Köprü Anasayfa

Demokrasi Kültürüne Katkı...

"Güz 2002" 80. Sayı

  • İyi Bir Müslüman; İyi Bir İnsan, İyi Bir Demokrattır

    Hakan Yalman

    Demokrasi sosyal hayatın gelişimiyle birlikte artık bir yönetim şekli olmaktan çok, bir hayat tarzı olarak algılanmaya başlandı. Daha önce ifade ettiği; "araya temsili bir organ koymaksızın doğrudan halkın egemenliğine dayanan (doğrudan demokrasi)veya temsili bir organ aracılığıyla gerçekleştirilen (temsili demokrasi) siyasal rejim" (Dictionairre Larousse, "Demokrasi" maddesi, s. 628.) gibi anlamlar artık insanın merkeze konması, insanın önemsenmesi, bireye değer verilmesi ve bunun sosyalhayatın her alanında gerçekleşmesi gibi anlamlara dönüştü. Belki bu anlam benimsenip hayata geçirildiği ölçüde yönetim şekli olarak hedeflenen demokrasi de ideal anlamına yaklaşacaktır. Yönetimde söz sahibi olacak olan milleti teşkil eden fertler,demokrasinin anlamını hazmedip yaşayabildikleri ölçüde bunu sağlayabilirler. O halde, demokratik bir toplum hedefleniyorsa fertler demokratlaştırılmalıdır. Bu ise, demokrasinin kağıt üzerinde kalan bir kavram, kitaplarda anlatılan bir terim değil, hayatınbir parçası olmasıyla sağlanabilir. Sağlam bir demokratik toplumun temel yapı taşı (1) Sağlam karakterli ve kişilikli, (2) kendisi ve çevresi ile ilgili fertler olmalıdır.

    Bu yönüyle İslami olup, olmadığı konusunda pek çok tartışmalar yapılan demokrasi, aslında semavi dinlerin hedeflendiği insan tipini oluşturmaya yönelmiş bir rejim ya da bu fertlerden oluşan bir zeminde yeşerecek bir sistemdir. Bu noktada fazilet kavramı gündemegelmekte; demokratik bir toplumu oluşturacak fazıl cumhur olmaksızın, cumhuriyetin oluşabilmesi mümkün gözükmemektedir. Cumhuriyet ve fazilet bu açıdan birbirini tamamlayan iki önemli sosyal olgu gibidir. Fazilet ise Hz. Adem’e eşyanın öğretilmesi ile başlayanbir süreçte vahyin, semavi kitapların ve nübüvvetin insanlığa kazandırdığı bir özelliktir. Demokrasi ve dinin, özellikle de İslam’ın kesiştiği nokta bu özellik olsa gerektir.

    İşte meşrutiyeti veya demokrasiyi bu bakış açısıyla algıladığı anlaşılan ve "İslamiyet’in hakiki insaniyet olduğu" tezinden hareketle, insanlık şahs-ı manevisinin insana en uygun olduğu düşünülen bu üretimini, kendi toplumuna ve İslamalemine taşıma gayreti ile Bediüzzaman, özellikte kişi hakimiyetinin ön planda olduğu Doğu toplumlarına demokrasi kavramını anlatmak amacıyla Münazarat isimli eseri kaleme almıştır. Bediüzzaman meşrutiyetin kaynağını, İslamiyet olarak göstermekte(Asar-ı Bediiye (Osmanlıca), 1. baskı, s. 372.) ve Hz. Adem’den bu yana devam eden nübüvvet silsilesinin bir meyvesi olarak görmektedir. Bu tezin kutsi kaynaklarının; "Ve işlerinde onlarla (Sahabeler) istişare et!" (Âl-i İmran Suresi: 159) ve"Onların aralarındaki işleri istişare iledir" (Şura Suresi: 38) gibi ayetler olduğunu ifade etmektedir. Aslında demokrasi varlık içinde gizlenmiş, kişilerin arzu ve meyillerinin etkisi ile gölgelenmiş ilahi mesajın kolektif şuur ile daha rahat algılanabileceğininsosyolojik olarak ifadesidir. Varlıkta aslolan, külli iradedir. Lokal alanda, cüzlerde yansıyan iradelerde külli irade benliklerle, şahsiliklerle ve ferdiliklerle gölgelenir. Bütünde, genelde ise bu durum azalacağı için külli irade daha fazla netleşir. Dolayısıile kâinat kitabında ifade edilen varlık içinde gizlenmiş ilahi külli iradeyi anlayabilmek ve ona muhatap olabilmek için şahs-ı manevi, topluluk ya da millet halinde bütünleşmek daha sağlıklı bir yol olmalıdır. İslami yaşantıda cemaatin teşvik edilmesi,ibadetlerde bile ferdilik yerine cemaat ruhunun özendirilmesi belki de bu yüzdendir. Demokrasi özünde topluluk iradesine, kolektif şuura, yani meşveret ve şuraya saygı ise bu da milletin iradesini yönetime yansıtmak şeklinde ortaya çıkıyorsa, özünü İslam’danalmış olmalıdır. İstibdat ve meşrutiyetin tariflerini yaparken Bediüzzaman şöyle der: "İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinat ile cebirdir, rey-i vahiddir, suistimalata gayet müsait bir zemindir, zulmün temelidir, insaniyetin mahîsidir.Sefalet derelerinin esfel-i zillet ve sefalete düşürttüren ve ağraz ve husumeti uyandıran ve İslamiyet’i zehirlendiren, hatta her şeye sirayetle zehrini atan, o derece ihtilafı beyne’l-İslam ika edip, Mutezile, Cebriye, Mürcie gibi dalalet fırkalarını tevlideden, istibdattır.

    "Evet taklidin pederi ve istibdad-ı siyasinin veledi olan istibdad-ı ilmidir ki Cebriye, Rafıziye ve mutezile gibi İslamiyet’i müşevveş eden fırkaları tevlit etmiştir." (Nursi, Bediüzzaman Said, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1994, s. 15.)

    Burada insaniyet ve İslamiyet arasındaki gizemli, ancak Bediüzzaman tarafından önemle vurgulanan kuvvetli bağın işaretlerini görmekteyiz. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli unsurlardan biri, ihtiyar sahibi oluşudur diye düşünüyoruz. İhtiyar sahibiolmak bir tercih ortaya koyabilmek demektir. Yani bir fert olarak kendi özellikleri ile kişilerin kabullenilmesi sonrasında gerçek insanlık konumlarını elde etmiş olabilirler. Hür iradelerde ve serbest tercihlerde bunların müdahalesiz ve fıtri bir ahenkle biraraya gelmesinde ilahi mesajlar gizli olmalıdır. Çünkü, açıkça ifade edilmiş olan ilahi mesajda istişare ve meşveret emredilmektedir. Kısacası İslamiyet’in açığa çıkması insaniyetin açığa çıkması ise, Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi, zulmüntemeli, suistimallere açık, zor ve kuvvete dayanan ve tek kişinin tercihi doğrultusunda şekillenen istibdadın boyunduruğundan kurtulması ile mümkün olacaktır. Zaten asırlardır devam eden bir sürecin sonunda insanlık kolektif şuurunun, dünya toplumlarınıngenel iradesinin geldiği nokta da bu olmuştur. Temennimiz, düşüncede gelinen bu noktanın pratik uygulamalara da yansıdığı, insanlığın kolektif ruhundan ortaya çıkan İslami güzelliklerin hayata aksettirildiği bir dünyada yaşamaktır.

    İnsaniyetin ve İslamiyet bağlantısı içinde meşrutiyeti izah eden Bediüzzaman, ilginç bir yaklaşımla bu kavramın yukarıda da bahsi geçen "Ve işlerde onlarla istişare et", "Onların aralarındaki işleri istişare iledir" meallerindekiayetlerin tecellisi olduğunu ifade etmektedir. Yani meşveretin ve meşrutiyetin kaynağı şer’idir. Bugün demokrasi kelimesi ile ifade edilen mana meşveret ve meşrutiyetin insanlığın kolektif şuuru ile bulunmuş şekli olmalıdır. Yani kolektif irade şer’i bir hükmefıtri seyri içinde ulaşmış ve kolektif akıl külli aklın hükmünü istibdadın sınırlamalarından sıyrılarak bulmuştur. Bu noktada insanlığa yakın olmanın Kur’an’a yakın olmak anlamına geldiğini görüyoruz. Bu yaklaşımla meşrutiyetin ya dademokrasinin gelmesi ile şeriatın gelmesinin eş anlamlı olduğunu anlıyoruz. Demokrasiye küfür rejimi diye karşı çıkanlarla, şeriata demokrasi adına karşı çıkanların anlamaları gereken ve buluşacakları nokta bu olmalıdır. Bu manayı yine meşrutiyet için,"O vücud-u nuraninin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir, lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir." (Münazarat, s. 15) ifadelerini kullanan Bediüzzaman’da daha net görürüz: "Evet, meşrutiyet hakimiyet-i millettir, siz dahihakim oldunuz. Umum akvamın sebeb-i saadetidir. Siz de saadete gireceksiniz. Bütün eşvak ve hissiyat-ı âliyeyi uyandırır. Uyku bes! Siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır, siz de tam insan olunuz. İslamiyet’in bahtını, Asya’nın talihini açacaktır."(Münazarat, s. 16)

    Bütün şevklerin ve yüksek duyguların uyanmasını meşrutiyete bağlamak oldukça ilginç bir yaklaşımdır. Sonra İslâmiyet’in gelişimini ve Asya’nın geleceğini meşrutiyete bağlamak genel İslamî algılayış içinde olağan dışı karşılanabilecek birtezdir. Çok çarpıcı bir yaklaşım ile meşrutiyetin ferdi plandaki gelişimine zemin hazırlayıcı yönünün "İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz." şeklinde izahı meşrutiyet, İslamiyet ve insaniyet ilişkilerinin üzerine oturduğutemel bir yaklaşım olarak kabul edilebilir.

    İslami ve insanî gelişim bir anlamda beraber yürüyen iki unsurdur. Çünkü her ikisinin de özünü fazilet teşkil eder. Bu ise hürriyeti gerekli kılar. Faziletler ancak hür ortamlarda gerçek anlamları ile ortaya çıkabilirler. Mesela, kanun zoru ile hırsızlık,gasp, dolandırıcılık gibi suçlardan uzak durmak bir itaat örneği olabilir, ama gerçek anlamıyla faziletin yansıması olarak kabul edilemez. Bu yüzden otoriter yönetimlerde potansiyel suç patlamaları hep mevcuttur. Bu potansiyel arttıkça baskısının daartmasını gerekli kılan bir kısır döngü içinde hep gerilim hakimdir. Oysa baskıları ortadan kaldırıp, kişi iradelerinin yönetime ve yaşantıya yansıtılmasını hedefleyen demokraside temel yapıtaşı olarak faziletli insanlar şarttır. Faziletli insanlar içinise demokratik bir ortam şarttır. O halde, demokratikleşme yönünde ilk adımlar insana yönelik olarak atılmalı ve fâzıl olmayan insanların oluşturduğu bir toplumda bu insanlara yönelik fazilet eğitimi ve terbiyesi yine demokratik zeminde yapılmalı, geçiş dönemininsıkıntıları da göze alınabilmelidir. Böyle bir girişimin başlangıç noktası da kuşkusuz eğitim olmalıdır. Bu konuda, Dr. Ben Levin’in düşünceleri dikkat çekmektedir: "Eğitim ve demokrasi tam anlamıyla iç içe girmiş fikirlerdir. Evrensel eğitim19. yy.’da peş peşe gelen demokratik gelişmelerle canlandı; Thomas Jefferson ve Benjamin Disraeli’nin tavsiye ettiği gibi, çoğu insan eğitimi, demokrasinin işlemesinde temel bir element olarak gördü. Geniş anlamıyla ele alındığında eğitim demokrasi ilişkisidünyanın her yerinde aynıdır. Eğitimin güçlü olduğu yerde demokrasi; demokrasinin de güçlü olduğu yerde eğitim güçlüdür.

    "Eğitim ve demokrasi, ayrıca insanların yoğun olarak ilgi duydukları kavramlardır. Bunlar toplumumuzun en çok gururlandığı ve en çok inandığı değerler içinde yer alır. Her iki terim de teori ve pratikte oldukça geniş bir alanda uygulanabilir.

    "Pearson’ın Gutmann’dan aktardığı tanıma göre: ‘Demokratik bir toplum ya da katılımcı bir demokrasi… öyle bir şeydir ki, bu sayede toplumun üyeleri kendileri ve toplumu ilgilendiren politikalara ilişkin karar vermeleri konusunda yetkilendirilir. Ama bukararlar baskıdan ve ayırımcılıktan uzak ilkeler doğrultusunda olmalıdır.’

    "Haller ve Strike demokrasiyi, içinde her ferdin isteklerinin dikkate alındığı ve her ferdin kendi tercihlerinde etkin olduğu ortak kararların bir süreci olarak tanımlamaktadır. Held ve Barber gibi birçok başka yazarlar ise, dar anlamda politik birdemokrasi fenomeninden öte sosyal bir demokrasi görüşüne destek verdiler. Bu tanımlar, çoğunluk ve azınlık haklarından neyin kastedildiği, karar verme ve katılımcılığın ne anlama geldiği gibi kompleks meselelerin anlaşılmasını kolaylaştırır."(Levin, Ben, Okulda Demokrasi, Yeni Eğitim, Yıl: 1, Sayı: 1, s. 22)

    Aslında, 20. yüzyılın sonlarında ortaya konmuş bu tanımları, aynı yüzyılın başında Bediüzzaman’ın çözümlediği, Münazarat isimli eserinde gözlenmektedir. Demokrasinin bir hayat tarzı olduğu ve hayat tarzının anlatımdan ziyade yaşanarak ve yaşatılaraköğretilebileceği bu eserde ortaya konmaktadır. Eserin en başta gelen farklılığı bir eğitim yöntemi olan soru-cevap tarzının tercih edilmesidir. Bunu Bediüzzaman şöyle izah eder: "…Kürtlerin tabiat-ı meşrutiyetperveranelerine binaen, dersi münazarave münakaşa suretinde okuyorlar. Onun içindir ki, medreseleri küçük bir meclis-i mebusan-ı ilmiyeyi andırıyor. İşte, tamimen lilfaide, suallerini cevaplarımla musafaha ettirerek şu kitabı yazdım, ta birbirine muavenette bulunsun. Hem de görmediğim Ekrat veemsaline şu kitap, bana bilvekâle onlarla konuşarak cevap versin; hem de lisanları kalplerine tercümanlık edemeyenlere bedelen sual etsin. Elhasıl, şu kitap, tarafımdan cevap, onların canibinden sual etmek vazifesiyle mükelleftir." (Münazarat, s. 13)

    Burada meşrutiyetin soru ve cevap şeklinde ders verilmesi dikkat çekicidir. Meşrutiyetin günümüzde ifade ediliş şeklini demokrasi olarak ele alırsak, demokrat bir toplumun sorgulayıcı olması gerektiği bizzat böyle bir uygulama ile ortaya konmaktadır. Toplumsorgulamalı, muhataplar cevaplandırmalıdır. Demokrat kişilik yapısı, sorgulayan kişilik yapısıdır; demokrat konuşmacı ya da idareci sorulara cevap verme ve muhatabını ikna etme mecburiyetini hissetmelidirler. Yine, bu bölümde geçen "işte teşhis-imaraz için miftah-ı kelamı onlara verdim" cümlesi çok ilginçtir. Özellikle psikiyatrik muayenede önemli kabul edilen bir yaklaşım şeklidir. Hastanın problemini anlayabilmek ve doğru teşhis koyabilmek için, açık uçlu sorular sorulmalı ve hastasorularla yönlendirilmemelidir. Ancak bu şekilde hasta kendi aleminin kapılarını size açabilir. Bu durumda cümleler, mimikler, tavırlar adeta bir anahtar gibidir. Bu da idareciler veya sorumlular açısından demokratik anlayışın karşı tarafın kendini hür veserbest ifade etmesine izin vermek, yönlendirici olmamak şeklinde bir yol izlemesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Hemen takip eden cümlede bu durum daha net ifade edilmektedir. "Ey ehl-i hamiyet, anlayınız! Kürt ve emsali, fikren meşrutiyetperver olmuş veoluyorlar. Lakin, bazı memurun fiilen meşrutiyetperver olması müşküldür. Halbuki, akılları gözlerinde olan avama ders veren fiildir." (Münazarat, s. 14)

    Yani demokrasi yaşanan bir olgudur. Ailede, okulda, iş yerinde, ülkede ve dünyada… insanla alakalı her ortamda yaşanmalıdır. Yine meşrutiyet dersinin meşrutiyet prensipleri ile verilmesi gerektiğini, yani demokrasinin yaşanarak öğrenilebileceğini Münazarat’taadeta günümüz toplumunun kontrolsüz, organize olmamış, tek tek çıktığı için gürültüye dönüşen sorgulama şeklini ifade eden şu bölümden sonraki ifadelerde buluyoruz:

    "Sual: İstibdat nedir? Meşrutiyet nedir?

    "Diğeri: Ermeniler ağa oldular. Biz sefil kaldık.

    "Başkası: Dinimize zarar yok mu?

    "Daha başkası: Jön Türkler şöyledirler, böyledirler, bizi de zarardide edecekler?

    "Diğeri: Gayrimüslim, nasıl asker olacak? ila ahir…" (Münazarat, s. 14)

    Farklı endişeler, farklı beklentiler ve bunların organize olmamış, netleşmemiş ve birbirine karışır tarzda dile getirilmesi, gelişmemiş toplumların belki de en temel problemi. Bu durumun çözümü de yine bir hayat tarzı ya da günlük uygulama şeklinde şöyleders verilmektedir:

    "Cevap: Yahu, şu gürültülü, karma karışık sizin gibi intizamsız suallerinize nasıl cevap vereceğim?’

    "Sual: Kaide: suali sen göster?

    "Cevap: Meşrutiyet kanunuyla sual ediniz. Yani içinizden bir iki zeki adamı intihap ediniz, ta size vekil olarak müşteri olup sual etsin. Siz de dinleyiniz." (Münazarat, s. 15)

    Yönetilenler, himaye edilenler ve yönlendirilenler açısından katılımcılık, sorumluluk duygusu, sağlam kişilik yapısı önem kazanmakta; yönetenler, himaye edenler ve yönlendirenler açısından tek tek fertlerin ve sonuçta toplumun fikirlerine önem verme,kendini toplumun üstünde görmeme, bulunduğu makamı bir hizmet yeri olarak görme, muhataplarını anlamaya çalışıp, onları ikna yöntemiyle yönlendirme gibi hasletler önplana çıkmaktadır.

    Ancak günlük yaşantıda durumun biraz farklı olduğu, insanların ya kurt ya da koyun oldukları Erich Fromm tarafından ifade edilmektedir: "Kurtlar öldürmek, koyunlar birisinin peşinden gitmek istiyorlar, cinayet işletiyor, insan boğazlatıyorlar; koyunlar dahoşlandıklarından değil, yalnızca birisinin peşinden gitmek istedikleri için boyun eğiyorlar buna. Gene de katiller, yaptıklarının soylu bir şey olduğunu kanıtlamak için masallar uydurmak zorunda kalıyorlar. Koyunların çoğunun kendileri gibi davranmalarınısağlamak için kurtlar, özgürlüklerinin tehdit edildiğini, süngülenen çocukların, ırzlarına geçilen kadınların, çiğnenen onurların öcünü aldıklarını söylüyorlar. Yanıt akla uygun görünüyor, gene de bazı kuşkular var. Bu yanıtla iki ayrı insanırkının -kurtların ve koyunların- bulunduğu mu söylenmek isteniyor? Dahası, yaratılıştan öyle olmadıklarına göre, nasıl oluyor da koyunlar, şiddet kendilerine kutsal bir görev olarak da sunulsa, kurtlar gibi davranmaya razı edilebiliyorlar. Kurtlar vekoyunlarla ilgili varsayımımız akla yatkın değildir; bu durumda kurtların, insan yaradılışının temel niteliğini gösterdiği, doğru olmasın sakın? Bütün bunlardan sonra, bu iki yanlı olasılığın bütünüyle yanlış olduğunu da düşünebiliriz. Belkiinsan hem kurttur, hem koyun ya da ne kurttur, ne de koyun" (Fromm, Erich, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Payel Yayınevi, İstanbul Kasım 1982.)

    Deveye: "İnişi mi seversin, yokuşu mu?" diye sorulduğunda: "Bunun düzü yok mu?" demiş. İnsanın kurt mu, kuzu mu olduğu konusu da buna benzer bir şey olmalı. Evet, insanlığın da bir düzü olmalı, bu da "vasat" olsa gerek.

    "İnsandaki kuvvelere şeriatça bir had ve nihayet tayin edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan bu kuvvelerin her birisi, ‘tefrit’, ‘ifrat’, ‘vasat’ namıyla üç mertebeye ayrılırlar." (Nursi, Bediüzzaman Said, İşaratü’l-İ’caz, Yeni AsyaNeşriyat, İstanbul 1997, s. 29.)

    "Vasattan ifrat ve tefrit bölgelerine geçildikçe kurtlar ve kuzulara rastlanır. Burada dikkatimizi çeken önemli bir nokta insandaki kuvvelere şeriatça bir nihayet tayin edilmemiş olmasıdır. Yani her insan potansiyel bir kurt ya da potansiyel bir kuzudur. Bupotansiyel özelliklerinin ne kurt ne kuzu ya da insan şeklinde ortaya çıkabilmesi için hadleri ve nihayetleri belirleyici şeriat ön plana çıkmaktadır. Bu noktada ‘şeriat’ kavramını genelleştirip insanlığın genel olarak sahiplendiği ahlâkî değerleri,toplumda kültür ve çevresel faktörlerin ortaya çıkardığı örf, adet gibi unsurları da içine dahil edebiliriz." (Yalman, Hakan, Cumhuriyet İnsanı, Köprü, Güz/1998, No: 64, s. 35) Belki, bunlara hukuk kurallarını da eklememiz lazım. Bütün bu kurallarıntoplamından ortaya çıkan sonuç, sınırsız arzular ve meyiller içinde kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyenin (İşaratü’l-İ’caz, s. 29.) vasatını ortalarından geçen bir yol belirleyecektir. Bu doğrultuda giden yolda, kurt ve koyun kişilikliinsanlar değil, vasatta ve istikamette giden; kimseyi ezmeyen, ancak kendini de kimseye ezdirmeyen sağlam kişilikli fertler ortaya çıkacaktır. Bunun temel şartı ise kendinden emin ve aynı zamanda kendini tanıyan bireylerin toplumu oluşturmasıdır. Kendindeneminlik, kendine mana-i harfi ile bakmaktan kaynaklanacak, bu bakışın sonucunda kendinin zannettiği güç, kuvvet ve ilim gibi şeylerin asıl kaynağının ilahi olduğunu görmekle, sahip olduklarına Allah namına sahiplenecek ve başkalarına baskı unsuru olarakkullanmayacaktır. Başkalarında gözlediği güç, iktidar ve idareyi de aynı bakış açısı ile değerlendireceği için bunların altında ezilmeyecek ve haksızlıklara boyun eğmeyip, hukukunu muhafaza için canını dahi feda edebilecektir. Bu psikolojik yapı üzerindekisağlam kişiliğin manevi temellerini Bediüzzaman, "hamiyet-i milliyenin mi, yoksa hamiyet-i İslamiyenin mi daha gerekli olduğu" sorusuna verdiği cevapta şöyle ifade eder: "Birden, şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık,pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu, şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim: İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o masum çocuk, bu seyyar medresemizdeüstadımız olsun. İşte lisan-ı hali bu gelecek hakikati der:

    "Bakınız, bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yolda bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle bağıraraktehdit ediyor. ‘Bana rast gelenlerin vay haline!’ dediği halde, o masum yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramanlığıyla diyor:’Ey şimendifer! Sen ra’d ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.’" (Nursi, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1995, s. 71)

    Burada eğitim ve demokrasi açısından çok önemli bir nokta ortaya konmaktadır. Demokrasi, hür insanların yaşayabileceği bir sistemdir. Hürriyetin en temel başlangıç yeri ise "ben" ve "tabiat" ya da "varlıklar"dır. Varlıklarınya da benliklerin şeriat-ı fıtriye doğrultusunda ve ilahi kontrolle hareket ettiklerini bilen bir fert onlarla ilgili farklı korkulara ve endişelere kapılmayacak ve bunların esiri olmayacaktır. Örnekteki çocuğun rayların üstüne çıkmaması gerektiği gibi,varlığın işleyiş mekanizmalarına uygun hareket eden, bir anlamda fiili dualarını yerine getiren, ancak her şeyin kontrol altıda olduğunu bilen bir fert, kendini Yaratıcı dışındaki unsurlara karşı tam bir serbestiyet ve mükemmel bir hürriyet içindehissedecektir. Kişilikli olmanın, hukukunu muhafazanın, diktatörler ve otoriteler karşısında ezilmemenin, hukuku üstün tutmanın en temel şartı da bu olmalıdır. Bu anlayıştaki fertlerin oluşturduğu topluluklarda kuzulara ve kurtlara rastlanmayacaktır. Buise, gerçek demokrasinin sarsılmaz temeller üzerine oturtulabilmesinin, eğitimin manevi temelleri ile çok yakından alakadar olduğunu ortaya koyar. Sultan-ı Kâinat’a kul olmak, masivasına ya da onun dışındakilere karşı tam bir serbestiyet kazanmak zulmün topu,güllesi, kal’ası karşısında sinmeyen, ezilmeyen, eğilmeyen bir hürriyetle sağlanır.

    Bu anlamda hakiki ya da tahkiki iman, meselenin merkez noktasını oluşturmaktadır. Kâinata meydan okuyabilecek bir ruh halini hakiki imanla -örnekteki çocuk misali- kazanan bir insan boyun eğmeyen, boyun eğdirmeyen ve tahakküm etmeyen insan olacaktır. Bu konuyudaha önce "Cumhuriyet İnsanı" (Yalman, Hakan, Cumhuriyet İnsanı, Köprü, Güz/1998, No: 64) isimli makalemizde, yine trenin yanında korkmadan duran çocuk misalinden hareketle şöyle özetlemiştik:

    Bu misalde imanla gelen barışın, bu durumun sağladığı çevre, toplum ve varlıklarla barışıklık halinin ve Doğan Cüceloğlu’nun deyimiyle "Biz Bilinci"nin müşahhas bir şekilde gözümüz önüne konduğuna tanık oluyoruz. En küçük zerredenkuyruklu yıldızlara kadar bütün varlıkların kendilerine tayin edilen yolda ve kendileri ile ilgili kanunlar çerçevesinde hareket ettiğini bilen insan, karanlıkta akıl fenerinin verdiği ışıkla canavarlar, hayaletler illüzyonundan iman ışığı ile kurtuluyorve hepsi kendi yararına olan eşyalarla dolu bir odada bulunduğunu anlıyor. Ruh ve beden sağlığı için gerekli olan bu kendi ve çevresi ile barışıklık hali bilmenin ve inancın sonucu olarak ortaya çıkacaktır. Demir yolunun hemen yanı başında durup üzerinedoğru gelen trenden korkmayan çocuk, onun rayında gideceğini bilmekte ve buna tereddütsüz inanmaktadır. Kendisine, çevresine ve topluma, daha da ötesi kâinattaki bu işleyişe inancın eksikliği "kurtlar ve kuzular" doğurmaktadır. Lem’alar adlıeserinin 17. Lem’asında Bediüzzaman Said Nursî insanları Avrupa fen ve medeniyeti adı altında dalâlet ve sefahete sürükleyen anlayış ile ideal manada olması gereken ancak, numuneleri pek fazla olmayan İslâm ve Kur’an ışığında oluşan medeniyetinmukayesesini yaparken "kurtlar ve kuzular" topluluğunun "küfür ve küfranı dağıtıp neşreden bedbaht ruh"’un bir mahsulü olduğunu ortaya koyuyor; "Senin karanlıklı dehân, nev-i beşerin gündüzünü geceye kalbetmiş. Yalnız o sıkıntılı,zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için, yalancı muvakkat lambalarla tenvir ettin. O lambalar sürur ile beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar. Belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehâne gülmesine o ışıklar müstehziyâne gülüp eğleniyor.

    "Her bir zihayat, senin şakirtlerin nazarında, zâlimlerin hücumuna mâruz, miskin birer musibetzededirler. Dünya bir mâtemhane-i umumiyedir. Dünyadaki sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vaveylalardır. Senden tam ders alan şakirdin, bir firavun olur. Fakaten hasis şeye ibadet eden ve menfaat gördüğü her şeyi kendine Rab telakki eden bir firavun-u zelildir. Hem senin şakirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öperderecede alçaklık gösterir. Hem cebbardır. Fakat kalbinde bir nokta-i istinad bulamadığı için, zatında gayet âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. O şakirdin gaye-i himmeti hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi menfaat-inefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddi olarak hiçbir şeyi sevmiyor; her şeyi nefsine feda ediyor. (Doğan Cüceloğlu’nun Ben Sen Bilinci şeklinde tarif ettiği durum bu olsa gerek.)

    "Amma Kur’ân’ın halis ve tam şakirdi ise bir abddir. Fakat âzam-ı mahlukata karşı da ubudiyete tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve âzam bir menfaati gaye-yi ubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir. Hem halim selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden başkasınaizni ve emri olmadan tezellüle tenezzül etmez bir halim-i âlihimmettir. Hem fakirdir. Fakat onun Mâlik-i Kerimi ona ileride iddihar ettiği mükâfat ile bir fakir-i müstağnidir. Hem zaiftir. Fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaif-ikavidir ki, Kur’ân hakiki bir şakirdine Cennet-i ebediyeyi gaye-i maksat yaptırmadığı halde, bu zail, fani dünyayı ona gaye-i maksat hiç yapar mı? İşte iki şakirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla!"

    Bu ikinci paragraftaki tarif bir anlamda Cumhuriyet insanının ve fazıl cumhuru teşkil edecek bireylerin tarifidir. Allah’a kul olmadan hür olmak mümkün olmayacağına ve en alt düzeyde sebeplerin esiri olmaktan kurtulunamayacağına göre gerçek anlamda fazilet olanhürriyet bütün varlıklara ve her sebebe hükmü geçen Zat’a kulluktur. Bu kul; paranın, makamın, şöhretin, benliğinin ve korkunun esiri olmayacaktır. "Kim var?" denildiğinde sağına soluna bakmayacak kadar kendine güvenli ve kendi ile barışık, haksızlıkkarşısında susmanın "dilsiz şeytanlık" olduğunun idrakinde, padişah da olsa Allah’ın hükmü altına girmediğinde hain olacağının şuurunda olacak bir insan. Bu insan rejimin şekli ne olursa olsun, hangi şartlar altında bulunursa bulunsun en azındanhalifesi olduğu iç aleminde, ailesinde ve yakın çevresinde cumhuriyetin ve demokrasinin hedeflediği faziletleri yaşayacak, yaşatacak en azından yaşanmasından rahatsız olmayacaktır. Bu anlamda imana yapılan hizmet cumhuriyete yapılan hizmettir. Ancak bütünvarlıkları, atomları ve galaksileri tasarrufu altında bulunduran, amirlerin, hakimlerin ve firavunların Terbiye Edicisine, Hâkim’ine köle olan insan bunların baskı, zulüm ve tazyiklerinden kurtulup gerçek anlamda hür olabilir. Bu insanlar ne kurt, ne kuzu; iffet,şecaat ve hikmetin çizdiği doğru yolda ve ikisinin ortasındaki insanlık noktasındadır. Bu insanlar atomları bile "Biz" kavramı içine dahil edecek kadar geniş bir "Biz Bilinci"ne sahiptir. Ancak bu türden insanların teşkil ettiği toplulukCUMHUR olabilir.

    Sonuçta şunu söyleyebiliriz; şeriat-ı fıtriyenin, yani kitab-ı kâinat verilerinin, başka bir ifade ile hakkın arayışı içinde, doğrunun peşinde olan sosyoloji, siyaset, hukuk, psikoloji gibi bilimlerin ortaya koyduğu hükümlerin şeriat-ı kelamiye, yanisemavi kitapların verileriyle birlikte ele alınması ve birlikte değerlendirilmesi şarttır. Bu değerlendirmeler tarafgirlikler, hisler, çıkarlar, kısır çekişmeler bir tarafa bırakılarak yapılırsa, sosyal yaşantı şekli ve idare şekli olarak ulaşılacakkesişim noktası demokrasi şeklinde ortaya çıkacaktır. Kur’an’a kâinat kitabını okuttuğunuzda hür yaşantı, meşveret ve milletin şahs-ı manevisine hürmet gerektiğini işitirsiniz. Kim bilir? Belki de önümüzdeki dönemde insanlık bu ortak paydada bütünleşecekve Kur’an’ın, varlığı aydınlatacak ve kalpleri ısıtacak ışığı demokratikleşme penceresinden girip, insanlık zemininde gelişecektir.