Köprü Anasayfa

Genetik Bilimi Nereye Gidiyor?

"Yaz 2003" 83. Sayı

  • Sonsuz İlmin Hayata Yansıması: DNA

    Hakan Yalman

    Dr.

    Varlığı algılarken beynimizin önümüze çıkardığı en büyük handikaplardan biri, hızlı korelasyon oluşturma eğilimidir. Üç aylık bir bebeğe süt hazırlamak için mutfağa gidip döndüğümüzde, bebeğin elini konulu sallarken yetişemeyeceği mesafedeki bir biberonun kırılmış olduğunu düşünelim. Çoğunlukla ilk tavır, bebeğin biberona nasıl çarpmış olabileceğine dair tezler üretmek olacaktır. Yere düşen biberonla çocuğun arasında ilgi kurulmaya çalışılacak ve olay akla yaklaştırılmaya çalışılacaktır. Bütün bu korelasyon arayışının tek gerekçesi, aynı anda odada gördüğümüz düşmüş kırık biberon ve üç aylık bebektir. Aynı olay birkaç kez tekrar ettiğinde ise, artık korelasyon oluşturma gayretimiz iyice şiddetlenecek veya bir izah mekanizması bulmuşsak, bu izah şeklinin doğruluğu noktasındaki kanaatimiz iyice pekişecektir. Bir müddet sonra artık üç aylık bebeğimizin kendinden uzaktaki biberonu devirdiği kanaatimiz kesinleşecektir. Fakat bunun, evde saklanmış bir arkadaşımızın şakası olduğunu öğrendiğimizde, uzun süre düşünerek geliştirdiğimiz tekellüflü tevillerimizin bir anlamı olmadığını görürüz. Başta tıp olmak üzere pek çok bilim dalında, iki olay arasındaki korelasyonu anlamak için yapılan çalışmalar, benzer bir problemle yüzyüzedirler. Mesela, herhangi bir hastalık ile şifa arasındaki ilişkiyi anlamak için "tek kör" ve "çift kör" şekilde yapılan, yani hastanın ilaç mı yoksa ilaca benzer başka bir madde mi aldığının hasta ve doktor tarafından bilinmediği çalışmalarda, alınan sonuç ve ilaç bağlantısı ile ilgili korelasyon katsayıları ve anlamlılık testleri oluşturulur. Bu noktada gözlenen, ilacın verilmesi ile iyileşmenin birlikteliğidir.

    Aslında iyileşme, ilacın farmakolojik işleyiş ve etki mekanizmalarından çok öte bir şeydir. Elbette bu yöntemlerle elde edilen veriler tedavide kullanılabilir; ancak asılda ve özde tedavinin ilacın etkisi sonucu olduğunu düşünmek için bu birliktelik yeterli değildir; ancak şifa ile birlikteliği gözlenen ilaç, şifanın kaynağı olarak algılanır.

    Sebep-sonuç bağlantısında da benzer bir süreç yaşanır. Sebep ve sonucun birbirlerine olan etkileşimi ile ilgili hükmü zihnimizde oluşturan tek neden, bir arada görülmeleridir. Bu hal, Bediüzzaman tarafından "iktiran" terimi ile ifade edilmektedir. Kanaati pekiştiren ise olayın aynı tarzda işleyişinin hep tekrar etmesi, her seferinde gözlenmesidir. Bu da "yeknesak istimrar" terimi ile ifade edilmektedir.

    Genler ve Canlılık

    Genler ve canlılık bağlantısında iki unsur arasında netleşmiş bir korelasyon, neredeyse zihinlere kazınmış gibidir. Canlılık olayının, canlı hücreler içinde yer alan DNA molekülü şifrelerinin, proteinler şeklinde deşifre edilmesi ile oluştuğu düşünülür. Bu bakış açısı canlılığı, tamamen sebep-sonuç bağlantısı çerçevesinde cereyan eden mekanik bir işleyiş olarak görür. DNA, genlerin yapıldığı maddedir. Genler ise, biyolojik bilgiyi taşır; canlıların özelliklerini oluşturur ve nesilden nesile aktarılır. Yani bir kelebeğin kanatlarının rengini, bir gülün kokusunu ya da bir bebeğin cinsiyetini hep genler belirler. "DNA kromozom veya hücre gibi karmaşık yapılardan farklı olarak, sadece kimyasal bir maddedir ve canlılığın moleküler imzası özelliğini de yalnızca biyolojik bağlamda kazanabilir"1 diyen Susan Aldridge’in ifadeleri de bu tarz bir yaklaşımın dile getirilmesi şeklinde algılanabilir.

    Atomlardan başlayıp canlı bedenlere kadar uzanan süreçte, DNA ve canlılık bağlantısını tam anlamıyla algılayabilmek, temel bir varlık anlayışını gerekli kılmaktadır. Bu hal Hoagland’ın "Kargaşa (kaos) İçinde Düzen" başlıklı yazısında şu şekilde izah edilmiştir: "Atomları biraraya getirip molekül, molekülleri ekleyip zincir, zincirleri düzenleyip strüktür, strüktürleri düzenleyip canlı hücre yapmak, çok büyük bir örgütlenme (organizasyon) işidir. Bu iş insanların beyinleri, elleri ve bilgisayarlarıyla başarabileceklerinden kat kat daha zor bir iştir. Ama bu inanılmaz olay her an dünyanın her yanında yaşanıyor. Kuşkusuz yaşamın temelinde, canlı hücrelerin sürekli olarak yaratmaya, düzeni sağlamaya, örgütlenmeye, karmaşıklığa adanması vardır. Fizikçilerin bize bildirdiğine göre, cansız evren sürekli olarak düzenini yitiriyor. Her şey milyarlarca yıllık zaman ölçeğinde kargaşaya (kaos) doğru gidiyor. Termodinamiğin ikinci kanunu, entropinin (düzensizliğin fizikteki adı) evrende her yerde sürekli arttığını belirtir.

    "Evren neden düzensizliğe yönelmektedir? Bu ilk bakışta görüldüğü kadar garip değildir. Şöyle bir örnek düşünelim; sulandırılmış biraz mavi, biraz da sarı boyanız var ve bu iki boyayı aynı kaba boşalttınız; boya molekülleri, moleküllere özgü zıplamalarla düzgün yeşil bir karışım olana dek hareket edecektir. Moleküller tümüyle rastgele düzensiz dağılmışlardır, ama kendileri için olabilecek en dengeli biçimi almışlardır. Eğer işlemi tersine çevirmek, -diyelim ki, altta mavi, üstte sarı olmak üzere ayırmak- isterseniz, sistemin karışmaya rastgele, dengeli ve düzensiz yeşil haline varmaya yönelen güçlü ‘isteğine’ karşı savaşmak zorunda kalabilirsiniz.

    "Bu kural evrendeki bütün atomlar ve moleküller için geçerlidir. Rastlantısallığın Nirvanasını, tam anlamıyla düzensizliği, erişebilecek en son dengeyi ararlar. Kumdan yaptığımız kale yavaş yavaş bozulur, özelliğini yitirip dümdüz olur. Yanardağlar tekdüzeliğin dengesini aramada dünyanın gürültülü sözcüleridir. Kayalar biz farketmeden kuma, kum da toprağa dönüşür. Kaçınılmaz bir şekilde evrende her şey son dengeye doğru ilerler.

    "Şimdi rastgele karmaşıklık durumu ile denge, cansız maddeler için aynı şey olduğu halde, insanlar bu iki özelliği, özdeş görmede zorlanırlar. Bu da çok doğal, çünkü yaşayan organizmanın bütün yönlendirmesi (dürtüsü) cansız doğanın rastlantısallık güdüsüne karşıdır. Canlı varlık, sürekli olarak ‘dengesizlik’ durumunu yaratmaya çalışır. Yaşam rastlantısallık karşısındadır ve düzen yaratır. Çok çok büyük ölçekte sürekli olarak yeşil boyayı ayrıştırma yönünde çalışır."2

    Burada hayatla bağlantılı şekilde işleyen düzen canlıya verildiğinde, "yaratmak" fiiliyle ifade edilen muhteşem bir işleyiş göstermektedir. İşleyişteki mükemmelliğin, yaratmayı gerekli kılar mahiyette olduğu bir gerçektir. Ancak bu fiilin canlıya ait olduğu iddiası, izahı mümkün olmayan bir durumdur. Böyle bir yaklaşım, pek çok soruyu beraberinde getirecek, her canlıda büyük bir organizasyonu yürütebilecek sonsuz bir irade ve şuur bulunmasını gerektirecektir.

    Nitekim aynı bölümün devamındaki başlık "Düzeni Yaratmak İçin Plan Gereklidir" şeklinde ifade edilmiştir. Bu bölümde ortaya konulan; varlık aleminde işleyen ahenk ve düzenin, bunun canlı varlıklarda gözlenen şeklinin, bir bilginin tezahürü olduğudur. Bu durum Hoagland tarafından şöyle ifade ediliyor: "Hayat, evrende gerçekten düzen oluşturabilen tek şey midir? Cansız örneklere bakalım: Su soğuyunca katı olur. Su molekülleri kendilerini çok güzel, narin ve karmaşık biçimlerde düzenleyebilirler. Çözelti içindeki bir tuz, çözeltiden ayrılarak kristalleşebilir ve bu işlem tuz molekülleri arasındaki düzeni arttırır. Bu türden birçok izole örnek olmakla beraber, bunlar en basit hücrenin başarılarıyla karşılaştırılınca tek başlarına hiç de etkileyici değildir. Dahası, canlı hücrelerin düzen kuruşu temelde bu kristalleşme işleminden farklıdır. Hücreler daha önceden var olan bir planı izleyerek düzen kurarlar.

    "Boşlukta nesnelerin bir düzene girmeleri için, bir planın bulunması gerektiği fikri akla yakındır. ‘Birşeyler’in gerçekleşecek düzen hakkında bir ‘önbilgisi’ olması gerekir."3

    Düzenli işleyişten hareketle ulaşılacak en kesin sonuç, bu düzeni oluşturacak bir bilginin var olması gereğidir. Aslında bu sadece canlı hücreler için değil, bütün varlıklar için kabul edilmelidir. Belirli bir alandaki işleyişi esas alarak, varlığın bütününü dikkate almadan bir sonuca ulaşmak, sağlıklı bir varlık bilgisine ulaştırmaz.

    Kâinatla ilgili "şimdiye kadarki hikaye"yi David Filkin şöyle özetliyor: "Bir cismin, evrenin genişlemesini gerçek anlamda tanımlamak imkânsızdır. Çok kısa bir sürede aklın alamayacağı bir büyüklüğe ulaştı. Üç saniyeden daha kısa bir sürede Big Bang’in enerjisi egzotik parçacıklar oluşturdu, bunlar birbirleriyle çarpışıp tekrar enerjiye dönüştü. Sonra hiçbir şeyin olamayacağı kadar, sıcak atmosferde yeni parçacıklar oluştu. 30 dakika içinde genişleyen evren o kadar soğudu ki, atomun çekirdeğindeki proton ve nötronların oluşmasına fırsat verdi. Bu parçacıklar birleşip 300.000 yıl içinde ilk hidrojen ve helyum atomları oluştu. Kütle çekim sonucunda çok büyük bulutumsulara dönüştüler ve 1 milyar yıl sonra birbirlerini o kadar çektiler ki, önce yıldızlar, sonra da galaksilerin temeli oluşmaya başladı. Günümüzde her şeyin başlamasından 15 milyar yıl sonra, evren ve milyarlarca galaksi hala bize evrenin genişlemesi konusunda küçük ipuçları vermeye devam ediyor."

    Varlık aleminin oluşumu ile ilgili en çok kabul gören bu teoriden hareket edersek, ard arda gelen bu işleyişlerin ve her bir adımda şu an işleyen düzene doğru ilerleyen oluşların plansız, programsız olması normal aklın ölçüleriyle bağdaşmamaktadır. Plan ve program bir bilgiyi gerekli kılmaktadır. Bilgi ise varlığın işleyişinde maddi boyutta da ifade edilmektedir. Eğer bu alem bir "ilk atom"un patlaması ile vücuda geldi ise, bu bilgi atomun içinde potansiyel olarak (maddi boyutu ile ifade edilmiş olarak) var olmalıdır.

    İşte DNA ve genetik şifre, ilk atomdan beri varlık ile görünür hale gelen külli bilginin, bütün kâinatın bilgisinin canlılarda yansıyan kısmı olmalıdır. Her bir varlığın içinde onu özetleyen tohumlar, çekirdekler şeklinde ve belki şu an bilemediğimiz şekillerdeki kayıtlar, bütün kâinatın kaydına işaret eden emareler gibidir.4

    İlk Yaratılış

    DNA’yı anlarken; varlık aleminin geçirdiği silsileleri, proton ve nötronların oluşumlarını, atomların, moleküllerin oluşumlarını, aminoasitlerin oluşumlarını ve kâinat silsileleri içinde DNA’ya geliş safhasını ve sonrasını da göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Bu anlamda kâinatın geçirdiği silsileler içinde dünyanın oluşumu ve canlılığa müsait hale gelişinde geçirdiği safhalar, yeryüzünde canlılığın başlaması, şimdiki tabloyu anlayabilmemiz açısından önem taşımaktadır.

    Canlılığı anlamaya çalışan bir çok araştırmada, ilk hücreden sonraki aşama ile ilgili çeşitli senaryolar üretilmekle birlikte, ilk yaratılış bütün olarak ele alınarak yorumlanmamaktadır. Yalçın İnan, insanlığın bu konudaki birçok tecrübesinden bahseder. Mesela, içine et konulan şişelerden kapağı açık olanın içine sinek girmesiyle kurtlanmaların görülmesi; durgun su içinde canlı organizmaların hayatlanması; kaynatılan et suyunun konulduğu şişede mikroorganizmaların başgöstermesi ve Louis Pasteur’ün temiz olmayan sıvılarda organizmaların görülmesine dair deneyleri, hep belli bir aşamadan sonraki olayları açıklamaya yaramıştır. İnan, bu açıklama biçimlerinin eksikliğini ifade etmek için, "ilk hücreyi yapan organik moleküllerin uzaydan mı geldiği, yoksa atmosferde, cansız ortamlarda kendiliğinden mi olduğu"5 konusunun kesin olmadığını söyler.

    Bu izahlardaki temel problem varlık aleminin başlangıçtan beri işleyişinin gözardı edilmesidir. İlk canlının uzaydan gelmiş olması canlılığın başlangıç problemini çözebilecek mi? Sonra, yapılan her deneyin ve gözlemin ardından gelen izahlar, bize ait yorumlar… Bize görünen kısmı ile şişe, et ve tava şeklinde algıladığımız varlıkların bizler tarafından bütünüyle algılandığını ve her yönüyle kuşatıldığını söyleyemeyiz. Kendi gözlemlerimiz sonucunda ortaya koyduğumuz hava, şişe, et bağlantısı ile ilgili yorumun canlılık ve eşyanın bütününe örnek olmakta ne derece yeterli olacağı da ayrı bir tartışma konusu… Varlık tablosunun sürekli değiştiği bir dünyada, hiçbir olay diğerinin tıpa tıp aynısı olamaz; her olay tektir. Bu yüzden belirli bir deneyin bütün varlık aleminin izahında kullanılmasına da kayd-ı ihtiyatla bakmak gereklidir. Bütün bunlar, varlık alemindeki işleyişin bir organizasyon çerçevesinde yürüdüğünü ve varlık aleminin an an planlandığını ve İnan’ın yazısında geçen safhaların ve onun yazıyı hazırlamasının ve şu an sizlerin bu makaleyi okuyor olmanızın, kısacası her şeyin bir organizasyonun parçası olduğunu göstermektedir.

    Eşyanın normal işleyişi, varlığın gerisindeki organizasyonun açık bir göstergesidir. Uzaydan gelen meteoritlerin bulunması ile yeryüzüne canlılığın uzaydan geldiğinin ifade edebilmesinin ne derece mümkün olduğu ayrı bir problemdir. Uzaydan gelmiş olsa bile organizasyon olmaksızın bunun nasıl mümkün olabileceğini ya da organizasyonun kendi kendine oluşan bir parçası olup olamayacağını da gündeme getirmek lazım. "Yıldırımların çıkardığı enerji ile ilkel atmosferde oluşan ve sonra suya inen genilalanin, triptofan, histidin, glisin ve valin gibi aminoasitler suda erimiş elementlerle birleşerek ilkel çorbanın yağlı malzemesi (balçık) içinde kendini geliştirdi. Okyanus dibinde kendine uygun ılık bir ortam bulan organik molekül RNA ile buluştu ve virüs benzeri en basit mikroorganizmayı oluşturdu. Tek şeritli kısa RNA bir enzimin yardımı olmadan kendi kopyasını üretecek bir haberci moleküldü. Bunun için bir enzime ihtiyacı yoktu. RNA kendisinin bir kopyasını yaparak DNA molekülü ve nükleotidleri şekillendirdi. Okyanus suyunda erimiş durumda bol miktarda karbon, hidrojen, oksijen, azot ve fosfor bileşikleri vardı. DNA’nın nükleidleri için bunlar gerekiyordu. İçinde DNA bulunan bir virüs benzeri organizma şekillenmişti."6 şeklinde ard arda sıralanmış cümlelerde belirgin bir mantık bağlantısı bulunmakla birlikte, pek çok nokta izahsız ve havada bırakılmıştır. RNA ve DNA’nın ihtiyaç duyduğu malzemenin, lazım olduğu sırada hemen yanı başında hazır bulunmasının bir izahı yoktur!..

    Başlangıç anından itibaren DNA’ya kadar gelinen her bir safhanın adım adım kontrol altında olması ve her küçük zaman diliminde atomlar boyutundan DNA, genotip ve fenotip boyutlarına geçişlerin hepsinin anlık kontrol altında tutulması kabul edilmeden bu muhteşem işleyiş havada ve boşlukta kalacaktır. Sonsuz bir ilim, sınırsız bir güç ve her şeyi kontrolü altında tutacak bir irade olmaksızın genotipten fenotipe geçişi kendi alanı içinde çözdüğümüzü düşünmek, çok sınırlı ve dar bir bakışın ifadesi olmak durumundadır.

    Genetik Şifrenin Çözülmesi

    26 Haziran 2000 tarihinde Clinton ve Blair, insan DNA’sının % 97’sinin şifresinin çözüldüğünü açıkladılar.7 Çözülenin, kromozomlarda DNA molekülleri boyunca dizilen ve genomda yalnızca % 1.5’lik gen içeren bölgenin şifrelerinin dizilişi olduğunu ve henüz bu dizilişin ne anlama geldiğinin netleşmediğini dikkate almamız gerekir. Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyoloji ve Genetik Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Işık Bükesoy’un, "Henüz bulunanlar DNA dizisidir. Bunların ne yaptıklarını öğrenmek için çalışmalar sürmektedir. Bu durum bilim çevrelerince önceden bilinmekteydi. Yapılan açıklama toplumu bilgilendirmek içindi. Toplum aydınlatıldı; ancak bu sansasyon yarattı."8 şeklindeki değerlendirmesi de konunun medyada mübalağa edildiğini gösteriyordu. Genomun bütünü çözülmüş olsa ve genotipten fenotipe geçiş, yani genler şeklinde ifade edilmiş şekilden, zahiri tezahüre (koddan oluşuma) geçiş çözülmüş olsa bile bu, kâinat sisteminin genel işleyişi içinde çok küçük bir alanı ifade etmektedir. Her şeye sahip olunmadan bir şeye sahip olunamayacağı gibi, her şeyin çözümünü içine almayan bir şeyin çözümü havada kalmaya, sınırlı olmaya mahkumdur ve işleyişi bütün yönleri ile kuşatamaz.

    Hayatın yorumlanmasında önemli bir yanılgı da DNA’yı anlamaya çalışan kişilerin, kendilerini işleyen sistemin dışında algılamalarıdır. Şu anda, okurken beynin çalışması, gözlerin görmesi, DNA ile ilgili çalışmalar yapan bilim adamlarının beden içi işleyişleri, DNA’ların şifrelediği protein sentezleri ile yürümektedir. Beyinden beyine bilgi aktarımı, genler şeklindeki bilgilerin beden şekline dönüşümü, daha sonra kelimeler ve cümleler şeklinde bilgilerin oluşumu ve sonuçta ortaya çıkan manalar… Manaların DNA ve benzeri şifrelerle ifade edilişi, eşya şekline dönüşümü ve tekrar zihinlerde oluşan manalar… Tüm bu işleyişe bakınca, sanki alem, mana-madde-mana dönüşümlerinin gerçekleştiği bir zemin gibidir. İnsan da bütün özellikleri ve idrak kabiliyeti ile bu işleyişin parçasıdır. Kâinat, mekanik olarak kendi iç dinamikleri ile işleyen bir yapı olarak algılanırsa, DNA’nın bir ürünü, yine DNA’ların teşkil ettiği bir işleyişle varlığa muhatap olan, kâinatı anlamaya çalışan bir sistem sözkonusudur. Bu zaviyeden bakıldığında, sanki DNA’nın içinde kendine yönelen, kendini anlamaya çalışan ve bu maksada yönelik olarak şuur sahibi varlıklara dönüşme eğiliminde bir potansiyel vardır. Bu ise hayatla ilgili bütün işleyişleri, varlığın sınırlarını dört adet aminoasite yüklemek anlamına gelir ki, bütün varlığı ve mükemmel nizamı havada bırakmak, anlamsızlaştırmak, sahipsizleştirmek sonucunu doğurur.

    DNA’nın ya da genetik şifrenin iki boyutu vardır. Biri ibda, diğeri inşa boyutu… İbda boyutu ile her an yeniden şekillenen ve ard arda gelen varlık tabloları içinde, tablolar arasındaki ahengin hayata bakan yönünü ifade eden bir şifre. Ard arda gelen levhaların birbiriyle irtibatı olmamakla birlikte, bu levhaların tamamına vakıf, hepsini kuşatan bir ilmin varlığı levhaların birbiri ile irtibatından anlaşılıyor. Bu hali hayat manasında ifade eden ise DNA ve genetik şifre. İnşa boyutu ile ilk atomdan bu güne adım adım işleyen bir hayata hazırlık süreci, bunun bir parçası olarak kâinat ömrünün belli bir döneminde DNA’nın oluşumu, DNA’dan hayat sahiplerine ve nihai meyve olan insana doğru bir tekamül ve düşüncenin, idrakin, şuurun, sorgulamanın alemde oluşumu… Belki bütün alemin milyarlarca yıldır işleyişi hep bunun için. Mana boyutundaki kâinat şu an, bir insanın zihninde teklik şeklinde, işleyişin bütününü birleştirir tarzda tekrar manaya dönüşüyor. Kâinatın tamamı bir tek zihne, genetik şifre gibi mana tarzında kopyalanıyor. Bu bütün çekirdeklerde, tohumlarda, genetik şifrelerde işleyen vahdet-kesret-vahdet dönüşümünün ifadesidir. Bediüzzaman bu dönüşümü çok daha veciz şekilde şöyle ifade ediyor: "Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar, hikmet-i Rabbaniyenin birer mucizesi, sanat-ı İlahiyenin birer harikası, rahmet-i İlahiyenin birer hediyesi, vahdet-i İlahiyenin birer bürhan-ı maddisi, ahirette eltaf-ı ilahiyenin birer müjdecisi, kudretinin ihatasına ve ilminin şümûlüne birer şahid-i sadık oldukları gibi; tekessür etmiş bir nev’i, alemin etrafında, vahdet aynalarıdırlar; enzarı kesretten vahdete çeviriyorlar. Lisan-ı hali ile birisi der: ‘Dal budak salmış şu koca ağacın içinde dağılma, boğulma; bütün o ağaç bizdedir. Onun kesreti, vahdetimizde dahildir. Onun muhakemesi için dünya kapısı kapanıp ahiret kapısı açılır.’

    "İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesetleri çürüyor, fakat insanın cesedinden bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak acbü’z-zeneb tabir edilen küçük bir cüz’ü baki kalıp, Cenab-ı Hak, onun üstünde cesed-i insaniyi haşirde halk eder, onun ruhunu ona gönderir. İşte bu mertebe o kadar kolaydır ki, her baharda milyonlarla misali görülüyor."9

    Bir meyvenin ağacı potansiyel olarak barındırması ve ağacın tekrar meyvede ve çekirdekte tekleşmesi misali; milyarlarca yıllık kâinat işleyişini tek kalpte özetlemek ve kalbin kuşattığı inançların tekrar kâinat şeklinde açılabilmesi mümkün. İnsanın ruh boyutu, mana alemine ve bekaya bakıyor. Bu yönüyle bütün zamanları ve mekânları, kromozom misali manevi kıvrımlar ve bükülmelerle, manevi kalbe sığdırabilecek özellikler taşıyor.

    Diğer yandan kâinatın genel bir programının olduğunu, her varlığın plan-program dahilinde ve hikmetli işleyişleri gösteriyor. En başta, (Büyük Patlama-Big Bang esnasında) yaşadığımız anın gözetilmesini ve ona göre işleyişin devamını şart kılan bir düzen; bu anlamda, DNA’ya kadar ve DNA’dan insana kadar işleyen düzen, yani kâinatın programı DNA ile uyum içinde çalışarak, her iki programın aynı elden çıktığını da ortaya koyuyor. Şu an bu satırları okuyabilmeniz için göz hücrelerinizdeki DNA üzerinden oluşturulan RNA’lar için gerekli aminoasitler hemen hücrenin yanı başında hazır. Yine bu dergiyi tutabilmeniz için kas hücrelerinizde lazım olan mineraller hemen hücrelerin yanı başında bekliyor. O halde bu dergiyi okuyacak olduğunuz Büyük Patlama esnasında biliniyor ve sonraki safhalar buna göre işlettiriliyor olmalı. Bu, aynı zamanda, şu an her biri farklı işler yapan milyarlarca insanın, sayısız farklı türde canlının da yapacaklarının ilk anda planladığının bilgisinin var olduğunun bir işareti. DNA üzerinden RNA sentezi, bir anlamda hayat programı ile kâinat programının buluşması, varlık aleminin işleyişinin gerisindeki kasıt ve iradenin bir göstergesi.

    Bediüzzaman, "rızık" olarak tanımladığı bu düzenlilikleri, "her bir zerre bir vazife ile muayyen mekâna gitmek için memurdur." şeklinde özetliyor. Maddelerin "Fail-i Muhtarın" özel bir kanunuyla cemadat aleminden canlılık alemine geçtiklerini söyleyerek, kudret ve irade sahibi bir Zat’ın bu tasarrufları yapabileceğine dikkat çekiyor. Çünkü bu mükemmelliği, "kanunsuz tesadüf", "sağır tabiat" ve "şuursuz esbab"ın yapması mümkün değildir.10

    Bütün bunlardan sonra ortaya çıkan sonuç şu: DNA ve genetik şifre her anı, her türlü inceliği planlanmış bir hayat yaşadığımızı gösteriyor. Saçımızın, gözümüzün rengi, boyumuz, parmak izlerimiz, yüzümüzün şekli hep programlanmış. Yine kızacağımız, sevineceğimiz, üzüleceğimiz, depresif ya da manik olacağımız haller de program dahilinde işliyor. Çünkü bunların zemini olan sinir sistemi, buradaki akışı sağlayan nörotranstmiterler, hormonal sistemler hep DNA-RNA bağlantılı protein sentezlerinin işleyişine bağlı. Bu da sentezlenecek protein için lazım olan lojistik desteğin, yani gereken mineral, vitamin benzeri yapıların ihtiyaç anında, ihtiyaç yerinde hazır bulunmasını gerektiriyor.

    Koordinasyon

    Her hücre işlevlerini bağımsız değil, bedenle ahenk içinde yürütmek zorundadır. Bu ise bütün beden hücreleri arasında haberleşmeyi ve uyumu gerekli kılıyor. Bu uyum ve ahenk, aslında yeni fiziğin geldiği noktada -kelebek etkisi ve atomlar arası haberleşme ile düşünüldüğünde- kâinatın bütününde de vardır. İlk atomdan şu an bir hücre içinde yer alan DNA’ya, DNA ile bağlantılı bir Adeninden kâinatın diğer ucundaki nötrinoya uzanan akıl almaz ilişkiler ağı içinde hayat denen işleyiş gözleniyor. Bu işleyişin programı, ince ince dokunup kıvrılarak, çok küçük hücrelerin küçücük çekirdekleri içine sığdırılmış. Bunlar özde bilgi depolarıdır; bir CD’de ya da hafızalarda kayıtlı bilgiler gibi. Yalnızca, kaydedilme yöntemi farklı. Ancak işleyişin bilgiyle olabileceğini düşünmek ya da bilginin kendi işleme zeminini oluşturabileceğini öne sürmek, şu alemde gözlediğimiz akli verilerle veya hikmetle bağdaşmaz. Yani CD’ye kayıtlı programın, içinde yer aldığı CD’yi ve onu çalıştıracak bilgisayarı oluşturabileceğini öne sürmek, bilgi ve eşya arasındaki şu ana kadar olan gözlemlerimizle hiç bağdaşmayan bir iddia olur. DNA ve genetik şifre de farklı bir dille kaydedilmiş hayat programlarıdır ve bu programların işleyeceği bir varlık ortamı ve kâinat sistemi lazımdır. Sistemin ve programın uyumu ortak bir organizasyonun ya da aynı kaynağın ürünleri olduklarına da bir delil olarak kabul edilebilir. Aslında atomun en ince ayrıntılarında başlayan, küçücük çekirdekte ince ince, ilmek ilmek dokunan DNA’larda gözlenen ve sonsuz uzay boşluğundaki devasa cisimlere kadar uzanan bilinçli bir tasarım, akıllı bir işleyiş, maksada yönelik tavırlar var. Akıl almaz küçüklüklerden akıl almaz büyüklüklere uzanan bu hal, külli aklın ve sonsuz bir hikmetin göstergesi ve ifadesidir. Yine buralarda kayıtlı bilgiler, sonsuz bir ilmin ifadesidir. Bu sonsuz potansiyel, varlığın başlangıcından beri inşa ettiği ve her an ibda ile yenilediği işleyişle şuuru ve idraki oluşturacak bir yöne doğru işlemiş ve atomlar arası iletişimden DNA’ya, oradan hafızalara ve konuşmalarla beyinden beyine geçen sürekli kendini genişletip, şuur boyutunda yayılan külli bir bilgi var. Bu bilgi varlığın tamamında ve bütün işleyişin nihai meyvesi olduğu gözlenen insanda kendini tamamlıyor. Bizler de şu an yaptığımız yazma ve okuma fiilleriyle bu sürecin bir parçasını oluşturuyoruz.

    DNA ve RNA bağlantılı hücreden hücreye bilgi akış süreci hafızaların DNA ve yazıların RNA işi gördüğü beyinden beyine akış sürecine dönüşüyor ve kolektif şuurun yansıttığı bilgi bütünlüğü hep genişliyor. Yaşadığımız andan, bulunduğumuz noktadan bu verilerle geriye baktığımızda hayatın mahiyeti şu tarzda ortaya çıkıyor: "Esma-i İlahiyeye ait garaibin fihristesi, hem şuur ve sıfat-ı İlahiyenin bir mikyası, hem kâinattaki alemlerin bir mizanı, hem bu alem-i kebirin bir listesi, hem şu kâinatın bir haritası, hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi, hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi, hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalatın bir ahsen-i takvimidir."11

    İnsanın en mükemmel yönü, maddi şekilde ifade edilen manaların tekrar asliyetine, yani manaya dönüş zemini olmasıdır. İmam-ı Mübin-Kitab-ı Mübin-İmam-ı Mübin şeklinde çevrilen ilim ve emr-i İlahinin zaman ve mekâna yayılıp maddi boyutta ifadesinin işaretidir. Bütün kayıtlar, çekirdekler, tohumlar ve DNA bu ilmin mücessem hale gelişine işaret ederler. Kıvrılıp, bükülerek metrelerle ifade edilen ve her milimetresine milyarlarca bilgi sığdırılan ve trilyonlarca hücre adedince çoğaltılan bilgiler, ilmin mutlaklığına ve sonsuzluğuna işaret ederler. Üstelik bu bilgiler zamanın çok küçük dilimlerinde ve varlıkla yokluğun üst üste geldiği en küçük anlarda tekrarlanmaktadır. Daha sonra bu kıvrımlar ve büklümler beyinlerde, hafızalarda ve akli melekelerde klonlama, gen tedavisi, genetik şifrenin çözümü gibi şekillerde devam etmektedir. Sosyal hayatta işleyen bilginin gelişimi, konuşma, telekomünikasyon, internet gibi yollarla zihinler arası iletilen bilgi ile DNA-RNA arası iletilen bilgi ve hücreden hücreye iletilen bilgiler arasında sadece form farkı vardır. Bilginin kaydı biyolojik, elektromanyetik ya da mekanik olabilir. İletilmesi de bu tarzlardan herhangi biri ile gerçekleşebilir; ancak aslolan bilgidir. Bu anlamda DNA gibi inceliklerle ifade edilen ve Bediüzzaman’ın, "halbuki görüyoruz ki, o esbab-ı maddiyenin elleri yetişemediği ve temas edemedikleri o zihayatın batını on defa zahirinden daha muntazam, daha latif, sanatça daha mükemmeldir. Esbab-ı maddiyenin elleri ve aletleriyle hiçbir cihetle yetişemedikleri belki tam zahirine de temas edemedikleri küçücük zihayat, küçücük hayvancıklar, en büyük mahluklardan daha ziyade sanatça acip, hilkatçe bedi bir suretle oldukları halde, o camid, cahil, kaba, uzak, büyük ve birbirine zıt olan sağır, kör esbaba isnat etmek, yüz derece kör, bin derece sağır olmakla olur."12 şeklinde ifade ettiği mükemmellik ile insanlarda bilim ve teknoloji şeklinde gelişen kök hücre tedavisi, gen tedavisi, preimplantasyon genetiği ve insan genom projesi şeklini alan işleyişler birbirinin üzerine kıvrılıp bükülerek külli ilmin sonsuzluğuna ve mutlaklığına işaret eden hakikatlerdir. Mükemmelliklerin, harika işleyişlerin küçük alanda, mikronlar düzeyinde olması kaba sebeplerin müdahalesini, incelikli olmayan ellerin işleyişini engeller.

    Sonuç

    DNA’da işleyen el hangisi ise, klonlamayı, gen tedavisini, preimplantasyon tekniğini de uygulayan odur. Araya giren cüz’i ihtiyarlar farazi ve itibari olduklarından, asli vücutları bulunmadığından işleyişte pay sahibi olamazlar. Onlarda oluşan meyiller, arzular, yönelimler, meraklar ve araştırma arzuları da DNA-RNA mekanizmasının uzantısında yer aldığından aslında kompleks biyolojik işlevlerdir.

    Şu satırları yazdığımız ve sizlerin okuduğu anlar da dahil, hayatın her anı bir plan program dahilinde ve en inceliklerine kadar hesaplanmıştır. Bunun en büyük delillerinden biri, çok küçük zaman dilimlerinde ihtiyaca göre ve hale uygun olarak protein sentezleyen DNA’dır. Bu, "Kadere inanmıyorum!" cümlesinin bile kader programı dahilinde söylendiğini ortaya koyan muhteşem bir gerçektir. Ancak işleyişin bize bakan tarafında halen yaşadığımız, vicdanen hissettiğimiz bir cüz’i irade sorumluluğumuzun temel kaynağı, "varlık" ile "ben" arası ilişkilerin zeminidir.

    Bütün bunlardan sonra Clinton’un 26 Haziran 2000’de söylediği şu sözler daha manidar hale geliyor: "Tanrının hayatı yarattığı dili bugün öğreniyoruz…. Tanrının en kutsal armağanının ne kadar harika, güzel ve karmaşık olduğunu daha yakından anlıyoruz."

    Dipnotlar

    1. Susan Aldridge, Hayatın İpuçları (Genlerin ve Gen Mühendisliğinin Öyküsü), Çev: Murat Şokol, Engin Özkan, Esra Cantimer, Evrim Yayınları, Bilim Dizisi: 14, 1998, s. 15.

    2. Mahlon B. Hoogland, Hayatın Kökleri, Çev: Şen Güven, TÜBİTAK, 16. Basım, Mayıs 2000, s. 9.

    3. Hoogland, a.g.e., s. 12.

    4. David Filkin, Stephen Hawking’in Evreni, Kâinatın Sırları, Çev: Mehmet Harmancı, İstanbul 1998, Aksoy Yayıncılık, s. 153.

    5. Yalçın İnan, Kosmos’tan Kuantum’a, Mavi Ada Yayınları, Kasım 2003, s. 415-422.

    6. İnan, a.g.e., s. 419.

    7. Yunus Kaan Truvalı, Artıları ve Eksileriyle İnsan Genomu Projesi, Zafer , Sayı: 284 (Ağustos 2000), s. 12.

    8. Barbaros Nalbantoğlu, "İnsan Genleri Haritası", Zafer, Sayı: 249 (Ağustos 2000), s. 5.

    9. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, İstanbul 2001, Yeni Asya Neşriyat, s. 561, 562.

    10. Nursi, Sözler, s. 483.

    11. Nursi, Sözler, s. 118.

    12. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, İstanbul 2001, Yeni Asya Neşriyat, s. 183.