Köprü Anasayfa

Genetik Bilimi Nereye Gidiyor?

"Yaz 2003" 83. Sayı

  • Hafiziyyetin Tecellisi: Genler

    Gökçe Ok

    Biyoloji Eğitimi Doktora öğrencisi.

    İletişimin en temel ve yalın materyali harflerdir. İnsanoğluna ait kültür formlarında harfler, alfabenin yapısında şekilleniyor. Varlık formunda ise, kendini atomlar şeklinde gösteriyor. Bu atom harflerinin en bilinenleri karbon (C), hidrojen (H) ve oksijen (O) canlı veya cansız bütün varlıkların yapıtaşını oluşturuyorlar. Bu harflerin kelimeleri moleküller, cümleleri ise inorganik ve organik yapılardır.

    Biyoloji, varlıkların canlılar alemindeki grubuyla ilgileniyor. Canlılar alemindeki alfabe bize kendini, genler şeklinde gösteriyor. Yani mikroalemde atom ve molekül olarak vücut bulan yapıtaşları (harfler) bir başka kombinasyonla, karşımıza genleri oluşturan nükleotid harfleri şeklinde çıkıyor. İnsanoğlunun kendi kültür formunda, farklı dillerde kullandığı 26 harfli, 29 harfli ve hatta 300 harfli alfabeleri gibi, canlı hayatının da kendine ait harfleri ve bir alfabesi bulunuyor.

    Yaratılışı takdir eden, Zât-ı Hayy-ı Kayyum, canlıya ait mikro ve makrodüzeydeki bütün iletişimi 5 harfli; Adenin (A), Guanin (G), Sitozin (C), Timin (T) ve Urasil (U) harflerinden oluşan özel biyokimyasal alfabe ile yapılandırıyor. Bu beş harften A, G, S ve T’den oluşan ilk kombinasyon DNA (Deoksiribonükleikasit) adındaki kalıtım (ırsîyet) moleküllerini; A, G, S ve U’dan oluşan ikinci kombinasyon ise RNA (Ribonükleikasit) adındaki üretim işçisi molekülleri oluşturuyor. Böylece, mikroalemde Hayy ve Kayyum isimlerinin cilvelerini görmek mümkün oluyor. Yaratıcımız İlâhi kelamıyla bizimle, bizim kültür formumuzda iletişim kurduğu gibi, vücudun bir başka boyutu olan ceset formumuzla da bu biyolojik alfabeyle konuşuyor. Alfabenin, medeniyeti kayıt altında tutması gibi genler de, biyolojik varlıkları kayıt altında tutuyor. Canlıya ait hayatın ortaya çıkmasında ve devam etmesinde genler sebep tahtına oturuyor. Genler için kısacası, her şeyi koruyan ve kayıt eden Hâfiziyet’in tecellisi diyebiliriz.

    Her bir genin yapısında, dört harfli farklı sıradaki dizilimlerinden oluşan 1500 nükleotidlik bir zincir söz konusudur. Bu zincirlerin yaklaşık 10.000 kadarı her bir hücredeki DNA moleküllerini oluşturmaktadır. Hücreye ait bu kalıtım depoları ise çekirdek proteinleri ile çevrelenerek kromozom adını verdiğimiz yapıları meydana getirmektedir. Ergin bir insanda, yaklaşık 100 trilyon hücre ve her hücrede 46 kromozom ve her kromozomda yüzlerce genden bahsettiğimizde karşımızda hayranlık uyandıracak bir bilgi bankasının durduğunu görüyoruz.

    Bu noktaya kadar kısaca özetlemeye çalıştığımız ve ortalama bir genel biyoloji ders kitabından da rahatlıkla elde edilebilecek genlerin maddi yapısına ait bu bilgilerin 1866 Mendel Kuralları ile ünlenmesinde, 1909’da Johannsen tarafından adlandırılmasında ve DNA yapısının 1953 Watson-Crick Modeli ile literatüre kaydolmasında, daha önceki bilgiler ve günümüze kadar uzanan sonraki bilgiler açısından kayda değer bir problem görülmemektedir. Genler üzerinde asıl fırtına, bu biyolojik alfabenin bize neler fısıldadığının yorumlanması sırasında kopmaktadır. Biz makalemizi, bu fırtınanın iki ucuna değinerek şekillendirmeyi düşünüyoruz.

    İlk ve en basit problem, Materyalist (veya Darwinist) Biyolojinin iddia ettiği gibi ilkel atmosfer şartlarında bulunduğu kabul edilen aminoasitlerin (ki, genler tarafından sentezlenen bu öncü protein yapı taşları ile ilgili dayanak kabul edilen Stanley Miller deneyleri, sonraki yıllarda bizzat araştırmacı tarafından da yalanlanmıştır) ve canlı vücudunun şifrelerini taşıyan genlerin, canlılığı tesadüfen ve evrilerek meydana getirip getiremeyeceği meselesidir. Görmek ve bakmak arasındaki yorum farkı kadar kâmeti olabilecek bu evrimci iddia, bugün için istatistik metodlar ve ihtimal hesaplarıyla çürütülmüş durumdadır. Hücrede mevcut 400 civarındaki aminoasiti kontrol eden DNA zincirinde takriben 41000 veya 10600 farklı gen dizisi mümkündür. Bu durumda özel görevli bir DNA’nın meydana gelmesi ihtimali için, 1/10600 hesabından bahsedebiliriz. Bu sıfıra yakın ihtimal sadece DNA molekülünün oluşması için gerekliyken, nerede kaldı ki, oluşan bu moleküllerin anlamlı şifreleri bir arada bulundurması ve onlarca kromozomluk biyolojik yapıyı kusursuz olarak meydana getirmesi söz konusu olsun! Yine bu sıfıra yakın ihtimalin gerçekleşmesi sırasında, evrim mekanizması için gerekli tekrar sayısını, yanılma katsayılarını, hata paylarını ve biyolojik süreci konu dahi etmiyoruz. Kısacası, sıfırın ihtimal hesaplamalarında çarpım sırasında, "yutan eleman" olma özelliğinden yola çıkarak diyebiliriz ki; genlerin, anlamlı dizileri ve kusursuz biyolojik yapıları, "teşekkele binefsihî kabilinden kendi kendine meydana getirmesi" ve evirmesinin imkansızlığı, modern matematik tarafından ihmâl edilebilir prensiplere dahi dâhil edilemeyecek bir bilimsel ispattır.

    Genlerin yapısı hakkında aynı bilgilere sahip olduğumuz ve kabul ettiğimiz halde, bunların işleyişini yorumlamada materyalist bakış ile yollarımızı ayırarak, tevhidî bir nazarla baktığımızda; Allah’ın sonsuz bir ilimle programlayıp kader kalemiyle yazdığı DNA çift zincirli molekülündeki bilginin, canlının biyolojik fenotipinde yani zahirinde (dış görünüşünde) tezahürünün tamamen Kudret elinin tecellisi olduğunu görüyoruz. Dört harfli nükleik asit alfabesinden oluşan Genetik lisan, yeryüzünde gördüğümüz ekolojik çeşitlilik ve tür zenginliğinin kurulmasında ve devamında Sınırsız Kudret Sahibi tarafından hikmetli bir şekilde kullanılmaktadır.

    İkinci ve aktüel problem ise; kopyalama ve İnsan Genom Projesi etrafında şekillenmektedir. Genlerle ilgi çalışmaların kronolojik tarihine baktığımızda, insanlığın ortak birikiminin daha ziyade bitki ıslahı, ziraat, veterinerlik, hayvan besiciliği, ehil türlerin üretilmesi ve kültür formları çalışmaları üzerinde yoğunlaştığını görüyoruz. O kadar ki, bu çalışmalar; insan, hayvan ve bitki şeklinde yapılan basit üçlü biyolojik sistematiğin kullanıldığı milat öncesi yazılı tarihlerde bile karşımıza çıkıyor. Ancak genlerin tamamen tanımlandığı ve biyokimyasal yapılarının tümüyle açıklık kazandığı son çeyrek asırlık zaman diliminde görülüyor ki, Genetiğin hızla ilerleyen bir bilim dalı olmasına rağmen, bitkiler ve hayvanlar üzerinde kolaylıkla yapılan bir çok deneyin insanlar üzerinde tekrar edilmesinin zorluğu, olayı çok daha cazip hale getiriyor. 1970 yılında, Cambridge Üniversitesi’nde John Gurdon ve arkadaşları tarafından ilk kopyalama (kurbağalar üzerinde) gerçekleştiği zaman esirGenen ilgi, 1997’de Roslin Enstitüsü’nde Ian Wilmut ve arkadaşlarının insan gibi memeli bir tür olan koyun "Dolly"yi kopyalamalarıyla aktüel bir fırtınaya dönüşüyordu.

    Genetik çalışmaları, gen teknolojisini ve biyoteknolojik araştırmaları insan üzerine yoğunlaştırdığımız zaman cazibe şu kilit noktada belirginleşiyor: "Gen yapısının bilinmesi ve genlerin kontrolü insanın evrilmesinin delili olabilir mi? Genetik çalışmalar, kader mefhumunu ve kaderin hükmünü ortadan kaldırabilir mi? İnsan kopyalamak mümkün olacaksa, ölüme çare bulunabilir mi? Ölüm paradoksuna1 müdahale edilirse sebep-sonuç matriksi çözülebilir mi?"

    Evvela, insan maddesi itibariyle akıl, irade ve ilim silahlarıyla donatılmıştır. Hal böyleyken, insan için hayat bir bakıma problem çözme sürecidir. Madde adına elimizde bulunan her şeyin şifresini çözmemiz, onların sırrındaki bilgi malumumuza tabi oldukça mümkündür. Son gelinen noktada, teorikte bir hücreden herhangi bir canlı veya insan kopyalamanın potansiyel bilgisi mevcuttur. Pratikte ise teknik, etik, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik sorunları bulunmaktadır. Burada ilk yanılgı, genleri kopyalamanın, -birazda medya madrabazlığı ile- yaratma fiilinin insan eline geçtiği yanlış zannıdır. Halbuki, adı üzerinde mevcut veri ve malzemeden kopyalama yapılmaktadır. Materyalizmin baktığı ama göremediği ise hiç modelsiz ve benzersiz, yani yoktan yaratan Fâtır-ı Hâkim’in, kullarına tanıdığı bilim adındaki irade ve tekamül serbestisidir.

    Bunu nasıl iddia edebiliyoruz? Materyalist Biyoloji, canlı varlığı sadece ceset (madde) olarak biliyor, tanıyor ve inceliyor. Kur’ân-ı Hâkim ise, Risale-i Nur Külliyâtı’nın muhtelif yerlerinde de açıkça tarifini bulduğu üzere hayatı, ceset (madde) ile ruhun (mana) imtizaç etmiş bir kompleksi olarak tanımlıyor. Ruhun varlığı bugün için bir çok fenlerle de zaten tasdik ediliyor. Sadece ceset üzerine bina edilen tek ayaklı biyolojik bilgiler ve inanç haline dönüşen materyalist ön kabuller, -ruhun belki de ölümü de çağrıştırmasından- sebep ve sonucun birlikte yaratıldığına itikâd edemiyor. Ruh ve cesedi birlikte kabul eden düalist İslâm görüşü ise, sebep ve sonucun birlikte yaratıldığı ‘iktirân’ fikrinin Kudret ve Hikmet tecellisi olduğuna iman ediyor.2 Ayrılma ve çatışma da burada başlıyor.

    Oysa, Risale-i Nur’un bize aktardığı Kur’âni bilgiye göre; Kadîr-i Zülcelâl’in yaratmasının iki tip olduğunu öğreniyoruz: İbdâ (ihtirâ`) ve inşâ. İbdâ, yani hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona lâzım herşeyi de hiçten icad edip eline veriyor. Diğeri inşa ile, san’at iledir. Yani, kemâl-i hikmetini ve çok esmâsının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın anâsırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor; her emrine tâbi olan zerratları ve maddeleri, Rezzâkiyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.3 Bunu Genetik biliminin canlılığın anlaşılması için bize kazandırdığı bilgilerle ve tevhid gözlüğü ile şöyle anlamak mümkün: Ruhların yaratıldığı alem ve ahiret alemi dârü’l-Kudret, yani sebeplerin, nedenlerin gerekli görülmediği bir boyut. Dünya ise imtihan sırrının gerçekleştiği bir meydan olduğundan, burada sebepler perdesi işliyor ve dârü’l-Hikmet kabul ediliyor. Canlı hayatının, ceset ve ruh ile kâim olduğuna inanıyoruz. Cesedin maddi varlığının yaratılmasını, genlerinde içinde bulunduğu sebep-sonuç ilişkilerini sağlayan İnşâ fiili gerçekleştiriyor ve Hikmet tezahür ediyor. Ruh ise, Kudret’e taalluk ettiğinden onun yoktan yaratılması İbdâ fiilinin tasarrufunda bulunuyor. Ruh için Genetik bir şifreden, ruhun kopyalanmasından bahsetmek mümkün görünmüyor. Zaten bu yüzden de insanı tamamen kopyalasak bile cesedini taklit etmiş oluyoruz, ruhunu değil! Bu da zaten yeni bir şey de değil. Yine, Resûl-u Ekrem’in (asm) talimiyle biliyoruz ki, insanoğlu, peygamber mucizelerine kadar ilmi terakki gösterecek ve Hz. İsâ’nın (as) babasız doğması, ölüleri dirilterek muvakkat bir hayat rengi vermesi, Efendimiz’in (asm) yaralı ve iş görmez organları yenilemesi hep kesbi ilim ve iradenin neticesi. Sonuçta, insana verilen ilim ve cüz’î irade serbestisi ile diyebiliriz ki, genlerle ilgili her türlü çalışmanın, kopyalamanın vs. yapılabilmesi mümkündür ve insanın kesbidir, ama asla yaratma değildir ve olamaz.

    Netice olarak, kontrollü ve etik kurallar göz önüne alınarak fıtrî denge bozulmadan yapılan çalışmalar çok faydalı olabilir. Genetik çalışmalar hikmet cihetiyle yaratılış mucîzesini insan gözüne yakınlaştırır, inkârı değil. Ancak, genlerin fısıltısını doğru duyup okumak şartıyla, bakmak ve görmek şartıyla. Materyalist felsefenin, ahirzamanın en dehşetli fitnelerinden biri olmasının nedeni bakıp da görememesi değil mi?

    Kaynaklar

    Bilim ve Teknik, Genetik (özel sayısı), Tübitak, Ankara.

    Demirsoy, Ali (1998): Kalıtım ve Evrim, Meteksan, Ankara.

    Elmer-Dewitt, Philip (1993): "Cloning: Where Do We Draw the Line?", Time., Vol. 142, No. 19.

    Kuru, Mustafa (2001): Genetik, Palme Yayıncılık, Ankara.

    Lewis, Ricki (1994): Human Genetics, William C. Brown Pub.

    Nursi, Bediüzzaman Said, Risale-i Nur Külliyatı, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

    Sarsılmaz, Arif (1997): Genetik Kopyalama Nasıl Çarpıtıldı?, Sızıntı, İzmir.

    Tatlı, Âdem (2000): Merak Ettikleriniz, Cihan Yayınları, İstanbul.

     

    Dipnotlar

    1. Ölümü paradoks olarak nitelememiz, materyalizm ve ateizmin ölümü son görmesi ve hayat karşısında tezat kabul etmesidir. Bizim tevhidi iktirân fikrimize göre ise, ölüm, hayatın neticesidir.

    2. Biraz açalım. Evrime göre, ilkel atmosfer şartlarındaki aminoasitler, gen yapılarını meydana getirmiş ve bunlarla basitten karmaşığa organizmaları evirmiştir. Yani gen yapısı tamamıyla çözülürse, hayat matriksi de halledilir. Yaratılış görüşü ise bize şunu öğretiyor: Hayatın varlığı için genler halkedilmiştir. Genler sebeptir, illet değil. İllet (hayat için gerçek sebep), Rabbimizin hayatın olmasını murad etmesidir. Genler olmasaydı da hayat olurdu. Hikmetin tezahürü olarak hayatın, canlılığın sırrı genlerde şifrelendi. Yoksa, hayatı genler yaratmadı. Yani, dârü’l-Hikmet’in gereği olarak hayat ve genler beraber yaratıldı.

    3. İbdâ ve İnşa için, Risale-i Nur Külliyatı’ndan Lem’alar eserinin 23. Lem’a’sının Hatimesinin üçüncü sualine; İktirân için ise 17. Lem’a’nın 13. Notasının 4. Meselesi’ne bakılabilir.