Köprü Anasayfa

Küreselleşme Krizi

"Kış 2002" 77. Sayı

  • Küreselleşmenin İki Yüzü

    Nazmi Eroğlu

    "İçinde bulunduğumuz küreselleşme çağını benzersiz kılan şey, geleneksel ulus-devletlerin ve şirketlerin bu teknolojiler yardımıyla daha uzağa, daha hızlı, daha ucuza ve daha derinden ulaşabilmesi değil sadece. Asıl önemli tarafı bireylere de aynıolanağı sağlaması." Thomas Friedman

    "Şili ordusu ‘anayasal olarak etkisiz’di. Bu nedenle Beyaz Saray’a ülke ekonomisini yok etmek ve halkçı rejimi yıkacak bir darbe organize etmek için üç yıl gerekti… Böylece neo-liberalizmin ihtiyaç duyduğu her yerde, demokratik hükümetleri yok eden ‘önleyici’darbeler düzenlenir oldu."  "Hasım yalnızca yenilgiye uğratılmakla kalmamalı, iyice ezilmelidir ki Yeni Dünya Düzeni’nin dersi öğretilsin: Patron biziz, sizin göreviniz ise pabuçlarımızı parlatmaktır." Noam Chomsky

    Küreselleşme Nedir?

    Kainatta binlerce, milyonlarca küre şeklinde gezegen ve yıldızlar mevcuttur. İlmin bugünkü seviyesinden anlaşıldığına göre, sadece yerkürede insan hayatından bahsedilebilmektedir. Ve insan kendini uzun bir zamandan beri bu gezegenin misafiri veya sahibi durumundahissetmektedir. İnsanoğlu yaşadığı gezegenin şeklini ve uçsuz bucaksız olmadığını sonunda idrak etmiştir. Ve yerküreye hakimiyeti noktasında yoğun mücadeleler cereyan etmiş, ancak her millet ve devlet gücü nispetinde bir yer işgal edebilmiştir. Buna rağmen hayaller oldukçagenişti; yani "dünya bir sultana geniş, iki sultana dardı."

    Küreselleşme tabiri, dünyanın fiziki şekline izafe edilerek ortaya atılan bir tabirdir. Bununla, tek bir küre olduğu için tek bir sosyo-kültürel ve siyasî sistemin olması gerektiği düşünülmektedir.

    Küreselleşme bir görüşe göre "malların, hizmetlerin, paranın, teknolojinin, fikirlerin, enformasyonun, kültürün ve halkların hızlı ve sürekli biçimde sınır ötesine akışı" olarak tanımlanmaktadır.

    Küreselleşmenin diğer bir tarifinde "sadece ekonomik olmayan, sosyal siyasî, çevresel, kültürel ve hukuksal boyutları da olan bir süreç" olarak görülmektedir (Öymen, 26-27).

    Aslında Küreselleşme Liberalizmin hükümferma olduğu zamanlardan beri gündemdedir. Dünya ekonomik krizine (1929) kadar dünyada liberal bir iktisadi-ticari anlayış mevcuttu. Ülkeler arasında ticaretin, iş bulmak maksadıyla başka ülkelere gidişin ve göçlerin yoğunolduğu bilinmektedir.

    1930’larda yaşanan ekonomik kriz dünyadaki iktisadi faaliyetlerin yeniden yorumlanmasına ve liberal anlayışın hükümetler tarafından güdümlü olarak uygulanmasına sebep olmuştu. Bu da korumacılığı getiriyordu. Başta ABD olmak üzere büyük sanayi ülkeleri gümrükleriniyükseltmişlerdir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra Dünya Ticaret Teşkilatı’nın bu engelleri ortadan kaldırmak için sarf ettiği gayretler dünya ekonomilerini olumlu yönde etkilemiş ve ticareti 17 misli artırmıştır. Bir nesil içinde gerçekleşen bu gelişmenin tarihte böylebir örneğinden bahsetmek mümkün değildir.

    Kısaca Küreselleşme tabiri, "kapitalist ekonomi modelinin dünyaya en etkin ve en hızlı yayılma biçimi" olarak tanımlanıyor (Öymen, 28-29).

    Ortaçağdan Yirmi Birinci Yüzyıla

    Dünyanın yeni bir yüzyıla/binyıla girdiği zamanımızda, üzerinde durulan yeni dünya düzeni, küreselleşme veya globalleşmenin bin yıllık bir oluşum süreci geçirdiğini söylersek fazla abartılı olmaz. Bu uzun oluşum süreci safha safha gelişmiştir ve son yüzyılda,özellikle son yirmi yıl içinde baş döndürücü bir hıza kavuşmuştur.

    Binli yılların başlarından itibaren yavaş bir şekilde oluşan ve gittikçe hızlanarak devam eden kültürel, siyasi, askeri, ticari, teknik vs. alandaki gelişmeler dünyayı önemli oranda ve bir yönüyle bütünleştirdiği söylenebilir.

    Yani Ortaçağlarda Avrupa topraklarında meydana gelen "toplum modelleri", ilerideki yüzyıllarda bazı sosyal ve teknik gelişmelerin geldiği merhalelerle dünyayı etkisine aldığı görülmektedir (Hans-Heinrich Nolte, "Küresel Toplum İçindeAvrupa", Küresel Rekabet, 161).

    Avrupa, Ortaçağın ikinci yarısından itibaren yüzyıllar boyunca değişimin öncüsü durumuna gelmiştir. İtalya’da Rönesans, Almanya’da Reform hareketlerinin gelişip dalga dalga diğer bölgelere yayılması; Kuzey Avrupa’da ticari kapitalizmin gelişmesi ve nihayetİngiltere’de 18. yüzyılın ortalarından itibaren devletin müdahalesi olmadan ve serbest müteşebbislerin çalışmaları sonucunda gerçekleşen sanayi inkılabı… Bunun yanında 16. yüzyıldan sonra her asırda daha da yoğunlaşan ilmi gelişmeler insanların önünde değişik birkoridor açtı ve fırsatlar meydana getirdi.

    Meselenin ilk safhalarına dönecek olursak, Roma toprakları üzerinde boy atan Avrupa, çeşitli milletlere bölünmüştü. Ancak, kilisenin birliği altında tevarüs edilen imparatorluk anlayışı, Batı Avrupa’nın öncülüğünde, dünya hakimiyeti anlayışına yerinibırakacak kadar bir genişliğe ulaşacaktı. XII. ve XIII. yüzyıllardan itibaren meydana gelen gelişmeler Roma İmparatorluğu’nun diriltilmesi fikirlerinin geride kaldığı bir zamana tesadüf ediyordu.

    Ortaçağ Avrupa’sı, Roma’nın bu mirasını yeni bir birlik etrafında bir devlete dönüştürememişti. Bunun coğrafi, etnografik ve tarihi sebepleri bulunmaktadır. Bu birlik AB olarak 2000’lerin sonunda bütün ihtişamıyla ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda bunakardeş devletler de bulunmaktadır.

    Roma İmparatorluğu’nda bütün yollar Roma’ya çıkardı. Ortaçağ Avrupa’sında ise siyasi ve ekonomik olarak tek merkezli olmayan bir yapılaşma söz konusuydu.

    Bunun yanında, Avrupa’nın kıskaca alındığı bir dönemden bu yapıyı aşarak yayılmacı bir döneme geçilmesi tarihi bir gerçeklik olarak kendini gösteriyordu. Bir kısım "barbarlar" Hıristiyanlaştırılıyordu ve bir kısım güçlü düşmanlar da mağlupedilerek Avrupa kıtasından atılıyor veya imha ediliyordu.

    Bu önemli olaylar gerçekleşirken ve iktisadi yapılar değişime uğrarken birleşmeler ve bütünleşmeler de meydana gelerek milli kimlikler oluşuyordu. Böylece XV. yüzyıldan sonra Avrupa dışına yayılan girişimlerin en önemli alt yapısı gerçekleşiyordu.

    Avrupalı denizciler, kendi bölgelerinden uzakta -verimli topraklarda- yetişen ürünleri ve hammaddeleri kendi ülkelerine taşımanın ötesinde, idealist bir anlayışla ve merak dürtüsüyle adeta dünyayı keşfe çıkmışlardı.

    Amsterdam, Paris, Londra ve Köln gibi şehirleri merkezi bir konuma getiren iktisadi şartların ve bireysel özgürlüklerin önü açılmakta idi. Bunlara bağlı olarak sosyo-ekonomik yönden gelişmiş bu şehirlerin dayandıkları ülkeler güçlenerek kendilerinden dahazayıf durumda olan çevrelerindeki ülkeleri nüfuzları altına almayı başarmışlardır. Bu gelişmelerle birlikte, sömürgecilik ve uzak coğrafyalara açılım sağlanmıştır. Batı Avrupalı girişimciler, kendilerini yönetmekten aciz olarak gördükleri bölgeleri (Asya, Afrika, Amerikagibi büyük kıtalarda yer alan bölgeler) yönetimleri altına alarak oralarda yaşayan halkları hizmetçi durumuna getirdiler. Avrupalıların sömürgeleştirme alanına giren bu ülkeler, sömüren ülkelerin kat kat büyüklüğünde olan birer kara parçalarıydı.

    Böylece İslam Dünyası ve Uzakdoğu kuşatma ve nüfuz alanı içine girmiş oluyordu. Bunun meydana gelmesinde denizcilikte gelişmiş şirketlerin ve onlara destek veren devletlerin yanında misyonerlerin de faaliyetlerinin önemli katkıları olmakta idi. Ayrıca, sosyalve siyasi açıdan incelenen bu coğrafyalar sömürgeciliğe bilimsel alt yapı hazırlıyor, sömürgeciliğe keşif kolu görevi görüyordu.

    Ticaret şirketleri ve Hansa birliklerinin yönettiği şehirler önemli roller oynuyorlardı. Ancak İngilizlerin öncülüğünde meydana gelen kumpanyaların en önemli dayanakları sermaye olmakta idi. "Amsterdam’da evrenselci ilkeler üzerinde modellendirilen ilişkilerdaha önemli olmaya başladı." Yani, "kuralların ekonomide herkese uygulandığı" bir döneme gidilmekteydi. Bu dönemde sermayenin ağırlığı eskiye oranla daha önemli hale gelmişti.

    Arkasından sanayileşen bu merkezi ülkeler yeni ve karşı konulmaz bir kudrete kavuşuyorlardı. Zira ulaşım, tarım ve ateşli silahların gelişmesi, karşılarında engel tanımamalarına sebep oluyordu. Artık Avrupa’nın belli merkezleri hammaddenin sürekli aktığıyer durumuna gelmişti. Bu da daha çok zenginlik ve güç demekti ve Avrupalı beyaz ırkın üstünlüğü anlamına geliyordu. Protestanlıkla, Yahudi ilahiyatına yaklaşan Avrupalı milletleri, üstün millet ve hizmetçi milletler anlayışını özümsemeleri zor olmadı. Sömürülen bölgelerdeyaşayan insanlar hiçbir surette bir İngiliz’e veya Fransız’a vs. eşit görülmüyordu. Aydınlanmacı düşünceden sonra bu çelişkiyi açıklamak için ırkçı anlayış bütün bu merkezlerde egemen olarak kendini gösterdi. Yani eşitlik Avrupalı beyaz ırkın kendi arasında olmalıydı.Bir İngiliz bir Hintliyle evlenmesi mahzurlu görüldüğü gibi, bu medeniyetin damgasını taşıyan her yerde yapılan zecri uygulamalar ve katliamlar medenileştirme ve misyonerlik gibi kutsanmış faaliyetlerle meşrulaştırmaya çalışılıyordu. Tıpkı Avrupa’nın anası sayılan"Yunan-ı Kadim"de olduğu gibi: Üç yüz elli bin kişinin yaşadığı tahmin edilen Atina ve çevresinde elli bin kişinin vatandaş, diğer üç yüz bin kişinin de bunlara hizmet eden köleler, yani bir mal olarak görüldüğü bir toplum söz konusu idi. Demokrasinin beşiği(!)sayılan bu bölgede eşitlik, oy kullanma vs. gibi henüz anlam bakımından tam olarak oturmayan kavramlar belli bir azınlık için geçerli olarak kabul edildiği bir toplumsal düzen oluşturulmuştu. Halbuki bir soylunun bir köleden insan olarak hiçbir farkı olmadığını anlayabilecek düzeydeaklî ve fikrî melekeler geliştiği bilinmektedir. Bilgi düzeyi bu noktaya varmasına rağmen bir kısım insanlara hayvan muamelesi yapılmakta idi (belki de Atinalı bir filozofun bu çarpıklığı gözler önüne sermek için bir köleye matematik problemi çözdürmesi bundandır).

    Birinci ve İkinci Dünya Savaşları Avrupa’daki merkezi güçlerin kendi aralarında hesaplaşmaları sonucu bütün dünyada önceki yapıların değişmesine sebep oldu. Dünyanın hemen her bölgesinde eskiye oranla daha çok ulus-devletler kuruldu. Özellikle İkinci DünyaSavaşı’ndan sonra sömürge durumunda olan devletler -yapay da olsa- bağımsızlıklarına kavuşmuşlardı. Bunun yanında, Batılı ülkelerinde olduğu gibi; askeri, ekonomik ve siyasi güce erişen devletler yüzyılın sonunda kendini ispat etmişlerdir. Japonya ve Çin örneğinde olduğugibi. Bütün bu gelişmelerin yaşandığı dünya siyasî sisteminde Türkiye’nin konumu yüzyılın başlarında olduğundan daha geriye gittiği söylenebilir. Bütün resmi propaganda ve tarih yazıcılığına rağmen bu böyledir. Sınırları daraltılmış, dünya sistemi içinde hiçbirtalebi kalmamış ve tarihi ideallerinden vaz geçmiş bir ülkede, bir ulus-devletin kurulması bir zafer olarak görülmüştür. Bununla beraber Soğuk Savaş döneminde Türkiye’ye biçilen rol sayesinde tarihi ideallerini bu sınırlar içinde hatırlama imkanı hasıl olmuştur.

    Hasılı, XX. yüzyıla gelindiğinde dünya bir şehir kadar küçüldüğü söylenmektedir. Bunu zaman ve mekan boyutuyla düşünecek olursak doğrulanabilir bir yönü bulunmaktadır.

    Siyasî alanda Soğuk Savaş SSCB’nin dağılmasıyla sona erdi. Bu yeni bir dünya düzenini müjdeliyordu bazılarına göre. NATO anlamını yitirmesine rağmen beklenilen olmadı. Yine bir anlamda NATO merkezli ulus-devletlerin yapısı yeniden gözden geçirilmesi sözkonusu olmaktadır.

    XIX. yüzyıldan itibaren meydana gelen teknolojik değişmeler gittikçe yoğunlaşarak yirminci yüzyılın ikinci yarısına büyük bir birikim bırakmıştı. Bundan sonra bu birikimlerin aktarımı önceki yüzyıllara göre daha kolay hale geldi ve çok hızlı bir şekildekatlanarak olağan üstü bir seviyeye ulaştı. Aynı zamanda bu, insanların hayatına intikal etmekte idi. Meydana gelen iletişim devrimi sayesinde imkanlar çok yakın denebilecek zamanlara göre kat kat artmış ve bu imkanlar şu an itibariyle beş yıl öncesinin imkanlarıyla dahi mukayeseedilemeyecek derecede yüksek olduğu bilinmektedir. Artık isteyen insanlar internet aracılığıyla birçok imkanlara kavuşmuştur. Bununla beraber basın yayın araçlarının hemen her eve girmesi, insanların bilgilenme imkanları açısından önemli olduğu kadar yönlendirilmesi açısındanda dikkat çekici hale gelmiştir. Bu önemli değişimler geleneksel toplumları hayli etkilemekte önceki otoriter kurumlardan başka yeni kurumların etkisi kendini göstermektedir.

    Teknolojinin açtığı yolda bütün toplumsal faaliyetler yeniden tanzim edilmeye başlanmıştır. Bunun öncülüğünü yapan ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Japonya vs. gibi ülkeler, ilmi araştırmalar için çok büyük miktarlara varan tahsisatlarla yirmi birinci yüzyıldadünya sisteminde söz sahibi olabilmenin hesaplarını yapmaktadırlar. Zira küresel bir dünya düzeninde tek veya çok merkezli bir sistemde yer alabilmenin şartı bilimsel gelişmeye yapılan yatırım ve alınan sonuçla ilgili hale gelmiştir.

    Bütün bu gelişmeler Avrupa’nın uzantısı olarak oluşan Amerika’da temerküz etmiştir. Hasılı Amerika’dan Rusya’ya kadar Avrupa’nın mirasının takipçileri bir bir dünya hakimiyeti ve taksimi hususunda hak kazanmışlar veya kendilerinde hak görmüşlerdir. Bu ülkelerindışındaki, yani Yahudi-Hıristiyan, Yunan-Roma kültürünü ve beyaz ırkı temsil eden Avrupa’nın dışındaki toplumların gerçek anlamda söz hakkı düşünülmemiştir. Zira bir çok hammadde ve insan kaynakları açısından hedef ve hizmetçi durumuna gelmişlerdir.

    Avrupa menşeli olarak gelişen Rönesans, reform, sömürgecilik, Aydınlanma ideolojisi, Sanayi İnkılabı vs. gibi aşamaların etkisiyle oluşan toplumsal değerlerin, askeri, siyasi ve sosyal yapıların kendi içinde standartlaştırılarak ve bilinçli bir tercihle dünyadakibütün toplumlar açısından ideal hale getirilmesi, yani küreselleştirilmesi hususu 1990’lardan sonra yoğun bir şekilde gündeme gelmesi, dünyadaki ikili yapının, yani Soğuk Savaş diye tanımlanan dönemin sona ermesiyle/erdirilmesiyle ve iletişim teknolojisindeki muhteşem gelişmelerinsonucunda gündemi daha yoğun işgal etmiştir.

    Uzun bir oluşumun sonucunda meydana gelen küreselleşme fikrinin en önemli yönü dünya hakimiyeti projesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Teoman Duralı bu oluşumu İngiliz-Yahudi medeniyetinin küreselleştirilmesi olarak görmektedir.

    Demokrasinin Gelişimi ve Yaygınlaşmasının Küreselleşme Açısından Önemi ve Çifte Standardın Vazgeçilmezliği

    Demokrasinin başladığı yer modern çağlardaki Avrupa değildir. Bilindiği kadarıyla demokrasinin ilk örneğinin ortaya çıktığı yer, İÖ V. yüzyıl Atina’sıdır. Atina demokrasisi yukarıda da değinildiği üzere köleler açısından bir anlam ifadeetmemektedir, ama ilkesi evrenselleştirilebilir nitelikteydi. Yine ilk modern demokrasi Avrupa’da değil, Amerika’da (Avrupa’ya karşı) hakların ve yeni bir toplumun müdafaası olarak kuruldu (1776). Avrupa tarihine damgasını vuranlar, daha çok mutlakçılar, despotizmler, faşizmlerdir. VeAvrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasına dek diktatörlüklerin (Portekiz, İspanya, Yunanistan) hükmünü sürdürdüğü görülmüştür.

    Demokrasi Amerika tecrübesinden sonra Avrupa’da geç bir tarihte kurulabilmiştir. İngiltere’deki gelenekler sebebiyle oturan siyasi istikrar diğer Avrupa ülkelerinde uzun süre görülmemiştir. İngiliz demokrasisi de demokrasinin teorik anlamına uygun olarak gizli oyuancak XIX. yüzyılın sonunda, genel oyu ise ancak XX. yüzyılın başında benimsemiştir. Bununla beraber, -demokrasi gibi- halkın yönetime katılmasını gerektiren bir rejimi sömürge olarak tasarruf edilen ülkelerde yerleştirmek için en ufak bir çaba harcanmamıştır. Bu,menfaatlerine ters düşmekte idi. Zira yönetime katılan bir millet tahakkümü ve sömürüyü benimsemesi mümkün değildir. Bununla beraber, Avrupa demokrasilerinin hepsi eski sömürgeciliklerinden arınarak bu faaliyetlerini terk etmişlerdir. Ancak, zannedildiği gibi insanî bir amaçlabunu gerçekleştirdikleri düşünülebilse de, durum tamamen bir hesap-kitap meselesi olarak anlaşılabilir. Zira, eskiden sömürge olan ülkeler üzerinde askeri ve ekonomik vesayet uygulamaktan vazgeçilmemiştir.

    Şunu belirtmekte fayda mülahaza edilebilir; demokratik meşruiyete sahip olmayan yönetimlerde demokrasinin asıl düşmanı, askeri diktatörlük veya partiye dayalı bir diktatörün varlığı olmaktan çok, onun asıl düşmanı, totaliter rejim bir kez ülkeye yerleştimi, toplum hayatının her yanını eksiksiz bir şekilde kontrol altına alan, her tür sapmayı daha kaynağında saf dışı bırakan ve dolayısıyla kendi kendine süreklilik kazandırma gücünü elde eden totaliter sistemdir. Zamanımızda böyle sistemlerin sürmesinin en büyük sebebi,emperyalist güç odaklarının ve menfaat şebekelerinin içerde buldukları elit müttefiklerle o ülkenin halkını kontrol etmeleridir. Bu konuda en büyük vebal demokrasiyle (veya başka bir rejimle) yönetilen emperyalist devletlerin, "misyonerce" bir egoyla diğer milletleri önemsizgörmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan emperyalist ülkeler, başka ülkelerdeki demokratikleşmeyi önemsememişlerdir. Önemli olan kendi çıkarlarının bir şekilde korunmasıdır ki, bu da kendi menfaatini başkasının zararı üzerine bina eden bir zalimin tutumudur.

    Günümüzde bir çok aydının farkında olduğu bu önemli çelişkilere rağmen, küreselleşme iddiasında olanların böyle bir çarpık tabloyu tersine çevirecek bir çalışmanın içinde olmadığı, hatta ilgilenmediği bilinmektedir. Halbuki, demokrasinin tüm dünyahalkları için geçerli olması talebine saygı duymak gerekmektedir. Batılı emperyalist devletlerin menfaatlerini temin etme aracına dönüşen "gelişmekte olan" ve "üçüncü dünya ülkeleri" rejimlerinin patronları, demokrasiye geçmek gibi bir amaçları olamamaktadır.Bu gerçek zannedildiği gibi sadece kültürel yapıyla ilgili değildir. Zira bu tür engelleri bir şekilde aşmak mümkün olabilmektedir. Birçok devlette oluşan demokratik süreçler adeta gizli bir el vasıtasıyla akamete uğratılıp halkın önü kesilmekte, birçok bireysel haklar yokfarz edilmektedir. Halbuki demokrasi bireyselliğe saygı duyulmasını sağlayan ve azınlık biçimini almış olanlar da dahil olmak üzere farklılığı, çeşitliliği koruyan kuralları ve ilkeleri kurumlaştırır. Dolayısıyla tahrip edilen demokratik süreçlerden hiçbir surette olumlubir sonuç çıkarılması mümkün olmamaktadır. Demokrasi, tabiatı gereği farklılıklarla, karmaşıklıklarla yaşar. Farklı görüşlerin mücadelesi ve aykırılıkların olmayışı üzerine değil, tam tersine onların varlığı ve etkinliği üzerine kuruludur. Demokrasi, söz konusuaykırı görüşlerin ortaya çıkarılmasına imkan tanıyan ve bunu bir düzene koyan "oyun kurallarından" oluşur. Edgar Morin bu kuralları şu şekilde özetlemektedir:

    "Demokratik oyun kuralı, bir anlamda, demokrasiyi yaşatma amacı dışında kendi içinde başka hiçbir gerçek taşımayan, basit bir teknik araçtır. Demokrasinin temelinde ne bir değer vardır ne de herhangi bir doğru. Demokrasinin herhangi bir temelden yoksun oluşunu,boşluğunu saklamak için olsa gerek, efsaneden kaçayım derken hep ona yakalanan Avrupa düşüncesinin bu kendine özgü eğiliminin ürünü olan bir efsane, halkın yanılmazlığı efsanesi (ki bu da halkın oybirliği içinde olduğu efsanesine de dayanır) söz konusu boşluğu doldurmuş,ama bunu yaparken, bir temele oturttuğunu iddia ettiği demokrasi düşüncesini de yozlaştırmıştır… demokraside kutsallaştırmamız gereken şeyin, herhangi bir gerçekten yoksun olması, bir başka deyişle farklı gerçeklere birbirlerine karşı çıkma izini veren kural olması, olduğunuanlarız."

    Demokrasi sömürü ve tahakkümü gizleyen bir yalan değildir. Sömürü ve baskıyı mümkün hale getiren şey demokrasinin varlığı değil, yeterince gelişmiş olmaması ve yaygınlaştırılmamasıdır. Dolayısıyla Küreselleşmenin müspet anlamda yorumlanabilmesi içinbütün dünya halkları için demokrasi ortak payda olarak düşünülmelidir.

    Demokrasi, insan hak ve özgürlüklerini savunmanın kendi tekellerinde olduğunu düşünen ülkelerin yöneticileri, birçok totaliter ve modernist (batıcı) ülkelerde insan hak ve özgürlüğüne, din ve vicdan özgürlüğüne (özellikle Müslüman ve Latin Amerika ülkelerinde)karşı yapılan menfi muameleler karşısında tamamen duyarsız olması ve alttan alta teşvikkar olması bir gerçektir. Özellikle İngiltere ve Amerika’nın himayesinde başka bir mazbut halkın toprakları üzerinde terörle kurulan İsrail’in, Filistin halkına karşı uyguladığımuameleler batı ülkelerinde propagandanın yardımıyla tersine çevrilebilmekte ve bu ülkelerin mutlak desteği esirgenmemektedir. Çarpıcı diğer bir örnek Ermenilerin Azerilerin toprağını işgal etmesiyle de kendini göstermiştir. Azeriler haksızlığa uğramalarına rağmen suçlugibi muamele görebilmektedirler. Batının bu geleneksel taraftarlığı ve menfaatçi tutumu, ayrıca bu ülkelerin hakim pozisyonda olması, küreselleşme konusunda menfi düşünceleri çağrıştırmaktadır. Dolayısıyla bu, merkezi ülkelerin dışındaki halklar açısından -yirmi birinciyüzyıl- tarihte eşi benzeri görülmemiş bir zulüm çemberi meydana getireceği tahmin edilebilir. Zulmün bu derece hüküm ferma olduğu ve teşvik gördüğü bir dünyada demokratikleşme ve küreselleşme nutukları çekmenin hiçbir anlamı olmamaktadır.

    Önce, her halükarda zulme karşı olmaya ve insanlığın geldiği bugünkü seviye ile insanî değerlere bağlı kalınması gerekmektedir. Eğer bir insana zulüm yapılıyorsa onun milliyetine bakılmaması gerekmektedir. Ölen bir Afganlı veya Arap ise bu meşru, amabir İngiliz veya Yahudi olursa bu asla kabul edilemez gibi bir tablonun mevcudiyetiyle küreselleşme ancak totaliter bir anlamda olabilir ki, bunun adını düzgün bir şekilde koyacak olursak: Küresel hegemonya dememiz gerekir.

    Küreselleşmenin Olumlu Yönleri

    Küreselleşme dendiğinde, durulan yere göre, akla müspet veya menfi değişik düşünceler gelmektedir. Müspeti, insanlığın yaşadığı tecrübeler ve bu tecrübelere dayanarak meydana getirdikleri birikimler ve değerlerin ortak paydasında bir dünya ve gelecektasavvurudur. Bir nevi insanların rahata ve huzura kavuşacakları ve bir dünya cennetini netice verecek değerler sisteminin hayata geçirilmesidir.

    Bunlar; insan hak ve hürriyetlerinin korunması, hukuk önünde bütün insanların eşitliğinin temini, insanlar ve toplumlar yaşadıkları ülkelerde siyasî iktidarları kendi iradeleriyle belirleme özgürlüğüne sahip olması; yani içerden ve dışarıdan fertlerin,dolayısıyla toplumların iradesinin ipotek altına alınmayacağı bir nevi demokratik bir dünya federasyonu ve iktisadi hayatın serbest teşebbüse ve karşılıklı ticaretin -müspet anlamıyla- rekabete açık olan bir düzenin bütün bir dünyayı, milletleri ve bölgeleriyle birbirineraptederek Küreselleşme gerçekleşecektir.

    Bu tarz anlaşılan küreselleşme tabirinin insanı rahatsız edecek bir tarafı olmazsa gerek; zira, çoğunlukla insanlar eşitliğin, insan hak ve hürriyetlerinin kendisi için de olmasını ister. Bu insan olmanın asgari şartlarından birisidir. Hür olmayan birinsandan sorumluluk beklemek doğru değil. İnsanlar yeteneklerini geliştirebilecek bir ortamda olmaları halinde kâmil insan olmaya adım atmış olurlar. Her gün inanç ve fikir özgürlüğü yönünden kendini baskı altında hisseden bir insan sağlıklı karar vermekte sıkıntı içindeolacaktır. Ve insanların ürettikleri maddi ve manevi değerleri ortaya koymak ve pazarlamak için de ortamın serbest ve adilane olması gerekmektedir.

    Küreselleşmenin diğer bir yönü, insanlığın birikimleriyle meydana gelen teknolojinin, dünyada yaşayan bütün insanların ve milletlerin hizmetine sunularak, her insanın ve her toplumun, kendi gücü ve yeteneği nispetinde, adil bir anlayış içerisinde dünyainsanları ve milletleri arasında yerini alması olarak tanımlanmaktadır. Küreselleşme lehindeki yazıların temel hareket noktası buradadır.

    "Küreselleşme"nin Getirdiği/Getireceği Olumsuzluklar

    Küreselleşmenin ikinci boyutu, askeri ve siyasi yönüyle güçlenmiş (süper güç) Amerika ve İngiltere’nin başını çektiği devletlerin diğer dünya devlet ve milletlerini tek eksende birleştirme ve kendi arzularına göre dizayn etme arzusudur. Yani nüfuzunu artırıpdünyayı belli merkezlerin menfaatlerine göre dizayn etme operasyonudur, küreselleşme. Ve demokrasi, insan hak ve hürriyetleri, serbest piyasa gibi değerler bu uğurda baskı aracı olarak kullanıldığı ortaya çıkmaktadır. Yani dizayn edilen ülkelerde yaşayan halklara bu çerçevedekendileriyle eşit oranda bir hukukun uygulanmasının arzu edilmesi gibi bir niyetten bahsetmek mümkün değildir. Buna karşılık Huntington’un nakil ve işaret ettiği gibi "insan hakları emperyalizmi"nden bahsetmek mümkündür. Merkezde olan ülkelerin halkları açısından küreselleşmeninnimetleri geçerli olacak, sistemin diğer ülke halkları için bu yönde bir arzusu bulunmamaktadır; onlara üzerlerinde söz sahibi olan bu amansız gücün menfaatlerine uygun politikalar dayatılacaktır. Bu halklar, küreselleşmenin ismini duyabilecek, ancak Amerika’da yaşayan bir insangibi anlamayacaktır. Zira, sistemin içi boşaltılarak ve çarpıtılarak propagandanın yardımıyla insanlar baskı altında tutulacaktır. Bütün bu çarpıklıklara karşı insanların tepkileri çığ gibi büyürken bir çok yanlışlıklar da kendini gösterecektir.

    Tarih şahittir ki, en büyük katliamlara meşruiyet oluşturmak için kutsal değerler ve düşünceler hoyratça kullanılmıştır. Bu anlamda gelişecek bir küreselleşmenin insanlığa eşi benzeri görülmemiş zulümler getireceği, hatta teknolojinin baş döndürücüyükselişinin de yardımıyla insanın, insan olmaktan çıkabileceği büyük bir tehlike insanlığın önünde arzı endam etmek için fırsat kollamaktadır. (Bu, belki de -Fukuyama’nın anladığı tarihin sonundan başka- dünyanın sonunu getirebilecek bir kıyametin habercisi olacaktır.)

    Hasılı, teknolojik birikimlerin güçlü ellerde insanlığı ezen ve sömüren bir mekanizmaya alet edilmesi, yani belli bir azınlığa ve belli milletlere dünya nüfusunun ve kaynaklarının muti kılınması projesiyle karşı karşıya olunduğuna dair ciddi şüphelersezilmektedir. Bunun bir diğer anlamı ise nimetlerin paylaşılmasında güçlülerin hakketmediği kadarını alması, külfetlerin dağıtımında yükün diğerlerine bırakılması. Bununla beraber tabiatı tahrip eden teknolojik gelişmelerin, hiç günahı olmayan insanlara çektirilmesi deayrı bir gerçeklik olarak insanlığın karşısında durmaktadır.

    Chomsky, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan ilk Yeni Dünya Düzeni’nin ana hatlarını Winston Churchill’in şu ifadelerinde bulmaktadır:

    "Dünyanın yönetilmesi, sahip oldukları dışında kendileri için bir şey beklemeyen tok uluslara bırakılmalı. Dünyanın yönetimi aç ulusların eline geçerse, tehlike her zaman kapımızda olur. Oysa hiçbirimizin daha fazlasının peşinde koşmak için birnedeni yok. Barış kendi halinde yaşayan ve hırslı olmayan uluslar tarafından korunabilir. Gücümüz bizi ötekilerin üstüne yerleştirdi. Kendi malikânesinde huzur içinde yaşayan zengine benziyoruz."

    Bediüzzaman’ın Avrupa insanının ve medeniyetinin bu gururlu halini tarif eden ifadeleri ilginçtir: "…Her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının uruk-u hayatına kuvvet vermeye ve İslamların en can alıcı damarlarını kesmeye her vakit âmade ve dessas, medeniengizisyon taassubuyla, maddiyunun dinsizliğiyle yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesiyle mest-i gurur olmuş bir müsellah kitlenin kışlası veya büyük bir kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir. Görülmüyor mu ki, en hürriyetperver maskesini takan, (İ. G.) elini uzatıp arıyor.Nerede Hıristiyan bulsa hayat veriyor." Dolayısıyla dünyaya kendi menfaatlerini ve saplantılarını yegane ölçü olarak gören ve ne yazık ki hakim bir konumda olan güçlerle karşı karşıyadır, milyarlarca insan…

    Chomsky, bu şekilde oluşan dünya düzenini "yasallaştırılmış uluslararası korsanlık" olarak görmektedir. Zira "zengin toplumların zenginleri, onlara taşeronluk yapan yoksul ulusların zenginleri yardımıyla, zenginlik ve güçten daha büyük paykoparmak için kendi aralarında rekabete girişerek, önlerine çıkan herkesi acımasızca ezip geçerek dünyayı yönetmelidirler. Başkalarına gelince, onlara düşen hizmet edip acı çekmektir."

    "Aç ulusları kontrol etme konusunda ABD’nin sadık destekçisi olan Britanya," mesajlarını emperyalist geleneğine uygun olarak doğrudan vermekten çekinmez. ABD ise yoluna çıkan herkesi ezerken bunu bir "aziz kisvesine bürünerek" yapmayı terciheder. Ve diğer milletlerin ahlaki kusurlarını (!) düzeltmek idealini taşır.

    Ancak, Avrupa medeniyetinin Bediüzzaman ve Edgar Morin’in de işaret ettiği gibi iki önemli yönü olduğu bilinmektedir. Avrupa dışındaki toplumlarda belirgin şekilde daha yoğun olan bu durum, insan hak ve hürriyetleri eksenindeki değerler sistemiyle, totaliter, baskıcı,saldırgan, mütehakkim ve sömürüye dayalı anlayış çerçevesindeki değerler sisteminin daima atbaşı gitmesidir. Yani iki Avrupa veya Batı’dan bahsetmenin mümkün olabileceği ve bunun bütünüyle 21. yüzyıla devredildiğini görmek mümkündür.

    Küreselleşmenin bahis mevzuu edildiği her yerde haberleşme teknolojisindeki katlanarak devam eden gelişmelerin, fertler açısından ne derece büyük bir nimet ve fırsatlar meydana getirdiği hususunda ayrıntılı ve çarpıcı örnekler verilmektedir. Hatta küreselleşmedenbahsedebilmenin en önemli temel dayanağı olarak bu gelişmelere vurgu yapılır ve çeşitli dokümanlar ortaya konulur. T. Friedman’ın yaşlı annesinin kıtalar arası bir mesafeden internet aracılığıyla Fransız rakipleriyle oyun oynaması örneğinde olduğu gibi, eğlenceden şirket yönetiminekadar insanlar ummayacakları oranda büyük bir nimetle karşı karşıya olduklarının farkına varmışlardır. Ancak, bunun diğer yüzü; bireyler ve toplumlar için pek de tercih edilebilir görünmemektedir. Zira, bu teknolojiye hakim olan gücün, insanları fert bazında tarihin hiçbir dönemindeolmadığı kadarıyla kontrol ve baskı altına alma imkanı doğmuştur.

    Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere, Batılı sanayileşmiş ülkeler açısından büyük ölçüde faydalı olan küreselleşme zayıf ülkeler için söz konusu değildir. Yani ortada tek taraflı, güçlüden yana bir yapı söz konusudur. Büyük devletler ve şirketlerfaaliyetleri için serbest bir alana sahip iken zayıf ülkeler için bu geçerli olmamaktadır. Paranın, teknolojinin, hatta insan dolaşımının ülkeden ülkeye milletten millete değiştiği çifte standartlı belki daha çok standartlı bir durum söz konusudur. En önemli iddia olan ticaretserbestisi hususu doğru değildir.

    Küreselleşme sürecine olumsuz bakan genel olarak sendikacılar, yeşiller, tüketiciler olmaktadır. Bunlar küreselleşmenin büyük firmaları daha da büyüterek onların menfaatlerini artırmaya; pazarlarını ve kârlarını büyütmeye yarayan, fakat çevreyi olumsuzetkilediği ve işsizliği artırdığı için zararlı bir süreç olarak görmektedirler.

    Dünya pazarlarında rekabet edebilmek için faaliyet yapan şirketler, mensup oldukları millete ve devlete göre muamele görmektedirler. Piyasa ekonomisinin şartlarının gereğinin yapılmasından ziyade, güçlü ülkelerin daha geri ülkelerin ürettiği mallara karşımüdahaleci bir tutum sergiledikleri görülmektedir. Buna karşılık zayıf devletlerin bunu aşmak için gerekli bir performansı gösterebilecek durumda olmadıkları açıktır. Zira serbest piyasanın gerekleri yerine getirilmediği taktirde daima güçlü olan devletlerin kat kat lehinde birdüzen tatbik edilir. Bu konuda bizi de ilgilendiren bir örnek vermek mümkündür: Türkiye AB ile yaptığı Gümrük Birliği Anlaşması’na (1995) hizmet sektörünü dahil edememişti. Türkiye’nin hizmet sektöründeki rekabet gücü Avrupa devletlerinin işine gelmiyordu.

    1997’de Hong Kong’da yapılan bir Dünya Bankası toplantısında Malezya Başbakanı Mahatir Muhammed, ülkesinin karşılaştığı büyük mali krizden küreselleşmeyi sorumlu tutmuş ve bazı uluslararası mali kuruluşların da desteği ile büyük devletlerin kendilerinerakip gördükleri ülkelerin piyasalarını ve paralarının değerini spekülatif operasyonlarla tahrip ettiklerini belirtmişti.

    IMF sadece Malezya’da değil, "1997 yılı itibarıyla 144 ülke yabancı sermaye yatırımları üzerinde denetim uyguluyor, 128 ülke de uluslararası mali işlemleri kurala bağlamış bulunuyordu."

    Mahatir Muhammed Batılıların kültürel ve ekonomik yayılmacı politikalarını eleştirmiş ve "kendilerini dünyayı uygarlaştırmakla görevli, üstün bir kültüre sahip, üstün bir halk olarak gördüklerini, amaçlarının başka halkları Hıristiyanlaştırmakolduğunu ileri sürmüştü."

    Tayland Başbakanı Chuan Leekpai şu görüşlere yer verir: "Eğer bir ülke global piyasaların bir parçası olacaksa kendini bu piyasaların olumsuz etkilerinden koruyabilecek olanaklara da sahip olmalı…"

    Güney Kore eski Başbakanı Lee Hong Koo: "1995 yılında Kore OECD’ye üye kabul edilip kişi başına milli gelirimizi de 10000 dolara çıkardığımızda amacımıza ulaştığımızı sandık. Ancak gördük ki, bir üst düzeye çıktığımız zaman sahip olmamızgereken nitelikler çok farklıymış. Çok övündüğümüz güçlü devlet bürokrasimizin o aşamada bir güç kaynağı olmaktan çok, engelleyici bir unsur olduğunu anladık. O zamana kadar üretim artı ihracat yoluyla ekonomik kalkınmaya ve refaha ulaşabileceğimizi sanmıştık. 1990’lıyılların sonundaki kriz bu inancımızda yanıldığımızı gösterdi. Sermayenin küreselleşmesinin önemini ve etkisini yeterince kavrayamamıştık… Bankalarımızı bir hizmet aracı, âdeta hükümetin uzantısı gibi sanıyorduk. Bankaların ve uluslararası düzeydeki sermayehareketlerinin işin kalbi olduğunu, neden sonra fark ettik." Ve nihayet, Uzakdoğu ülkelerinde yakın tarihte meydana gelen krizlerin sonucunda bütün piyasalar altüst olduğu gibi, halkların yaşama standartlarında önemli düşüşler kaydedildi.

    Ancak olaya biraz daha değişik ve ters yönden de bakılabilirse şu hususlar dikkatten kaçmamaktadır: Daha yetmişli yıllarda Arap kökenli petrol üreticilerinin aldıkları bir karar, Avrupa’nın boğulması gibi bir sonuç doğurabiliyor ve tehlike anı geçince Avrupaülkelerinin enerji politikalarının değiştirilmesine neden olabiliyor. Tıp alanında meydana gelen gelişmelerin sağladığı imkanlar çocukların ölümden kurtarılmasına izin vererek nüfusun artmasına sebep oluyor, bu ise kötü beslenmeye yol açarak yeniden çocuk ölümlerinin artmasısonucunu doğurabiliyor. Frengi hastalığı Cenova’ya Amerika’nın keşfinden iki yıl sonra gelmiş ve Çin’e ulaşması on yıl almıştı. İnsanın bağışıklık sistemini çökertebilecek bir virüs (AIDS) hiç bir sınır tanımadan bütün ülkelere yayılabiliyor.

    Yirminci yüzyılı idrak eden dünya yirmi birinci yüzyıla mevkisini terk ederken bütün arızaları da aktardığı hususunun altını bir kez daha çizmekte fayda var. "11 Eylül’de Amerika’ya yapılan terörist saldırı" sonucundaki gelişmeler bu çarpıklığıpekiştirdiği gözlenmektedir.

    Daha önceden özgürlüklerine kavuştuğunu zanneden halklar, sonradan onları kurtuluşa götüren önderlerince yeniden ezildiklerini gördüler. Dünyanın Avrupalılaştırılması sürecinde kültürleri yok eden dayatma ve baskılar, karşı akımlar meydana getirerek,şiddetin şiddeti doğuracağı gerçeğini gözler önüne serdi.

    Dünyanın tümünü içine alma sürecinin, hegemonya ve "türdeşleştirme" yollarından ilerlemesi ölçüsünde gerilemesi de kaçınılmazdır. Teknik bakımdan gerçekleşmesine rağmen uluslara, "imparatorluklara," ırklara, dinlere bölünmüş veparça parça olmuş insanlık açısından dünyanın bir bütün olması bir hayal gibi görünmektedir.

    Küreselleşme kavramıyla umulduğu gibi ‘son kavga’, ‘tarihin sonu’, uygarlığın kendini gerçekleştirmesi vb. denilen bir safhaya gelinmediği anlaşılmaktadır. Tersine yeni ve uzun soluklu bir kavganın başlangıç aşamasında bulunuyoruz. Yani, insan düşüncesininçiçekleneceği aşamaya gelmiş değiliz, hâlâ eski çağların ilkel toplumlarında yaşıyoruz. Gerçeklerle baş edemiyor, bu karmaşıklığın önümüze diktiği engeli aşamıyoruz; ve hâlâ düşüncelerin barbarlık aşamasındayız.

    Türkiye’nin Sistemle İlişkisi ve Sonuç Olarak

    Dünya sisteminin kuruluş biçimi ve gayesi itibarıyla belli merkezlerin menfaatlerini ön planda tutan bir yapıya dünyayı icbar ettiği hususu üzerinde duruldu. Bunun için siyasi, sosyal, askeri ve kültürel tedbirler alınarak kimin ne kadar kârlı ve zararlı çıkacağıüç aşağı beş yukarı belirlenmiş veya belirlenmek istenmektedir. Sanıldığı gibi ve Hayek’in de özlemini çektiği gibi bir liberalizm ve piyasa ekonomisi söz konusu değildir. Bunun yanında, sistemde, İslam toplumlarının kendi hür iradeleriyle geleceklerini kurmalarına ve serbestpiyasa şartlarında dünyaya katılmalarına yer olmadığı tahmin edilebilir. Kendi ayakları üzerinde duran ve iktisadi gelişmesini Avrupa ülkeleri seviyesine çıkarmaya çalışan herhangi bir İslam ülkesine veya Latin Amerika ülkesine bu sistemin merkezinde yer yoktur. Bu diğer ülkeleriçin bir model teşkil edeceğinden buna izin verilmek istenmemektedir. Yani istikrarlı ülkelerin koalisyonu yerine istikrarsız ülkelerin güdülmesi anlayışı hakim olması için baskılar vardır (yani güçlü olmak haklı olmayı temin ediyor bir yerde). Ancak bütün bu yönlendirmelererağmen sistemi zorlayıp dışarıya çıkan Çin ve Japonya gibi ülkeler kötü örnek(!) teşkil etmiştir.

    İslam toplumlarının bir kısmında İslam düşmanlığı pozitivist bir laiklikle (ateizm) kendini açığa vuruyor. Bu halkların dışlanması anlamına gelmektedir. Yani merkezi güçleri oluşturan devletlerin (kendi ülkelerinin) içindeki laiklik anlayışınınaksine, uluslararası arenada adeta pozitivizm, misyonerliğin hizmetine girerek despot bir laiklikle kendi çıkarlarını pekiştirmektedirler. İslam toplumunun tarihî ve kültürel değerleri ne kadar tahrip edilirse Hıristiyanlık dünyasının kültürel yayılmacılığının çekiminegireceği muhakkak olarak telakki edilmektedir. Dolayısıyla İslam kültürünü ayakta tutan bütün çalışmalar sistemin emir erleri tarafından tepelenmek istenmekte veya gelişmeleri önlemektedir.

    Demokratik zeminin arızalı olması işi hayli zorlaştırmaktadır. Demokrasinin yeşereceği milli ve meşru zeminin yerine yapay bir milli zemin oluşturulması gerçek demokratik bir rejimin önünü tıkamakta ve geciktirmektedir. Bu "fecr-i kâzibten fecr-i sadıka"geçişin sosyo-kültürel ve siyasi bir hayli merhaleleri bulunmaktadır.

    Osmanlı Devleti dağıldıktan sonra İslam topraklarında meydana gelen devletlerden hiçbiri, dünyanın büyük devletleriyle boy ölçüşecek iktisadi, siyasi, askeri yapıya kavuşmuş değildir. Bütün bu ülkeler Türkiye’den bu noktada daha geri olduğubilinmektedir. Ancak hepsinin ortak siyasi özelliği, yapay bağımsızlıkları ve bunun sonucu antidemokratik rejimleridir. Temel felsefe, halkı dışlayan, batılı değerleri çarpıtarak yücelten bir zeminde sosyal düzenin oluşmasıdır.

    Türkiye ve "geri kalmış" ülkelerin küreselleşmeden müspet anlamda etkilenmeleri için gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Bu noktada güçlü devletlerin çelişkilerinin ortadan kaldırılması ve yayılmacı politikalarından vaz geçirilmesi için müşterekdeğerlerin ve barışın önemi büyüktür. Türkiye, kesinlikle Türk halkının iradesine saygı duyan bir demokratik yönetime, hukuki normlara ve kanunların hakim olduğu bir rejime kavuşturulmalıdır. Aksi halde Batı’nın tarihi alışkanlıkları ve İslam karşıtlığı sebebiyledayattığı totaliter yapı devam ettiği müddetçe, "Küreselleşme" olumsuz bir şekilde Türkiye’de yaşayan insanları etkilemeye devam edecektir.

    KAYNAKÇA:

    ADOLF, Hitler, Kavgam, Çeviren: Cengiz Mete, İstanbul: Kum Saati Yayınları, 2001.

    ALATLI, Alev, Schrödinger’in Kedisi (Kabus), İstanbul: Boyut Yayınevi, 1999.

    BARSKY, Robert, Noam Chomsky, Çeviren: Gülten Şen, İstanbul: Doğan Kitap, 2001.

    CHOMSKY, Noam, Dünya Düzeni: Eskisi Yenisi, Çevirenler: Ali Çakıroğlu, Tuncay Birkan, İstanbul: Metis Yayınları, 2000.

    CHOMSKY, Noam, Sömürgecilikten Küreselleşmeye, Çeviren: M. Erdem Sakınç, Ankara: Ütopya Yayınevi, 2001.

    DURALI, Teoman, Çağdaş Küresel Medeniyet, İstanbul: Dergah Yayınları, 2000.

    EKİN, Nusret, Küreselleşme Ve Gümrük Birliği, İstanbul Ticaret Odası Yayını, 1999.

    EROĞLU, Nazmi, "Bir Dönüşüm Zamanı Olarak Yirminci Yüzyıl", Köprü Dergisi, No: 69, 2000, s. 71-77.

    FRIEDMAN, Thomas, Küreselleşmenin Geleceği, Çeviren: Elif Özsayar, İstanbul: Boyner Holding Yayınları, 1999.

    FUKUYAMA, Francis, Tarihin Sonu Mu?, Türkçesi: Yusuf Kaplan, Kayseri: Rey Yayıncılık, tarihsiz.

    HERBERT, Heoton, Avrupa İktisat Tarihi, c. I, II, Çevirenler: Mehmet Ali Kılıçbay, Osman Aydoğuş, Ankara: Teori Yayınları, 1985.

    HAYEK, Friedrich, Kölelik Yolu, Çevirenler: Turhan Feyzioğlu, Yıldıray Arsan, Ankara: Liberte Yayınları, 1999.

    KENNEDY, Paul, Yirmi Birinci Yüzyıla Hazırlanırken, Çeviren: Fikret Üçcan, Ankara: İş Bankası Yayınları, 1995.

    Küreselleşmenin İnsani Yüzü, Derleyen: Veysel Bozkurt, İstanbul: ALFA Bsm. Yay., 2000.

    Küresel Rekabet, Derleyen: Mustafa Özel, İstanbul: İz Yayıncılık, 1994.

    Medeniyetler Çatışması, Derleyen: Murat Yılmaz, Ankara: Vadi Yayınları, 1995.

    MORİN, Edgar, Avrupa’yı Düşünmek, Çeviren: Şirin Tekeli, İstanbul: AFA Yayınları, 1988.

    NURSİ, Said, Lem’alar, Germany: Yeni Asya Neşriyat, 1994.

    NURSİ, Said, Sünühat, İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1993.

    ÖYMEN, Onur, Geleceği Yakalamak, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2000.