Köprü Anasayfa

Evrensel Barışa Çağrı

"Bahar 2003" 82. Sayı

  • İslam'ın Evrensel Barışa Katkıları

    Bekir Karlığa

    Prof. Dr., Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi

    Şu anda Bağdat, yanıyor!* Bağdat’ın ateşi yüreklerimizi yakıyor! Yanan yalnız Bağdat değil, tüm İslam dünyası bir yangın yeri gibi. Hâfızalarımıza, daha çok ihtişamı, debdebesi, saltanatı, bin bir gece masalları, neşeleri, sevinçleri ve eğlenceleriyle yer etmiş bulunan Bağdat sokaklarından, şimdi siren sesleri yükseliyor, bomba gürültüleri geliyor. İnen füzelerin gözleri kamaştıran patlayışının ardından duman bulutları göğe yükseliyor, barut kokuları etrafa yayılıyor, korku, dehşet, ürperti sarıyor her yanı.

    "Amerikan Bağımsızlık Bildirisi"nin ilanından yaklaşık 225 yıl, "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi"nin neşrinden 200 yılı aşkın bir süre geçtikten ve "Birleşmiş Milletler Sözleşmesi"nin ilanından 55 yıl sonra çıkarılan bu yangın, insanlığın evrensel değerlere karşı olan güvenini kökten sarstı. Bir kez daha "hak kuvvette değil, kuvvet haktadır" genel prensibi ayaklar altına alındı. Zorbalık yeniden değer kazandı ve orman kanunu tek geçerli kural haline geldi.

    Bu saldırı ve işgal, dünyayı sarstığı, İslam alemini derinden yaraladığı gibi "Birleşmiş Milletler", "Kuzey Atlantik Paktı", "Avrupa Birliği" başta olmak üzere bütün uluslararası kurum ve kuruluşlara karşı beslenen güven duygusunu da yıprattı.

    Bu tespit, Saddam’ı korumak ya da onu haklı göstermek amacı gütmediği gibi, Hilal-Salîp mücadelesinin doğurduğu sahiplenme psikolojisinden de kaynaklanmıyor. Aksine, insanlığın uzun tarihi boyunca verdiği zorlu mücadeleler neticesinde oluşan çağdaş evrensel değerlerin zedelenip ayaklar altına alınmasının dünya çapında doğuracağı tahribatı gözler önüne sermeyi amaçlıyor.

    Bütün bu gelişmeler ışığında, mazlumları zalimlere karşı koruyacak, güçsüzü güçlüye ezdirmeyecek, haklının elinden tutup kaldıracak, haksızı herkes nazarında mahkum edecek "adalet", "eşitlik", "özgürlük", "hakkâniyet", "güven" ve "dürüstlük" ilkeleri üzerine kurulu evrensel çapta yeni bir "küresel etik" geliştirilmesi artık kaçınılmaz olmuştur.

    Kısa bir süre önce Amerikalı bir yazar, Leslie Lipson "Batı dünyası"nı şöyle uyarıyordu:

    "Batı uygarlığının, hümanizm kavramlarıyla uyumlu ahlâkî bir devrime şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde gereksinimi vardır. Batı toplumu bu yüzyılın ilk yarısında iflâs etti ve o zamandan beri bir uçurumun kıyısına doğru yaklaşmaktadır. Keşiflerinin ahlâkî sonuçlarından ötürü kendilerini suçlamayan şu bilim adamları, kazanç için üretimin ahlâk ilkelerinden bağımsız olduğunu savunan şu ekonomistler, kendilerini güç olgusu, teknik yöntem çeşitleri ve yönetim sistemlerinin davranışlarıyla sınırlayan şu siyaset bilimciler, iyi ve kötü bilgisi orucuna girmelerinden ötürü toplum için son derece zararlı olan şeylere göz yumanların hepsi; son iki yüz yıldır maddî başarılarının manzarasıyla başı dönmüş olan Batı, maddeciliğin ve ona eşlik eden ticârî üstünlüğün fazlasıyla baskın olmasına izin verdi. Günümüzde Altın Buzağı’ya tapınmanın yerini, putlaştırılmış gayr-i sâfî millî hâsıla almıştır.

    "Hedefler başka yerde aranmalıdır. Onlar, bizim insanlık, iyi yurttaş ve iyi toplum kavramlarımızda yatmaktadır. Her uygarlığın tarihinde, evriminin her devresinde kötülüklerle ilgili olaylara rastlanabilir. Oysa bizler yirminci yüzyılda yepyeni kötülükler tanıttık. Bunların hepsi, teknolojiyi gündelik kullanıma uyarlarken uyguladığımız pervasız yöntemlerle ilgilidir. Nükleer silahların varlığı, çevremizin kirletilmesi ve yıkıma uğratılması, yaşam standartları zaten düşük olan bölgelerdeki nüfus artışı; bunlar öyle sorunlardır ki, düzeltilmedikleri takdirde iki sonuçtan birine yol açacaktır: Ya gezegenimizin her bölgesinde uygarlığın niteliği, şu anda zengin olanları da kapsayarak düşecek ya da insanların yaptıkları yüzünden gezegenin kendisi yaşanmaz bir yer haline gelecektir." (Leslie Lipson, Uygarlığın Ahlâkî Bunalımları, 298-300, Türkçe çev., Jale Yeşilbaş, İstanbul 2000)

    Kur’ân-ı Kerîm’in buyurduğu gibi: "İçimizdeki beyinsizlerin yüzünden bizi helâk eder misin Allah’ım" (el-A’râf, 155)

    Gerek Batı’da, gerekse Doğu’da bir çok entelektüel, Modernite ile birlikte manevî değerlerin büyük çapta erozyona uğradığını, klasik anlamda ahlâkî değerlerin yıprandığını tekrarlayıp durmakta ve genellikle bunun sorumlusunun Batı medeniyeti olduğunu vurgulamaktadır. Hatta kimi yazarlar bu sorumluluğu, bilimsel ve teknolojik gelişmelere yüklerler.

    Bireysel manada bu tespit büyük bir haklılık payına sahip ise de, evrensel anlamda haklılık payının çok alt düzeyde olduğu söylenebilir. Özellikle soğuk savaş yıllarında adalet ve demokrasi havariliği yapan Amerika Birleşik Devletleri’nin bu tezi hararetle savunduğu, daha demokratik, daha eşitlikçi ve daha müreffeh bir dünya kurmak için mücadele verdiği propaganda edilmekte idi. Doğrusu iki kutuplu dünya düzeni böyle bir söylemi çok da çekici kılıyordu. Hatta o günlerde, tarihi savaşlarla dolu olan -bizim gibi- bazı kalkınmakta olan ülkelerin elit ve bürokratları kendi tarihlerinden uzak görünmeye özen gösteriyorlardı.

    Ne var ki, Birinci ve İkinci Cihan harplerinden büyük dersler aldığı düşünülen devletler, ellerine ilk fırsat geçtiğinde eskilerden hiç de geri kalmadıklarını, hatta onlardan daha acımasız olduklarını gösterdiler. Bunun ilk somut örneği Cezayir bağımsızlık savaşında yaşandı. Böylece uygarlık yeni bir yara daha almıştı. Soğuk savaş yıllarında barış kültürünü yaygınlaştırma yolunda Amerika Birleşik Devletleri’nin göstermeye çalıştığı özen, Birleşmiş Milletler, UNESCO ve nihayet Avrupa Birliği gibi küresel organizasyonlarla yeni bir boyut kazanıyordu. Ne yazık ki, hala belirsizliğini koruyan 11 Eylül faciası ile büyük bir şok yaşayan Birleşik Devletler’in -kelimenin tam anlamıyla- "delikanlı" Başkanı, soğukkanlılıkla sorunu çözmeye çalışacağına bütün dünyaya meydan okuyarak Irak’a saldırdı. Böylece bir kez daha yaşlı dünyamızın semaları yoğun bombardıman bulutlarıyla karardı.

    Söylem ne kadar değişirse değişsin eylemin hiç değişmemiş olduğu bir kez daha gözlemlendi. Zira söylemin esas göstergesi eylemdir. Buradaki eylemin arka planında ise emperyalizm gerçeği yatıyordu. Bu olguyu ortadan kaldırmadan evrensel barışı sağlamak mümkün değildir. Bu olguyu ortadan kaldırmak için barış ve hoşgörü kültürünün geliştirilip yaygınlaştırılması gerekir. Barış ve hoşgörü, ancak topyekun bir "eğitim seferberliği" ve "ahlâkî arınma" ile hayata geçirilebilir. Tek başına ekonomik gelişme, bilimsel ve teknolojik atılım, evrensel barışı sağlamak şöyle dursun, bireysel barışı gerçekleştirmeye bile yetmez.

    Bugün barışa, her zamankinden daha çok muhtacız ve -ne yazık ki- ona, her zamankinden daha çok uzağız. Evrensel barışın sağlanmasında ilk ve önemli görev, ailelerin yanı sıra din, toplum ve eğitim kurumlarına düşmektedir.

    Bu bağlamda İslam dininin önemli bir misyona sahip olduğu ve evrensel barışın sağlanmasında İslam’ın önemli katkıları olacağı muhakkaktır. Zira bu din, bütün sistemini "barış" üzerine inşa etmiştir:

    "Ey iman edenler, topluca barışa girin." (el-Bakara, 208)

    "Eğer onlar, barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah’a tevekkül et, çünkü işiten ve bilen O’dur O." (el-Enfâl, 60)

    Öncelikle "İslâm" kelimesi, "barış" anlamına gelen "silm" kökünden türetilmiştir. Müslüman’ın, Müslüman’a ilk karşılaştığı anda söyleyebileceği ilk söz, "selâm", yani "Allah’ın barışı seninle olsun" demektir.

    İslam’da savaş ana ilke değil, zorunluluk halinde baş vurulacak geçici ve istisnaî bir yöntemdir:

    "Eğer sizden uzakta durur, sizinle savaşmaz, size barış teklif ederlerse, Allah, onlara dokunmanıza izin vermez." (en-Nisâ, 90)

    "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın ve aşırı gitmeyin çünkü Allah, aşırı gidenleri sevmez." (el-Bakara, 190)

    İnsan aklının ve iradesinin özgürleştirilmesi amacıyla her türlü düşünce ve anlayışın serbestçe hayata geçirilmesini sağlamak üzere "dinde zorlama"nın olmadığını belirten İslam, Müslümanların yabancılarla ilişkilerini de saldırı ve çatışma esasına göre değil, "barış" ve "güven" esasına göre düzenlemiştir.

    Ancak İslam savaş gerçeğini de görmezlikten gelmez. Barış ve uyum kadar savaş ve çatışma da canlılar dünyasının bir gerçeğidir. Barışı sağlamak için bu olguyu gözönünde bulundurup ona göre tedbir almak gerekir. Aksi takdirde barış hiç sağlanamaz. Her ne şekilde olursa olsun barış çığlıkları, gözü dönmüş savaş çığırtkanlarını durdurmak yerine kimi zaman onları cesaretlendirici fırsatlar sağlar.

    İslâm literatüründe "Cihâd", doğrudan savaş anlamına gelmez. Ancak düşmanla savaşmak konusunda bütün çaba ve gücün harcanması nedeniyle kelime savaş anlamına da kullanılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de doğrudan savaş anlamına: "Kıtâl", "Harb", "Muhârebe" ve "Ma’reke" terimelerinin kullanıldığını görüyoruz. Bu kelime ve türevleri Kur’ân-ı Kerîm’de yaklaşık 34 kez tekrarlandığı halde bunlardan yalnızca 4 tanesinde (et-Tevbe, 41, 73; et-Tahrîm, 9; el-Furkân, 52) doğrudan savaş anlamı kast edilmiştir

    Cihâd’ın dört farklı boyutu vardır:

    a- Müdâfaa boyutu: (Cihâd-Ğazâ-Harb)
    b- Psikolojik boyutu: (Mücâhede-Zühd-Takvâ)
    c- Entelektüel boyutu: (İctihâd-Tefekkür)
    d- Sosyal boyutu: (Yakınlara hizmet-Haksızlıklarla mücâdele)

    Ünlü İslâm bilgini Muhammed Hamîdullah’ın da belirttiği gibi, İslâm’da Allah’ın belirlediği hedeflerin dışında yapılan savaşlar yasaklanmıştır. Hz. Peygamber’in savaşları da tamamen müdâfaa, cezalandırma ve vatanın korunması amacına yöneliktir. (Muhammed Hamîdullah, İslâm Anayasa Hukuku, 222-223, İstanbul 1995) Bu nedenle İslâm fetihlerinin amacı, hiçbir zaman için saldırı, soygun ve tâlân olmamıştır. Herkesin kendi hür irâdesiyle istediği inancı seçmesine imkân sağlayacak ortamının hazırlanması hedeflenmiştir. Dolayısıyla Müslümanlar, fethettikleri ülkelerde yaşayan insanları, Müslüman olmak ya da Müslümanların egemenliklerini kabul ederek onların verdikleri zekât ve sadakaya mukâbil olarak cizye vermek alternatifiyle baş başa bırakıyorlardı.

    İslâm, daha başlangıçta Müslümanların egemen oldukları bölgelerde yaşayan -ister o bölgenin halkı ve o devletin yurttaşı olsun, ister oraya daha sonra gelip yerleşmiş olsun- yabancılara ve özellikle Ehl-i Kitap sayıldıkları için Hıristiyan ve Yahudilere iyi davranılmasını emretmiştir. Hatta Hz. Peygamber’in, hayata gözlerini yummak üzere olduğu son anında bile gayr-i müslimlere iyi davranılmasını tavsiye ettiği bildirilmekte: "Zimmîlere (Yahudi-Hıristiyan) haksızlık edenlerin kıyamet gününde hasmının kendisi olacağını" ve "Zimmîlere (Yahudi-Hıristiyan) haksızlık edenlerin Cennete giremeyeceğini" (Dârimî, es-Sünen, Kitâbu’s-Siyer, 16) söylediği nakledilmektedir. İslâm’a göre savaş halinde; tarlalar, ağaçlar yakılamayacağı gibi ma’bedler yıkılamaz ve mamûr yerler tahrip edilmez. Kadınların, çocukların, yaşlıların, bunakların, görmezlerin ve din adamlarının öldürülmesi câiz değildir. Müslüman ülkenin vatandaşı olan gayr-i müslimlerden alınan vergilerden (cizye) Müslümanlara hiç bir harcama yapılamazken, Müslümanlardan alınan zekâttan muhtâç olan gayr-i müslimlerin geçimleri sağlanabilir. (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, I, 384)

    Nitekim Hz. Ömer, Basra’ya vali olarak atadığı Ebu Mûsâ el-Eş’arî’ye yazdığı emirnâme’de: Kim ve hangi dinden olursa olsun duruşmaya gelen sanıklara eşit muamele etmesini, duruşma salonunda aynı yerlere oturtmasını ve duruşma anındaki bakışlarında bile taraflara eşit davranmasını bildirmekte ve "böylece onlardan zengin olanlar, adâletsizlik yapacağın zannına kapılmasınlar, zayıf olanlar da adâletsizliğe uğrayacaklarını hatırlarına getirmesinler" (İmâm Serahsî, el-Mebsût, XVI, 61, Kâhire-Tarihsiz) demekteydi.

    Bu konuda çok tipik bir örneği, İslam dünyasında yetişen en büyük İslâm hukuku bilginlerinden meşhur fakîh Ebubekir es-Serahsî’nin (öl. 1090) 30 ciltlik "el-Mebsût" isimli eserinde görüyoruz. Buna göre, İmâm A’zam Ebu Hânîfe’den sonra Hanefî mezhebinin en büyük imâmı sayılan ve bugünkü Bağdat’ta baş Kadı olarak görev yapmış bulunan İmâm Ebû Yûsuf, ölüm döşeğinde iken, adâlet hayatı boyunca pişman olduğu bir uygulamadan rahatsızlık duyar ve Allah’a yakararak bağışlanma diler: "Bir Hıristiyan vatandaş, Halîfe’yi dava etmişti. İkisini de mahkemeye çağırdım, ancak, Halîfe’yi yakınımda bir yere oturttum, Hıristiyan vatandaş ise Halîfe’nin gerisinde daha uzak bir yerde oturuyordu. İkisi arasında tam bir eşitlik sağlayamadım. Bundan dolayı çok üzgünüm, der ve Hâkim olacak kişilerin bu hususlara dikkat etmeleri gerektiğini bildirir." (İmâm Serahsî, a.g.e., XVI, 61)

    İmâm Ebû Yûsuf’un başka dinden olanlara karşı gösterdiği bu samimî duyarlığı, farklı boyutlarda da olsa, Müslümanlar iktidarı ellerinde bulundurdukları zamanlarda -olağanüstü durumlar müstesna- hep göstermeye çalışmışlardır. Nitekim bu anlayışla hareket eden büyük hükümdâr Sultân II. Mehmed, İstanbul’u fethettiğinde; Gennadios Skolarios’u İstanbul’da ve imparatorluk hudutları dâhilinde yaşayan bütün Ortodoksların dinî lideri olarak Fener Rum Ortodoks Patrikhânesi’nin başına getirmiş ve muhtelif mezheplere mensup Hıristiyanların -Bizans döneminde olduğu gibi- kendi dinî liderlerini kendilerinin belirlemesini, eğitim, hukuk ve din işlerini kendilerinin tedvîr etmesini sağlamıştır.

    Buna karşılık tarih boyunca ve günümüzde gerek Hıristiyanlar, gerek Yahûdîler, gerek Mecûsîler ve gerekse Hindûlar çoğunlukla kendi egemenlikleri altında yaşayan Müslümanlara karşı aynı tavrı göstermemişlerdir. Sözgelimi durmadan İslâm’ın cihâd anlayışını kötüleyen ünlü misyoner Raimonde Lulle, barış dini olduğunu tekrar tekrar vurgulamaya çalıştığı Hıristiyanlığı, başkalarına zorla kabul ettirmek için güç kullanmayı meşrû saymaktadır. Ona göre; "Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için çalışan misyonerler, öncelikle sevgiyi esas almalıdırlar. Hz. İsa’nın bütün insanları sevmekteki yöntemini kullanmalıdırlar. İkinci olarak onların özgürce bu dini seçmelerini sağlamalıdırlar. Ancak hak din olan Hıristiyanlık onlara anlatılıp da yine inâtlarında ısrar ederlerse o zaman, güç kullanılarak Hıristiyanlığın onlara kabul ettirilmesi meşrûlaşır." (Ramon Sugranyes de Franch, L’Apologétique de Raimond Lulle vis-à-vis de l’İslam (Cahier de Fanjeaux, XVIII), 375, Toulouse 1983)

    Aynı nedenledir ki, Batı dünyası, uzun tarihi boyunca farklı din, inanç ve kültürden insanların birlikte yaşamalarını sağlayacak imkânları hazırlamak yerine ya toptan yok etme ya da planlı assimilasyonlarla temizleme yolunu seçmiştir. Aslında bu, Batı’nın Roma’dan devraldığı bir mîrâstır. Roma, nasıl ilk Hıristiyanları aç arslanların önüne atarak bu dinin yayılmasına engel olmak istemişse, Batı da Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra aynı geleneği sürdürerek başka kültürden insanlara hayat hakkı tanımamıştır. Reconquista (İspanya’nın yeniden zaptı) harekâtından sonra bu anlayış daha da yaygınlaşarak Kıt’ada Hıristiyan olmayanlara yaşama fırsatı vermemiştir. Daha sonra bu hoşgörüsüzlük, yalnız Hıristiyan olmayanlar için değil, hâkim mezhepten başka mezhepleri benimseyenler için de uygulanmıştır. Cathars’lar, Amauricien’ler ve Albigoise’lar’a karşı başlatılan Haçlı savaşları ile meşhur Saint Barthelemie katliâmı bunun göstergesidir.

    Bu anlayışı sembolize etmesi bakımından Fransa’nın Narbonne kenti Arşivi’nin 155. sayfasında yeralan bir belgeyi buraya aktarmak istiyorum:

    1612 yılı Nisan ayında Fransa’nın Narbonne kentinde şiddetli bir kuraklık baş gösterir. Bu kuraklığın sebebini araştıran kent meclisi, bunun nedeninin o sıralarda İspanya’dan kovulan küçük bir Müslüman grubun kent yakınlarına gelip yerleşmesi olduğu sonucuna vararak bu göçmenleri deniz yoluyla kentten uzaklaştırma karârı alır. Philippe Sénac, bu kararın eski Fransızca ile yazılmış metnini neşr etmiştir. (Philip Sénac, L’image de l’autre, 7; Bekir Karlığa, İslâm Düşüncesi’nin Batı Düşüncesi’ne Etkileri, 91)

    Yarının dünyası, çatışma, çarpıtma, yanlış ve yanıltıcı propagandalar üzerine değil, tüm insanlığın ortak katkılarıyla oluşmuş bulunan evrensel değerlerin korunması, barış ve hoşgörü ortamının sağlanması, refahın, mutluluğun yaygınlaştırılması, adaletin, eşitliğin, hak ve hürriyetlerin egemen kılınması ilkeleri üzerine kurulacaktır.

    Bu ilkelerin sağlıklı biçimde hayata geçirilmesi konusunda İslâm’ın büyük katkılar sağlayacağı muhakkaktır.

    Dipnotlar

    * Bu satırlar Amerika-Irak savaşı sırasında yazılmıştır.