Köprü Anasayfa

Medeniyet

"Kış 2003" 81. Sayı

  • "Kur'ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder."

    Bediüzzaman Said Nursi

    Beşinci kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i’lâ-yı kelimetullahı ilânediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf;medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiyeniniman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâm’ın şahs-ı mânevîsi,o kat’î emri istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.

    Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyet’in terakkisi, düşmanın taassubunuparçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def etmek, silâhla, kılıçlaolmuş. İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakkive hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.

    Biliniz ki, bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunaniyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar oseyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklit edip malımızı harapettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahlarıiyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-iumumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edipöyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldekiİslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünüpisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

    Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden,belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiyekadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilâlci komitelerlekurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetiningalebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebeedecektir.

    Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve mânevîterakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibiistikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuzve âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizliklezannediyorsunuz ki, "Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır.Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu" diyepek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz.

    Mâdem meylülistikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtratenderc edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyametkopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatîatınakefaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşaallah.

    Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsıbirbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor.Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kışve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her gecedensonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharıolacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesindehakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.

    Hutbe-i Şamiye, s. 41-43.

    İkinci Sual: Sen eskide şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakitonları medeniyet ve terakkiyâta çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındırmedeniyet-i hâzıradan "mimsiz" diyerek hayât-ı içtimâiyeden çekildin,inzivâya sokuldun? Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i Garbiye, semâvî kànun-uesâsîlere muhâlif olarak hareket ettiği için séyyiâtı hasenâtına; hatâları,zararlari fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olanistirahat-i umumiye ve saadet-i hayât-ı dünyevîye bozuldu. İktisat, kanaatyerine, israf ve sefâhet; ve sa’y ve hizmet yerine, tembellik ve istirahatmeyli galebe çaldığından bîçâre beşeri hem gàyet fakir, hem gàyettembel eyledi. Semâvî Kur’ân’ın kànun-u esâsîsi;

    1

    fermân-ı esâsîsi ile beşerin saadet-i hayâtiyesi iktisat ve sâ’yegayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilirdiye Risâle-i Nur bu esâsı izâhına binâen kısa bir iki nükte söyleyeceğim.

    Birincisi: Bedevîlikte beşer, üç-dört şeye muhtaç oluyordu. O üç-dörthâcâtını tedârik etmeyen, on adette ancak ikisi idi. Şimdiki Garpmedeniyet-i zâlime-i hâzırası, sû-i istimâlât ve isrâfât ve hevesâtıtehyic ve havâyic-i gayr-ı zarûriyeyi, zarûrî hâcatlar hükmüne getirip;görenek ve tiryâkilik cihetiyle şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğudört hâcâtı yerine yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtıtam helâl bir tarzda. tedârik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir. On sekizimuhtaç hükmünde kalır.

    Demek, bu medéniyet-i hâzıra, insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetindebeşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçâre avâm ve havastabakasını dâimâ mübârezeye teşvik etmiş.

    Kur’ân’ın kànun-u esâsîsi olan vücûb-u zekât ve hurnet-i ribâ vâsıtasıylaavâmın havasa karşı itaatını ve havasın avâma karşı şefkatini temineden o kudsî kànunu bırakıp burjuvaları zulme, fukarâları isyâna sevketmeye mecbur etmiş. İstiráhat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber etti.

    İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hâzıranın hârikaları beşere birer nîmet-iRabbâniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat beşerde istimâli iktizâettiği halde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğeve sefâhete sevk ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesâtıdinlemek meylini verdiği için sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsızlık veiktisatsızlık yolu ile sefâhete, israfa, zulme, harama sevk ediyor. Meselâ:Risâle-i Nurdaki Nur Anahtarının dediği gibi, radyo büyük bir nîmet iken,masláhat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir mânevî şükür iktizâ ettiğihalde; beşte dördü hevesâta, lüzumsuz malâyanì şeylere sarf edildiğindentembelliği radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini kırıyor.Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ, çok menfaatli olan bir kısım hârikavesâit, sa’y ve amel ve hakikî maslahat, ihtiyâcât-ı beşeriyeye istimâl lâzımgelirken-ben kendim gördüm-ondan biri ikisi zarûrî ihtiyâcâta sarfedilmeye mukàbil, ondan sekizi keyif, hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecburediyor. Bu iki cüz’i misâle binler misaller var.

    Elhâsıl: Medeniyet-i Garbiye-i hâzıra, semâvî dinleri tam, dinlemediği için,beşeri hem fakir edip ihtiyâcâtı ziyâdeleştirmiş; iktisat ve kanaat esâsınıbozup israf ve hırs ve tama’ı ziyâdeştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.Hem beşeri vesâit-i sefâhete teşvik etmekle; o bîçâre beşeri tamtembelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesâta, sefâhetesevk edip ömrünü fâidesiz zâyi ediyor. Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri,hasta etmiş. Sû-i istimâl ve isrâfat ile yüz nevi hastalığın sirâyetine,intişârına vesîle olmuş. Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefâhet veölümü her vakit hatıra getiren kesretli hûstalıklar ve dinsizlikcereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılması ile intibâha gelip uyanmışbeşerin gözü önünde ölümü idâm-ı ebedî sûretinde gösterip, hervakit beşeri tehdit ediyor. Bir nevi Cehennem azâbı veriyor. İşte bu dehşetlimusîbet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîmin dört yüz milyon talebesininintibâhıyla ve içinde semâvî, kudsî kànun-u esâsîleriyle, bin üç yüzsene evvel gösterdiği gibi yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esâsî kànunlarıylabeşerin bu üç dehşetli yarasını tedâvi etmesini; ve eğer yakında kıyâmetkopmazsa, beşerin hem saadet-i hayât-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayât-ıuhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü idâm-ı ebediden çıkarıp âlem-inura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehâsiniseyyiâtına tam galebe edeceğini; ve şimdiye kadar olduğu gibi, dinin bir kısmını,medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belkimedeniyeti ona, o semâvî kànunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini,Kurân-ı Mu’cizü’l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi,Rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.

    Hutbe-i Şamiye, s. 155-159

    Ulaşmaz dest-i edeb-i garb-ı hevesbâr-ı hevâkâr-ı dehâdâr / De’b-iedeb-i ebed-müddet-i Kur’ân-ı ziyâbâr-ı şifâkâr-ı hüdâdâr

    Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnut eden bir hâlet, çocukçabir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez, Onları eğlendirmez. Buhikmete binâen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tambeslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez. Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazıredebiyat, romanvâri nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-i haşmetigöremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardırüç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz. Ya aşkla hüsündür,ya hamâset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabânî edebse, hamâsetnoktasında hakperestliği etmez. Belki zâlim nev-i beşerin gaddarlıklarınıalkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasındaaşk-ı hakiki bilmez. Şehvetengiz bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-ihakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî sûretinde bakmaz, Bir sıbga-iRahmânî sûretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor,hem ondan da çıkamaz. Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlikhissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz. Yine ondan gelen,dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâtına, o edebsizlenmiş edeb müsekkin,hem münevvim, hakiki fayda vermez. Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış.Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvât. Meyyit hayatveremez. Hem tiyatro gibi tenâsuhvâri, mâzi denilen geniş kabrin hortlaklarıgibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

    Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göztakmış, dünyaya bir âlûfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi kàrie ihtar eder. Zâhirender: "Sefâhet fenadır, insanlara yakışmaz." Netice-i muzırrayı gösterir.Halbuki sefâhete öyle müşevvikàne bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır,akıl hâkim kalamaz. İştihâyı kabartır, hevesi tehyic eder; his daha sözdinlemez. Kur’ân’daki edebse, hevâyı karıştırmaz. Hakperestlik hissi, hüsn-ümücerred aşkı, cemâlperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem dealdatmaz. Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir san’at-ı İlâhî, birsıbga-i Rahmânî noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz. Mârifet-i Sâniinnurunu telkin eder, her şeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzünde veriyor; fakat birbirine benzemez. Avrupazâde edebse, fakdü’l-ahbabdan,sahipsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez. Zîrâsağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemâne aldığı bir hiss-i hüzn-ügamdâr. Âlemi bir vahşetzâr tanır; başka çeşit göstermez. O sûrette gösterir,hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabânîler içinde koyar, hiçbir ümitbırakmaz. Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhâda kadar gider,ta’tîle kadar yol verir. Dönmesi müşkül olur; belki daha dönemez. Kur’ân’ınedebi ise, öyle bir hüznü verir ki, âşıkàne hüzündür, yetimâne değildir.Firâku’l-ahbabdan gelir; fakdü’l-ahbabdan gelmez. Kâinatta nazarı, körtabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli bir san’at-ı İlâhî onun medâr-ıbahsi. Tabiattan bahsetmez. Kör kuvvetin yerine, inâyetli, hikmetli birkudret-i İlâhî ona medâr-ı beyân. Onun için, kâinat vahşetzâr sûretgiymez. Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbab. Hertarafta tecâvüb, her cânibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez. Her köşedeistînâs, o cemiyet içinde mahzunu vaz’ ediyor bir hüzn-ü müştakàne; birhiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez. İkisi birer şevki de verir. Oyabânî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt;ruha ferah veremez. Kur’ân’ın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maâlîverir. İşte bu sırra binâen, şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) lehviyâtıistemez. Bâzı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip;demek hüzn-ü Kur’ânî veya şevk-i tenzilî veren âlet zarar vermez. Eğer hüzn-üyetimî veya şevk-i nefsânî verse, âlet haramdır. Değişir eşhâsa göre;herkes birbirine benzemez.

    Sözler, s. 675-677.

    "Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-imevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.Galip olsaydık, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye,belki daha şedîdâne kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimâne, hemtabiat-ı âlem-i İslâm’a münâfi, hem ehl-i imânın ekseriyet-i mutlakasınınmenfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsaydık,âlem-i İslâm’ı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecektik.Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriattamerdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden, maslahat-ı beşer fetvasıylamensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, mânenvahşî bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecektik."

    Meclisten biri dedi: "Neden şeriat şu medeniyeti2 reddeder?"

    Dedim: "Çünkü, beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-iistinadı kuvvettir. O ise, şe’ni tecavüzdür. Hedef-i kastı menfaattır. Oise, şe’ni tezahumdur. Hayatta düsturu, cidaldir. O ise, şe’ni tenazudur.Kitleler mabeynindeki rabıtası, âhari yutmakla beslenen unsuriyet ve menfîmilliyettir. O ise, şe’ni böyle müthiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, hevâve hevesi teşcî ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise, şe’niinsaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanınmesh-i mânevîsine sebep olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışınaçevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayalegelir.

    "İşte, onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate,şekavete atmış; onunu mümevveh saadete çıkarmış; diğer onu da, beynebeyne bırakmış. Saadet odur ki, külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-ikalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakalekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.

    "Hem serbest hevânın tahakkümüyle, havâic-i gayr-ı zaruriye havâic-izaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken,medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y, masrafa kâfi gelmediğinden,hileye, harama sevk etmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir.Cemaate, nev’e verdiği servet, haşmete bedel, ferdi, şahsı fakir ahlâksızetmiştir. Kurun-u ûlânın mecmu vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu!

    "Âlem-i İslâmın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğukdavranması ve kabulde ıztırabı câ-yı dikkattir. Zira istiğna ve istiklâliyethassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlâhî hidayet, Roma felsefesinin dehâsıylaaşılanmaz, imtizaç etmez, bel’ olunmaz, tâbi olmaz.

    "Bir asıldan tev’em olarak neşet eden eski Roma ve Yunan iki dehâları,su ve yağ gibi mürur-u a’sâr ve medeniyet ve Hıristiyanlığın temzicine çalıştığıhalde, yine istiklâllerini muhafaza, âdetâ tenasuhla o iki ruh şimdi de başkaşekillerde yaşıyorlar. Onlar tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizacolunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim medeniyetin esası olanRoma dehâsıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel’ olunmaz."

    Dediler: "Şeriat-ı garrâdaki medeniyet nasıldır?"

    Dedim: "Şeriat-ı Ahmediye’nin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiğimedeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişâından inkişaf edecektir.Onun menfi esasları yerine, müspet esaslar vaz’ eder.

    "İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe’ni adalet ve tevazündür.Hedef de, menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni muhabbet ve tecazüptür. Cihetü’l-vahdetde unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe’nisamimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedâfüdür.Hayatta düsturu, cidal yerine düstur-u teavündür ki, şe’ni ittihad ve tesanüttür.Hevâ yerine hüdâdır ki, şe’ni insaniyeten terakkî ve ruhen tekâmüldür.Hevâyı tahdit eder; nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhunhissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.

    "Demek, biz mağlûbiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların vecumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa, İslâm’dandoksan, belki doksan beştir.

    "Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayt veya muarız kalmaklahem istinatsız, hem bütün emeğini heder, hem onun istilâsıyla istihaleye mâruzkalmaktan ise, âkılâne davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip, kendine hâdimkılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasılki, düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.

    "Şu iki cereyan birbirine zıt, hedefleri zıt, menfaatleri zıt olduğundan;birincisi dese "Öl," diğeri diyecek "Diril." Birininmenfaati zarar, ihtilâf, tedennî, zaaf, uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekininmenfaati dahi kuvvetimizi, ittihadımızı bizzarure iktiza eder.

    "Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı.Garp husumeti, İslâm’ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessirsebeptir; bâki kalmalı."

    Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti.

    Dediler: "Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksekgür sada İslâm’ın sadası olacaktır!"

    Tekrar biri sordu: "Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatınmukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti?Musibet-i âmme ekseriyetin hatâsına terettüp eder. Hazırda mükâfatınıznedir?"

    Dedim: "Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât,savm, zekât. "Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz içinHâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saattalim, meşakkat, tahrikle bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ayoruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruçtutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhlettik, zulmettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı.

    "Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsuolan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterekhatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi."

    Yine biri dedi: "Bir âmir, hatayla felâkete atmışsa?" Dedim:"Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatâdarın hasenatıverilecektir; o ise hiç hükmünde. Veya hazine-i gayp verecektir. Hazine-igaybda böyle işlerdeki mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir."

    Baktım, meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, elpençe yataktaoturmuş, kendimi buldum. O gece böyle geçti.

    Aynı gün, pür-ümit, başka ve dünyevî bir meclise gittim. Dünyevîlerdediler:

    "Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?"

    Dedim:

    "Evet, İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır.Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz.Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, bizkendimizden hayal edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz.

    "Madem ki menba Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfî veya müspettir.Menfîye kapılan harf gibi: 3 yahut 4 tarif edilir. Demek bütün harekâtı,bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür. Hulûs-uniyeti fayda vermez. Bahusus, menfî iki cihet-i zaafla hariç cereyanınkuvvetine bir âlet-i laya’kıl olur.

    "Diğer müspet cereyan ise ki, dahilden muvafık şeklini giyer. İsimgibi 5’dir. Hareketi kendinedir. Tebai haricedir. Lâzım-ı mezhep, mezhepolmadığından, belki muahez değil. Bahusus iki cihetle kuvveti, hariçcereyanın müspet ve zaafına inzimam etse, harici kendine âlet-i lâyeş’uredebilir."

    Sünuhat, s. 57-65.

    İhtiyaç medeniyetin üstadıdır.

    Sünuhat, s. 74.

    Şu zamanın medenî engizisyonu müthiş bir vesileyle, bazı ezhanı telkihile, bir kısım nâmeşru evlâdını vücuda getirip, İslâmiyet’e karşıkinini ve hiss-i intikamını icra eder. Diyanetsizliğe veya laubaliliğe veyaHıristiyanlığa temayüle veya İslâmiyet’ten şüpheyle soğutmaya bir kapıaçmak ister.

    İşte o desise şudur: "Ey Müslüman, bak nerede bir müslim varsabinnisbe fakir, gafil, bedevîdir. Nerede Hıristiyan varsa, bir derece medenî,mütenebbih ehl-i servettir, demek…" İlâ âhir.

    Ben de derim ki:

    Ey Müslüman! Biri maddî, biri mânevî, Avrupa rüçhanının iki sebebininşu netice-i müthişiyle, o neticenin tesir-i muharribanesine karşı,mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyet’ten elini gevşetme, dört elle sarıl.Yoksa mahvolursun!

    Evet, biz aşağıya iniyoruz, onlar yukarıya çıkıyor. Bunun iki sebebi vardır.Biri maddî, biri mânevîdir.

    Birinci Sebep: Umum Hıristiyanın kilisesi ve mâden-i hayatı olan Avrupa’nınvaziyet-i fıtriyesidir. Zira dardır, güzeldir, demir madenidir, girintili çıkıntılıdır.Deniz ve enharı bağırsaklarıdır, bâriddir.

    Evet, Avrupa küre-i zeminin hums-u öşrü iken, nev-i beşerin bir rub’unuletafet-i fıtriyesiyle kendine çekmiş. Hikmeten sabittir ki, efrad-ıkesirenin içtimâı, ihtiyacatı intaç eder. Görenek gibi çok esbabla tekessüreden hâcât, zeminin kuvve-i nâbitesine sığışmaz. İşte şu noktadanihtiyaç, san’ata ve merak ilme ve sıkıntı vesait-i sefahete hocalık edip tâlimebaşlarlar.

    Evet, fikr-i san’at, meyl-i mârifet, kesretten çıkar. Avrupa’nın darlığıve deniz ve enharı olan vesait-i tabiiye-i münakale içinde dolaşmasısebebiyle, tearüf ticareti, teavün iştirak-i mesaiyi intaç ettikleri gibi,temas dahi telâhuk-u efkârı, rekabet de müsâbakatı tevlit ederler. Ve bütünsanayiinin mâderi olan demir madeni, kesretle içinde bulunduğundan, o demir,medeniyetlerine öyle bir silâh-ı kuvvet vermiştir ki, dünyanın bütünenkaz-ı medeniyetlerini gasp ve garat edip gayet ağır bastı, mizan-ızeminin muvazenetini bozdu.

    Hem de her şeyi geç almak, geç bırakmak şanından olan burudet-i mutedilâne,sa’ylerine sebat ve metanet verip, medeniyetlerini idame etmiştir. Hem de ilmeistinatla devletlerinin teşekkülü, mütekabil kuvvetlerinin tesadümü,gaddarane istibdatlarının iz’âcâtı, engizisyonane taassuplarının aksülâmelyapan tazyikatı, mütevazi unsurlarının rekabetle müsabakatı, Avrupalılarınistidatlarını inkişaf ettirip, mezâyâ ve fikr-i milliyeti uyandırdı.

    İkinci Sebep: Nokta-i istinattır. Evet herbir Hıristiyan başını kaldırıp,müteselsil ve mütedahil maksatların birine el atsa, arkasına bakar ki,istinat edecek, kuvve-i mâneviyesine daima imdat edip hayat verecek, gayet kavîbir nokta-i istinat görür. Hattâ en ağır ve büyük işlere karşı mübarezeyekendinde kuvvet bulur.

    İşte, o nokta-i istinat, her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının uruk-uhayatına kuvvet vermeye ve İslâmların en can alacak damarlarını kesmeyeher vakit âmade ve dessas, medenî engizisyon taassubuyla, maddiyunun dinsizliğiyleyoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesiyle mest-i gurur olmuş bir müsellâhkitlenin kışlası veya büyük bir kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir.

    Görülmüyor mu ki, en hürriyetperver maskesini takan, (İ.G.) elini uzatıparıyor. Nerede Hıristiyan bulsa hayat veriyor. İşte Habeş, Sudan. İşteTayyar, Artuşî. İşte Lübnan, Huran. İşte Malsor ve Arnavut. İşte Kürtve Ermeni, Türk ve Rum, ilâ âhir… Elhasıl: Onları canlandıran emeldir vebizi öldüren yeistir. Meşhurdur ki, biri demiş: "Eğer bir nokta-iistinat bulsam, küre-i zemini yerinden oynatırım." Bu faraziyede acipbir nokta vardır. Demek, bu küçücük insan, nokta-i istinat bulsa, küregibi büyük işleri çevirebilir.

    Ey ehl-i İslâm! İşte, küre-i zemin gibi ağır ve âlem-i İslâmiyete çökmüşolan mesâib ve devâhiye karşı nokta-i istinadınız, muhabbetle ittihadı, mârifetleimtizac-ı efkârı, uhuvvetle teavünü emreden nokta-i İslâmiyet’tir.

    Bak, âlem-i İslâm’ın şu büyük dairenin nokta-i uzmâsından tut, tâ en küçükdairenin-meselâ medrese talebelerinin-birer ukde-i hayatiyesi vardır. Heyet-iiçtimaiyenin efrad ve revabıtı birbirine istinadı gibi, o ukdeler dahibirbirine merbut, müteselsilen o nokta-i uzmâya müstenittir. Demek, bütün oukde-i hayatiyelerini boğmak değil, belki tenebbüh ve neşvünema vermekle İslâmtenebbüh edip, terakkiye başlayabilir.

    Yoksa, biri Avrupa’nın mehasinini mesâvimizle ve telâhuk-u efkârın semeratınıbizim bir şahsın semere-i sa’yi ile, insafsızca, aldatıcı cerbezeylemuvazene etmekle, Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslâmiyetindüşmanı olan tedennîyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesinedelildir.

    Avrupa’ya şedit bir meftuniyet ve milletine karşı amik bir nefret hissiyle,kendini Avrupa’nın veled-i nâmeşruu gösterdiği gibi, fikr-i ihtilâl vemeyl-i tahrip ve aldatıcı cerbezenin neticesi olan hicv-i âsiyane, müfteriyane,namus-şikenane ile, kendi firavniyetini ve zımnen medih ve gururiyetini vebilmediği halde İslâma düşmanlığını göstermekle beraber, fir’avniyet,enaniyet, gurur hükmüyle, milletine karşı şer’an, aklen, hikmeten mükellefolduğu hiss-i şefkat yerine hiss-i tahkir, meyl-i incizab yerine meyl-inefret, meyelân-ı muhabbet yerine irade-i istihfaf, temayül-ü ihtiram yerinemeyelân-ı teçhil, arzu-yu merhamet yerine arzu-yu taazzum, seciye-i fedakâriyerine temayül-ü infiradı ikame edip, hamiyetsizliğini, asılsızlığınıgösterdiğinden, nazar-ı hakikatte öyle bir câni ve menfur olur ki, meselâ,birisi Paris’te, sefahet âleminde bir âlüfte madamın kametinde istihsan ettiğibir libası, camide muhterem bir hocaya giydirmeye çalışmak gibi birhareket-i ahmakane ve câniyanede bulunur. Zira hamiyet ise, muhabbet, hürmet,merhametin netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve illâ yalandır, sahtekârlıktır.Nefret, hamiyetin zıddıdır.

    Mutaassıplara hücum eden Avrupa’nın kâselisleri, herbiri yüz mutaassıpkadar meslek-i sakîminde mütaassıptır. Bunlardan birisi Shakespeare medhindeettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh Geylânî medhinde etseydi,tekfir olunacaktı.

    Heyhat! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için hamiyet?

    Esefâ! Heyet-i içtimaiyeyi faaliyet ve harekete götüren çok ukde-ihayatiyelerden, bizde inkişafa başlayan yalnız fikr-i edebiyat, bahusus şâirâne,müfritâne, edepşikenâne, hodpesendâne olan fikr-i hiciv ve arzu-yutahkirdir.

    6 Tedib-i hakikîye karşı edepsizliktir ki, birbirine saldırıyor. Fakatmillete ve İslâmiyete karşı olan târizat-ı zımniyelerini o kâselislerinyüzlerine çarpmakla beraber, onlar birbirine karşı dinsizcesine hiciv veterzilleri ise, kimbilir belki müstehaktırlar düşünüp, deyip geçmekleiktifa ederiz.

    Ben zannederim ki, bu milletin perişaniyetine, fazla cehaletten ziyade, nur-ukalb ile müterafık olmayan fazla zekâvet-i betrâ tesir etmiştir. Bence en müthişmaraz asabîliktir. Zira Her şeyi haddinden geçirmekle aksülâmel yaptırır.

    Sünuhat, s. 75-82.

    Beşinci Nota

    Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiğiiçin, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun vemedeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâtamedar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraffelsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nın lehindeşehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı mânevîsiile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.

    Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsindenaldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adaletve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitapetmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsinzannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’yahitap ediyorum. Şöyle ki:

    O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan başkaolan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutanAvrupa’nın şahs-ı mânevîsine karşı demiştim:

    Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve solelinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, "Beşerinsaadeti bu ikisiyledir." Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pishediyen senin başını yesin ve yiyecek!

    Ey küfür ve küfrânı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba, hem ruhunda,hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzedeolmuş ve azâba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhirî bir surette, aldatıcıbir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Onamesut denilebilir mi? Âyâ, görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î biremirden meyus olması ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz birişten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle, tatlı hayaller ona acılaşıyor,şirin vaziyetler onu tazip ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor.Halbuki, senin şeâmetinle kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasındadalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayanve bütün elemleri ondan neş’et eden bir biçare insana hangi saadeti teminediyorsun? Acaba, zâil, yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhucehennemde azap çeken bir insana mesut denilebilir mi? İşte, sen biçare beşeriböyle baştan çıkardın; yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azap çektiriyorsun.

    Ey beşerin nefs-i emmâresi! Bu temsile bak, beşeri nereye sevk ettiğini bil.Meselâ bizim önümüzde iki yol var. Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, heradım başında biçare, âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malını,eşyasını gasp ederek kulübeciğini harap ediyorlar. Bazen da yaralıyorlar.Öyle bir tarzda ki, acınacak haline semâ ağlıyor. Nereye bakılsa, hal buminval üzere gidiyor. O yolda işitilen sesler zalimlerin gürültüleri,mazlumların ağlayışları olduğundan, umumî bir matem o yolu kaplıyor. İnsan,insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir elemegiriftar oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellüme tahammül edemediğinden, oyolda giden iki şeyden birisine mecbur olur: Ya insaniyetten tecerrüt edip venihayetsiz vahşeti iltizam ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyleberaber umumun helâketi onu müteessir etmesin; veyahut kalb ve aklın muktezasınıiptal etsin.

    Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa!Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehân ile ruh-u beşere bu cehennemîhâleti hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir ki,insanı âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne atar, hayvânâtın en bedbahtderecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten iptal-i hishizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir.Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek! İşte, beşere açtığınyol ve verdiğin saadet bu misale benzer.

    İkinci yol ki, Kur’ân-ı Hakîm hidayetiyle beşere hediye etmiştir, şöyledir:

    Görüyoruz ki, o yolun her menzilinde, her mekânında, her şehrinde birsultan-ı âdilin müstakim askerleri her tarafta bulunuyorlar, geziyorlar. Arasıra o sultanın emriyle o askerlerin bir kısmını terhis ediyorlar. Silâhlarını,atlarını ve mîrî levazımatlarını alıyorlar, onlara izin tezkeresiniveriyorlar. O terhis olunan neferler, çendan ünsiyet ettikleri at ve silâhlarınteslim alınmasından zâhiren mahzun oluyorlar; fakat hakikat noktasında,terhisle müferrah olup, sultanın ziyaretine ve padişahın pâyitahtına dönmesive padişahı ziyaret etmesi cihetinde gayet memnun oluyorlar.

    Bazen terhis memurları acemî bir nefere rast geliyorlar. Nefer onları tanımıyor."Silâhını teslim et" diyorlar. Nefer diyor: "Ben padişahınaskeriyim, onun hizmetindeyim. Sonra onun yanına gideceğim. Siz necioluyorsunuz? Eğer onun izin ve rızasıyla gelmişseniz, göz ve baş üstünegeldiniz. Emrinizi gösteriniz. Yoksaçekiliniz, benden uzak olunuz. Ben tek başımlakalsam, sizler binler dahi olsanız, yine sizinle dövüşeceğim. Kendi nefsimiçin değil, çünkü nefsim benim değil, benim sultanımındır. Belkibendeki nefsim ve silâhım, mâlikimin emanetidir. Emaneti muhafaza ve sultanımınhaysiyetini himaye ve izzetini vikaye için size baş eğmeyeceğim!"

    İşte, o ikinci yoldaki medar-ı sürur ve saadet olan binler ahvalden bu halbir numunedir. Sair ahvâli sen kıyas et. Bütün o ikinci yolun seferinde,tevellüdat namında, sevinç ve şenlikle bir tahşidat ve sevkiyat-ı askeriyevardır ve vefiyat namında sürur ve mızıka ile terhisat-ı askeriye görünüyorlar.İşte, Kur’ân-ı Hakîm beşere bu yolu hediye etmiştir. Bu hediyeyi kim tamkabul etse, böyle iki cihanın saadetine giden bu ikinci yoldan gider. Ne geçmişşeyden mahzun ve ne de gelecek şeyden havf eder.

    Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardırki: "En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendinefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar.Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak vebekasını temin etmektir" diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarındanve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtathayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahüreden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip,"Hayat bir cidaldir" diye, ahmakane hükmetmişsin.

    Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin kemâl-işevkle beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasılcidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm birRabbin emriyle bir teavündür.

    Hem çürük bir esasın, "Her şey kendi nefsine mâliktir" diyorsun.Hiçbir şey kendi nefsine mâlik olmadığına katî bir delil şudur ki:

    Esbabın içinde en eşrefi ve ihtiyar noktasında en geniş iradelisi, insandır.Halbuki bu insanın düşünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef’âl-iihtiyariyesinden yüz cüz’ünden onun dest-i ihtiyarına verilen ve daire-iiktidarına giren, yalnız meşkûk tek bir cüzdür. Böyle en zâhir fiilin yüzcüz’ünden bir cüz’üne mâlik olmayan, nasıl kendine mâliktir denilir?

    Böyle en eşref ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakikî tasarruftan ve temellükteneli bağlanmış bulunsa, "Sair hayvânat ve cemâdat kendi kendine mâliktir"diyen, hayvandan daha ziyade hayvan ve cemâdattan daha ziyade câmid ve şuursuzolduğunu ispat eder.

    Seni bu hataya atıp bu vartaya düşüren, bir gözlü dehândır. Yani,harika, menhus zekândır. O kör dehân ile, Her şeyin hâlıkı olan Rabbiniunuttun, mevhum bir tabiata isnad ettin, âsârını esbaba verdin, o Hâlıkınmalını bâtıl mâbud olan tâğutlara taksim ettin. Şu noktada ve o dehânnazarında, her zîhayat, herbir insan, tek başıyla hadsiz a’dâya karşımukavemet etmek ve nihayetsiz hâcâtın tahsiline çabalamak lâzım geliyor.Ve zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zâil lem’a gibi bir şuur,çabuk söner şule gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömürle, ohadsiz a’dâya ve hâcâta karşı dayanmaya mecbur oluyor. Halbuki, o biçare zîhayatınsermayesi, binler matluplarından birisine kâfi gelmiyor. Musibete giriftarolduğu zaman, sağır, kör esbabdan başka derdine derman beklemiyor. 7 sırrınamazhar oluyor.

    Senin karanlıklı dehân, nev-i beşerin gündüzünü geceye kalb etmiş. Yalnızo sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için, yalancı,muvakkat lâmbalarla tenvir ettin. O lâmbalar sürurla beşerin yüzüne tebessümetmiyorlar. Belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehâne gülmesine, oışıklar müstehziyâne gülüp eğleniyor.

    Herbir zîhayat, senin şakirtlerin nazarında, zalimlerin hücumuna mâruz,miskin birer musibetzededirler. Dünya bir matemhane-i umumiyedir. Dünyadakisadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vâveylâlardır. Senden tam ders alanşakirdin, bir firavun olur. Fakat en hasis şeye ibadet eden ve menfaat gördüğüHer şeyi kendine rab telâkki eden bir firavun-u zelildir.

    Hem senin şakirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihayet zilletikabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağınıöper derecede alçaklık gösterir.

    Hem cebbardır. Fakat kalbinde bir nokta-i istinad bulamadığı için, zâtındagayet âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur.

    O şakirdin gaye-i himmeti hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hamiyet ve fedakârlıkperdesi altında kendi menfaat-i nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskinetmeye çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyisevmiyor, Her şeyi nefsine feda ediyor.

    Amma Kur’ân’ın hâlis ve tam şakirdi ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkatakarşı da ubudiyete tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve âzam birmenfaati gaye-i ubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir.

    Hem halim selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden başkasına, izni ve emriolmadan tezellüle tenezzül etmez bir halîm-i âlihimmettir.

    Hem fakirdir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi ona ileride iddihar ettiği mükâfatlabir fakir-i müstağnîdir.

    Hem zayıftır. Fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad edenbir zaif-i kavîdir ki, Kur’ân hakikî bir şakirdine Cennet-i ebediyeyi dahigaye-i maksat yaptırmadığı halde, bu zâil, fâni dünyayı ona gaye-imaksat hiç yapar mı?

    İşte iki şakirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla.

    Hem felsefe-i sakîmenin şakirtleriyle Kur’ân-ı Hakîmin tilmizlerininhamiyetkârlık ve fedakârlıklarını bununla muvazene edebilirsiniz. Şöyleki:

    Felsefenin şakirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dâvâaçar. Kur’ân’ın şakirdi ise, semâvat ve arzdaki umum salih ibâdı kendinekardeş telâkki ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder. Vesaadetleriyle mesut oluyor. Ve ruhunda şedit bir alâkayı onlara karşıhisseder ki, duasında 8 der. Hem en büyük şey olan Arş ve şemsi musahharbirer memur ve kendi gibi bir abd, bir mahlûk telâkki eder.

    Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur’ân,kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuztaneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösterendoksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerininellerine verir, "Evradlarınızı bununla okuyunuz" der. İşte, Kur’ân’ıntilmizlerinden Şah-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî (r.a.) gibi şakirtleri,virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerrâtı, kataratadetlerini, mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarınıokuyorlar, Cenâb-ı Hakkı zikir ve tesbih ediyorlar.

    İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın mucizâne terbiyesine bak ki, nasıl ednâbir kederle ve küçük bir gamla başı dönüp sersemleşen ve küçük birmikroba mağlûp olan bu küçük insan, terbiye-i Kur’ân ile ne kadar teâliediyor. Ve ne derece letâifi inbisat eder ki, koca dünya mevcudatını,virdine tesbih olmakta kısa görüyor. Ve Cenneti zikir ve virdine gaye olmaktaaz gördüğü halde, kendi nefsini Cenâb-ı Hakkın ednâ bir mahlûkunun üstündebüyük tutmuyor. Nihayet izzet içinde nihayet tevazuu cem ediyor. Felsefe şakirtlerininbuna nispeten ne derece pest ve aşağı olduğunu kıyas edebilirsin.

    İşte, felsefe-i sakîme-i Avrupaiyeden yek-çeşm olan dehâsının yanlış gördüğühakikatleri, iki cihana bakan, gayb-âşinâ parlak iki gözüyle iki âlemenazar eden, beşer için iki saadete iki eliyle işaret eden hüdâ-yı Kur’ânîder ki:

    Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sanaemanettir. O emanetin mâliki Her şeye kadîr, Her şeyi bilir bir Rahîm-i Kerîmdir.O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor-tâ senin içinmuhafaza etsin, zayi olmasın. İleride mühim bir fiyat sana verecek. Senmuvazzaf ve memur bir askersin. Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et.Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızık olarak gönderiyor ve senintakatin yetmediği şeylerden seni muhafaza eder. Senin şu hayatının gayesi,neticesi, o Mâlikin esmâsına ve şuûnâtına bir mazhariyettir. Sana birmusibet geldiği vakit, de:

    9 Yani, "Ben Mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıylageldinse, merhaba, safâ geldin. Çünkü, elbette bir vakit Ona döneceğiz veOnun huzuruna gideceğiz ve Ona müştâkız. Madem herhalde bir zaman bizihayatın tekâlifinden âzâd edecektir. Haydi, ey musibet, o terhis ve o âzâdetmek senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim emanet muhafazasında vevazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sanateslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa, benim takatim yettikçe, eminolmayana, Mâlikimin emanetini teslim etmem" der.

    İşte, binden bir numune olarak, dehâ-yı felsefînin ve hüdâ-yı Kur’ânîninverdikleri derslerin derecelerine bak. Evet, iki tarafın hakikat-i hali, sabıkanbeyan edilen tarzla gidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette insanların derecelerimütefavittir, gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede buhakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve buzamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısınıehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle veher günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor.Ecnebîlerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere veonları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin ve teessüfler!

    Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nınsize ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahetve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihânetaklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihakedip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, sizahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılıkediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı biristihfaftır ve millete bir istihzâdır.

    10

    Lem’alar, s. 119-124.

    Sekizinci Mukaddeme (Temhid)

    Şu gelen uzun mukaddemeden usanma. Zira nihayeti, nihayet derecede mühimdir.Hem de şu gelen mukaddeme her kemâli mahveden ye’si öldürür. Ve herbir saâdetinmayası olan ümidi hayatlandırır. Ve mazi başkalara ve istikbal bize olacağınabeşaret verir. Taksime razıyız. İşte mevzuu, ebnâ-yı mâzi ile ebnâ-yımüstakbeli muvazene etmektir. Hem de mekâtib-i âliyede elif ve bâ okunmuyor.Mahiyet-i ilim bir dahi olsa, suret-i tedrisi başkadır. Evet, mazi denilenmekteb-i hissiyatla, istikbal denilen medrese-i efkâr bir tarzda değildir.

    Evvelâ: "Ebnâ-yı mazi"den muradım, İslâmların gayrısındanonuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm,üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümlemazhar-ı kemaldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben "mazi"ile tabir ederim, ondan sonra "müstakbel" derim.

    Bundan sonra, mâlumdur ki, insanda müdebbir-i galip, ya akıl veya basardır.Tâbir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veyakuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyûlât-ıkalbiyedir veya temayülât-ı akliyedir. Veyahut ya hevâ veya hüdâdır. Bunabinaen görüyoruz ki: Ebnâ-yı mazinin bir derece safî olan ahlâk ve halisolan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarınıistihdam ederek şahsiyat ve ihtilâfat meydanı aldı. Fakat ebnâ-yı müstakbelinbir derece münevver olan efkârları, heves ve şehvetle muzlim olanhissiyatlarına galebe ederek emrine musahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyeninhükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecellî etti. Beşaretveriyor ki: Asıl insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde veAsya’nın cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır.

    Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvukutevlid eden hissiyat ve müyûlât ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad içiniknaiyat-i hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyûlâta tesirettiren, müddeâyı müzeyyene ve şâşaalandırmak veyahut hâile veyakuvve-i belâgatle hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutardı. Fakat bizionlara kıyas etmek, hareket-i ric’iye ile o zamanın köşelerine sokmakdemektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz; tasvir-i müddeâile aldanmayız.

    Vakta ki, hâl sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren hakaik-ihikmetin maden-i tebahhuratı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından veyeni tevellüde başlayan meyl-i taharrî-i hakikat ve aşk-ı hak ve menfaat-iumumiyeyi menfaat-i şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkârâneyi intaçeyleyen berahin-i katıadan başka isbat-ı müddea birşeyle olmaz. Biz ehl-ihaliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddeâ, zihnimizi işbâ’etmiyor. Burhan isteriz.

    Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi ve istikbalin hasenat ve seyyiatlarınızikredelim. Mazi ülkesinde ekseriyetle hükümfermâ kuvvet ve hevâ ve tabiatve müyûlât ve hissiyat olduğundan; seyyiatından biri, herbir emirde-velevfilcümle olsun-istibdad ve tahakküm vardı. Hem de meslek-i gayra husumete,kendi mesleğine iltizam ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunurdu. Hem de birşahsa husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi. Hem de keşf-ihakikate mani olan iltizam ve taassup ve taraftarlığın müdahaleleri idi.

    Hasıl-ı kelâm: Müyûlât muhtelife olduklarından, taraftarlık hissi, Herşeye parmak vurmakla ihtilâfatla ihtilâl çıkarıldığından, hakikat isekaçıp gizlenirdi.

    Hem de istibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve mezahibi ikameedecek, galiben taassup veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Halbuki üçü denazar-ı şeriatta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hemcinsiyeye veteâvün-ü fıtrîye münafidir. Hattâ o derece oluyor, bunlardan biri taassupve safsatasını terk ederek nâsın icmâ ve tevatürünü tasdik ettiği gibi,birden mezhep ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Halbuki, taassupyerinde hak; ve safsata yerinde bürhan; ve tadlil-i gayr yerinde tevfik vetatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini birparça tebdil edemez. Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarındahükümfermâ hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk veşübehatın hükümleri olmazdı.

    Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle, inşaallahistikbalde bitamamihî hükümfermâ, kuvvete bedel hak; ve safsataya bedel bürhan;ve tab’a bedel akıl; ve hevâya bedel hüdâ; ve taassuba bedel metanet; vegaraza bedel hamiyet; ve müyûlât-ı nefsaniyeye bedel temayülât-ı ukul; vehissiyata bedel efkâr olacaklardır-karn-ı evvel ve sanî ve salisteki gibi vebeşinci karna kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadarkuvvet hakkı mağlup eylemişti

    Saltanat-ı efkârın icrâ-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin güneşi,evham ve hayalât bulutlarından kurtulmuş, her yeri tenvire başlamıştır.Hattâ dinsizlik bataklığında taaffün eden adamlar dahi o ziyayla istifadeyebaşlamıştırlar.

    Hem de meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, bürhan-ıkàtı’ üzerine teessüs ve her kemale mümidd olan hakk-ı sabitle hakaikırapteylemesidir. Bunun neticesi: Batıl, hak suretini giymekle efkârıaldatmaz.

    Ey ihvan-ı Müslimîn!.. Hal, lisan-ı halle bize beşaret veriyor ki: Sırr-ı11 boynunu kaldırmış, elle istikbale işaret edip, yüksek sesle ilân ediyorki: Dehre ve tabâyi-i beşere, dâmen-i kıyamete kadar hâkim olacak, yalnızâlem-i kevnde adalet-i ezeliyenin tecellî ve timsali olan hakikat-i İslâmiyettirki, asıl insaniyet-i kübrâ denilen şey odur. İnsaniyet-i suğrâ denilenmehâsin-i medeniyet, onun mukaddemesidir. Görülmüyor mu ki: Telâhuktan neşeteden tenevvür-ü efkârla toprağa benzeyen evham ve hayalâtı, hakaik-i İslâmiyeninomuzu üzerinden hafifleştirmiştir. Bu hal gösteriyor ki, nücûm-u semâ-yıhidayet olan o hakaik tamamen inkişaf ve tele’lü’ ve lem’a-nisar olacaktır.

    12 Eğer istersen, istikbal içine gir, bak: Hakikatlerin meydanında hikmetintaht-ı nezaret ve murakabesinde, teslis içinde tevhidi arayanlar, safsataederek asıl tevhid-i mahz ve itikad-ı kâmil ve akl-ı selim kabul ettiğiakide-i hakla mücehhez ve seyf-i bürhanla mütekallid olanlarla mübareze vemuharebe ederse, nasıl birden mağlûp ve münhezim oluyor! Kur’ân’ın üslûb-uhakîmânesine yemin ederim ki: Nasârâyı ve emsalini havalandırarak dalâletderelerine atan, yalnız aklı azil ve bürhanı tard ve ruhbanı taklitetmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecellî ve inbisat-ı efkâr nisbetindehakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüsve bürhanla takallüdü ve akılla meşvereti ve taht-ı hakikat üstündebulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desâtirine mutabakat vemuhakâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havâtimindennev-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor. Diyor: 13 ve 14 ve 15 ve 16 ve 17 ve 18 ve 19 ve 20 ve 21 ve 22

    Ben dahi derim: 23

    Hâtime

    Zahirden ubûr ediniz. Hakikat sizi bekliyor. Fakat gördüğünüz vakitincitmeyiniz. Esah ve lâzım…

    Muhakemat, s. 30-34.

    Eğer desen: "Biz görüyoruz ki: Dinsizlerin veya sahih bir diniolmayanların ahvalleri muaddele ve munazzemedirler."

    Elcevap: O adalet ve intizam, ehl-i dinin ikazat ve irşadatıyladır. Ve oadalet ve faziletin esasları, enbiyanın tesisleriyledir. Demek enbiya, esas vemaddeyi vaz etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti tutup, onda işledikleriniişlediler. Bundan başka nizam ve saadetleri, muvakkattır. Bir cihetten kaimeve müstakime ise, çok cihattan mâile ve münhaniyedir. Yani, ne kadar suretenve maddeten ve lâfzan ve maâşen muntazamadır; fakat sîreten ve mâneviyatenve mânen faside ve muhtelledir.

    Ey birader! İşte sıra üçüncü cihete geldi. İyi tefekkür et. Şöyle:

    Ahlâktaki ifrat ve tefrit ise, istidadatı ifsad ediyor. Ve şu ifsad ise,abesiyeti intaç eder. Ve şu abesiyet ise, kâinatın en küçük ve enehemmiyetsiz şeylerinde mesalih ve hikemin riayetiyle âlemde hükümfermalığıbedihî olan hikmet-i İlâhiyeye münakızdır.

    Vehim ve tenbih

    "Meleke-i mârifet-i hukuk" dedikleri her fenalığın maddeten zararınıihsas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hâsıl olan "meleke-iriayet-i hukuk" dedikleri emri, şeriat-ı İlâhiyeye bedel olarakdinsizlerin tasavvuru ve şeriatten istiğnaları bir tevehhüm-ü bâtıldır.Zira dünya ihtiyarlandı. Öyle birşeyin mukaddematı da zahir olmadı. Bilâkis,mehasinin terakkisiyle beraber mesâvî dahi terakki edip daha dehşetli vealdatıcı bir şekle giriyor.

    Evet, nasıl ki nevâmis-i hikmet, desâtir-i hükûmetten müstağni değildir.Öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat ve fazilete eşedd-i ihtiyaçlamuhtaçtır. İşte, şöyle mevhume olan meleke-i tâdil-i ahlâk, kuvâ-yıselâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta muhafaza etmesine kâfi değildir.Binaenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nâfiz olan mizan-ıadalet-i İlâhiyeyi tutacak bir nebîye muhtaçtır.

    Muhakemat, s. 125-126.

    Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana vemillete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklarve münafıklar, istibdad-ı mutlaka "cumhuriyet" nâmı vermekle,irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka"medeniyet" ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye "kanun"ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişanederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbelervuruyorlar.

    Şualar, s. 256.

    Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdat ve sefaheteve zilletle memzûc medeniyete bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhasıfakir ve sefih ve ahlaksız eder. Fakat, hakîki medeniyet, nev-i insanınterakkî ve tekemmülüne ve mahiyet-i neviyesinin kuvveden fiile çıkmasınahizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan, medeniyeti istemek insaniyetiistemektir.

    Hem de, mana-i meşrûtiyete iptila ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nınve alem-i İslamın istikbalde terakkîsinin birinci kapısı meşrûtiyet-i meşruave Şeriat dairesindeki hürriyettiı. Ve tali’ ve taht ve baht-ı Ìslamınanahtarı da meşnîtiyetteki şûradır. Zîra, şimdiye kadar üç yüz yetmişmilyon İslam, ecanibin istibdad-ı manevîsi altında eziliyordu. Şimdihakimiyet-i İslamiye, alemde, bahusus bundan sonra Asya’da hükümferma olduğuhalde herbir ferd-i Müslüman, hakimiyetin bir cüz-ü hakikisine malik olur.Ve hürriyet, üç yüz yetmiş milyon İslam’ı esaretten halas etmeye bir çare-iyeganedir. Farz-ı muhal olarak, burada yirmi milyon nüfus tesis-i hürriyetteçok zarardîde olsalar da, feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.

    Yazık, eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir; sugibi memzûc olmamışlar. İnşaallah, elektrik-i hakaik-ı İslamiyetle imtizaçederek, ziya-i maarif-i İslamiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek, bir mîzac-ımûtedile-i adalet vücuda gelecektir.

    Yaşasın meşrûtiyet-i meşrua, sağ olsun hakîkat-i Şeriat terbiyesindentam ders alan neyyir-i hürriyet!

    Tarihçe-i Hayat, s. 68.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâfirlerin medeniyetiyle mü’minlerin medeniyeti arasındakifark:

    Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor,bâtını da yakıyor. Dışı süs, içi pis; sureti me’nus, sîreti mâkûsbir şeytandır.

    İkincisi, bâtını nur, zahiri rahmet; içi muhabbet, dışı uhuvvet; suretimuâvenet, sîreti şefkat, câzibedar bir melektir.

    Evet, mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizâsıyla, kâinata bir mehd-iuhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları,bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünkü, imânbütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşlergibi kardeş addediyor.

    Küfür ise, öyle bir burudettir ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır.Ve bütün eşyada bir nevi ecnebîlik tohumunu ekiyor. Ve Her şeyi Her şeye düşmanyapıyor.

    Evet, hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet varsa da, muvakkattir. Ve ezelî,ebedî iftirak ve firakla muttasıl ve mahduttur. Ama kâfirlerin medeniyetindegörülen mehâsin ve yüksek terakkiyât-ı sanayi-bunlar tamamen medeniyet-iİslâmiyeden, Kur’ân’ın irşâdâtından, edyân-ı semâviyeden in’ikâs veiktibas edildiği, Lemaat ile Sünuhat eserlerimde istenildiği gibi izah veispat edilmiştir.

    24

    Mesnevi-i Nuriye, s. 77.

    Dipnotlar

    1. Yiyin, için, ancak israf etmeyin! (A’raf Sûresi, 31.) İnsaniçin çalıştığından başkası yoktur. (Necm Sûresi, 39.)

    2. Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaatibulunan iyiliklerdir. Yoksa, medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki,ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip taklit edip, malımızıharap ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip, seyyiatıhasenatına racih gelmekle, beşer iki Harb-i Umumi ile iki dehşetli tokatyeyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünükanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle,medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek,sulh-u umumîyi de temin edecek. (Müellif-i muhteremi sonradan ilâve etmiştir.)

    3. Başkasındaki bir manaya delalet eder.

    4. Kendi kendine bir manaya delalet etmez.

    5. Kendisinde bulunan bir manaya delalet eder.

    6. Birbirinizi gıybet etmeyin (Hucurât Sûresi, 49:12.)

    7. Kâfirlerin duası boşa gider. (Ra’d Sûresi, 13:14.)

    8. Allah’ım, mü’min erkekleri ve mü’min kadınları bağışla.

    9. Biz Allah’ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır.(Bakara Sûresi, 2:156.)

    10. Allah bizi de, sizi de sırat-ı müstakime eriştirsin.

    11. De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. (İsrâ Sûresi,17:81.)

    12. Düşmanların engellemelerine rağmen.

    13. Bakmazlar mı? (Gàşiye Sûresi, 88:17.)

    14. Bakınız (Âl-i İmrân Sûresi, 3:137; Nahl Sûresi,16:36; Neml Sûresi, 26:69; Ankebut Sûresi; 29:20; Rûm Sûresi, 30:42.)

    15. Onlar hiç düşünmezler mi? (Nisâ Sûresi, 4:82;Muhammed Sûresi:, 47:24.)

    16. Hâlâ düşünmez misiniz? (En’âm Sûresi, 6:80; Secde Sûresi,32:4.)

    17. Düşünün. (Sebe’ Sûresi, 34:46.)

    18. Farkında değiller. (Bakara Sûresi, 2:9; Âl-i İmrân Sûresi,3:69; En’âm Sûresi, 6:26, 123; Nahl Sûresi, 16:2.)

    19. Aklını kullanıyorlar. (Bakara Sûresi, 2:164; Ra’d Sûresi,13:4; Nahl Sûresi, 16:12, 67; Hac Sûresi, 22:46; Furkân Sûresi, 25:44; AnkebûtSûresi, 29:35; Rum Sûresi, 30:24, 28; Câsiye Sûresi, 45:5.)

    20. Aklını kullanıp anlamazlar. (Bakara Sûresi, 2:170,171; Mâide Sûresi, 5:87, 103; Enfâl Sûresi, 8:22; Yûnus Sûresi, 10:42,100; Ankebût Sûresi, 29:63; Zümer Sûresi, 39:43.)

    21. Biliyorlar. (Bakara Sûresi, 2:75. Kur’an’da 32 yerde geçmektedir.)

    22. Bundan ibret alın, ey basiret sahipleri! (Haşir Sûresi,59:2.)

    23. Bundan ibret alın, ey akıl sahipleri!

    24. Onlara müracaat et; orada insanların gaflet ettikleri büyükbir hakikat bulacaksın.