Köprü Anasayfa

Genetik Bilimi Nereye Gidiyor?

"Yaz 2003" 83. Sayı

  • Genetik Bilimi Nereye Gidiyor?

    Editör

    Bundan on yıl önce genetik bilimi üzerine konuşmak, tartışmak, fikir yürütmek, sadece uzmanlarının ilgi alanına giriyordu. Bugün toplumun ekseriyeti, genetik bilimindeki gelişmeleri dikkatle izliyor; getireceği yenilikleri ümit ve endişe ile bekliyor.

    90’lı yıllarda insanın gen haritası üzerine yapılan çalışmalar, insanlık için yeni beklentilere neden oldu. 2000 yılında gen haritasının şifresinin çözülmeye başlaması, bu beklentilerin daha da artmasını sağladı. Nihayet 2003 Nisan’ında insanın genetik şifresinin çözüldüğünün açıklanması, dünya kamuoyunun somut beklentiler içine girmesine neden oldu.

    Gerçekten neler oluyordu? Söylendiği gibi hastalıkların tedavi edileceği, insan ömrünün uzayacağı bir sürece mi giriyorduk; yoksa insanları bekleyen ciddi tehlikelerin ortaya çıkaracağı sorunlarla uğraşılacak bir döneme mi?

    Bugün, genetik bilimindeki gelişmeler, olumlu değerlendirmeler yanında, etik ve sosyobiyolojik açıdan olumsuz tasavvurlara da konu olmuştur. Bu yaklaşımlardan dolayı, genetik bilimindeki gelişmeler "sıradan bir bilimsel bilgi" olmanın çok ötesinde anlamlar taşımıştır; ozon tabakasının delinmesi gibi, yaşadığımız gezegenin ortak meselelerinden birisi olarak algılanmıştır.

    ***

    Genetik bilimindeki gelişmelerin ortaya çıkardığı tartışma konularından birisi, kuşkusuz insan vücudundaki mükemmelliğin, insanı hayrete düşüren boyutudur. Genlerin, fihristelik cihetiyle insanın bütün özelliklerini içermesi, büyük bir bilgi birikiminin bu DNA denilen "et parçalarında" bulunduğunu gösteriyor. İnsan aklının bulduğu en temel mantık kurallarıyla bakılırsa böyle bir bilgi düzeyini, tesadüf, kendikendinelik ya da nedensellikle açıklamanın mümkün olmadığı görülür.

    1917 yılında B. Hrozny Hitit dilini çözdüğü zaman, kimse bu yazıların tesadüfen yazılmış olabileceğinden, kendi kendine oluştuğundan ya da tesadüfen oluşmuş olabileceğinden bahsetmemişti. İnsanın genlerine kodlanmış bilgiler o kadar çok ki, şayet kitaplara yazılmış olsaydı, 70 metre yüksekliğinde bir kitap dağı oluşurdu. Nasıl olur da böyle bir bilgi hazinesi tesadüfen yazılmış olabilir! Eski ABD Başkanı Clinton’a, 2000 Haziran’ında, "Allah’ın hayatı yarattığı dili öğreniyoruz. Allah’ın en kutsal armağanının ne kadar harika, güzel ve karmaşık olduğunu daha yakından anlıyoruz." sözünü söyleten bu hayret ve ihmal edilemez gerçek olsa gerektir.

    ***

    Genleri incelerken dikkat çeken bir konu da canlılık meselesidir. İnsanda bulunan 26-31 bin arasındaki genin her biri o insanın özelliklerini taşımaktadır. Bu durum insan öldüğü zaman da geçerlidir. Öyle ise ölen insanı nasıl tanımlamalıyız ki, canlılık olayını anlayabilelim. Konuşup gülen bir insan, bir dakika içinde hayat fonksiyonlarını yitirebiliyor. Fiziksel olarak hiçbir şeyi değişmediği halde, hayat fonksiyonlarını yitirmesini nasıl açıklamak gerekir?

    İşte bu noktada yeni açıklamalara ihtiyaç vardır. Bilgileri yeterli olan, uygulamasını da bilen DNA molekülleri, ölümden sonra, fonksiyonlarını yerine getirmemeye başlamışlardır. Gözün fonksiyonunu yerine getiren genler, elin fonksiyonunu yerine getiren genler, vazifelerini niçin yapamaz hale gelmişlerdir?

    İşte canlılık ve ölüm arasında bu mükemmel sistemleri düzenleyen, çalıştıran bir "emr" [İsra Suresinin 85. ayetinde, "Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki, ruh Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir."] farkı vardır. Bu da ruhtur. Vücuttaki bütün azaların, hücrelerin, genlerin vazifelerini belli bir ölçü ve amaç içinde şaşırmadan yapmalarını sağlayan ruhtur. Bediüzzaman ruhun bütün cesetle münasebeti olduğunu belirtir. Ruh cesedin "bütün azasını ve eczasını birbirine yardım ettirir." "Yani irade-i İlahiye [İlahi emirler] cilvesi olan evamir-i tekviniyeye [yaratılış emirleri] ve o emirden vücud-u harici [ceset] giydirilmiş bir kanun-u emri ve latife-i Rabbaniye olan ruh" cesedin idaresinde, her bir cüzün ihtiyaçlarının giderilmesinde, birbirlerinin manevi seslerinin işitilerek koordinasyonun sağlanmasında, görev yapar. Çoğunu birinin imdadına gönderir. Bedeni her cüzü ile bilir, hisseder, idare eder. (Sözler, 628)

    Burada da görüldüğü gibi, canlılığı sağlayan Allah’ın emri olan ruhtur. DNA’nın vazifesini görmesi, aralarında koordinasyonun sağlanması görevini ruh yapar. Bediüzzaman, sadece maddi unsurların hayat için yeterli olmadığını şöyle açıklar: "Madde mahdum [hizmet edilen] değil ki, her şey ona irca edilsin. Belki hadimdir, bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat hayattır. O hakikatin esası da ruhtur." (Sözler, 469) Yani DNA içinde bir canlının şifresinin olması, o DNA’nın hayat için gerekli nedeni oluşturduğunu ifade etmez; hayat için aslolan ruhtur.

    İnsanlar, DNA içinde genetik şifrenin ipuçlarını "öğrenmenin" verdiği heyecanla, "yaratma" fiilini kullanmaya başladılar. Halbuki, kâinatta varlığın her anını yaratan Zat-ı Hayy-ı Kayyum, hayatın esası olarak da ruhu yaratmıştır. Yaratıcı, istemezse ne beden olur, ne de hayat. Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un bir emri, bir kanunu olan ruh (Sözler, 642), "ol" emriyle vücudu nurlandırdığı zaman, sebep ve sonuç birlikte gerçekleşir. Canlılık ortaya çıkar.

    ***

    Genetik bilimindeki gelişmeler, ahirete imanı aklen algılamayı da aşikâr hale getirmiştir. Hz. Peygamberin bir hadisinde, "İnsanda bir kemik hariç, hepsi çürür. Bu çürümeyen, acbü’z-zeneb denilen kuyruk sokumu kemiğidir. Kıyamet günü yeniden yaratılış bundan terkip edilecektir." buyurmuşlardır. (Kütüb-ü Sitte, 5016: Buhari, Tefsir, Tümer 3; Amme 1; Müslim, Fiten 141, (2955); Muvatta, Cenaiz 48, (1, 239); Ebu Davud, Sünnet 24, (4743); Nesai, Cenaiz 117, (4, 111) Bediüzzaman, Hz. Peygamberin bu hadisini, "İnsanlar öldükten sonra ruhlar başka makamlara gider. Cesetleri çürüyor, fakat insanın cesedinden bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak acbü’z-zeneb tabir edilen küçük bir cüz’ü baki kalıp, Cenab-ı Hakk onun üstünde cesed-i insaniyi haşirde halk eder, onun ruhunu ona gönderir." (Sözler, 562) şeklinde yorumlar.

    Bugün bir DNA molekülünün bir insanın bütün özelliklerini taşıdığını, hatta insanın "misal-i musağğar"ı (Sözler, 561) olan genlerin, uygun şartları hazırlamak suretiyle canlı kopyalamasında kullanabildiğimizi dikkate alırsak, haşre imanın ne kadar akli bir olay olduğu anlaşılabilir. Yasin Suresi 79. ayette bildirilen ilki yaratana (neşe-i ula) ikinci yaratışın (neşe-i uhra) hiç de zor olmayacağı hakikati bu bilgilerle daha kolay anlaşılır. (Sözler, 482)

    ***

    Genetik bilimindeki gelişmelerin akla getirdiği önemli bir nokta da kaderle ilişkisidir. Kader, Allah’ın ilminin bir nevidir. Levh-i Mahfuzda her şey kayıtlıdır. O, Alim-i Mutlak olduğundan, O’nun bilmediği bir şey yoktur. İnsan genomundaki bizim hayretle izlediğimiz sistem de O’nun ne kadar ilim, irade ve kudret sahibi olduğunu göstermektedir. Hafiz olan O Zat her şeyi kaydetmektedir. İnsan DNA’sında da kişinin özelliklerinin kaydedilmesi O’nun hafiziyyetinin tecellisinden başka bir şey değildir. Hatta bütün vücudun özelliklerini bir gende kaydettiği gibi, bütün alemin özelliklerini de bir insanda kaydetmiştir. (Sözler, 561)

    İnsanlar genlerin şifresini çözerken Allah’ın "sünnetullah" kanunlarını öğrenmenin ötesinde bir şey yapmamaktadırlar. Sadece o "an" içinde insanın özellikleri hakkında bilgi sahibi oluyorlar. Yarınları hakkında kesin olan şeyler söylemeleri mümkün değildir. Çünkü henüz yarınlar yaratılmamıştır. Cenab-ı Hakk her "anı" bir levha suretinde yaratmaya devam etmektedir. (Mektubat, 41)

    Bizim insanın genetik şifresini öğrenmeye başlamamız, kaderini öğrendiğimiz anlamına gelmez. Mesela, bir kişinin genetik şifresinin öğrenilmesi, o andaki hastalıklarını tesbit etmemize imkân sağlar. Yoksa, gelecekte başına gelecekleri bize haber vermez. Hayatını nasıl idame edeceğini, kimlerle karşılaşacağını, ne zaman ve nasıl öleceğini kesin olarak bilemeyiz. Yani kaderini bilemeyiz. Genetik yapısını öğrenmemiz, sadece o andaki özellikleri vereceğinden, bir hastalık halinde o ana ait bazı tedavi yöntemleri geliştirebiliriz. Ama o insanın gelecekte başına neler geleceğini bilemeyiz. Bugün yapılan değerlendirmelerde AIDS, kanser, diyabet, felç, hemofili ve kalp krizi gibi hastalıkların tedavi edileceğinin söylenmesi, ancak bu bağlamda değerlendirilebilir.

    ***

    İnsan genomunun tamamen çözülmesi bazı endişeleri de beraber getirmektedir. Bu bilgilerin olumsuz kullanımı engellenebilecek mi? Genetik bilginin kullanımının engellenmesi pratik olarak mümkün olmadığına göre, -sadece bir bilim adamı kimsenin bilmediği ve görmediği yerde araştırmalarını yapabilir- bu tehlikenin nasıl önüne geçilecek? Genetik bilgilerin kötüye kullanılmasını önlemek için etik kurallara uyulmazsa ne olacak?

    Aldous Huxley, 1930’larda yazdığı "Brave New World/Cesur Yeni Dünya" adlı kitabında bu sorgulamaları işliyordu. İnsanların genetik yapılarına göre, sınıflara ayrıldığı ve içinde bulundukları sınıfların genetik yapılarına göre yaşama imkânı buldukları bir dünya tasavvuru kuruyordu.

    Bugün de popüler tartışmalardan çeşitli bilimsel araştırmalara kadar, insan geni üzerinde yapılacak olumsuz çalışmalara dikkat çekilmektedir. Ayrıca, 19. ve 20. yüzyıllardaki milliyetçi/şoven yaklaşımlara, üstün ırk nazariyelerine benzer zulüm pratiklerine zemin hazırlamamak için, şimdiden yapılacak çalışmaların etik sınırlamaları dikkate alınmalıdır.

    ***

    Öyle anlaşılıyor ki, önümüzdeki yıllarda da genetik gelişmeler çok tartışılacak. Ümit edelim ki, 2000’li yıllarda dünyamız, genetiğe bağlı olarak gelişen problemlerle uğraşmasın. Genetik gelişmeler, olumsuz anlamda kullanılmasın ve insanlığın başına yeni musibetler çıkarılmasın…

    Sizleri genetik bağlamındaki değişik görüşlerle başbaşa bırakırken, dosya konusu "Tesettür" olan GÜZ/2003 sayımızda yeniden görüşmeyi diliyoruz.