Köprü Anasayfa

Seslerin Estetiği: Müzik

"Yaz 2002" 79. Sayı

  • Meş'um Karar 71* Yaşında

    Cinuçen Tanrıkorur

    I.

    Çocuklar sınıfın camını kırarlar. Bir ‘Kim kırdı?’ telaşıdır başlar. Oysa öğretmen çok rahattır, çünkütecrübesiyle bilir ki, camı "Örtmenim, valla-billa ben kırmadım!" diye ilk parmağını kaldıran çocuk kırmıştır.Bizim sıkı Türk müziği düşmanı Batıcılar da aynen böyledir: "Biz alaturkayı çok severiz, evimizde yalnızken(yani etrafta duyan-gören yokken) hep alaturka dinleriz. Eh, Mozart’la da rakı içilmez ki…" derler. Ama dışarıçıkınca "Alaturka teksesli olduğu için geridir, Batı müziği çoksesli olduğu için ileri ve çağdaştır;zaten Atatürk de… filan demeye mecburuz, çünkü ekmeğimiz buna bağlı.” İşte bu iki yüzlülerin Tanzimatla başlayıpEylul 1926’da resmileşen sahtekarlığı, Türk musikisini konservatuarda ve Bakanlığa bağlı ilk ve ortaöğretimkurumlarında yasaklattırmış, Hasan Ali Yücel’in Bakanlığı yıllarında gelişerek tam bir kültür kanseri halini almışve bugünkü düzeltilmesi fevkalade güç duruma gelinmiştir. 1926 Mayısında Musa Süreyya ile Zeki Üngör (bozukprozodili Milli Marşın bestecisi) Milli Eğitim Bakanı’na şu raporu veriyorlardı (bugünkü dile aktarıyorum): "Dünyanınher yerindeki bu tür kurumlara Konservatuar dendiği halde, bambaşka bir zihniyetin hakim olduğu bir dönemde adıgeçenkuruma Darülelhan adı verilmişti (kendisi o kurumun müdürü değilmiş gibi!-C.T.). Bu kurumun bugünkü kültürümüziçin gereksiz olan Türk Musikisinden arındırılarak adının İstanbul Konservatuarına çevrilmesi, idari ve ilmidenetiminin de Bakanlığınızca yapılması en samimi dileğimizdir" (Maarif Vekaleti Mecmuası, no. 7, s. 68). Alçakcabir ihanet ve pis bir yağcılıktan başka şey olmayan bu rapordan dört ay sonra, 6.4.1926’da İcra Vekilleri Heyeti’ncekabul edilen yönetmeliğin 10. maddesinde yer alan "Milli musikinin fenni esaslara göre geliştirilmesi için çare vetedbirler düşünmek" üzere (yine bugünkü dille verdim) Musa Süreyya, Cemal Reşit Rey ve İsmail Hakkı BaltacıoğluSanayi-i Nefise Encümeni’ne seçiliyor ve milli musikiyi çağdaşlaştıracak (!) en acil tedbir olarak, Konservatuardan veokullardan atılmasına karar veriyorlardı!..

    Topluma dayatılmak istenen uygulamalara geçebilmek ve bunları tarafsız-bilimsel (!) kurulların kararına istinadettirmek için hedefe uygun kurullar oluşturmak, bütün totaliter rejimlerin özelliğidir. 1926 Ekimi de, o meş’um kararıen acı dille reddeden müzik bilgini Rauf Yekta Bey başta olmak üzere besteci Bimen Şen ve edebiyatçı-neyzen H. SühaGezgin’in Vakit, Akşam ve Yeni Ses gazetelerindeki yazıları ve Baltacıoğlu ile Halil B. Yönetken’in papağan cevaplarıyladoludur. Şimdi, bir ülkenin milli müziğinin geleceği konusunda böyle hayati önemde bir kararı almakla görevlendirilenkişilerin niteliğine kısaca bir göz atalım:

    Musa Süreyya, en azından 10 Kasımlarda Atatürk’ün en çok sevdiği şarkılar adı altında yayımlanan programlarda yeralan ‘Cana, rakibi handan edersin’ güfteli Uşşak şarkının bestekarı, Giriftzen Asım Bey’in sözümona oğlu ve o"çağdaş kültürler için gereksiz" diye nitelediği Türk musikisinde ‘Sen sanki baharın gülüsün, şen çiçeğimsin’gibi tanınmış besteler yapmış, ama beceremediği için Manasyan Efendiye armonize ettirdiği Tahirbuselik Peşrevinibenim aranjmanım diye takdim etmesi bir yana, Osmanlı hükumetince gönderildiği Almanya’daki müzik eğitiminden dönüncemüdürü olduğu Darülelhan’dan (Nağmeler Sarayı adlı ilk resmi konservatuarımız) kendi musikisinin atılması içinrapor vermekten utanmamış, rejim yağcısı bir iki yüzlü (tabii siz bu yüz kızartıcı raporla ilgili bilgiyi Öztuna’nıngaflar ansiklopedisinde bulamazsınız).

    II.

    1926 Eylülünde, "Milli musikinin fenni esaslara göre geliştirilmesi için çare ve tedbirler düşünmek" üzereMilli Eğitim Bakanlığı’nca Sanayi-i Nefise Encümeni’nde görevlendirilen Musa Süreyya, Cemal Reşit Rey ve İsmail HakkıBaltacıoğlu’nun, milli müziği çağdaşlaştıracak en acil tedbir olarak, Konservatuardan ve Bakanlığa bağlıokullardan atılmasına karar verişlerinin hikayesini I. bölümde anlatmış, bu çok vatanseverce karara imza atan üç üyeninkişiliklerini tanıtmaya başlamıştım.

    İkinci üye Cemal Reşit Rey, ünlü Rus Beşleri’ne özenip çağdaş olabilmek için kendilerine Türk Beşleri diyengrubun üyesi olması hasebiyle, Türk musikisine rahmet okuması zaten beklenemeyecek olan bir besteci. Aradan 47 yıl geçtiktensonra ancak ifade edebildiği Türk musikisi hakkındaki fikirlerine bakılırsa, 1973’te söylediği gerçeklerin 1926’dahenüz farkına varmamış olduğuna veya 1926’nın merhumun Türk musikisi hakkındaki gerçek düşüncesini açıklamasıiçin müsait bir tarih olmadığına hükmetmek gerekir. Bakınız, Türk Edebiyatı dergisinin Ağustos 1973 tarihli 20.sayısındaki mülakatında üstad ne diyor:

    "Eski asırlardan bize intikal etmiş Türk bestekarlarının eserlerine ötedenberi hayrandım. 1939’da AnkaraRadyosunda Mes’ud Cemil’in korosu ve benim telli sazlar orkestramla birlikte konserler verdik. Dinleyenler hayranlık içindekaldılar, iki müzik arasında ne kadar büyük yakınlık olduğunu ve her iki müziğin yarışırcasına yükseldiğini gördüler.Bizim üstadlarımız hakiki ilham konusunda en az Garplı üstadların ayarındadır. 14. yüzyılda yaşamış olan AbdülkadirMeragi’nin melodileri yanında Garp müziği çok ilkel ve sönüktür. … 17. yüzyılda üstad Purcell’den sonra 300 yılİngiltere’de hiçbir müzik dehası çıkmamıştır." 1926 Ekimindeki gazete polemiklerine hiç karışmamış olanmerhum Rey’in bahsettiği bu Türk musikisi bestekarları, acaba diye düşünüyor insan, şutlanmış orkestra şefiAbdurrahman Çelebinin, 28.10.1996 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, "Cumhuriyet Konserinde bunların eserlerini icraetmek düpedüz irtica ve skandaldır" dedikleri mi yoksa?!..

    Üçüncü üye Baltacı’dan bahsetmeye, müzikle uzak yakın ilgisi olmamış uzun boylu bir kukla olduğu için, lüzum görmüyorum.

    "Bir cahilin bir sanatkar olduğunu asla göremezsiniz" diyen Fransız müzik bilgini Albert Lavignac ve onun ölümündensonra Lionel de la Laurencie’nin yönetiminde 1902-1931 yılları arasında çıkmış olan 11 ciltlik Encyclopédie de laMusique et Dictionnaire du Conservatoire adlı eserin V. cildine 119 sayfalık bir Türk musikisi monografisini doğrudan doğruyaFransızca yazmış olan büyük bilginimiz Rauf Yekta Bey, 22 Ekim 1926 tarihli Vakit gazetesinde bakınız ne diyor:"Mekteplerimizde Türk çocuklarına münhasıran Mozart, Çaykovski’nin eserlerini öğreteceğiz. Bir müddet böylegeçecek. Kendi musiki sanatımızı, milli üslubumuzu tamamiyle unutacağız ve işte o vakit… -gülmeyiniz ey zül’-ukul(akıl sahibi okuyucularım, C.T.), işte o vakit- bu üç milletin ruhumuza yerleşen musiki ruhlarından hasıl olmuşmelez ve mahlut bir musiki zevkıyle yeni bir musiki yaratmaya başlayacağız!.." "Çağdaş müzikte eskiye başvurmadanileri gitmenin imkanı yoktur" diyen Wagner hayatta olsaydı, sizin bu ultramodern fikirleriniz karşısında kendi yanlışdüşüncelerinden kimbilir ne kadar utanırdı!..

    "Mozart Topkapı’da". Başlığın altını merakla okuyorum. "Cumhuriyetin 50. yıldönümü şenlikleri sırasındaTürkiye’nin Batı sanatında neler başarabildiği gösterilmeye çalışılacak. Mozart’ın ‘Seraglio’su da Topkapı Sarayınınşahane salonlarında sunulacak.." Demek ki, Cumhuriyetin 50. yılında emperyalist Batıya karşı verilen İstiklalSavaşı’nın kutlanışında Batıya Batıyı satmaya çalışacağız! Demek ki, aptal taklitçiliğimizin ve soluk kopyacılığımızınyine Batılı alkışlarla takdirini dileneceğiz. Ve Türklüğümüzü ve Türklüğümüzün sanat eserlerini hep Batıperdesinin ardına, kuytulara iteceğiz. Ve böylece Batılı ukalaların aferinleriyle, müstehzi yüze gülmeleriyle ‘muasırmedeniyet seviyesi’ne vardığımızı sanacağız. Şenliklerden alaylı bakışlarını esirgememek için zahmet buyuracakbirkaç Batılının aşağılayıcı kahkahalarını şu sözlerle şimdiden duyar gibi oluyorum; "İyi, iyi… Devamedin… 50 yıl sonra daha da başarılı olursunuz!" (Adnan Sefa, Batı Günlüğü, 14 Eylul 1972/Bath, Fikir veSanatta Hareket, Ocak-Şubat 1973, sayı 85-86).

    Bilmem, benim birşey eklememe siz lüzum görür müsünüz?

    * 1997 yılı itibariyle.