bağlantılı olarak ortayakonmaktadır. Bu durumda bile, net olmayan bazı noktalar hala vardır.

    Mesela, daha detaya inildiğinde, atom veya moleküllerbazında "beyin ölümü" net değildir. Hangi noktadan sonra geri dönüşünmümkün olmadığında bu alanlarda ortaya konacak gerçeklerin büyük önemiolmalıdır. Sonra beyin hücrelerindeki ölümün geri dönüşümsüz olmasısadece şu anı ilgilendiren, ileriki dönemlerde geçerliliğini koruyupkorumayacağı belli olmayan bir bilgidir. Yani, mutlak değildir, genel geçerbir gerçekliği ifade etmemektedir. Bunun üzerinden yapılan bir ölüm tarifide aynı şekilde mevzî kalmakta, belirli zaman ve mekan sınırlamaları içindekalan kartezyen bir bakışın ifadesi olmaktadır. İnsan bedenindeki muhteşemahenk, sinir sistemi ve endokrin sistem dediğimiz hormonların, organlar arasıahengi sağlaması; aslında, maddi bedenimize, sonu belli olmayan uzay boşluğundabir tanım getirmemizi gerekli kılmaktadır. Vücuttaki hormon armonisi dışfaktörlerden çok etkilenmektedir.

    Tıp alanında nöropeptitler, vazo aktif peptitler,endorfinler gibi yakın bir zamanda keşfedilen ve her geçen gün çorap söküğügibi genişleyip sayıları artan maddeler bedene bakışı da kökten etkilemiştir.Yara iyileşmesinden kalp atımlarına kadar pek çok beden fonksiyonunuetkilerler. Hormon sistemleri ile bağlantılı bu maddeler güneş ışığı,çok uzaklardaki yıldızların ışığı gibi bütün kainatla bağlantılıuyaranlardan etkilenmektedir. Bedendeki kalp, beyin, böbrek gibi organlar birahenk içinde bütünlük teşkil ederken insan bedeni de bütün kainatın içindeonunla sıkı sıkıya bağlı ve uyumla işleyen bir unsur haline dönüşmektedir.Varlığa bakışta köklü değişimler ortaya koyan quantum mekaniği varlıkadını alan her şeyin tarifini etkilediği gibi "insan bedeni"ne deçok farklı bir tarif getireceği muhakkaktır. Dr. Deepek Chopra "QuantumMekaniksel İnsan Bedeni" başlıklı yazısında bu duruma şöyle işaretetmektedir: "Ortaya çıkışından doksan yıl sonra quantum fiziğinin içyapısı çoğu kişiye tam bir gizem olarak görünmektedir. Yine de nöro-peptidlerinkeşfinin ne olduğunu anlarsanız quantumu anlamakta bir adım atmışolursunuz, nöropeptidlerin keşfi, bedenin zihinle uyum sağlayacak kadar değişkenoluşunu göstermesi bakımından önemliydi. Haberci moleküller sayesinde tümüylebirbiriyle bağlantısız gibi gözüken olaylar -düşünce ve bedensel tepkigibi- şimdi tutarlı sayılmaktadır. Nöro-peptid bir düşünce değildir amabir dönüşüm noktası olarak iş görerek düşünce ile birlikte hareketeder. Söz konusu evren veya tüm doğa ise, quantum bunun dışında aynı işigörür.

    "Quantum’a bir molekülün, dönüm noktasında zihnebağlılığını anlatmak için başvurmak gereğini duyarız. Bir nöropeptid,düşüncenin tamamıyla varoluş durumuna çıkar ama nereden? Korku düşüncesiile nöro-kimyasal bir bakıma gizli bir süreçle -maddesel olmayanın maddeyedönüşümü ile- bağlantılıdır.

    "Aynı şey doğanın her yerinde ortaya çıkarsa dabunu düşünce olarak adlandırmayız. Atomların düzeyine inince görünüm,dans pistinde önceden kestirilebilen adımlar atan çiftler gibi, birbiri çevresindedönen katı cisimler değildir. Atom altı (subatomik) parçacıklar % 99.99 boşalan bırakacak biçimde büyük boşluklarla birbirinden ayrılırlar. Buhavadaki hidrojen atomları, odundaki karbon atomları için doğru olduğugibi, hücremizdeki "katı" atomlar için de doğrudur. Bundan dolayı,bedenlerimiz dahi her katı şey galaksiler arası uzayla orantılı ölçüdeboştur.

    "Birbirinden bu kadar uzak aralıklarda maddeselnoktacıklar gibi gözüken bu büyük boşluk insana nasıl dönebilirdi? Busoruya cevap vermek için quantum perspektifi gereklidir. Quantum’u anlamak için,quarklardan galaksilere kadar uzanan daha büyük bir gerçeğe gireriz. Quantumgerçeğinin bize çok yakın gelen bir davranışı vardır -gerçekten o,insan bedenini kozmik bedenden ayıran en silik gölge- çizgisidir."12

    Ölüm Maddeyle Açıklanabilir mi?

    Burada gerçekliği sırf katı madde boyutunda algılamanın,"elle tutulup, gözle görülme" esasına oturtulmuş bir gerçeklikanlayışının ne kadar (% 99.99) boş olduğu ortaya çıkıyor. Bir taraftan,"öldü, onun için her şey bitti!" dediğimiz bir insan cesedinin ohalde bulunabilmesi için, onu teşkil eden zerrelerin ahenkle bir aradabulunmaya devam ettiği çarpıcı gerçeği ile yüzleşiyoruz. Cesedin detemel yapısı ele alındığında üzerindeki bütün kontroller kalkmış, başıboşbir unsur olmadığı ahenkle bir arada bulunan zerrelerin teşkil ettiği bir görünümolduğunu anlıyoruz. Diğer taraftan, varlığın sürekli kaynaşan, haldenhale geçen (tahavvül eden) zerrelerin bütün isimlere, aynı anda mazhariyetiile farklı görünümler almasından, katılık görüntüsü vererek kendineaitmiş gibi gözüken özellikler (teşahhusat) kazanmasından ibaret olduğunugörüyoruz. Bu tarz bakışın kainatı bütüncül idrakin sonucunda hayatkavramı şöyle farklı bir şekle dönüşüyor: "… sair mevcudat gibişu dünyadaki tahavvülat-ı zerrat dahi, gayet âlî hikmetler için kaderinçizdiği hudut üzerine kudretin verdiği evâmir-i tekvîniyeye göre hassasbir mizân-ı ilmî ile cevelân ediyorlar. Âdeta başka yüksek bir âlemegitmeye hazırlanıyorlar.Haşiye" 13

    Bu hayat tarifinde öyle büyük bir genişlik ve kuşatıcılıkvar ki, cansız bir cesedi de, toprak altındaki kemikleri de, hatta minerallereve zerrelere dönüşmüş hali de içine alıyor. Zaten bu mineraller vezerreler de kainat çarklarının dönüşü ve halden hale dönüşüm ile yinemaddi anlamda hayat mazhar olacaklar. Bugün bir kayada yer alan sodyumminerali, yarın bir otta veya yaprakta, sonra belki bir koyunun bedeninde, ardındanbir insan vücudunda görev alacak. Varlık alemindeki bu sürekli dönüşümve hayata mazhariyet devam edecek ve her şey, her unsur hayatla parlayacak.Belki de, tenasuh ya da reenkarnasyon türü düşüncelere insanları sevk edenbu hali hissetmeleridir. Diğer taraftan insanın yaratılışında bir ebediyetarzusu, fıtratta bir ölümsüzlük arzusu bariz şekilde varlık aleminde yaşanmaktadır.Bu arayışı "Zamanı Durdurmak" başlıklı yazısında Prof. Dr.Korkut Yaltkaya şöyle dile getiriyor: "… zaman dursaydı ya da hiçolmazsa yavaşlasaydı ne iyi olurdu. Örneğin bugün kanser gibi amansız birhastalığa yakalanan kişi zamanı durdurabilseydi ve amansız hastalığınıntedavisinin kolayca yapılabildiği yıllara kadar bekleyebilseydi daha uzun yaşamaolanağı elde edebilirdi. [Oysa, "tedavisinin kolayca yapılabildiği yıllar"ıngeçmesi için zamanın durmaması gerekir. H.Y.] Bu geçmiş yıllarda gerçekleşebilseydi,o dönemde sıtmadan, firengiden, veremden ölenler zamanımızda tekrar yaşıyorolabilirlerdi. [Bu halde dünyanın ve kainatın genel dengesinin nasıletkileneceği de ayrı bir soru işaretidir. H.Y.]

    "Zamanı nasıl yavaşlatabiliriz ya da insanı uzunyıllar bozulmadan, çürümeden nasıl koruyabiliriz? Akla ilk gelen çarelerdenbiri soğuk… Soğuk, organizma işlevlerini ileri derecede yavaşlatır. Bütünbir geceyi eksi on, on beş derecede soğukta geçirip kalp atımı sayısınormalin 1/3’üne, beden ısısının da 20 derece düşmesine karşın yaşayaninsanlar bilinmektedir.

    "Organizmayı donduracak etkenlikte olan soğuk iseiyi bir konservasyon [muhafaza. H.Y.] yöntemidir. Örneğin 1991 yazında, AlpDağları’nda, yarı erimiş bir buzulun yanında bir ceset bulunmuş.Radyokarbon yaş saptaması sonucunda bu cesedin yaşının 5000 ya da 5500 yılolduğu anlaşılmıştır. Soğuk, binlerce yıl bu insan ölüsünü ve yanındakieşyaları da koruyabilmiş. Deriden dikilmiş elbiseleri olan bu taş devri elçisininsırtında da döğmeler varmış. Mavi renkli olan döğmeler, bilinen en eskidöğme. Cesedin yanındaki erzaklar içinde bulunan ve tanınabilecek durumdaolan eriklerin cinsinden, doğa sonbahara çıktığı anlaşılmış.

    "Demek ki, soğuk, uygun koşullar olursa organikmaddeleri ayrıntılarına kadar bozulmadan binlerce yıl koruyabilir. Alaska’dabulunan bir mamut ise, bu taş devri habercisi kadar şanslı değil: 1970’debulunan bu kalıntının 21.000 yıllık olduğu saptanmış. Ancak havanınyumuşak dokuları hemen tümüyle bozulup, yok olmuş. Yine de bir miktar kasdokusu kalabilmiş. Buna göre, dondurma yöntemini kullanan, "YaşamıUzatma Derneği", "Kriyonik Derneği" gibi dernekler kurulmuş.Bu işlemin birçok zorlukları, engelleri var. Birincisi, dondurma işlemine ölümdenhemen sonra başlamak gerekli. Çünkü ölümden birkaç dakika sonra dokularbozulmaya başlıyor. Fakat insanın nerede ne zaman öleceği belli olmadığındanbu işlemi her zaman anında uygulamak olası değildi. Bu birici engeldir. Örneğin,Amerika’da yalnız yaşayan bir kadın bu derneklerden biriyle anlaşmış.Fakat dernek yetkilileri, kadıncağızı öldükten üç gün sonra ve dokularındaçürüme başlamışken bulabilmişler. Cesedin arkasında "Böyle olmakistiyorum" yazılı ve 30 yıl önce çekilmiş bir resmi varmış.

    "Diyelim ki, ölümden hemen sonra dondurma işleminebaşlanıldı. Bu işlemin de birçok basamakları vardır. Önce cesedin damarınıniçine kanın pıhtılaşmamasını engelleyen bir ilaç (heparin) enjekteedilir. Sonra beden buz paketleri ile 25 derece kadar soğutulur. Daha fazla soğutmaile hücreler içindeki su kristalleşeceğinden ve bu kristaller hücrede ilerihasar oluşturacağından kristalleşmeyi engelleyen bir ilaç damar yoluyla vebir iki saat süreyle verilir. Sonra daha derin bir soğutmaya geçilir. Bu,kuru buz ile yapılır. Kuru buz, dondurulmuş karbondioksit gazıdır. Kuru buzile beden eksi 80 dereceye kadar dondurulur. İşlemin sonunda ceset içi sıvıazot ile doldurulmuş insan büyüklüğünde bir kapsüle aktarılır. Buaktarma sırasında dondurulmuş ceset bir cam gibi kırılabileceğinden işlemindikkatle yapılması gerekir.

    "Bütün bu işler hem zordur, hem de masraflıdır.Masraf bu kadarla da kalmaz, yıllar boyunca kapsülün depolanması, korunmasıve dört ayda bir de içindeki sıvı azotun değiştirilmesi gerekir. Böyleceengeller çoğalmış olur. En önemli engel, istenilen zaman geldiğindediriltmenin başarılıp başarılamayacağıdır. Her ne kadar teknik bakımındanilerlemiş bir çağa ulaşılacaksa da, o çağda da diriltme olayı gerçekleşmemişolabilir. Ya da bilinen yöntemler yetersiz kalabilir. Ve böylece yapılanbunca iş ve ümitlerin sonunda Mısır mumyacılığından daha ileri gidilmemişolur."14

    Haşir Hakikati

    Halbuki Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ve tüm semavîkitaplar masrafsız, külfetsiz ve garantili bir çözüm ortaya koymaktadırlar."Haşir" hakikatine iman bütün bu arayışların, ebed arzusunun,yokluktan, hiçlikten kaçışın en etkili çözümü ve en şifalı ilacıdır.Yalnızca "iman etmek" ucuzluğu ile zamanı durdurup ebedileşmekarzusunda olanların bu talepleri karşılanmakta ve çok daha güzel bir hayatvadedilmektedir. Varlığı yalnızca maddi bedene sınırlı algılayan ve bunedenle kesîf maddelere, cesede büyük önem verenler bile dikkate alınıpcismanî haşir vadedilmektedir. "… şu kainatın en mükemmel meyvesi veHalık-ı Kainatın en sevdiği masnûu ve kainatın mevcudatıyla en ziyade alâkadarolan insandaki şedit, sarsılmaz, daimi olan aşk-ı beka ve şevk-i ebediyetve âmâl-i sermediyet, bilbedahe işareti ve delaletiyle, bu alem-i fânidensonra bir alem-i bâki ve bir dâr-ı ahiret ve dâr-ı saadet bulunduğu oderece katî bir surette ispat ederler ki, dünyanın vücudu kadar, bilbedaheahiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam ederler."15

    Zamanı durdurmanın, ebedî bir hayatın, sonsuz mutluluğunbir arzu olarak insana verilmesi bunların varlığının bir işareti olmalıdır.Bütün bu arayışlar sonucunda ulaşılmak istenen nokta ancak imanla mümkündür.Yani, bu hayatın hayatı imandır. Sonra, yaratılış gayesine bakıldığında,varlık nedenleri nazara alındığında, hayat denen kavramın hedefine ulaşmasıyani hayat bulabilmesi iman ile mümkün olmaktadır. Bu zaviyeden bakışlahayat öyle geniş bir kavram haline dönüşür ki, bütün alemlerle birlikte,mülk boyutunu ve şehadet alemini de içine alır. Zaman ve mekan üstü birkavram haline dönüşür. "… Evet, madem kainat hayat için yaratılmışve hayat dahi Hayy-ı Kayyûm-u Ezelî’nin bir cilve-i âzamıdır, bir nakş-ıekmelidir, bir sanat-ı ecmelidir. Madem Hayat-ı Sermediye, resûllerin gönderilmesiyleve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. (Evet, eğer kitaplar vepeygamberler olmazsa, o Hayat-ı Ezelî’ye bilinmez. Nasıl ki, bir adamın söylemesiylediri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de, bu kainatın perdesi altındaolan alem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap edenbir Zâtın kelimâtını, hitâbâtını gösterecek, peygamberler ve nâzilolan kitaplardır.) elbette kainattaki hayat, katî bir surette Hayy-ı Ezelî’ninvücub-u vücuduna katî şehadet ettiği gibi, o Hayat-ı Ezelîyenin şuââtı,celevâtı, münâsebâtı olan "irsâl-i rusûl" ve "inzal-i kütüb"rükünlerine bakar, remzen ispat eder. Ve bilhassa risâlet-i Muhammediye(a.s.m) ve vahy-ı Kur’ânî hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, buhayatın vücudu gibi hakkaniyetleri katîdir denilebilir.

    "Evet, nasıl ki hayat bu kainattan süzülmüş birhülâsadır ve şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır,ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır veruh dahi hayatın halis ve sâfî bir cevheri sabit ve müstakil zâtıdır. Öylede maddi ve manevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi hayattan ve ruh-ukainattan süzülmüş hülâsatü’l-hülâsasıdır. Belki maddi ve manevîhayat-ı Muhammediye (a.s.m.) âsârının şehadetiyle, hayat-ı kainatınhayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.) şuur-u kainatın şuurudur ve nûrudur.Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakaikının şehadetiyle, hayat-ı kainatınruhudur ve şuur-u kainatın aklıdır.

    "Evet, evet, evet! Eğer kainattan risalet-iMuhammediyenin (a.s.m) nuru çıksa, gitse kainat vefat edecek. Eğer Kur’ângitse, kainat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek,belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir Kıyametikoparacak."16

    Bu bütünü kuşatan, varlığı mülk ve melekûtu, gaybve şehadeti ile içine alan tarifte hayat çok farklı bir kavram haline dönüşmektedir.Yalnızca hareket, konuşma, kalbin ve akciğerin çalışması, sonra bedeni vezihni faaliyetlerin oluşumu ile dünyevî ilişkilerin zemini değildir artık.Aslını risalet-i Muhammediye’den (a.s.m.) alan bir kavramdır. "Kim kiO’na (a.s.m.) iman ediyor idiyse, bilsin ki o öldü!" diyen Hz. Ebubekir(r.a.) o Zatın yalnızca maddi bedeni ve bir beşer olarak içine girdiğicesedi ile ilgili olmalıydı. Yoksa kainatın gerçek hayatı Hayy-ıKayyum’dan kaynaklanmakta bu hayatın "safî bir cevheri", "sabitve müstakil bir zatı" olan ruh ise o Zatın (a.s.m.) ruhunda, yanirisaletinde temsil edilmekteydi. Gelmiş geçmiş bütün enbiya, evliya veasfiya ile gelecek bütün mü’minlerin ruhlarının katıldığı bütün varlıkalemini kuşatan ve ondaki hayatı temsil eden ruh ise şecere-i Muhammediye(a.s.m.) olmalıdır. O’nun (a.s.m.) çekirdeği olduğu ve fihristesi olduğubu varlık ağacı gerçek hayata mazhardır. Bu hayat ise, mülk aleminden,maddi bedenden çok üstte varlık alemini derinden kuşatan bir kavramdır.Hareketli canlı gibi gözüken, marketleri, yolları, şehirleri dolduran vefarklı cinslerde farklı alemleri süsleyen cesetlerdeki hayat yalnızca Hayy-ıKayyum’un cilvelerinin yansımalarıdır. Güneşin kabarcıklarda yansımasıgibi. Hiçbir özellik kabarcığa ait değildir, yalnızca ayinelik etmektedir.Bu anlamda gerçek hayata mazhariyet ancak imanla, yani Hayy-ı Kayyum’u tanımaklaancak mümkün olur. İman hayata hayat verir. Aksi halde hareketli, konuşan,üzülen, sevinen, koşan, akciğeri, kalbi, beyni faal olan cesetler yalnızcahareketli cesetler "meyyit-i müteharrik" hükmündedirler. Gerçek ölümruhun Hayy-ı Kayyum’a yönelik olmadığı onu tanımadığı, körelmiş haliolmalıdır. Maddi boyutta, cesedin vazife paydosu şeklinde ölüm ise birnimet olarak kabul edilmektedir. Cesed varlık dediğimiz, mülk dediğimiz şehadetaleminden çıkmakla birlikte ruhun etrafında şekillenmiş benlik, şuur ve akılfarklı boyutlarda mevcudiyetini devam ettiriyor olmalıdır. Bu farklı hayattabakaları beş sınıfa ayrılmış olarak Birinci Mektup’da izahedilmektedir. Bu izahın ardından gelen sualde "O ki, hanginiz daha güzelişler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı dayaratmıştır." Mealindeki Mülk Suresi’nin ikinci ayeti ile ilgili olarakşu soru ortaya konmaktadır: "Bu gibi ayetlerde ‘Mevt dahi hayat gibi mahlûktur;hem bir nimettir’ diye ifham ediliyor. Halbuki, zahiren mevt inhilâldir,ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdimü’l-lezzâttır. Nasılmahlûk ve ni’met olabilir?" Bu soru, varlığı maddeye hapsetmişzahirperest, eşyanın sadece göze ve algılara hitap eden kısmından ibaretanlamlar veren bakışın özetlenmesidir bir anlamda. Verilen cevapta ise varlığıbütüncül olarak kuşatan maddi ve manevi boyutlarıyla, ruh ve bedenlebirlikte insan tarifinden yola çıkan bakış ortaya konmaktadır:

    "Elcevap: Birinci sualin cevabının ahirinde denildiğigibi, mevt vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır,bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bakiyeye bir dâvettir, bir mebde’dir, birhayat-ı bakiyenin mukaddemesidir. Nasıl ki, hayatın dünyaya gelmesi bir halkve takdir iledir; öyle de, bu dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, birhikmet ve tedbîr iledir. Çünkü en basit tabaka-i hayat olan hayat-ınebatiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i sanat olduğunu gösteriyor.Zira, meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessühle, çürümekle vedağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mîzanlıbir imtizâcât-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaretolan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölüm, sünbülünhayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i hayatıdır;belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahlûkve muntazamdır.

    "Hem zihayat ve meyvelerin yahut hayvanların mide-iinsaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe’ olduğundan,"O mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahluk" denilebilir.

    "İşte, en ednâ tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyeninmevti böyle mahluk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvîsiolan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette yeraltına girmiş bir çekirdeğinhava aleminde bir ağaç olması gibi, yeraltına giren insan da alem-i berzahtaelbette bir hayat-ı bakiye sümbülü verecektir."17

    Sonuç

    Kader, haşir, Cennet, Cehennem, hayat ve ölüm gibikavramları yalnız mülk boyutunun ölçüleri ile algılama girişimimiz hepdar, mevzî, sınırlı ve kartezyen olmak durumundadır. Hiç bir kavram veunsur varlığın maddi boyutu ile sınırlı değildir. Bu yüzden kavramharitamızı şekillendirirken, eşyaya anlam yüklerken konumumuzu iyibelirlemek durumundayız. Mesela, şu satırları okurken, birilerinin düşünüpkaleme aldığı ve yayınevinde dizilip bilgisayara aktardığı ve matbaadakiteknolojik imkanlarla basılı hale gelen bir derginin dağıtım şirketleriile size ulaşması ve mürekkebin kağıt üzerinde aldığı şekillerinbeyninize ulaştırdığı mesaj olarak algılıyorsunuz. Bu okuma eylemi ileilgili konumumuzu mülk boyutunun kağıdı, basım unsurlarını, ışık vebedenle ilgili olarak belirliyorsunuz. Oysa, dergiyi okuduğunuz şu esnada uçsuz,bucaksız diye adlandırılacak bir uzay boşluğunda, bu ortama göre çok küçük,bizim ölçülerimize göre çok büyük bir gezegende bir taraftan süratle dönüp,sistem ve galaksi içinde helezonlar çizen bir gezegendesiniz. Diğer taraftanbütün bu yazıları, sayfayı, dergiyi, odayı, şehri, gezegeni ve uzayı oluşturanunsurların % 99.99’u boşluktan ibaret. Temelinde varlığı ve yokluğu eşit,gözlemciye göre şekillenen, ne zaman nerede olduğu kestirilemeyen birortamda şu okuma fiilini gerçekleştiriyorsunuz. Ama bu haller şu ankikonumumuzu belirlemede iç aleminizde çoğunlukla genel bir fikirdir, süreklinazara alınan bir kanaat oluşturmuyor. Dolayısı ile kavram haritası yalnızcamülk boyutunun ölçüleri ile, elle tutulup gözle görünen kavramlar etrafındaşekilleniyor. Ölümü ve diğer pek çok "metafizik" şeklinde tarifedilen kavramı gerçek şekliyle anlayabilmek bu sınırlılıktan kurtulmaklaancak mümkün olabilecektir. Varlık alemi içindeki kulluk pozisyonu, eşyanınşu işleyişinde Hz. Muhammed (a.s.m.) ve diğer enbiya ile, Hayy-ı Kayyum ilebağlantımız bu bakışla daha netleşecektir. O zaman ölümün bir bitiş,yok oluş, çürüme olmadığını kabullenmek yalnızca bir inanç meselesiolmayacak yakînen kabul edilen bir ilmî bir veri haline dönüşebilecektir.Toprak altında çürümenin daha üst boyutta ve daha kuşatıcı bir hayatınbaşlangıcı olduğu ancak bu şekilde idrak edilebilir. Belki o zaman yukarıdakisatırlar ve Hz. İsa’nın "Ölüm bir son değil, başlangıçtır."sözü bize daha yakın hale gelebilir.

    * Çatallanma algılanabilir nesnenin özel ya da salt öznelolduğunu ileri süren Kartezyen görüş. Çatallanma görüşü, dış dünyanınbütünüyle nicelikler ve matematiksel yapı ile niteli olduğu varsayımıylabirlikte işlev kazanır. Bu görüşe göre tüm nitelikler (renk gibi) yalnızcaalgılayanın zihninde vardır.

    1. Smith Wolfgang, Quantum Bilmecesi, İnsan Yayınları,Çev: Orhan Düz, s. 20.

    2. Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, Sosyal Yayınlar, Çev:H. Vehbi Eralp, s. 12.

    3. A.g.e., s. 12.

    4. A.g.e., s. 14.

    5. Heidegger, Martin, Zaman ve Varlık Üzerine, A yayınevi,Çev: Deniz Kanıt, s. 45.

    6. A.g.e., s. 46

    7. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Otuzuncu Söz,Birinci Maksad, s. 495.

    8. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Altıncı Söz, s.28.

    9. Saçlıoğlu, Cihan, Bilim ve Teknik, Sayı: 395, Ekim2000, "Felsefenin Quantum Mekaniksel Temelleri."

    10. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Otuzuncu Söz,Üçüncü Nokta, s. 512.

    11. Yaltkaya, Prof. Dr. Korkut, Beynin ve YaşamınGizemleri, Altın Kitaplar Yayınevi, s. 22.

    12. Chopra, Dr. Deepak, Quantum Healing (Quantum İyileşme),İnkılap Kitapevi, Çev: Nihat Oralbi, Dr. Tolga Taymaz, s. 99.

    Haşiye: "Çünkü, bilmüşahede gayet cevâdânebir faaliyetle şu âlem-i kesif ve süflîde pek kesretle nûr-u hayatıserpmek ve iş’al etmek, hatta en hasis maddelerde ve taaffün etmiş cisimlerdekesretle taze bir nûr-u hayatı ışıklandırmak, o kesif ve hasis maddeleri nûr-uhayatla letafetlendirmek, cilâlandırmak, sarâhate yakın işaret ediyor ki,gayet lâtif, ulvî, nazîf, hayattar diğer bir alemin hesabına, şu kesîfcamid alemi zerratın hareketiyle, hayatın nuruyla cilâlandırıyor, eritiyor,güzelleştiriyor. Güya latîf bir aleme gitmek için, zînetlendiriyor. İşte,beşer haşrini aklına sığıştıramayan dar akıllı adamlar, Kur’ân’ın nûruylarasat etseler görecekler ki, bütün zerrâtı bir ordu gibi haşredecek kadarmuhît bir "kanun-u Kayyûmiyet" görünüyor, bilmüşahede tasarrufediyor."

    13. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Otuzuncu Söz,Üçüncü Nokta, s. 512.

    14. Yaltkaya, Prof. Dr. Korkut, Beynin ve YaşamınGizemleri, Altın Kitaplar Yayınevi, s. 41.

    15. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Onuncu Söz, ZeylinBeşinci Parçası, s. 110.

    16. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Onuncu Söz, Zeylinİkinci Parçası, s. 103.

    17. Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, Birinci Mektup, s.13.