Köprü Anasayfa

Küreselleşme Krizi

"Kış 2002" 77. Sayı

  • Küreselleşme: İmkan ya da Tehdit

    Bir psikososyal perspektif denemesi

    Reha Fırat

    “‘Sağ’ ve ‘sol’ tabirleri artık tarihe karışan sanayi döneminin kalıntılarıdır. Bunlar arasındaki çekişme batan bir yolcu gemisinde, güvertedeki şezlonga kimin oturacağı kavgasına benziyor.” A. Toffler

    1980’lerin en çok sözü edilen popüler kavramı olan ve taşıdığı belirsizlik ve muğlaklık ne olduğunu değil, ne olmadığını ifade eden isminde bile hemencecik karşımıza çıkan "postmodernizm"in 1990’lardan sonraki halefi küreselleşme kavramıdır.Çok yaygın olarak kullanılmasına karşın her kesin kendisine göre içini doldurduğu bir anlam bohçasıdır bu. Postmodernizm, bütüncüllüğü, kapsayıcılığı, belirleyiciliği eleştirip sistemik bir alternatif kurmayı reddederken, küreselleşme bu alternatifin kendiliğinden oluşuyor(hatta oluşmuş: "yeni dünya düzeni") olduğunu söyler bize. Ancak iki kavram arasında daha karmaşık ve birbirini destekleyen ilişkiler mevcuttur aslında. İngiliz sosyal bilimci Toynbee (1889-1975) insanlık tarihinin gittikçe hızlanarak geliştiğini, atom çağının sonundainsanlığın ya siyasal olarak birleşmeyi ya da intihar etmeyi tercih edeceğini söyler.1 Bu gün bu hızlanmayı yaşıyoruz. Aslında artan sadece hız değil, hız artış oranı da sürekli artmaktadır. Yani, bir ivme artışı söz konusudur insanlık tarihinde. Öyle ki, dönemintanımlanamayışında bunun da payı vardır. Tanımlama hızı, değişimin hızına yetişememektedir.

    Bu yazının amacı küreselleşme hakkında sistematik (efradını cami) bir açıklama sunmak değil, bu tarihsel dönemecin insanların zihninde, duygularında, düşüncelerinde ve davranışlarındaki yansımaları konusunda bazı değerlendirmeleri paylaşmaktır.

    Küreselleşmenin insanlık için bir tehdit mi bir imkan mı olduğu sorusuna verilecek doğru cevap, onun hem imkan hem de tehdit taşıyan unsurlar içerdiğidir. Ancak bazıları için daha çok imkan, bazıları için ise daha çok tehdit içerdiği de açık.

    Küreselleşme Amerikalı zengin için imkandır. Malını Malezya’daki veya Türkiye’deki ucuz işgücünden istifade ederek daha ucuza üretebilir. Malezya’daki veya Türkiye’deki işçi için de bir imkan olabilir: Aynı saatlerdeki çalışma için daha çok ücretalabilecektir. (Ama Amerika’daki işçi kadar değil.) Fakat Türkiye’deki işçiden ucuz işgücü olarak yararlanıp gümrük duvarlarının kıstırdığı alanda, kapalı ekonominin arka bahçesinde kalan vatandaşına dünyanın artık kullanmayı terk ettiği teknolojik ürünleri satan yerlisermayedarlar için bir tehdit olacaktır.

    Devletin ekonomiden gittikçe elini çekmesi ve küçülmesi, ulus devletin birey üzerinde kurduğu bürokratik-ekonomik tekellerin kırılması, serbest rekabetle daha ucuza mal ve hizmet edinilmesini sonuç verebilecektir. Ancak devletler tarafından yasalarla korunantekellerin kırılması bir süre sonra büyük şirketlerin küçük şirketleri yutması ile ekonominin kendi dinamikleri içinde bir tekelleşme oluşturabilecektir. Öte yandan devletin işgal ettiği ekonomik alanları terk etmesiyle ulusaşırı dev sermaye hareketlerinin bu alanları ele geçireceğive bu anlamda küreselleşmenin aslında bu çevrelere (kapitalizme) pazar açma çabalarına ideolojik zemin hazırladığı da ileri sürülebilir.

    Kapalı ekonomilerde olduğu kadar "kapalı demokrasiler" de küreselleşmeyi bir tehdit olarak algılar. Türkiye gibi "demokrasi benzeri yönetimler" de… Görünen o ki, Varşova Paktının demir perdesini yırtarak kendi içine dayalı direncini deşifreeden bilişim ve iletişimin yüksek volümlü dalgaları, bugün en çok otoriter-totaliter yönetimleri kaygılandırmaktadır. Dünyanın birçok bölgesindeki yerel otoriteler ve politikacılar ekonomi ve politika üzerindeki mutlak denetimlerini kaybetme korkusuyla vatandaşlarını küreselleşmeyekarşı uyarmaktadırlar. Yönetimlerin küreselleşme karşısında duydukları tedirginlik, ekonomi ve siyaset üzerindeki kontrollerinin mutlaklığı ve resmi bir ideolojiye sahip olmaları ile doğru orantılı, şeffaflıkları ve özgüvenleriyle ters orantılı gibi görünmektedir. Ülkemizözelinde de makropolitik ana ekseni teşkil eden "Batılılaşma" hedefinin AB’ye giriş sürecinde kilitlenmesinin, hakimiyetinin sarsılacağı korkusunu yaşayan, tutucu resmi ideolojiye sahip egemen gücün gösterdiği dirençle ortaya çıktığı açıktır.

    Küreselleşme karşısında takınılan tavrı çok kaba bir tasnifle üçe ayırmak mümkün: Küreselleşme karşıtlığı, küreselleşmenin vahşi kapitalizmin yeni şartlara uyarlanmış ve makyajlanmış bir versiyonu olduğu kabulüne dayanır. Daha yumuşak birifadeyle, "neo-liberal ideolojinin yeni bir atağı". Bunun karşı tarafında ise daha çok "Amerikan yaşam tarzı"na tevhid-i kıble etmiş ve "yeni dünya düzeni"ni bunun meşruiyet vesikası yapmaya çalışan manipulatif tutum yer alır. Dünya bir köy olacaksa,köyün en güçlüsünün kendini seçimsiz muhtar ilan etmesi ve "köyün yeni düzeni"ni belirlemesi çabasıdır bu. Fukuyama’nın "tarihin sonu" ile Huntington’un "medeniyetler çatışması" tezleri bu manipulatif makropolitikanın toplum mühendisliğiprojeleridir daha çok. Bir başka deyişle kaçınılmaz görünen bir tarihsel-toplumsal süreci ABD’nin politikaları ve çıkarları doğrultusunda yönlendirme çabası. İkinci tavır birinci tavrın kuşkularına anlamlılık ve haklılık kazandırır. Bu iki tavır da bütüncü veideolojiktir. Üçüncü tavır ise küreselleşmeyi bir olgu olarak, pozitif ve negatif boyutlarını tartarak, analitik bir yaklaşımla ele alan sosyopolitik bilimsel verilere dayanmalıdır.

    Küreselleşmeyi olumlu ve olumsuz bütün yönleriyle daha nesnel değerlendirmenin önündeki engellerden biri, onun sadece ekonomik veya sadece politik boyutuna odaklanan indirgemeci yaklaşımlardır. Örneğin bu sürecin insan psikolojisi üzerine olan olumlu ve olumsuzetkileri daha az tartışılmaktadır.

    Sürecin karakteristik özelliklerinin başında "hız" ve "değişim" gelmektedir. Bu iki kavramı birleştirebiliriz: "Hızlı değişim." Hızlı değişimler, oluşturdukları anomi ortamı, belirsizlik, bu belirsizlikten kaynaklanan geleceğeyönelik güvensizlik ve tedirginlik ve özellikle çok genç olmayan kuşaklardaki alışılmış yaşama tarzının gittikçe daha güç yaşanılır hale gelmesiyle bireylerde anksiyeteye (sıkıntı) neden olur. Değerlerde meydana gelen değişimin ortaya çıkardığı sosyal, etik, psişik,dini yönelim (orientasyon) kaymaları da bu anksiyeteyi arttırır ve kişiyi yabancılaştırır. Toplumsal yapıda ise kaos, güvensizlik, değer karmaşası ve intihar oranları artar. Ancak yine aynı dönemlerde insanlarda dikkat artışı, uyanıklık, teyakkuz hali, toplumda ise dinamizm,yeni istidatların keşfi, yeni ve farklı çözümlerin geliştirilmesi, yeni icatlar ve keşifler daha fazla görülür.

    Bir yandan yukarıda sözü edilen anksiyete, yalnızlaşma, yabancılaşma diğer yandan iletişim teknolojisinin sunduğu yeni imkanlar sosyal ilişki biçimlerini de dönüştürmektedir. Kapı komşusundan bihaber, yaşadığı apartmandaki insanların bir kısmını tanımayaninsanlar dünyanın öbür ucundaki insanlarla sohbet edip satranç oynayabiliyor, etkinlikler organize edebiliyorlar. Bu durum, mekanın oluşturduğu kaçınılmaz yakınlıklar yerine tercih ve seçme hakkının öne çıktığı ilişki biçimlerinin geçmekte olduğunu göstermektedir. Tarımtoplumunda kan bağı (aile) ve mekan (klan, kabile, hemşehri) bağları asli bağlardı. Sanayi toplumunda ulus-devlet ve milliyetçilik bağları ve dayanışması önem kazandı. Daha tali olarak da meslek ve sınıf bağları vardı. Sanayi sonrası toplumda ise daha soyut ve evrensel değerleredayanan zihinsel, ruhsal, psikolojik müştereklerin paylaşımına dayalı dayanışma ve ilişki biçimlerinin oluşmakta olduğunu görüyoruz. Çevrecilerden, internette bir araya gelebilen her ülkeden özel ilgi gruplarına kadar. Halka büyüdükçe küçük halkadaki bağlar yok olmuyor amadaha az belirleyici oluyor.

    Üzerinde durulması gereken bir diğer sorun, kimlik bunalımı ve kimliğin yeniden yapılanması (reorganizasyonu)dur. Küreselleşme bir evrenselleşmeye yol açmakta, yerleşik normlar, referans çerçeveleri ya da kısaca ifade etmek gerekirse, total yaşama biçimi hızladeğişmekte; bireyler ve toplumsal kollektiviteler karmaşık ve dinamik ortamda kendilerini yeniden tanımlama gereksinmesi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Söz konusu gereksinme, kimliklerin yeniden tanımlanması ile aşılmaya çalışılmaktadır. Küresel ile yerel arasındakidiyalektik etkileşim, insanların kendilerini tanımlayacak kimliklerini inşa etmelerini belirlemektedir.2 Böylece, birey için dinamik, çok sayıda seçeneği ortaya koyan bir seçim yapma zorlaması söz konusu olmaktadır. Nitekim içinde yaşanılan çağda dini-mezhepsel, etnik,ulusal, aile ya da aşiret türünde yerel kimlik arayışlarının olağanüstü bir yoğunluk gösterdikleri söylenebilmektedir. Bir başka deyişle, modernite çağının en önde gelen kimlik türü olan ulusallık yeniden yorumlanırken ona rakip çok sayıda kimlik tür ya da ölçütlerininde siyasal yaşamı belirlemeye başladığı ileri sürülebilmektedir. 20. yüzyılın sonunda radikal dini hareketlerin ve yorumların her yerde güçlü bir biçimde siyasal yapıları etkilemeye başlaması, bir ideoloji ve kimlik arayışı olarak yükselmesi, insanlara tatmin edici kalkınma,zenginleşme, başarı ve kendine güven duyguları verme açısından başarısız kalan ulus-devlet ve ulus-devlet çağına özgü ulusçuluk, Liberalizm ya da Sosyalizm türünden ideolojilerin yetersiz kalmasından mı kaynaklandığı soruları gündeme gelmektedir.3 Bu sorularınsoruluyor olması, insanın geldiği noktada mutlu olmadığını ima ediyor, diğer yanda ‘arayış içinde olma’nın getirdiği belirsizlik ve yeni kimlik inşası sürecindeki bunaltıcı sorumluluk da gidilecek yolun çetin olduğunu gösteriyor. Kimlik bunalımı, kimlik arayışı ve kimliğinyeniden yapılanması ya da inşası, insanoğlunun en temel anksiyete nedenlerinden biridir. Daha önce (tarım ve sanayi toplumunda) kimliğini hazır bulan ve ona direnemeyen birey, küresel dünyada kimliğini inşa etme çabası ve sıkıntısı ile başbaşadır.

    Din, bir yandan homojen-global kültüre alternatif kimlikler inşa etmede meydan okurken, bir yandan da ona katılır ve onu dönüştürür. Nitekim "kültür" olarak İslam’ın tüketim kültürünün dayattığı hayat tarzlarına kendi rengini vermesi (İslamiarabeskten tesettür defilelerine, tarikat şeyhlerinin medyatikleşmesinden dini müzik gruplarına kadar), "evrenseli" (popüler olanı) yerelleştirmesi, son tahlilde geleneksel muhtevayı (post)modern form içine yerleştirmesidir. Bu, aynı zamanda küresel kitle kültürünün gelişmesineparalel olarak etki gücü kazanan tüketimciliğin (consumerism), hayat tarzı olarak İslam’la bir rekabet ve çelişki içinde bitişmesidir. Üstelik böyle bir bitişme, İslam için olduğu kadar Hinduizm, Budizm, hatta Hıristiyanlık için de söz konusudur.4

    Bunlar olurken İslam’ın dominant karakterinden tedirginlik duyan yorumlarla da karşılaşıyoruz: H. Mol’den Sarıbay’ın yaptığı aşağıdaki alıntı buna ilginç bir örnektir: "Postmodernitede farklılık ve çoğulluk temelinde bir kimlik inşasının haklılaştırımı,modernitenin ‘tekçiliği’ yadsınarak yapılmaktadır. Küreselleşmenin dayattığı tüketimciliğin etkisiyle İslam postmodernize olurken, söz konusu haklılaştırımın zeminini kendisi için döşemektedir. Ama paradoksal olarak sahiciliğini kaybetmeme uğruna haklı bir şekilde küreselleşmeye(dolayısıyla moderniteye ve postmoderniteye) direnirken de yerellikten çıkıp evrenselliğe yönelmekte, neticede direndiği ve yadsıdığı tekçiliği yine kendisi için istemekte; kimliklerin tek etik (meşru) temeli olmaya girişmektedir." Aşağıda üç yazardan birer cümle ile alıntılanandeğerlendirmeler, bu konuda bizim de katıldığımız bir cevabı teşkil edebilir: "İslam’ın etik (meşru) bir değerler sistemi olarak sahici kalabilmesi, gerçek bir çoğulcu ortamda mümkün görünmektedir." (A. Davutoğlu) "İslam’ın monopolitik bir devlet yapılanmasınıörnek alması, modernitenin krizini alternatif bir bağlamda yeniden üretmek anlamına gelmektedir." ( A. Bulaç) "Küreselleşmeyi ’emperyalizmin bir diğer adı olarak tanımlarken’; alternatif olarak ‘İslam’a dönüşü’, yeni bir ‘dinsel küreselleşme’nin son tahlilde demokratikotonomiyi yok sayan bir versiyonu şeklinde de görmemek gerekir." (A. Hüseyin)5

    Ortak değer yargıları gittikçe artan dünya kamuoyu ve uluslarüstü organizasyonların baskısıyla üstten, bireylerin yukarıda sözü edilen dönüşümüyle alttan gittikçe aşınan ve silikleşen ulus-devlet bariyerleri bölgesel ve küresel yeni müşterekleri vedengeleri gündeme getirmektedir.

    Roland Axtmann gibi bazı yazarların savunduğu "global yurttaşlık" kavramına doğru bir gidiş olacaksa bu, toplumların tâbi oldukları hukuksal normların ve resmi ilişki biçimlerinin belli oranlarda standardize olması ve geleneksel-kültürel farklılıklarınresmi olmayan özel ilişki biçimlerini belirlemesi anlamına gelecektir. Amerika’daki eyaletlerin farklı yasalara tabi olması ve pasaport almadan geçilen bir sınırdan sonraki bir mekanda o mekandaki yerel inisiyatif tarafından belirlenmiş yasaların uygulanması, ABD’nin bir çok şehrindekiÇin mahallelerinin bir küçük kasaba büyüklüğünde olması ve özel alandaki ilişkilerinde kültürel-geleneksel kodlarını kullanabiliyor olmaları, diğer yandan İsviçre, Belçika, Avustralya örnekleri böyle bir toplumsal yapı hakkında bazı ipuçları verebilir. Eski çokkültürlü,çoktoplumlu imparatorluklar da bu modelin monarşik ve arkaik bir versiyonu olarak düşünülebilir. Elbette ki, böylesi bir yapılanma -olacaksa- oldukça şeffaf, demokrat ve sivil olarak geliştirilmeli, G. Orwell’in, "1984"teki "Big Brother" tekno-faşizminebenzememelidir. Birey psikolojisi açısından; standardize olmuş, evrensel kabullere dayanan, keyfilikten arındırılmış bir hukuk sistemi içinde insanlar farklılıklarını yaşama konusunda daha çok güvende hissedeceklerdir kendilerini.

    Diğer bir önemli karakteristik, "etkileşim"dir. Kadim Dünyanın bir yerindeki çok büyük değişiklikler bile bir başka bölgeye yansımadan ya da ulaşmadan sönebiliyordu. (Örneğin Nicoolai Danilevsky tarihsel-kültürel varlıklar kuramını bunun üzerinekurar.) Ortaçağın başlangıcı sayılan 476 tarihinde Batı Roma imparatorluğunun yıkılışı, örneğin Çin’i, Hindistan’ı ve insanlığın başka bazı kısımlarını etkilememiştir. Değişik kültürlerin ortak medeniyete farklı katkıları olmaktaydı: Yunan uygarlığı, estetik vefelsefe; Sami uygarlığı, din; Avrupa, bilim ve teknoloji; Roma, hukuk ve siyasi örgütlenme alanlarında katkılarda bulunmuşlardır. Bir toplumdaki değerin ortak insanlık mirası haline dönüşebilmesi zaman ve mekanın direnci nedeniyle çok uzun zaman almaktaydı çünkü. Ancak bugün dünyanınbir yerindeki yenilik veya gelişme hemen dünyanın her yanında yankılanmakta, medeniyetlerin ayrı damarları ve çizgileri bir sarmal içinde birbirine karışarak varolmaktadır. Bu durum kültürlerin ve toplumların birbirlerini tanımalarını, kendilerinin ve diğerlerinin kuvvetli ve zayıftaraflarını ayırt edebilmelerini sağlar, gelişmeyi ve insanlığın ortak mirasının büyümesini hızlandırırken bireysel hissediş ve düşünüş açısından da daha heterojen ve heterodoks, daha kozmopolit ve "ötekine açık" bir psikolojinin ortaya çıkmasını sonuçverir. Böylece kültürel ve sosyal bağnazlıklar, ötekine yönelik önyargılar yumuşar.

    Diğer yandan enformasyon devrimi mekan-insan ilişkisini de değiştiriyor ve mekan bağımlılığını ortadan kaldırıyor. Sanayi devrimi ile belli mekanların iş üretimi için kullanılmasına başlanması süreci tersine dönüyor ve insanlar merkezi bürolardan vefabrikalardan semtlerdeki iş merkezlerine ve hatta evlere taşınıyor. Alvin Toffler bunu "eve dönüş hareketi" olarak adlandırmaktadır.6 Bu yeni durum modern hayatın insanlarda kaçınılmaz kıldığı bölünmüşlük duygusunu, iş ile ev, çocuk ile kariyer, yaşamkalitesi ile yaşam standardı arasında ikisinden birinin aleyhine olarak tercih yapma zorunluluğunu yumuşatabilir. Bu da modern yaşama biçiminin insanlarda oluşturduğu stresin bir deste incelmesi demek olacaktır.

    Ancak yukarıdaki bazı değerlendirmelerin iyimser olduğu öne sürülebilir. Bu önermelerin doğru olması, küreselleşme olgusunun öteki yüzünü gizlememelidir. Küreselleşme aynı zamanda öncü toplumların kültür kodlarının ulaşılması gereken amaçlar halinegetirilmesi ve homojenleştirilmeyi hedef alan bir tahakküm süreci olarak da belirir. O kadar ki, bu tahakküm sürecinde küreselleşmenin ulusçuluk ‘dışı’, ‘üstü’ ve ‘ötesi’ bir ‘kültürel ırkçılık momenti’ olmaya yöneldiği iddia edilir.7 Evrensellik iddialarının arkasındamonolitik bir kültür hegemonyası gizlenmektedir…

    Küreselleşmenin karamsar bir bakış açısına haklılık kazandıran tarafları, daha çok "Amerikanlaşma" boyutu ile ilgilidir. Avrupa kültürü daha evrensel, insani ve birikime (ortak insanlık mirasına) dayalı bir nitelik gösterirken, Amerika kültürüdaha dayatmacı, işgalci ve özel bir yaşama kültürünü genelleştirme (hatta evrenselleştirme) eğiliminde gibi görünmektedir. Uluslararası politikalarına bakıldığında da Amerikan ilkeselliğinin meşruiyet dayanaklarını daha çok ulusal çıkarlar oluştururken, Avrupa’nın dahastabil ve evrensel ilkeleri gözettiği söylenebilir. 11 Eylül saldırılarından sonra Amerika’nın mahalle kabadayısı ağzıyla "bize yardım etmeyen bizim düşmanımızdır" diyebilmesi ve birçok ülkenin bu tavırdan rahatsızlık duyarak da olsa itaat etmek zorunda hissetmesi,ABD’nin dünyanın her tarafına "erişebilir" ve "güç transfer edebilir" olmasına, bir başka deyişle küreselleşmenin askeri boyutunun ABD yorumuna dayanmıştır.

    Küreselleşme sürecinin olumsuz unsurlarına ve özellikle de ABD eksenli yönlendirme çabalarına yönelik tepkiselliğin de bir zaman sonra küreselleşeceğini düşünebiliriz. ABD’nin IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası gibi oluşumları stratejik amaçlarıdoğrultusunda kullanması, NATO’yu BM yerine ikame etmeye çalışıyor görünmesi gittikçe daha çok çevreyi tedirgin ediyor. BM’in, Cemiyet-i Akvam’ın akıbetine uğramaması için çağrılar yapılıyor.8 Birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkan muhalif akımların ortakhedefleri karşısında birbirlerine yakınlaşacakları ve bir süre sonra belki de yeniden iki kutuplu dünyanın ikinci kutbunun çekirdeklerini oluşturacağını beklemek hiç de hayalcilik olmayacaktır. Tek kutuplu dünyanın oluşturacağı merkezkaç kuvvetle muhaliflerin karşı kutuptatoplanması ve bir birleşik cephe oluşturması beklentisi de Fukuyama’nın beklentisi kadar makuldür. Küreselleşme, Brezilya’daki topraksız köylüleri, Meksika’daki köylü hareketler ile Kore, Güney Afrika, Fransa’daki sendika hareketlerini, Peru’daki gerilla hareketleri ile Endonezya, İngiltereve Amerika’daki öğrenci hareketlerini ve tüm bunlarla tüm dünyada yaygınlaşan çevreci hareketleri birbirine yakınlaştırma ve bir araya getirmede de işlevini sürdürecektir. Tüm dünyadaki antimilitarist akımlar, savaş karşıtları, insani amaçlı sivil toplum örgütleri de dahafazla tanışacak ve organize olacaktır. 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin Afganistan’a muhtemel (ne yazık ki, artık muhtemel değil ve binlerce masum insan öldürüldü) bir saldırısına karşı internette imzaya açılan ve İspanya’dan Pakistan’a, Amerika’dan Türkiye’ye bir çokülkeden insanın ismini alt alta gördüğümüz liste küreselleşmenin olumlu yüzünün en somut ifadesiydi.

    Yakın zamanda (26 Kasım 2001) Le Monde’da ünlü Fransız sosyolog Alain Touraine imzasıyla yayınlanan yazının başlığı ilginçti: "İki hedef: terörizm ve kapitalizm." 11 Eylül ve sonrasını değerlendirdiği yazısında Touraine, şöyle diyordu:"… terörizme verilecek karşılık ile son 10 yılda alıp başını giden vahşi kapitalizme karşı yapılacak mücadele arasında tam tamına bir zıtlık var. Her iki sorun da aslında birbirine çok sıkı bağlarla bağlanmış değil mi? … Vahşi kapitalizme karşı mücadele yarınyapılmalı. Bugün terörist saldırıların sorumluları yok edilmeli…" Bir taraftan Amerika’nın yaramazlığından yakınırken son cümlesiyle yanağından makas almayı da ihmal etmeyen Touraine’in yazısının ilginç bir yönü de Avrupa’yı terörizmle birlikte vahşi kapitalizmle demücadele etmeye çağırırken, vahşi kapitalizmin öznesi olarak sadece ABD’yi ima etmesiydi.9

    Avrupalı bir başka ünlü sosyal bilimci, Immanual Wallerstein ise daha da ileri giderek gelecekteki asıl çatışmanın ABD ile Avrupa arasında olacağını ileri sürmektedir.10 Bundan bir adım sonrası da var: Amerika’da Swarthmore Üniversitesi siyasetbilimi profesörü olan James Kurth, çatışmanın Batı ve diğerleri (West and the rest) arasında değil, Batıyla Batı arasında, hatta özellikle Batının merkezi gücü olan ABD’nin kendi içinde ve Batı ve Batı sonrası (postwestern) çatışması tarzında olacağını, muhafazakarlarındine yaklaşarak modern olmayı bırakıp "premodern" olacağını, liberallerin de moderniteyi bırakıp postmodern olacağını, çatışmanın bunlarla statüko arasında olacağını iddia eder.11

    Buna karşılık ‘Uygarlıklar Çatışması’ adlı makalesiyle son dönemlerde adından sıkça söz edilen, "Amerikan yaşam tarzı" müritlerinden Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Samuel Huntington 11 Eylül’den sonra kendisiyle yapılan bir röportajdadurumu çok daha farklı değerlendiriyordu: "Usame bin Ladin, uygarlık kimliğini yeniden kuvvetlendirdi. Batıya (neden ABD’ye karşı değil?) karşı savaş açarak Müslümanları kendi arkasında toplamak isterken, aslında Batı’nın kendini savunmasında ortak kimlik duygusunun oluşmasınısağladı. Çok yakın bir gelecekte Avrupa ile ABD’nin birbirlerine yaklaşacaklarını ve bunun serbest bir toplum uygarlığı olarak taşıdıkları ortak çıkarların onarılmasını hızlandıracağını tahmin ediyorum. ABD ve Avrupa’nın Batılı güçleri; iktisadi, siyasi ve askeri güçlerinidaha fazla birleştirmeli, politikalarını daha uyumlu bir hale getirmeliler. Böylece, diğer uygarlıklar onlarla aramızdaki farkları istismar edemezler…"12 Hungtinton’un küreselleşmeyi "Amerikanlaşma" boyutuna taşıma isteği, Avrupa’yı Amerika’nın kabahatineyamama çabası ne kadar açık…

    İnsanlar varoldukça daha doğruyu ve daha iyiyi arama serüvenleri devam edecektir. Fukuyama’nın liberal demokrasinin ve Amerikan yaşam tarzının sosyopolitik evrim açısından ulaşılabilecek son merhale olduğunu ve buradan hareketle tarihin sonunu heyecanla ilan edenmanifestosuna karşılık, küreselleşmenin ve postmodernizmin belirsizliğinden daha iyi bir demokrasi, halen var olan kusurlarından daha fazla arındırılmış bir demokrasi (liberal demokrasinin demokratikleştirilmesi; radikal demokrasi projesi) imkanı umanları da en az o kadar ciddiyealmak gerekir. Farklılıkların (tanınmakla birlikte) ayrıcalık olarak algılanması veya uygulanması (yani hep birilerinin daha eşit olması), toplumun kendini temsil etmekte zorluk çeken marjinal grup kimliklerinin baskın kimlik tarafından sınırlandırılması, devlet-parti-sivil toplumarası siyasal etki eşitsizliği, sivil toplum örgütleri arasındaki siyasal etki eşitsizliği, karar alma sürecine alınan konular arasında siyasal etki eşitsizliği… gibi sayılabilecek pek çok kusuruyla zayıf bir birey veya grup için (örneğin, Türkiye’deki uygulamasıyla) temsilidemokrasideki seçme hakkının, -Cemil Meriç’in benzetmesiyle- koyuna hangi kasap tarafından kesileceğine karar verme hakkı tanınmasından başka bir anlam taşımadığı ölçülerine varan eleştirilere hedef olabilmektedir. Bu, temelde demokrasinin zayıf unsurlarının güvence altına alınmasıve geliştirilmesi talepleri ortaya çıkmaktadır. Bu durum temsili demokrasinin bir kriz ile karşı karşıya olduğu tartışmasını gündeme getirmiş gözükmektedir (tıpkı ulus-devlet ve ulusçuluk krizi gibi). Nitekim doğrudan demokrasinin uygulanabilirliği ile ilgili arayışlar, ileribir demokratik kültür ve geleneği varsayımı üzerine inşa edilebilecek olan yönetişim (governance) tartışmaları krizin kapsamı ve derinliği konusunda bir fikir verebilmektedir.13

    Bu süreç bir yönüyle ulus devletler örneğinde karşımıza çıkan türdeş veya türdeş olma çabası içindeki kültürel öbeklerin bir serbest dolaşım içinde piyasaya çıkmasıdır. Daha önce koruma duvarları ardında yaşatılan zayıf öğelerin bu rekabet içindeortadan kalkması belki kaçınılmaz olacaktır ama bu, birtakım önyargı duvarlarının arkasında gerçeğini ifade edemediğini düşünen kültürler için de daha dolaysız olarak tanışma ve kendini ifade etme imkanı sunacaktır. Bu durum, "küresel olanın yerelleştiği, yerel olanınküreselleştiği" bir süreci ifade eder. Burada İslamiyet’in ve Hıristiyanlığın bu süreci hem bir imkan gibi hem de bir tehdit gibi algılaması kaçınılmazdı. Global kültür serbest pazarında kendi değerlerinin zedeleneceği veya "ucuza gideceği" endişesinin o değerlerin,"yeni olanı" içinde barındırma ve uyum sağlama kapasitesine duyulan güvenle (özgüven) ters orantılı olacağını unutmamak gerekir. Bu da kişilerin, cemaatlerin ve dinlerin küreselleşmeyi daha çok bir tehdit olarak mı yoksa bir imkan olarak mı algıladıklarınıntemelindeki ana dinamiktir.

    Diğer yandan gittikçe çoğalan ve ciddileşen küresel sorunlar yeryüzündeki tüm insanların ortak problemi olarak onlarda bir "kader birliği" duygusu oluşturmakta, bir yandan bunları oluşturan nedenlerin muhasebesi yapılırken bir yandan da elbirliği ileortak çözümler üzerinde çalışılmaktadır. Fark edenler tarafından endişeyle izlenen bu problemlerden kısaca bahsetmek bu endişelerin haklılığı ve ciddiyeti konusunda bir fikir verebilir:

    Aşırı nüfus artışı: Bilimsel verilerin, yeryüzünde 50.000 yıl önce ilk insanların yaşamaya başladığını söylemesine karşın 1810 yılında insan nüfusu bir milyarın altında idi. İki milyar sınırına 1925’te varıldı. Diğer bir deyişle insan nüfusu50.000 yılda bir milyara ulaştığı halde, ikinci milyarına varması 115 yıla, buna bir üçüncü milyar eklenmesi ise sadece 30 yıla ihtiyaç gösterdi. Ondan sonra 21 yılda bir milyar daha eklendi ve bundan on yıl sonra da bir milyar daha arttı. Dünya nüfusunun 2100 yılında 50milyara varacağı hesaplanmaktadır. Dünya kaynaklarının bu nüfusa yetmeyeceği de…14

    Demografik dengesizlik: Dünyanın bir yanında (doğu-güney) nüfus patlaması ve fakirlik; diğer yanında (batı-kuzey) teknolojik gelişme ve nüfustaki gerileme (yaşlı nüfus artışı) söz konusu. Bir yanda zengin kaynaklar, ileri teknoloji, sağlığın ve diğerrefah unsurlarının varolduğu bir yapı; diğer yanda bu nimetlerin çok azına sahip olan ve hızla çoğalan insan toplulukları. Böyle bir zemin üzerinde istikrarlı ve bütünleştirici bir dünya düzeni oturtmak oldukça zor görünüyor.15

    Çevre Sorunları: Yeryüzü hızla kirletilmektedir. Denizler, atmosfer ve toprak hatta dünyanın çevresinde dönen yüzlerce uydu, bu uyduları taşıyan roketlerin parçaları, kullanım dışı kalan malzeme vb. nedeniyle dünya çevresindeki uzay boşluğu da insanoğlunungüvenliğini tehdit edecek boyutlarda kirletilmiştir. Dünya çevresinde radarlarla izlenebilen büyüklükte 10.000 civarında, ve bunun 10 katı kadar da daha küçük boyda cisim olduğu ve dünyanın etrafında kurşundan daha hızla dönen bu cisimlerin uzay araçları ve astronotlar içinciddi tehlike oluşturabileceği hesaplanmaktadır.16 Unutulmaması gereken en önemli husus ise çevre kirlenmesinin nüfus artışıyla paralel seyretmesidir. Yani önümüzdeki zamanlarda oluşacak hızlı nüfus artışı aynı zamanda hızlı ekolojik kirlenmeyi de beraberindegetirecektir.

    İstihdam yapısının değişmesiyle ortaya çıkan (ve çıkacak) işsizlik: Gelişen teknoloji geleneksel üretim sistemlerinin yerine yenilerinin konmasına sebep olmakta, emeğin tanımı ve biçimi değişirken, "bilgi" üretim faktörleri içinde egemen unsurhaline gelmektedir. Yeni iş ve meslekler ortaya çıkarken bazı iş ve meslekler de tedavülden kalkmaktadır. İnsan gücünün ve emeğinin makinalara (mekanik veya elektronik) devri ve otomasyon bu değiştokuşu işsizlik lehine sonuçlandırabilir. Bu da bazı iş kollarındaki işçilerinekonomik geleceklerini tehdit altında hissetmelerine neden olacaktır.

    Nükleer ve Biyolojik Tehlike: Bugün 50.000 yıllık insanlık tarihinde ilk defa insanoğlu kendi neslini tümden yok edebilecek, namlusu tüm insanlığa çevrilmiş silahlara sahiptir. Bu silahların kontrolüyle ilgili mutlak bir güvence oluşturmak ise mümkün görünmemektedir.

    Ozon Deliği: Atmosferin, yeryüzündeki canlıları zararlı ultraviyole ışınlarından koruyucu katmanı olan ozon tabakasının delinmesiyle insanların zararlı ışınlara maruz kalmaları ve bunun sağlık açısından oluşturduğu tehlike (başta deri kanserleri olmaküzere) bir yana, bu ışınlara karşı daha savunmasız olan topraktaki ve denizlerdeki mikrobiyolojik canlıların ölmesiyle ekolojik olarak onlara bağlı olan daha yüksek organizmaların etkilenmesi ve hayat dokusunun ciddi zarar görmesi mümkün olabilir. Ve bugün hala bunun başlıcasorumlusu kabul edilen ve buzdolaplarında, klimalarda ve spreylerde kullanılan klorofluorokarbon gazlarının tam olarak yerini tutabilecek bir alternatif bulunamamıştır.17

    Sera Etkisi (Küresel Isınma): Atmosferdeki karbondioksit oranının artmasıyla birlikte küresel ortalama sıcaklık gittikçe artmaktadır. Isınan suyun karbondioksit çözme yeteneği azaldığı için suların da ısınmasıyla su içinde çözünmüş bulunankarbondioksitin bir kısmı atmosfere karışacak ve bunun sonucunda Dünyanın ısısı daha da artacak, bir kısır döngü oluşacaktır. Küresel ısınma sonucu hem buzulların erimesi hem de ısınan suyun genleşmesi nedeniyle Dünya denizlerindeki su düzeyi yükselecektir. 1900 yılındanberi su miktarının 15 santim yükseldiği hesaplanmıştır ve bu yükselme devam etmektedir. Küresel ısınmanın devam etmesiyle buzdağları tamamen erirse (Grönland, Antartika vs.) deniz düzeyinin yetmiş metre kadar yükseleceği, Hollanda, Bangladeş, Delaware, Florida gibi yerlerin tümüylesu altında kalacağı hesaplanmaktadır.18 Bu arada biz İstanbul’un ne olacağını tahmin etmeye çalışabiliriz.

    "Özgürlük" ve "güven içinde olma duygusu" insanın temel psikolojik gereksinimlerinden ikisidir. Yukarıda bazılarını saydığımız sorunlar çoğaldıkları ve ciddileştikleri oranda insanın temel güven duygusunu tehdit ederler. Güvenliğinitehdit altında hissetme ise insanlardaki temel anksiyete nedenlerinden biridir. Ve elbette ki bilişim ve iletişim çağının yoğun enformatik ortamında insanlar kendilerini bekleyen bu ortak sorunların ciddiyetini daha çok fark edeceklerdir. Ve eğer güvenliğiniz tehdit altında ise özgürlüğünüzde sınırlanmıştır.

    Bu devasa problemlerin getirdiği riski hepimiz paylaşıyoruz. Bu yönüyle bizim de sorunumuz. Ancak ortaya çıkmalarındaki sorumluluk elbette ki paylaşılamaz ve kime ait olduğu da biliniyor. Nimetler bölüşülürken hatırlanmayanlar külfetler bölüşülürken çağırılmamalıdır.Çare bulunması çabalarında da bu gelişmiş, sanayileşmiş ülkelerden daha fazla sorumluluk beklemek adil olacaktır. Oysa ABD’nin global ısınma konusundaki Kyoto protokolünü kabul etmemesi, nükleer silahları sınırlandırma çabalarını engellemesi, Durban’da Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nındüzenlediği "ırkçılık" konferansından çekilmesi örneklerinde karşımıza çıkan şey tam da bir sorumluluk eksikliğidir.

    Ekonomik gelişme insanları mutlu etmeye yeter mi? Yapılan araştırmalar bu soruya "bir yere kadar evet" cevabını veriyor. Ekonomik gelişme ya da maddi zenginlik aynı zamanda daha temiz su, daha iyi sağlık standardı, daha az kaza riski, daha az stres demek.Ancak belli bir düzeyden sonra (bu düzeyi rakamsal olarak belirlemek elbette ki mümkün olmayacaktır) amaç eksikliğine, kişiyi hayatın akışına katılmaya sevk eden güçlü motivasyonların ortadan kalkmasına da yol açabilecektir. Yoksulluk insanları kaybedecek bir şeyi olmamanınpsikolojisi içinde daha agresif yapabilirken, zenginlik başkalarının acılarına karşı kayıtsızlığa ve empati yapamamaya neden olabilmektedir (Mağduriyet yaşamış insanların ve toplumların başka insanların ve toplumların mağduriyetlerine daha duyarlı oldukları bilinir).

    Olumlu ve olumsuz unsurlarıyla ortada duran küreselleşme sürecini yok saymak bu süreçle ve getirdikleriyle etkileşimde edilgenliği tercih etmek demektir. Özne konumundan nesne konumuna indirgenmektir. Ezcümle, "eski hal muhal"dir. Ak-kara ikileminekilitlenen bir kategorik yaklaşım yerine daha analitik bir değerlendirme ile daha yaşanılır, daha adil, daha katılımcı, daha sivil, daha demokratik, daha hoşgörülü ve çoğulcu bir dünya için katkıda bulunulmalıdır.

    1. Emre Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Remzi Kitabevi, İstanbul 1985.

    2. Anthony Giddens, Modernity and Self Identity: Self And Society in the Modern Age, Cambridge 1991, s. 5.

    3. Gencay Şaylan, Postmodernizm, İmge Kitabevi, Ankara 1999, s. 254-255.

    4. E. Fuat Keyman-Ali Yaşar Sarıbay, Küreselleşme, Sivil Toplum ve İslam, Vadi Yayınları, s. 25

    5. A.g.e., s. 31.

    6. Alvin Toffler, Dünyayı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor, İz Yayınları, s. 34.

    7. E. Fuat Keyman-Ali Yaşar Sarıbay, Küreselleşme, Sivil Toplum ve İslam, Vadi Yayınları, s. 18.

    8. Samir Amin, Değişim Halindeki Dünya Sistemi, Özgür Üniversite Defterleri 1, s. 77.

    9. Alain Touraine, Le Monde, 26 Kasım 2001.

    10. A.g.e., s. 66.

    11. James Kurth, The National Interest, Güz 1994, Çev: Zeynep Şahin, Siyasal Araştırmalar, Yaz 1995/3.

    12. Samuel Huntington, Röportaj, New Perspectives Quarterly/NPQ Türkiye Dergisi.

    13. Gencay Şaylan, Postmodernizm, İmge Kitabevi, Ankara 1999, s. 16.

    14. Isaac Asımov, Uzayın Sınırları, İnkılap Kitabevi, İstanbul, s. 30.

    15. Yusuf Erbay, Kavram Olarak Küreselleşme, Yeni Türkiye, 1998, 19/168.

    16. Isaac Asımov, Uzayın Sınırları, İnkılap Kitabevi, İstanbul, s. 264.

    17. A.g.e., s. 161.

    18. A.g.e., s. 168.