Köprü Anasayfa

Ölüm Gerçeği

"Güz 2001" 76. Sayı

  • Tolstoy'da Ölüm Düşüncesi veya İvan İlyiç'in Ölümü

    Nazmi Eroğlu

    Tolstoy dünya edebiyatına mal olmuş bir Rus düşünürüve edebiyatçısı. Edebiyat merdivenlerini nesirle tırmanmış ve o yoldazirveye oturmuş bir romancı. Romanda başarılı olmuş her yazar gibi o da,hayatın içindeki gerçekleri ve problemleri en çarpıcı açıklığıyla vederin tahlillere girerek anlatmıştır. Bu yöndeki başarısı nispetindeokuyucu tarafından hüsnü kabul gördüğü söylenebilir ve bitmeyen birilgiyle günümüze kadar canlılığını sürdürmektedir.

    Ölüm, hayatın en önemli, en gerçekçi, en riyasızyanını temsil etmektedir. Buna rağmen insanlar, büyük oranda, ölümü herzaman kendinden uzakta görmektedirler. Belki de, insan fıtratının bu şekildeölüme yaklaşması, hayatı çoğu zaman yaşanılır kılabilmektedir.

    Sıradan insanlarda olduğu gibi düşünür vefilozoflarda da ölüme yaklaşım, dünya görüşünü, hayat felsefesiniortaya koyar. Tolstoy, yazılarında yoğun bir şekilde ölümü işlemesiyleçağdaşı olan yazarların önünde bir üne sahiptir.

    Tolstoy’un birçok eserinde, ölüm teması, merkezi birdeğer olarak işlenir. Romancı üslubuyla tasarladığı ve giriştiği hayathikayelerinde adeta dini bütün bir Müslüman’ın ahiret ve ölüm inancınayaklaştığını görmek mümkündür. İvan İlyiç’in Ölümü, Hayat ÜzerindeDüşünceler, İnsan Ne İle Yaşar, Üç Ölüm, Polikuşka, İtiraflarım vs.her birinde okuyucusunu ölüm gerçeği ve hayatın anlamıyla yüzleştirmeyeçalışır. İtiraflarım adlı hacimce küçük fakat oldukça yoğun eseri bubakımdan bir nasihat-nâme kadar fonksiyon taşıdığı düşünülebilir.Burada saf Hıristiyanlık akidesine bağlı bir düşünce geliştirir vedebdebeden uzak bir hayat tarzının insana gerçek huzuru vereceği inancınaerişir.

    Bu sonucu, bir yönüyle şu şekilde özetlemek mümkünolsa gerek: "Tolstoy’un Hıristiyanlıkta reddettiği ‘dejenerelikler’ arasında,insanlıkların dünyaya günahkâr olarak geldikleri, günahların, muhtelifyollarla affedilmesi, Teslis (üçlü birlik) ve Allah’ın insan şeklinde vücutbulması idi…"1

    Tolstoy, parlak bir çocukluk ve gençlik devresinin ardındanşöhreti yakalamış nadir yazarlardandır. Bu dönemlerinde, çevresini oluşturaninsanların nezdinde "hırs, tahakküm, menfaatperestlik, şehvet, kibir,hiddet, intikam hırsı" gibi davranışları belirleyen hissiyatlar revaçtaidi ve kendi hayatını buna göre şekillendirdikçe ve büyüklere uydukça çevresinimemnun ettiğini biliyordu. Daha sonra kendini geliştirmek için Avrupa’daki üsttabakaların takıldığı entelektüel ortamlara iştirak ederek"ilerlemeci" düşüncelerini ve hissiyatını pekiştiriyordu.(Olgunluk devresinde, bu ortamlarda gördüğü arızaları ve medeniyet anlayışınınçarpıklığını daha iyi değerlendirecektir.)

    Tolstoy Paris’te bulunduğu sırada, Giyotinle idam edilenbir mahkuma tanık olması, her şeyin boş bir çırpınış olduğunu anlamasınasebep olacaktır. Giyotinin idam mahkumunun boynuna inmesi, o zamana kadar ki yaşadığıve çevresinin de telkin ettiği hayat anlayışına karşı önemli bir şüphemeydana getirmişti. Yine ölümün, en sevdiği insanlardan birisi olan kardeşinialması, "bu gaflet perdesinin" yırtılmasına ikinci önemli adımolacaktı; ve bundan sonra, eski ve yeni Tolstoy’dan bahsetmek mümkün halegelmiştir.

    Ülkesinde, sulh hakimi gibi önemli bir göreve atanarakhalka hizmet etmesine ve ayrıca, bir dergi çıkararak halkı eğitme yolundakigayretlerine rağmen, ruhen rahatsızlanıp tebdili hava ile Başkırtların yanınagitmiş ve geriye döndükten sonra kendisine kurtuluş ve huzur vadeden evlilikolduğu görüşüne vararak aile hayatına girmiştir. Ancak kendini bu yenihayatına vermesi, hayatın genel anlamını araştırmasına engel oluyordu. Buminval üzere on beş yılını da geride bırakacaktı.

    Tolstoy ününe ün katarken de iç muhasebelerini sürdürmekteidi ve en ünlü şahsiyetlerden daha büyük üne kavuşması halinde bile bune anlam ifade edebileceğini düşünüyordu. Bu önemli soruların cevaplarıyoktu. Ve ona göre "sorular beklemezler, cevap isterler"di. "İnsancevap bulamazsa, yaşayamaz. Ve bir cevap da yok işte…" diye düşünüyordu.Ve nihayet kendi hakikatini görüyordu: "Hayat bir anlamsızlıktır. Böyleceyaşayıp gidiyordum. Ve yoluma devam ediyordum, bir uçurumun başına gelmiştimve önümde mahvolmaktan başka bir şey olmadığını iyice görüyordum.Hareketsiz durmak imkansızdı. Önümde yalnız ıstırap ve gerçek ölümündurduğunu görmemek için gözlerimi kapamak da imkansızdı. Tam bir perişanlıktı,bu!"2

    Tolstoy, ölümden çok korkmanın verdiği bir içgüdüylekendini işe-güce veriyordu. Ölümün sırrını çözemedikçe hayatındakihiçbir hareketin ve faaliyetin anlamı olamayacağını görüyordu. Fakat bunugenç yaşından itibaren anlayamamasının acısını duyuyordu. "Bugünyarın hastalık, ölüm sevdiğim insanları ve beni yakalayacak ve geriye piskoku ve kurtçuklardan başka bir şey kalmayacak…" ve uzun zaman hayattabulunulamayacağı açık bir gerçek olmasına rağmen şöhretin de bir önemikalmayacaktır. Öyleyse "bütün bu çaba niye?" İnsanoğlu bunu nasılgörmez ve yaşamaya devam eder? Bu şaşılacak bir şey doğrusu…"

    Tolstoy’un dünyasını kaplayan sualler, adeta bir mümininuhrevi hakikatleri idrak ederek, iman dairesine yönelmesini gösteriyordu. O,bunun dışındaki bütün gayretleri zevale müteveccih olarak görüyordu.

    Tolstoy şark kültüründe bilinen bir hikaye ile -ki buhikaye Bediüzzaman’ın da aynı amaçlar için Sekizinci Söz adlı eserindekullandığı bir örnektir-davasını ispata çalışır:

    Çölde seyahat eden bir seyyah, yırtıcı bir hayvanınşerrinden kurtulmak için, kendini, yakınında bulunan bir kuyuya atar.Kuyunun içine düşerken can havliyle bir dala yapışır. Yukarda yırtıcıhayvanın dehşetinden korkarak aşağı inmek ister ancak kuyunun dibinde birejderha ağzını açmış avını beklemektedir. Yapacağı bir şey olmadığıiçin var gücüyle çalılara yapışmaktadır. Ancak bir de ne görsün, beyazve siyah iki fare bu çalıları kemirmektedir. Bu acayip hal içinde iken hernasılsa çalıların üzerine bulaşmış bal damlalarını yalayıp bir kaçdakikalık da olsa zevk almaya çalışmakta, o korkunç hali görmezdengelmektedir…

    Tolstoy, kendini bu seyyahın haline benzetir ve bu kadarayan beyan olan bir hayat gerçeği karşısında insanın gaflette olmasınaanlam verememektedir.

    Tolstoy, filozofların ve peygamberlerin ölümle ilgili görüşlerinibir bir düşünerek bu hayatın kötülüklerinden çıkış yolu arar. Hz. Süleyman,Budha, Sokrates, Schpenhauer, vs. bütün bu büyük insanların telkin ettiğihusus, hayatın metafizik boyutuyla anlamlı olacağı; dünyada iyilikyapmaktan, erdemli bir insan olmaktan gayrı anlamlı bir seçeneğin olmadığıdır.Ve ölüm yokluk değil, daha iyi bir geleceğe atılan adımdır. DolayısıylaSokrates’in dediği gibi, "bilge kişi, hayatı boyunca ölümü arar, bu yüzdende ölüm ona korkunç değildir;" bunun yanında "maddi hayat birderttir ve yalandır. Bu yüzden maddi hayatın yok edilmesi bir mutluluktur vebiz bunu dilemeliyiz." Böylece birçok bilge kişinin tebliğ ettiğihayatın anlamı ve buna bağlı olarak ölüm gerçeğini kendi hayat felsefesiolarak benimser: Epikürcü hayat felsefelerinin ve bilimsel çalışmaların,insanlara mutluluk veremeyeceğine inancı kuvvetlenir. Dünyevi bilgilerle ömrünügeçirenlerin, yani sadece aklı kendine ölçü kabul edenlerin ortayakoydukları bilgiler, büyük ölçüde hayatın anlamını inkâretmektedirler. Tolstoy’a göre, akla dayandırılmamış bilgi inançtır. İnançdiye tarif ettiği ise teslis ve sair Hıristiyanlığın vaz’ ettiği hususlardırki bunların akla ters düştüğünü kabul etmektedir. Bu bakımdan, biliminve dinin arasında tercih yapmakta kendini mecbur hisseder. Ya aklı tatmineden, fakat hayatı anlamayan bilimi, ya da hayatı anlamlı kılan fakat aklıtatmin edemeyen Hıristiyanlık’ı tercih edecektir. O, ömrünün sonlarına doğru,bunların içinden kendine has bir yol bulacaktır.

    ***

    Tolstoy’un ölümü birebir işlediği romanı, İvan İlyiç’inÖlümü adlı eseridir. Burada kendi iç çalkantılarını ve sonradan ulaştığıberraklığı tasvir etmektedir. Kitabın daha ilk bölümünde ölümleokuyucuyu yüz yüze getirir. Ve romanın sonuna kadar bu ana fikir üzerinde yoğunlaşarakdünyevi ve uhrevi görüşlerini kahramanları aracılığıyla yansıtır.

    İvan İlyiç, bir çok fâninin gıpta edebileceğimahkeme üyeliği gibi bir göreve, kırk beş yaşında iken gelmiş ve bumevkide iken ölmüştür. Babası da kendisi gibi devlet memuriyetinde görevyapmış birisi idi. İvan İlyiç, daha gençlik yıllarında bulunduğu sosyaltabakanın yardımı ve okulda gösterdiği başarılar sayesinde geleceğe güvenlebakıyordu. Bunun yanında çevresiyle geliştirdiği münasebetler sayesinde değişikmizaç ve yetenekteki insanların hayat tarzından ve tecrübelerinden derslerçıkarıyordu. Giyimine-kuşamına dikkat ediyor, nezaketi elden bırakmıyordu.Bununla beraber göbek bağını kendisinin kestiği söylenecek olursa fazlaabartılı olmaz.

    Taşrada bir memuriyet görevine tayin edildikten sonra, ozamanki Rus toplumunun, Batı’dan da etkilenmiş olan medeniyet anlayışınauygun olarak eğlencelere katılıyor, bayan ve erkeklerle karşılıklı saygıiçinde münasebetlerini sürdürüyordu. Çevresinden taktir görmesi ona yenibir memuriyet kapısı açmış, sorgu yargıçlığına terfi etmişti. Bu göreviona toplum içinde ayrıcalık sağladığı gibi, belli bir kudret de sağlıyordu.Artık sözü geçen, el-pençe önünde durulan biri durumuna gelmişti. Ancako, mevkiini menfi bir şekilde istismar etmeyecek kadar ahlaklı, kültürlü vebirikime sahipti. Özgürlükçü bir tavır takınması sevenlerini artırıyordu.Ve nihayet hayat arkadaşını bu çevrelerden seçecekti.

    Asil ve zengin sayılabilecek bir ailenin kızıyla, dahaevlilikten ne beklediğinin şuuruna varmadan dünya evine girdi. Evliliğin ilkyılları hayli iyi geçiyordu ve her iki taraf hayatından memnundu. Ancak yıllargeçtikçe eşinin huyu değişiyor, onu kendine muti edecek manevralaragiriyordu. O bu kıskaçtan sıyrılmak için kendine göre tavırlar geliştiriyor,çoğunlukla vurdumduymazlığı tercih ederek kendine yeni eğlenceler bulmayaçalışıyordu.

    İvan İlyiç, içinden gelen bir hayat tarzını yaşamaktanziyade, aile, iş ve diğer sosyal çevresindeki insanların etkisinde kalan birhayatı sürdürmek zorunda idi. Zira eşi kocasının görevine saygı gösteriyordu.O da bunu anladığı için mevkiini karısına karşı kullanmakta idi. İşarkadaşları ve katıldığı toplantılardaki dostları ise, kurulu vepropagandalarla oluşturulmuş bir düzenin parçası olmayı icbar ediyorlardı.

    Çocukları dünyaya geldikçe problemler daha da artıyordu.İvan İlyiç bunlardan sıyrılmak için kendini mesleğine veriyor ve oradailerleyerek ailesinden ayrı bir dünyada mutlu olmanın çarelerini arıyordu.

    Zamanla hayat standardının gelişmesiyle ihtiyaç duyduğuparaya göre bir göreve gelmenin hesaplarını yapıyor ve hükümet nezdindeteşebbüse geçerek konumunu yükseltiyordu.

    Yeni görevine atanarak umduğundan daha fazla maddi kazançve dünyevi itibara kavuşmuştu. Bundan sonra yeni dostları vardı vekendisini kıskanan, ayağını kaydırmak isteyenlerin burnunu sürçmeninzevkini tatmakta idi. En önemlisi eşiyle de bir uzlaşma zemini yakalayabilmişti.Artık yeni, kendine has ve her yönüyle onu tatmin edecek bir eve ve hayatakavuşmanın hayallerini kurmakta ve planını yapmakta idi. Bu onun iş hayatındanda önemli olmaya başlamıştı.

    Rahata kavuşacağı mekanlardan biri olan geniş ve güzelbir eve kavuşması mutluluğunu ziyadeleştiriyordu. Ve onu dayayıp döşemektehayli cömert davranması, bütün hissiyatını tatmin edecek yeni konumunu taçlandırıyordu.

    Önünü bu kadar aydınlık ve mutluluk içinde gördüğüve evin dizayn edilmesinde bilfiil katkıda bulunduğu bir zamanda, merdivendendüşerek iç organlarını incitmesi, sonun başlangıcı olmuştu. Bu kazakendisinde kalıcı bir rahatsızlık meydana getirmişti.

    Bir süre, içinde hasar meydana getiren darbenin farkındaolmadan yaşadı. Sosyal mevkisine uygun olarak ne gerekiyorsa esirgemiyordu. Eğlencelitoplantılara katılıyor, evinde muhteşem balolar, toplantılar tertipediyordu. Yine ailesiyle geçimsizlik yaşıyor, hatta bu geçimsizlikler bazenbu toplantıların yapılışındaki ayrıntılardan çıkıyordu. Ama bütüntatsızlıklara rağmen, bu mağrur ve riyakar ortamların, kendisine yalancıktanda olsa mutluluk ve güven verdiği kesindi.

    İvan İlyiç aldığı darbenin rahatsızlığını yavaşyavaş hissetmeye başlayınca meselenin ciddi olduğunu anlamıştı. Başvurduğudoktorların tedavileri zaman geçtikçe bir işe yaramadığı görülüyordu.Bunu aile ve dost çevresi daha erken kavradılar. Ellerinden bir şey gelmediğiiçin bazen göstermelik tavırlara girmekte ve nihayet ona acımakta idiler.Kim bilir, acımaktan ziyade kendileri bu şekilde ölümcül bir hastalığatutulmadıklarından dolayı sevinç duyuyorlardı. Aslında eşinin duygularıdaha da karmaşıktı; acımanın ötesinde kocasına kızgınlık duyuyordu.Zira, kocasının ölümü, bu debdebenin ve maddi imkanların sonu demekti.Devletin vereceği maaşın kifayet etmeyeceği açıktı. Fakat düşünüphissettiği hususları içine gömerek çevresine ve eşine karşı üzüntünumarası yapmakta idi ve bu İvan İlyiç’i çileden çıkarıyordu.

    İvan İlyiç, bulunduğu durumu muhasebe ederken, artıkhayattan ümidini kesmeye başlamıştı: "İş ne körbağırsakta, ne deböbrekte; hayat ve ölümde… Öyle ya! Bir hayat vardı; şimdi gidiyor…Gidiyor ve bunu tutmak elimde değil…"

    İvan İlyiç ölümün nefesini ensesinde hissederkenbile ölümü bir türlü kendisine yakıştıramıyor, onu uzağında görmeyeçalışıyordu. Kendisi hastalıkla boğuşurken çevresindeki insanların, özelliklekarısının eğlence düşkünlükleri kin ve nefret duygularını kamçılıyor;kendisini ölüme ayırmakla ölümden uzak kaldıklarını zannetmelerine anlamveremiyordu ve ‘bugün bana olan yarın onların başına gelecek’ diye düşünmekteidi.

    Halbuki, aylar öncesindeki hayatı ne kadar tatlıgeliyordu ona. Bütün hissiyatıyla dünyanın zevklerini içinde duyuyordu.Ama şimdi ölümü karşısında görmekle o güzellikler, o zevkler bir bir acıvermekteydi ona; hem bir daha yaşayamayacağından, hem de maziye gömüldüklerindeniçi yanmakta idi.

    İvan İlyiç, hayatı boyunca ölümü bir mantık kitabındakicümlelere hapsetmişti: "Gaius bir insandır. İnsanlar ölümlü olduklarınagöre Gaius da ölümlüdür."

    Ancak hastalanıncaya kadar bu mantıksal önermedenkendisine pay çıkarmak aklına gelmemiş, ölüm sanki sadece Gaius için geçerliidi. Hayatının muhtelif zamanlarında kendisini Gaius’un yerine koyabilseydibelki de dünyanın zevklerine o kadar perestiş etmeyecekti.

    İvan İlyiç, Tanrı’ya inanamamanın yalnızlığı içinde,bütün dünyanın yükü altında ezildiğini hissetmektedir. O, inanan birinsana yaraşır tevekküle sahip olmanın, gerçek bir saadete kavuşmanınanahtarı olacağının farkına varmak için kısa zamanda hayli merhalelerdengeçecektir.

    Acıları ziyadeleştikçe ölümle yüzleşmekte ve acıdinince başka hülyalara dalma eğilimi gösterip yine ölümü kendindenuzakta tutmaya gayret etmektedir. Ancak bütün bu gelgitler, mukadderatı değiştirmiyordu.Hele evini döşerken düşerek incinmesi ve böyle basit bir sebep yüzünden"savaş yapmış gibi" ölüme doğru gitmesi hazmedilecek bir şey değildi.

    Ölüm döşeğinde gün sayarken çevresini saran yalançemberini bir türlü görmezden gelemiyordu. Bu tavırlar karşısında rahatsızlığınıbelli etmesine rağmen bu riya çemberini kıramıyordu. Sadece hizmetçisiGerasime dürüst davranmakta idi. Efendisine, ölümün mukadder bir hadiseolduğunu, dolayısıyla üzülmemesi gerektiğini açık açık söylemesine rağmen,hiç istemediği ölümün bu kadar doğrudan kendisine hatırlatılmasındanrahatsız olmuyor, aksine kendisini bu mütevazı ve riyasız insanın yanındahuzur içinde hissediyordu.

    Ancak yalnız kaldığında ölümü ebedi karanlık, hiçlikolarak görmesi "ölüm olmasın da ne olursa olsun" gibi düşüncelerekapılmasına sebep olmakta idi. Zaten meselenin can alıcı tarafı da buradayatmakta idi. Her gün artmakta olan rahatsızlığı ölüme biraz daha yaklaştığınıgösteriyordu. İvan İlyiç yalnızlığını, aczini ve onu bu vartadankurtarabilecek maddi-manevi bir gücün olmadığını düşündükçe, çevresindecereyan eden olayları ve nesneleri kendisine düşmanlık eden vasıtalar gibigörüyordu.

    Bazen hayatının bütün safhaları gözünün önünegeliyordu. Çocukluğundan itibaren yaşadığı parlak hayatı ve geldiğimevkiler, yaşadığı acı tatlı hatıralar bir bir hayal dünyasını işgalediyordu. Ve bütün bu yaşadıklarını yokluğa mahkum olarak görüyor vehayatın ne kadar anlamsız olduğunu düşünüyordu.

    Ömrünün son demlerine doğru yol aldığını kendisidahil herkes anlıyordu; zira, uyuşturucular acılarını dindirmede kifayetsizkalmakta idi. Yapılacak son çare kalmıştı; kendisi bir şekilde iknaedilerek "belki huzur bulur" düşüncesiyle papaz çağrıldı. Hayatındantamamen ümidini kestiği ve ölümü kabullendiği bir esnada papazıntelkinleri ve tesiriyle yaşamayı önemsemeye başladı. Çevresindeki olaylarve nesnelerin anlamı değişmeye başlıyor, hatta hayat için de bir umutışığı beliriyordu. Fakat çok geçti artık; ama ölüm de artık eskianlamını kaybetmiş, yeni bir yüzle önünde arzı endam ediyordu. Yanındabulunan insanların haline -nefret hislerinden arınmış olarak- üzülüyorduve "ben ölünce daha iyi olacak" diye geçiriyordu içinden. Ağrılarınaaldırış etmediği gibi, içinde "her zamanki korkuyu arıyor, bulamıyordu.""Çünkü ölüm de yoktu. Ölümün yerine ışık vardı" ve yükseksesle: "Demek böyleymiş!… Ne saadet"

    Orada bulunanlardan birisi "bitti" dedi. "İvanİlyiç bunu duydu, içinde tekrarladı." Kendi kendine, "ölüm bittidedi. O yok artık."

    Tolstoy, ölüme doğru yol alan kahramanının içmuhasebesini gözler önüne serdiği romanında, insanın, ölümü hayatınınbir fenomeni, gerçek bir yüzü olduğunu bilmesine rağmen bunu hep başkasınalayık ve uygun görmesi en büyük yanılgısı olduğuna dikkat çekmektedir.Bunun meydana getirdiği haleti ruhiye ile çevresindeki insanlara ve sairmahlukata karşı sevgi, şefkat ve acıma duygusunun yerine nefret uyanmaktadır.Halbuki inançlı insanlar, her ölümde kendi ölümünü de gören, hissedenbir duygu dünyasına sahiptirler. İvan İlyiç’in vardığı bu sonuca Müslümanlararasında anlatılan şu temsil tam bir karşılık oluştursa gerek:"Falan öldü, filan öldü… Bir gün derler Sinan öldü…"

    1. Abraham H. Lass, 100 büyük Roman, İstanbul: Milli EğitimBasımevi, 1995, s. 63-64.

    2. Leo N. Tolstoy, İtiraflarım, çeviren: Prof. Dr.Kemal Aytaç, Ankara: Klasik, 1990, s. 23.