Köprü Anasayfa

Avrupa Birliği

"Kış 2004" 85. Sayı

  • Avrupa Birliği'ne Nasıl Bakmalı?

    How Should The European Unity be Seen?

    Ömer Faruk Uysal

    Bu yazı Avrupa Birliği’nin (AB) getirilerini ve götürülerini ard arda sıralamak ve duruma göre AB lehinde veya aleyhinde kesin bir kanaate ulaşmak gayesini gütmüyor. AB ve benzeri kuruluşlara bakarken izlenmesi faydalı olacak metotları belirleme konusunda bir fikir jimnastiği ve deneme yapmayı hedefliyor. Kesin cevaplar vermek yerine, sorular sormayı tercih ediyor.

    AB Tamamlanmış Bir Yapı mı? İnşası Devam Eden Bir Süreç mi?

    Şüphesiz bir şey hakkında karar vermeden önce, onu iyice incelemek ve tanımak sağlıklı bir sonuç için ilk dikkat edilecek şeydir, zaruridir.

    Ancak AB’yi iyice incelemek, özellikle de tanımak, oldukça zaman alıcı ve zor bir iştir. Her şeyden önce AB olmuş bitmiş, tamamlanmış bir vakıa olmayıp, tarihin derinliklerinden gelip son asırda ortaya çıkan ve son 50 yıldır da şekli, istikameti ve boyutları tartışılmaya devam eden bir süreçtir. Halen ne olduğu ve gelecekte ne olacağını net bir şekilde belirlemek güçtür.1 Bilindiği gibi, Avrupa Çelik ve Kömür Birliği olarak ilk somut yapı ortaya çıkmış,2 daha sonra Avrupa Ekonomik Topluluğuna (AET) dönüşmüş, siyasi birliği hedefledikten sonra ise Avrupa Birliği (AB) adını almıştır. Kurucu altı ülkenin yanına yeni devletler eklenmiş, daha on beş yıl öncenin amansız düşmanı, Doğu Bloğunun komünist ülkeleri adaylık ve üyelik hakkını kazanmışlardır.3

    AB’nin kriter ve şartları da değişmekte ve gelişmektedir. Hele AB mevzuatı halen ciltlere sığmayan ve her gün yenisi eklenen kompleks bir düzendir. Elbette ki, mevzuatın nasıl anlaşılacağı, nasıl uygulanacağı ve hep aynı kalıp kalmayacağı da başka bir sorundur. Ayrıca, mevzuat denizine dalmanın, tek tek ağaçlara bakmaktan ormanı görememek riskini de beraberinde getirdiği unutulmamalıdır.

    AB tamamlanmış bir olgu olmayıp, bir vetire (süreç) olduğuna göre, sürecin esas belirleyicisi olan ve katılımcı her devletin nüfusuna nispetle teşekkül eden Avrupa Parlamentosuna ve diğer karar ve icra organlarına bir an önce girmenin, sürece etki edip lehine gelişmeler sağlamak isteyen katılımcılar için aciliyet arzettiği söylenebilir. Esasen bu gibi kurumların oluşum süreci tamamlansa da, statik bir hal almazlar, değişim ve gelişime açıktırlar.

    AB Homojen ve Yekpare Bir Yapı mı?

    Türkiye’den bakınca genel olarak Batının (Avrupa, Amerika), özellikle Avrupa’nın, bilhassa AB’nin, türdeş ve tek parça bir mahiyette olduğu zannedilir. Bir Doğulu veya Müslüman Türk olarak Batı veya Avrupa (AB) derken onların tamamının bir "öteki" olarak, aynı şeyleri düşündüğü, konuştuğu, yaptığı ve yaşadığı hissiyle doluyuzdur. Elbette, bir coğrafi yakınlık, bir kültürel benzeşme ve aynı dine mensubiyet gibi ortak yönleri önem arzeder. Fakat Doğudan değil de Batı’dan bakıldığında, onların da Doğu’yu mütecanis ve yekpare gördüklerini fark ederiz.

    Dikkatli ve dahilden bakıldığında ise tek bir Doğu olmadığı gibi, tek bir Batı; tek bir İslam olmadığı gibi tek bir Hıristiyanlık olmadığını görürüz. Hıristiyanlık Batı’nın yaygın bir dinidir, fakat pek çok Batılı kendini Hıristiyan kabul etmez. Pek çok ateist, pozitivist, agnostik, bir Tanrı’ya inandığı halde Hıristiyanlığı kabul edemeyen insan olduğunu, kiliseye bağlılıkla Hıristiyanlığın aynı şey kabul edildiği Avrupa’da kilisenin devamlı cemaat kaybettiğini görürüz. Keza politik açıdan Yeşillerin, Sosyalistlerin, Hıristiyan Demokratların, Liberallerin Hıristiyanlık, İslamlık, Doğu ve Batı tasavvurları ve niyetlerinin oldukça farklı olduğunu görürüz. ABD ve Avrupa’da hem hükümet, hem de halkların farklı anlayışlarda olduğu ve Avrupa’da ABD hegemonyasına karşı ciddi bir tepki geliştiği, hatta AB’nin bir anlamda anti-ABD özellikler taşıdığı görülmektedir. Yeşiller ve Sosyalistler Türklere, İslam’a, Türkiye’nin AB üyeliğine sıcak bakarken, Hıristiyan Demokratlar Türklere mesafeli yaklaşmaktadır.

    Yunanistan’ın eskiden karşı çıkarken şimdi Türkiye’nin üyeliğini desteklediğini, Yeşiller ve Sosyalistlerin tarihsel dogmatizmi çağrıştıran Hıristiyan Avrupa Birliğine karşı Müslüman Türkiye’nin çoğulculuğa katkı sağlayacağı gerekçesiyle Müslüman Türklerin AB’ye girişine sıcak baktıklarını görüyoruz. (Ali Bulaç, AB ve Türkiye, s. 170, 174) Avrupa tarih boyunca 30 yıl ve 100 yıl savaşları gibi mezhep, ulus ve iki dünya savaşına sahne olmuş, bu savaşları birbirine karşı yapmış, birbirini tüketmiş bir coğrafyadır. Ve AB idealinin temel saiklerinden biri de bitmek bilmeyen boğuşmalara son verip, küresel güçlere karşı kuvvetli olmaktır. Barış adası olmaktır.

    AB Taraftarı ve Karşıtlarının Temel Argümanları

    AB taraftarı olanların en temel argümanlarını; 1- Daha fazla özgürlük; demokrasinin gelişmesi ve hukukun üstünlüğünün sağlanması, 2- Ekonomik ve sosyal kalkınma, gelişme ve müreffeh toplum talepleri oluşturur.

    AB karşıtları ise; 1- Ulusal egemenlik ve bağımsızlığın zarar görmesi, 2- Devletin resmi ideolojisi olan Kemalizm’in zayıflaması, 3- Hıristiyan topluluğunda Müslüman bir ülkenin çaresizliğini öne sürerler.

    AB muhaliflerinden; Kemalizm’in zayıflamasından kaygı duyanlar ile Müslümanların çaresizliğini öne sürenler, paradoksal bir biçimde aynı zemine geliyorlar. Halbuki, Kemalizm’in zayıflamasından dindarlar, dindarlığın zayıflamasından Kemalistler yeni imkânlar elde edebileceklerdir. Dolayısıyla, bu iki ayrı gerekçe birbirini nakzeder. Aslında, milliyetçi muhafazakâr ve izdosyonist bir yaklaşımla ulusal egemenlik ve bağımsızlığın zarar görmesi argümanında buluştukları da söylenebilir. Burada da şu sorular akla geliyor: Biz halihazırda milli egemenliğini ve tam bağımsızlığını sağlamış bir durumda mıyız, seksen yıllık statüko başarılı mı?

    Son Beş Yılda Ne Değişti?

    Türkiye’de son 10 yılda, özellikle de son 5 yılda AB taraftarlarının sayısı artmış, bugün % 70-80 gibi oranlara varmıştır. Bunda 28 Şubat sürecinin özgürlük ve demokrasiye tasallutu, keza özgürlük ve demokrasinin boğulduğu bir ortamda, ekonomik durgunluk, hatta gerileme, hortumlama ve soygun düzeninin çok büyük payı vardır. Bilindiği gibi genellikle sosyo-ekonomik olarak gelişmiş ülkeler özgür, özgür ülkeler de gelişmiş durumdadır. Yine, Doğu Bloğu ve Sovyet sisteminin çökmesiyle ortadan kalkan komünizm tehdidi, Türk halkında ileri derecelere varan antikomünist, milliyetçi-muhafazakâr tutum ve refleksleri epey azalttığı gibi, 28 Şubat sürecinin de aynen böyle bir etkisi olmuştur. Daha somut ifade edersek, dindar kesimler AB’yi bir Hıristiyan birliği (Batı Kulübü) olarak görüp uzak dururken, 28 Şubat sürecinde dine ve dindarlara yapılan baskılar, her türlü dini tezahürü irtica olarak yaftalamalar bu sonucu doğurmuştur. 1997’de (28 Şubat’tan hemen önce) AB üyeliğine taraftar olanların oranı sadece % 18 idi. Haziran 1999’da bu oran % 28’e, Nisan 2000’de % 33’e, Haziran 2000’de % 44’e çıktı.4 Buradan hareketle denilebilir ki; Türk milleti özgürlük ve kalkınma içinde oldukça AB’ye mesafeli bakacak, özgürlük ve kalkınma dumura uğradıkça da AB’ye meyledecektir. Nitekim, ihlallerin ve az gelişmişliğin yoğunlaştığı doğuda AB taraftarlığı % 96’lara varırken, ihlallerin ve az gelişmişliğin azaldığı Ege bölgesinde % 50’ler civarındadır.

    Nitekim, çoğu AB ülkelerinde de halk AB taraftarı ve karşıtı olanlar şeklinde neredeyse ortadan ikiye bölünmektedir. Birçok ülkede yapılan referandumlarda AB üyeliği veya çeşitli ortak politika ve uygulamalar bazen kıl payı farkla kabul görebilmiştir.5

    Dünyanın en müreffeh ve huzurlu ülkelerinden İsviçre’nin 6.12.1992 tarihli referandumla Avrupa Ekonomik alanına katılımı reddetmesiyle adaylığının askıya alınmış olması, keza Norveç’in 1972 yılındaki halkoylaması sonucu AB dışında kalması da6 tezimizi desteklemektedir.

    Türkiye’de son yıllardaki AB taraftarlığının artması yönündeki değişime karşın, Avrupa’nın da Türkiye, hatta İslam konusunda çok daha ılımlı bir çizgiye geldiği görülmektedir.7 Gerek Türkiye, gerekse AB’deki büyük ölçülerdeki temayül değişiklikleri de AB’nin henüz tamamlanmamış bir süreç olduğunu göstermektedir.

    Nimet-Külfet Dengesi

    AB lehine ve aleyhine pek çok şey söylenebilir ve söylenmektedir. Biz yukarıda az bir kısmına değindik. Şu halde, AB’nin faydaları yanında zararları veya zararları yanında faydaları olduğunu kabul ediyoruz demektedir. Hatta denilebilir ki; Türk toplumunun daha önce hiç karşılaşmadığı bir takım sosyo-ekonomik kültürel bazı problemleri AB’ye girmekle ilk defa yaşayacak olması da muhtemeldir.8 Zira "Külfet nimete, nimet külfete göredir". (Mecelle, 88. md) "Mazarrat menfaat mukabelesindendir. Yani, bir şeyin menfaatine nail olan onun mazarratına mütehammil olur." (Mecelle, 87. md.) Bu kanun İslam hukukundan başka, Roma, Anglosakson, Hıristiyan ve Musevi hukuklarında da böyledir. Dahası, bu yasa sadece insanlar arasındaki hukuk yasası olmayıp, bütün kâinatta ve tabiatta geçerli olan bir yaradılış yasası, tabiat kanunudur. Mesela, fil serçeden çok daha büyük ve kuvvetlidir, ama hareket kabiliyeti de çok daha azdır. Ağaçların tek bir adım atacak kadar bile hareketleri yoktur fakat rızıkları su, güneş ve karbondioksit olarak gökten gönderilir, ayaklarına gelir. Buna karşılık zeki ve çevik maymun ve tilki gibi hayvanlar rızıklarının peşinde koşmaktan bitap ve zayıf kalırlar. Çünkü, bu, tabiata konulan ilahi bir denge olup, aynı zamanda akıl ve mantık kuralıdır.

    Şu halde, AB bir avantaj ve nimet ise külfetleri de olacaktır, hatta külfetleri olduğuna göre nimetleri de kaçınılmazdır. Bu durumda, "AB’nin sadece faydası vardır, zararı yoktur", ya da "sadece zararı vardır, faydası yoktur" gibi aşırı yaklaşımlar abesle iştigaldir. Zira, hiçbir yanlış ve batıl bir yol (ekol) yoktur ki, içinde hayatiyetini devam ettirecek bir hak ve hakikat bulunmasın.9

    Avrupa Nasıl Bir Medeniyet?

    Burada Batı medeniyetinin anatomisine bakmakta, nasıl bir medeniyet olduğunu tespitte büyük yarar var. Medeniyet tarihçilerine göre; Batı Medeniyetinin temelinin Yunan ve Roma kültürü ile Hıristiyanlık tarafından atılması, son iki yüz elli sene boyunca ise Batı’da görülen yegane şey kilisenin ve dolayısıyla dinin dışlanması ve hayatın sekülerleşmesi ve laikleşmesidir. Dinden uzaklaşmada baskın etken Hıristiyanlığın en sert ve katı görünümü olan skolastik evham ve zulümlerin Rönesans ve reform hareketleriyle karşılanması olmuştur. Bugün ortalama bir Batılı insan büyük bir manevi boşluk ve buhran içerisinde olup, "hiçbir insan ve toplumun dinsiz yaşayamayacağı" prensibince doğru ve hak bir dini fıtraten aradığını ve ona susadığını söyleyebiliriz.

    Beri taraftan ön yargılar ve yanlış bilgilendirme olmadan tarihe baktığımızda; Avrupa ile İslam arasında sanıldığından daha derin ve güçlü bağlar mevcut olduğunu görürüz, Avrupa kültürüne Endülüs’çe yapılan katkılar yanında, Avrupa kültürüne beşiklik yapmış olan İtalyan kültüründeki Sicilya ve Napoli’ye İslam Medeniyetlerinin katkıları da az değildir.10 Keza bozulmamış saf bir Hıristiyanlık ve İncil’in, hatta Musevilik ve Tevrat’ın İslam’ın temel kabulleriyle çelişmeyeceğini bizzat Kur’an’dan öğrenmekteyiz. Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Museviliğin kabul ettiği bütün Peygamberlere ve kitaplara iman edilmeden olabilen bir inançta değildir. Kaldı ki, Kur’anî terminolojiye göre "İslam" sadece Hz. Muhammedin (asm) tebliğ ettiği din değil, Hz. Adem’den başlayarak bütün hak peygamberlerin de dinidir ve bu peygamberler ve tâbi olanlarına da "Müslüman" denir.11 Yani bu anlamda Hz. İsa’da bir İslam peygamberidir.12 Elhasıl, günümüzde en az iki Avrupa’dan söz edilebilir ve ikinci Avrupa’nın "Hıristiyanlık din-i hakikisinden neşet ettiği"ni söyleyebiliriz.13 Bunu kabul etmezsek Avrupa Medeniyetinde görülen birçok müspet ve iyi yönlerin de küfür ve dalalet eseri olduğunu söylemek gibi bir garabete düşeriz.14

    Denilebilir ki; "Nasraniyet ya intifa veya irtifa edip İslamiyet’e karşı terk-i silah edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı tevhide yaklaştı, tekrar yırtılmaya hazırlanıyor". Bir hadiste "Hz. İsa nazil olup gelecek ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir." buyurulur.15 Biz de Hıristiyanlığın genel olarak tevhide doğru aktığını (tasaffi ve ihtida ettiğini) müşahede etmekteyiz.

    Hurafelere boğulmuş Hıristiyanlığın laikleşmesi, Ruhbanın haksız ve tehlikeli iktidarını önledi. Sekülerleşmesi ise, hurafelerden arınması sonucunu doğurduğu gibi, pozitivizmi de doğurdu. Yani yukarıda zikredilen Mecelle 87. ve 88. maddelerdeki (hayat ve tabiattaki) nimet külfet dengesi burada da görülüyor.

    Dindarların ve Kemalistlerin Yön Değiştirmeleri

    İslami kesimin son 5-10 yıldır AB karşıtlığından AB taraftarlığına dönüşüne paralel olarak, "eski seçkinci Batıcılar" da hayranı oldukları ve 70 yıldır toplumu sürüklemeye çalıştıkları Batılılaşma hedefinden birdenbire vazgeçip Avrupa düşmanı kesildiler. Müslümanların ve Batıcıların bu radikal dönüşümü çok önemli ve anlamlıdır elbette. Kemalistler demokrasi, özgürlük ve hukuk egemenliği geliştikçe, özgürleşen halkın önünün açılmasından, Kemalizm’in biteceğinden endişe duyuyorlar.16

    Batılılaşma modeli AB sürecinde çöktü ve toplumun devleti denetlediği, demokratikleştirici bir işlev ve içerik kazandı. Sivilleşmenin ve demokratikleşmenin AB üyeliği sürecinde mümkün olabileceğini düşünen kesimler "yeni Batıcılar" olarak tanımlanıyor. Geleneksel, devletçi ve seçkinci Batıcılar ise "eski seçkinci Batıcılar" olarak tanımlanıyor. Bunlar demokratikleşmeden, küreselleşmeden, insan haklarından, hukuk devletinden aşırı derecede korkuyorlar. (Batılılaşma Korkusu, İhsan D. Dağı, Liberte) Bu korku o boyuta geldi ki; yıllarca öcü olarak gösterdikleri Rusya’yı ve bilhassa laiklik karşıtı unsurların beslendiği kaynaklardan olan Mollalar İran’ını Türkiye’nin yeni müttefiki olarak gösterebiliyorlar.17

    Genelkurmay İstihbarat eski başkanı Korgeneral Suat İlhan ise, "Avrupa Birliğine Neden Hayır" kitabından hazırladığı, "Avrupa Birliği Üyeliği Atatürkçülüğün Sonudur" broşüründe; "AB üyeliği ile Atatürkçülük sadece çelişmezler, aynı zamanda çatışırlar … Türk Devriminin laiklik ilkesi, Avrupa Reform hareketlerinin sekülarizm anlayışı ile aynı şey değildir. AB üyesi olacak Türkiye’ de en büyük darbeyi yiyecek olan devrim ilkelerinden birisi de laiklik olacaktır. Avrupa İslam tarikatlarının yaşadığı serbestlik, Türkiye’de de yaşanacaktır … AB üyesi olunarak bağımsızlık ve egemenliğin AB birimleri ile paylaşılması Atatürkçülüğün ve onun kurduğu ulus devletinin sonu olur" demektedir.18

    Ulus Devletçiler Gerçekten Ulusçu mu?

    Burada "Ulus Devlet" ve "Ulusalcılık", konumuzun nirengi noktasını teşkil etmektedir. Zira; resmi ideoloji, Kemalistler ve AB karşıtlarının en fazla üzerinde durdukları kavram "Ulus devlet" ve laikliktir. Acaba, Türk "Ulusalcıları" ve "Ulus devletçileri" gerçekten de ulusal değerleri mi savunuyorlar? Gerçekten de ulusalcılar mı?

    Bilindiği gibi ulusalcılık; Fransız ihtilaliyle beraber Avrupa’da doğmuş gelişmiş, sonra da bir hastalık gibi Osmanlıya sirayet ederek, Osmanlının ulusçu akımlarca parçalanıp yıkılmasında etkin bir rol oynamış, kökü dışarıda yabancı bir ideolojidir. Osmanlıda 19. yüzyıla kadar yaygın olan; İslam’ın evrensel kardeşliği (ümmet) ve gayri Müslimleri de koruyan cihanşümul (küresel) değerleridir, ulusçuluk değil.19

    Ulusalcılar, etno-seküler (ırki, dünyevi) anlayışlarını (Türkiye’ye mahsus olmak üzere) bütün ulusal değerleri atıp, Batılı (yabancı) değerleri ikame etmek suretinde uyguladılar.

    Asırlardır kullandıkları Kur’an alfabesi yerine Latin alfabesini, Hz. Peygamberin hicretini esas alan Hicri takvim yerine, Hz. İsa’nın doğumunu esas alan Miladi (Gregoryen) takvimi, asırlardır giydikleri geleneksel kıyafet ve başlıklar yerine Avrupa şapkasını ve kıyafetini, İslam Hukuku yerine baskın unsuru Hıristiyanlık olan Batı hukuklarını, Türk Halk ve Türk Sanat Müziği yerine Klasik ve Çağdaş Batı müziği alındı. Dil devrimi ile Osmanlıca kelimeler atılıp, Frenk dillerine kucak açıldı.20 İş o dereceye geldi ki, bayrağımızdaki hilal veya ay yıldızın Osmanlı ve İslamiyet mesajı taşıdığı için atılması bile düşünüldü, konuşuldu.21 Türklerin dininin Hıristiyanlık olduğunun 1924 Anayasasına girmesi dahi teklif edildi.22

    Yani geleneksel, milli, dini, örfi bütün anlayışlar yerine Batılı anlayışlar kanunla uygulamaya kondu. Batılı değerler milliyetçiliği, Müslüman Türk değerlerine karşı uygulandı. Faşizm İtalya’sından aynen tercüme edilen İtalyan Ceza Kanununun adını "Türk Ceza Kanunu" koymakla kanun nasıl Türkleşebilir? "Latin" alfabesi nasıl "Türk" alfabesi oluyor?

    "Türk" devriminin Avrupa’da olanı aynen almak şeklindeki tezahürünün elbette hiçbir ilginç ve orijinal yönü yoktur. Tek orijinallik böylesine toptan ve genel bir öykünmenin aceleyle yapılması ve bu kadarını başka kimsenin yapmamasıdır.

    Serdar Turgut’un ifadesiyle; (Ateist olduğunu kendi beyan etmiştir) "Bugün kendi diniyle bu kadar kavgalı olduğu görünümünü veren Türkiye dışında başka bir toplum yok". (13.02.2001, Hürriyet)

    Şu halde bu tercihler nasıl ulusçu tercihler olabilir, böyle bir uygulamayı ulusa rağmen yapan bir devlet, nasıl ulus devleti olabilir?

    Diyelim ki, bunlar olmadı veya olduğu halde biz görmezden geliyoruz, "Ulus Devlet" insanlığın vardığı en iyi, en güzel bir ideal ve bir zorunluluk mudur? Yoksa, 19. yüzyılda tarih sahnesine çıkmış ve çıktığı Avrupa’da artık değişime uğrayan geçici bir durum mudur? Bundan 150 yıl önce ulus devlet yoktu, bundan 50 yıl sonra aynen kalacağını kim garanti edebilir? Ulus devletler çağı insanlığa, 1. ve 2. Dünya savaşlarını, Musollini Faşizmini, Hitler Nazizmini, Franko Salazar, Lenin ve Stalin diktatörlüklerini mi hediye etmiştir, yoksa insanlara huzur sükun, barış ve kardeşlik mi getirmiştir?

    Ulusçu uygulamalar paradoksal olarak çoğunlukla, ulusa zarar veren uygulamalardır. Çünkü, ulusçuluk hem yurt içinde hem de yurt dışında, karşıt ulusçuluğu tahrik ve teşvik eder. Uluslarüstü bir yapılanma olan AB’nin özgürlük ve refah hedefine varması ise ulusun yücelmesini sağlar. Aksi bir durum ise bölünmeye yol açar, ulusçu hedefleri bozar. Tabii ulusçuluğu sadece mevcut statükoyu her halükarda korumak şeklinde anlamazsak!

    Homojen bir toplumsal yapı hedefleyen ulusçuluk, büyük devlet vizyonuyla da bağdaşmaz. Osmanlıdaki gibi çoğulcu bir yapıyı kabul edemez, İslam dünyasına önderlik ve örneklik misyonunu ifa edemez. Hitler, Musollini metotlarıyla büyük devlet ülküsü gütmenin de sonu kısa zamanda gerçekleşen yıkım ve hüsrandır.

    Günümüz küresel atmosferinde "Ulus devlet" uluslararası ve büyük sorunları çözmek için küçük; yerel ve küçük sorunları çözmek için ise büyük ve hantal kalmaktadır.

    Vatanseverlik duygusuyla hareket eden ulusalcılara, İspanya Kralı Juan Carlos’un silahlı kuvvetlere verdiği şu tarihi nutku hatırlatmakta fayda var. Kral vatanseverliğin "Vatanın münhasıran kimsenin mülkü olmadığını kabul etmekten ibaret" olduğunu ifade ederek şöyle demişti; "Vatanseverlik, aynı zamanda vatandaşların hür ve meşru bir şekilde ifade ettikleri iradelerini kabul etmesini bilmek ve geri kalanlara vatanın iyiliği hakkındaki kendi fikirlerini zorla kabul ettirmekten vazgeçmektir." (Nakleden Güngör Mengi, Vatan, 21.01.2004) Unutulmamalı ki, bunlar muhalif bir özgürlük savaşçısının değil, ülkenin sahibi olan kralın ifadeleri. Benzer yaklaşıma üç örnek de Türkiye’den verelim:

    "75 yılda şunları yaptık, bunları yaptık denildi, ama ortada bir şey yok. Bizi hakikaten çok uyuttular". (Şarık Tara, Hürriyet, 06.07.2001) "Ülkenin onuru parasıyla ölçülür, ikinci bayrağımız Türk lirasıdır. Siz paramı sünepe ettiniz, istediğiniz kadar, ben aslanım kaplanım de, hangi haysiyetten bahsediyoruz?" (Sakıp Sabancı, Sabah, 06.07.2001) "Türk! Çalışacak pek işin yok. Güvenecek pek kimsen yok. Sen yine de övün!"(Umur Talu, Star, 04.07.2001)

    İnsani gelişmişlikte Libya, Fiji, Arnavutluk ve Gürcistan’dan sonra ancak 96. sırada yer almakla, yıllarca % 70, % 100 enflasyon ve 4700 faili meçhul cinayetle yaşamakla büyük ulus ve bağımsız devlet olunmuyor.

    Unutulmamalıdır ki, hukukun üstünlüğü, insan hak ve hürriyetleri, demokratikleşme İslam’ın, Hıristiyanlığın ve bütün hak dinlerin değerleri olup, hem zamanlarüstü hem de evrenseldir (enternasyonaldir), ulusal (national) değildir.

    Ulusalcılar (Kemalistler) Avrupa Parlamentosu ve diğer AB organlarınca alınan kararlara Türkiye’nin uyacak olmasını, ulusal egemenliğe yabancı müdahale olarak görüp, bu sebeple AB’ye karşı çıkıyorlar. TBMM üzerinde Avrupa Parlamentosu gölgesini onur kırıcı buluyorlar. Ve fakat TBMM’nin askeri darbeler sonucu kapatılmasını, meclis iradesinin derin mahfillerce sınırlandırılmasını, hatta bertaraf edilmesini hiç yadırgamadıkları gibi, çoğu zaman alkışlıyorlar. Kaldı ki, Avrupa Parlamentosu özellikle ve münhasıran TBMM’yi sınırlandırıyor da değil, diğer AB üyesi ülkeler parlamentoları da aynı durumdalar. Karşılıklı anlaşmalardan doğan mütekabiliyetten, bölgesel entegrasyon ve karşılıklı bağımlılıktan bahsediyoruz.

    Olaya pekala şöyle de bakabiliriz, milli hakimiyet Anadoluyla sınırlandırılmıyor, Türklerin de bulunacağı Avrupa Parlamentosu eliyle bütün Avrupa’ya yayılıyor.23

    Unutulmamalıdır ki, Avrupalıların nüfusu azalırken Türklerin ve Müslümanların nüfusu artmaktadır. 10-15 yıl sonra Avrupa’nın en kalabalık ülkesi Türkiye olacaktır. Avrupa’da halen yaşamakta olan milyonlarca Türk de işin cabasıdır. Keza Avrupa’nın her tarafında yaşamakta olan Türk olmayan ve sayısı on iki milyonu bulan Müslümanlar da AB’deki tek Müslüman ülkenin tercihlerine yakın duracaklardır.24 Bir zamanlar Osmanlı ülkesi olan Bosna-Hersek, Arnavutluk, Makedonya, Bulgaristan, Hırvatistan, Romanya hatta Yunanistan Müslümanlarının da AB üyeliği ile ciddi bir sayıya ulaşacakları gözardı edilmemelidir.

    Nasıl Bir Küreselleşme?

    Küreselleşme bütün dünyayı sardı, ulus devlet ise büyük bir değişim ve dönüşüm yaşıyor. İletişim ve ulaşım devrimi ulusal sınırları, içe kapanmayı, otoriter ve totaliter anlayışları anlamsız kılmaya başladı. Uçak, tren, hızlı tren, otoban, radyo, televizyon, uydu yayınları, telefon, telgraf, teleks, faks, bilgisayar, internet ve cep telefonunun olmadığı 150 yıl öncesinin dünyası ile günümüz dünyası aynı olamazdı ve olmuyor. Sınırlar kalkıyor, bilgi, emek ve sermaye yayılıyor, insanlar özgürlük ve refah istiyor.

    Tam bu noktada; bir maddi vakıa, sosyo-ekonomik, kültürel bir olgu olan küreselleşmeyi, ABD kendi patronluk ve çıkarlarının yeryüzüne hakim olması şeklinde anlayıp, bütün dünyaya meydan okuyor, direktifler verip baskı yapıyor, "tarihin sonu" ve "medeniyetler çatışması" tezgahı ile İslam Coğrafyasının bütün maddi ve manevi değerlerine el koyuyor. Afganistan ve Irak’tan sonra beş İslam ülkesinin daha sırada olduğunu kendi kaynakları açıklıyor. Suriye, İran ve Sudan’la ilgili niyetlerini pek gizlemiyor. Bugün Almanya, Fransa ve Belçika başta olmak üzere bütün Avrupa Katolik dünyası, Papalık, Rusya ve Çin bundan ciddi şekilde rahatsız oluyor. Amerika’nın işgal müttefiki ve destekleyicisi İngiltere ve İspanya hükümetlerinin desteğine rağmen, İngiliz ve İspanyol halkları tarihin en büyük protesto gösterisi ve yürüyüşleri ile hükümetlerini sarsıyor. İspanya’da işgali destekleyen hükümet seçimi kaybetti, İngiltere’de T. Blair hükümeti sırasını bekliyor.

    Büyük mütefekkir ve entelektüel Edward Said şöyle diyor:

    "Washington’da oturduğun zaman Amerika’yı yöneten seçkin kesimle bir alaka içinde olduğunu ve önüne serilmiş harici dünya haritasında dilediğin bölgesine dilediğin zaman müdahale etmeye yetkili olduğunu hissedersin. Avrupa’da ise, daha çok itidal, daha insancıl ve daha az ayrımcılık var. Başta İngiltere’de olmak üzere Avrupa’da Müslümanların ABD’ye kıyasla daha önemli ve hayati işlerde görev aldıklarını görürsün. Terörle mücadelede Ortadoğu’daki savaş konusunda Müslümanların görüşleri, ülkede tartışmanın bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu nedenle Irak’a düşünülen operasyon ve terörle savaş konusunda Avrupa, Arap ve Müslümanların diğer taraf sayıldığı Amerika’dan farklı bir konum arz ediyor."25

    Görüldüğü gibi ABD en büyük askeri ve siyasi kuvvet olmanın getirdiği güç sarhoşluğu ve şımarıklıkla bütün dünyaya meydan okuyor ve tehdit ediyor. Öncelikli hedefi ise 10 yıldır fundamentalist ve terörist ilan ettiği Müslümanlar ve İslam dünyasıdır. Şimdiden Afganistan ve Irak’ı işgal ettiği gibi Suriye, İran ve Sudan’da sıradadır. ABD bütün İslam dünyasının ekonomik kaynaklarına el koyma, coğrafyasını zaptetme ve büyük İsrail hayalini hayata geçirme sürecinde. Kendi yaptığı işgal ve haksızlıklar yetmiyormuş gibi, bütün dünyayı karşısına alarak İsrail’in katliam ve zulümlerini de açıkça destekliyor. Hatta, Siyonist lobilerinin (Jinsa) icra organı olmaktan öte gidemiyor.

    AB ise, bu noktada en azından stratejik bir denge unsuru olma potansiyeli taşıyor. Bilindiği gibi, "düşmanın düşmanı düşman kaldıkça dosttur".26 AB’nin miğfer devletleri Almanya, Fransa ve Belçika’nın, hatta Çin ve Rusya’nın ABD hegemonyasına rıza göstermeleri kendi ontolojisi ve stratejileri ile ciddi bir çelişki arz ediyor.

    AB’ye Yüzde Seksen Halk Desteği Ne Anlama Geliyor?

    AB leh ve aleyhine daha pek çok şey söylenebilir, söylenmeye de devam edecektir. Bu noktada halkın ne söylediği de büyük önem arz etmektedir, İstatistiklere bakıldığında Türk milletinin AB tercihinin % 80’lere vardığı, muhaliflerin ise ancak % 10’larda kaldığı görülmektedir. Bu çok büyük bir oran olup, önemli mesajlar içermektedir.

    Hemen yapılabilecek, "halkın bu konuyu bilmediği ve manipüle edildiği" itirazını ele almakta fayda var. Elbette, bu itiraz bir ölçüde haklıdır; halk bu konuyu pek bilmez, en azından detayıyla bilmez ve de kitleler çoğunlukla manipülasyona açıktır. Fakat bu konuyu kim veya kimler bilmektedir? Ve bu bilenlerin yanılmayacağı nasıl garanti edilebilir? Dünyanın neresinde halk oy verdiği bir partinin programını ayrıntısıyla ve özenle değerlendirir, liderini ve kadrolarını yakından tanıyabilir? Bütün bunlara rağmen halkın seçimi önemlidir, zaruridir, alternatifsizdir ve de seçimler demokrasilerde meşrutiyet kaynağıdır.

    Türk milletinin büyük çoğunluğuyla AB’ye yönelmesi 28 Şubat’taki baskılar ve haksız uygulamalarla yakından ilgilidir. Ama unutulmamalıdır ki, 28 Şubat’ın ideolog ve toplum mühendisleri asla AB’yi istemezler; ulus devlet ve Kemalizm’in sonu olarak kabul ederler. Yani 28 Şubat icraatlarını manipülasyon kabul edersek, bu manipülasyonları AB taraftarları değil, amansız AB hasımları yapmıştır. Fakat toplum mühendisliği tam aksi bir sonuç vermiş, AB’ye yöneliş arttığı gibi, hiç istemedikleri bir parti Anayasayı değiştirebilecek çoğunlukla iktidar olmuştur.

    Halkın böyle kahir ekseriyetle benimsediği bir konuda, milli hakimiyet ve demokratik ilkeler nazara alındığında diğer alternatifler bertaraf olur. Keza bu noktada geleneksel kültür ve kabullerimiz; rey-i cumhur, icma-ı ümmet, efkar-ı umuminin bir hukuk kaynağı olması gibi kavramlar da göz ardı edilmemelidir.

    Türk milletinin AB’ye yönelişi, Cumhuriyet tarihi boyunca Serbest Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi ve ANAP’a yönelişine benzemektedir. Ve bu dönemler hem hukukun üstünlüğü ve özgürlükler, hem de sosyo-ekonomik gelişme açısından daha iyi dönemlerdir. Yani, halk sağduyusuyla lehine olanı görmüş, en azından hissetmiş ve bunun hayırlı bir tercih olduğunu da tarih teyit etmiştir. Önemli bir farkla ki, daha önce en yüksek oranda yöneliş % 57 ile Demokrat Partiye olmuş, fakat bu orana bir daha ulaşılamamıştır, oylar % 30-40 civarında dolaşmıştır. Şimdi ise, tarihte ilk defa, % 80’lik bir çoğunluk böyle bir siyasi irade ortaya koymaktadır.

    Burada çok ilginç olan bir nokta; bizde % 80’lere varan AB desteğinin Avrupa ülkelerinde % 50’ler civarında kalmasıdır. Bir Avrupa projesi olan AB’ye Avrupalıların daha az, Türklerin ise daha çok destek vermesi, İsviçre ve Norveç’in ise AB’yi reddetmesi nasıl açıklanabilir? Şüphesiz bunun pek çok sebebi sıralanabilir, fakat bunun, Türkiye’deki şiddetli ihtiyacı gösterdiği muhakkaktır.

    AB ile ilgili olarak Avrupa ülkelerindeki bu tereddüt, hatta bazı ülkelerin AB üyeliğini reddetmeleri, konu Türkiye’nin üyeliği olunca daha da artmakta, itirazlar yükselmektedir. Çünkü, Türkiye kolay yutulur bir lokma değildir, İslami ihtidalar artabilir, fakir, işsiz fakat genç ve dinamik Türkler Avrupa profilini etkileyebilir, ciddi bir güç halini alabilirler. Biz hangi sebeplerle AB’ye yöneliyorsak onlar da aynı sebeplerle kaygılanıyorlar.

    İşin doğrusu; AB’nin TC’ye, TC’nin de AB’ye ihtiyacı var. AB, TC’nin genç ve dinamik nüfusuna, jeo-stratejisine, din ve kültürüne, hatta askeri gücüne ihtiyaç duyuyor. TC ise genç ve dinamik nüfusuna iş ve yatırım imkânları sağlama, jeo-stratejisinden ekonomik ve siyasi güç üretme, din ve kültürünü serbestçe yaşama ve geliştirme, askerini sivil ve demokratik bir gücün emrinde gerçek ve dış düşmanlar için istihdam etme ihtiyacı duyuyor.

    Bu noktada "boşuna uğraşmayalım, bizi AB’ye almazlar" diyenler, AB yolunda özgürlük ve demokrasi adımları atmayalım, şimdiki halimizle devam edelim mi diyorlar? Türkiye neticeten AB’ye giremeyecek olsa bile, bu yolda atılan hangi adım bize zarar verir? Atmayacağımız hangi adım bize fayda sağlar?

    Mantık, Hukuk ve Fıtrata Göre Durum

    Son tahlilde hukukun, hatta mantığın temel ilkeleri açısından bir değerlendirme yapmak faydalı olacaktır.

    Bilindiği gibi gelişmiş bütün hukuk sistemleri şöyle der; "Ameller niyete göredir"27 Türk halkı da tabii ki iyi niyetle, özgürleşmek ve sosyo-ekonomik kalkınma gayesiyle AB’yi istiyor. Fakat niyet tek başına talebi ve neticeyi haklı ve hayırlı kılmaz, metot ve yollar da isabetli olmalıdır. Şu halde, "AB’ye üye olmak zararlı mıdır, faydalı mıdır?" sorusuna, kabaca "hem zararları, hem de faydaları vardır" denileceğine göre, şu hüküm devreye girer; "def-i mefasid celb-i menafiden evladır".28 Yani, kötülük ve iyiliğin bir arada olduğu durumlarda iyilikten feragat edip, kötülüğe hiç bulaşmamak tercih edilmelidir. Yani, bu durumda AB’yi reddedip, zararlarından uzak durmak için, faydalarından da vazgeçmek gerekmektedir. Fakat burada da şöyle bir sorun ortaya çıkar. Zarar ve faydaların boyutları nedir? Eğer, zarar çok az, fayda ise çok fazlaysa, şu kural devreye girer: "Hayr-ı kesir için şer-i kalil-i irtikap etmemek, şer-i kesirdir".29 Yani, büyük bir hayrın geleceği durumda, küçük bir şer’i işlememek için, büyük hayırdan uzak durmak, büyük şerdir. Şu halde, AB’ye girmenin hayr-ı kesir, mahzurların ise şer-i kalil olup olmaması, meselemizin nirengi noktasıdır denilebilir.

    Ancak, burada "Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur",30 yani iki şerden daha az şerlisi tercih edilir kuralı hatırlanmalıdır. Zira, Türk insanı ya ulus devletin baskıcı, faşizan, üretemeyen, dünyaya kapalı resmi ideolojisinin boyunduruğunda olmak, ya da daha hür, demokrat ve müreffeh olmak tercihleriyle karşı karşıyadır. Ve maalesef kendi imkânları veya başka müttefiklerle de benzer bir sonuca ulaşmak alternatifi şimdilik görünmemektedir. Bu durumda AB bazı mahzurlarına rağmen, daha az mahzurlu olan bir zorunluluk sayılabilir.

    Ehven-i şer’i tercih "sırf hayır"ı değil de iki şerden hafif olanı seçmek olduğundan, bir mutlak adalet uygulaması değil, izafi adalet uygulamasıdır. Ve ancak gerçekten de hayır seçeneği olmayıp iki şerle karşı karşıya kalındığı durumlarda söz konusudur. Yoksa, adalet-i mahzanın, "salt hayırın" tatbik imkanı olduğu durumda adalet-i izafiye uygulanmaz. Uygulanırsa artık izafi de olsa bir adalet değil, zulüm sözkonusudur. Dünya tarihi, hatta İslam tarihi bunun örnekleriyle doludur. Günümüzde de en kuvvetli eğilim budur. Fakat her nasılsa AB tercihi konusunda, adalet-i mahza veya hayr-ı mahz kıstasları esas alınmaya başlanmıştır. Halbuki, somut vak’a daha çok adalet-i izafiye veya ehven-i şer düzleminde ele alınabilecek bir konudur.31

    Türkiye Zaten Avrupacı Değil mi?

    Baskıcı laiklik ve ulus devlet kaygılarıyla hareket eden "eski seçkinci Batıcılar" ile "Hıristiyan Batı topluluğunda Müslümanların ne işi var" diyen, AB karşıtları şu soruya mantıklı ve isabetli cevap verebilecekler midir? Türkiye zaten, alfabesi, dili, hukuku, kıyafeti, takvimi, müziği, kültürü vesairesi ile Batılı bir devlet olduğuna göre, onlarla beraber bir adım daha atıp demokratik, özgür ve müreffeh olmak konusu gelince neden geri duralım? Her şeyiyle Batılı, hürriyet, demokrasi ve milli geliriyle Doğulu bir toplum mu isteniyor? İslamcı nokta-i nazardan ise "bir önceki değişimlere de karşıydık şimdikine de" diyorlarsa, bu değişimi durdurma, hele hele geri çevirme güç ve imkanına sahip olmak bir yana, bunu talep edebiliyorlar mı? Kanuni Sultan Süleyman devrinden başlayarak Fransa’dan kanun ve sistem,32 Avrupa’dan çeşitli modeller niye alındı? Niye böyle bir ihtiyaç doğdu?

    İslam ve Türk tarihine bakıldığında AB projesinin gayrimüslimlerle ilk birliktelik olmadığı görülecektir. Türkiye NATO ve CENTO üyesi olduğu gibi, NATO’nun Hıristiyan olmayan tek üyesidir. Daha gerilere gidildiğinde; Hz. Peygamberin döneminde müşrik zulmünden kurtulmak için ilk hicretin iki ayrı zamanda Hıristiyan Habeşistan’a yapıldığı, Hıristiyan Kral Necaşi’nin ve halkın Müslümanlara özgürlük ve güvenlik sağladığını görmekteyiz.33 Keza Medine’ye hicretten sonra da Hz. Peygamberin, Musevi ve müşriklerle imzaladığı Medine Vesikası’nın, bu topluluklarla birlikte yaşamanın ötesinde, güvenlik gibi bazı konularda da yardımlaşma ve dayanışma projesi olduğu görülür.34 Bizans’ın İran ile mücadelesinde müşriklerin ateşetapar Persleri, Müslümanların ise ehl-i kitap Bizans Hıristiyanlarını tuttuklarını ve zaferlerine sevindiklerini görmekteyiz.35 Dinsiz ve saldırgan komünizme karşı Hıristiyanlarla, müşrik saldırganlara karşı ehl-i kitapla ittifak Müslümanların tarihi bir pratiğidir.

    Burada, şöyle ilginç bir durum karşımıza çıkıyor; Kemalist ulusalcılar laik ulus devleti korumak, bazı İslamcılar ise Müslüman toplumu korumak gayesiyle AB’ye karşı çıkarken paradoksal olarak aynı zeminde birleşiyorlar. Halbuki, Türk tipi otoriter laikliğin güçlenmesi İslam’a, İslam’ın güçlenmesi, otoriter laikliğe zarar verir. Ve her iki gerekçe birbirini nakzeder. Çünkü AB, hem laikliğe, hem Müslümanlığa aynı anda zarar veremez. İslamcılar Müslüman topluma odaklanırken otoriter laik devleti, Kemalistler laik devlete odaklanırken Müslüman toplumu hesaba katmıyorlar. Halbuki Türkiye, toplumu Müslüman olan, otoriter bir laik devlettir.

    Kopenhag Kriterleri-Ankara Kriterleri

    AB’nin teşkilat ve kurumsal alternatiflerinden sonra, muhteva ve değerler alternatifine göz atalım.

    Bilindiği gibi AB’nin temel hedefleri ve gayesi;

    1- Ekonomi ağrılıklı Maastricht Kriterleri

    2- Tüketicinin korunması ve çevre boyutlu Amsterdam Kriterleri

    3- Kopenhag Kriterleri.

    Temel felsefe ve amaçların belirlendiği Kopenhag Kriterleri:

    1- Siyasi Kriterler;

       a) Demokrasi

       b) Hukukun üstünlüğü

       c) İnsan hakları ve azınlık haklarını güvenceye alan kurumlar.

    2- Ekonomik Kriterler; işleyen bir serbest piyasa ekonomisi.

    3- Topluluk mevzuatının benimsenmesi.36

    Bu kriterlere ne AB karşıtları ne de başkaları açıkça karşı çıkamıyor, alternatif kriterler öneremiyor. Sadece Kemalizm elden gidiyor, laiklik elden gidiyor, din elden gidiyor, milli birlik elden gidiyor gibi evhamlar ifade ediliyor. Çok ilginçtir ki, Başbakan Erdoğan AB’ye girebilmek için uzun ve yoğun bir maratondan sonra kendisinin 312. md., kızlarının başörtüsü, oğlunun İmam Hatip mağduriyetine rağmen "Ankara Kriterleri" alternatifinden bahsetti. Evet, Türkiye’nin Kopenhag ve Ankara kriterlerinden başka bir seçeneğinin olmadığı görülüyor. Acaba, Ankara kriterleri nelerdir?

    Ankara kriterleri resmi ve normatif olarak; Atatürk ilke ve inkılapları, kutsal devlet, kutsal ve ulu önder çerçevesinde tezahür eden otoriter ve totaliter bir ulus devlet yaklaşımıdır. Atatürk ilke ve inkılaplarından, inkılaplara daha önce temas edildi, ilkeler ise CHP’nin 6 okundan (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik, İnkılapçılık) başka bir şey olmayıp, 1937 de yapılan bir değişiklikle Anayasaya bile dahil edilmiştir.

    Her ne kadar mevcut Anayasada bu ilkeler lafzen peşpeşe sıralanmıyorsa da, Anayasanın başlangıç kısmından sonuna kadar hem ruhuna hem de lafzına sinmiştir. Şu halde Türkiye’de herkes Atatürk’ün 6 ilkesini, yani CHP’nin 6 okunu benimsemek, yani CHP’li olmak zorundadır. Anayasa’ya, Partiler Kanunu’na ve sair mevzuata bakıldığında diğer partilerin de CHP veya onun türevleri olmaktan öteye gidemeyeceği görülür. Bu ilkeler dışında politikalar izleyen iktidarlar 4 askeri darbe ile durdurulmuş, partiler kapatılıp liderler idam edilmiştir.

    Mevcut 1982 Anayasası’nın felsefe ve temel kabullerini ortaya koyan başlangıç kısmında; devletin kutsallığı ve yüceliği "Kutsal Türk Devleti"37 ve "Yüce Türk Devleti" şeklinde açıkça yer alır. Keza başlangıçta "Ölümsüz Önder ve Eşsiz Kahraman Atatürk" ibareleri, "Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu"nun kurulmasını âmir 134/I md. bu kurumun "Atatürk’ün manevi himayesinde çalışacağı" ifade olunmaktadır.

    Eğer bir devlet "Yüce" ve "Kutsal" ise "Ölümsüz Önder" ve "Eşsiz Kahramana" sahipse ve o kahramanın tasarrufu öldükten sonra sadece hukuken değil, metafizik (ruhani) olarak da devam ediyorsa, orada insanın ve haklarının kutsal ve yüce olması mümkün değildir. Şu halde insan ve hakları "kutsal" ve "yüce" devlete ve "ölümsüz" olana feda edilebilir. Felsefe budur, pratik de budur. Ve böyle bir devlet seküler, laik ve fiziki olmaktan çok, ruhani, teokratik ve metafizik bir çağrışım yapar.38

    Nitekim, dünyada Anayasasında kişi ismi yer alan sadece 3 devlet var. Birincisi Türkiye ve ölümsüz yüce Atatürk. İkincisi İran İslam Cumhuriyeti ve Ayetullah Humeyni. Üçüncüsü Kuzey Kore’nin komünist diktatörü Kim Jang.

    Sonsöz Yerine

    AB elbette bir ideal, ütopya ve dünya cenneti değil, fakat bir demokratikleşme ve kalkınma umudu ve çabasıdır.

    AB karşıtları gerçekçi ve evrensel bir ölçekte değil, hissi ve ulusal bir ölçekte ve tepkisel davranıyorlar. Ciddi bir özgürlük korkusu var. Bir taraf hürriyet ve hukuk (haklar) umudu beslerken, diğer taraf, hürriyet ve hukuk endişesi besliyor.

    Hiçbir şey özgürlükten ve insan gibi muamele görmekten daha değerli değildir.

    Türk modernleşme projesi, ne toplum tarafından içselleştiriliyor ne de şimdi ilham kaynağı olan anavatanı (Avrupa) tarafından kabul görüyor. Hem kendi içinde paradoksal, hem de zamanını şaşırmış bir konsepte endekslenmiş olarak kendi sonunu hazırlıyor.39

    Osmanlıdan bu yana reformlar ve değişim talepleri her zaman Batı’dan gelmiştir. Şimdi de değişim dışardan geliyor, ama tarihte ilk defa toplumsal ve sivil taleplerle dış konjonktür örtüşme halindedir. Mevcut statüko iç toplumsal talepler ile dış küresel baskılar arasında sıkışmış vaziyette bulunuyor.40

    Elhasıl; "Eski hal muhal, ya yani hal veya izmihlal."41

    Dipnotlar

    1. Birleşik Avrupa fikri, bir ideal olarak, Ortaçağ’dan bu yana daima zihinlerde olmuş, 1856 yılında beş Avrupa ülkesi arasında imzalanan Paris Anlaşmasına göre Avrupa Ahengi (Consert Europeen) adı verilen bir ittifak düşünülmüş, sonraları buna Osmanlı Devleti bile dahil edilmişti. Buna göre üye ülkeler arasında meydana gelecek ihtilaflar barışçı yollarla çözülecek, hatta sürekli bir parlamento oluşturulacaktı. Ancak sonraki yıllarda ortaya çıkan, siyasi ve iktisadi rekabet içinde, yeni çekişme ve savaşlar bu fikrin unutulmasına yol açtı. (Bkz. Avrupa Birliği ve Türkiye, Ali Bulaç, Zaman, İst. 2001, s. 13, 14)

    2. 18.04.1951’de Altılar (Fransa, Federal Almanya, Belçika, İtalya, Hollanda ve Lüksemburg) Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğunu (AKÇT) kuran anlaşmaya Paris’te imza attı. (a.g.e., s. 17)

    3. 1 Mayıs 2004’de yeni katılımlarla üye sayısını 25’e yükselten AB’nin üye sayısının 2007’de 28’e, daha sonra da Arnavutluk, Bosna-Hersek, Makedonya ve Sırbistan gibi dört eski Osmanlı ülkesinin katılımıyla 32’ye çıkması bekleniyor.

    4. Avrupa Birliği ve Türkiye, Ali Bulaç,

    s. 176.

    5. Avrupa Birliğine Aykırı Bakış, Atilla Yayla, Zaman Gazetesi, 31.07.2002.

    6. Avrupa Birliği ve Türkiye, Ali Bulaç, s. 16.

    7. A.g.e., s. 7, 8.

    8. Mesela; Gümrük duvarı ile korunan bazı sanayi kuruluşları, kendini ıslah edemezse batar, işçileri bir süre açıkta kalır. Tabii ıslah ederse de sanayici daha geniş pazara ve kâra, işçi de daha fazla ücrete kavuşur. Daha gelişmiş ülke mallarına aç pazar, ortalık sakinleşinceye kadar, gümrük duvarlarıyla kendini korumaya aldıran yerli ürünlere rağbet etmez. (AB Yaklaşımları, Abdullah Sandal, Yeni Asya, 07.01.2003) Avrupa’da daha yaygın olan cinsel liberalizm, seksüel sapıklıklar ve satanizm gibi akımlarla daha çok yüzyüze gelebiliriz.

    9. Said Nursi bu evrensel hakikati (yasayı) şöyle ifade eder; "Meslekler, mezhepler ne kadar batıl olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur. Eğer asarına ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfi cihetleri müspet cihetlerine mağlup ise, o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakikat neticelere hükmedemiyor ve menfi ciheti müspet cihetine galebe ediyorsa, o meslek batıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalalet olur." (Mektubat, Yeni Asya Neşr., İst. 1997,

    s. 354)

    10. Bu gerçeği Batılı yazarlar da kabul ediyor, hatta ileri sürüyorlar. Remy Brague’ın "Avrupa; Roma Yolu", Joseph Fontana’nın Çarpıtılmış Bir Geçmiş; Avrupa’yı Yeniden Yorumlamak, Franco Cardini, Europe and Islam adlı eserlerinde bu görüş seslendiriliyor. Cardini; "İslam, Avrupa’yı etkilemiştir." demek bile hafif kalır. İslam Avrupa’nın doğrudan doğruya kurucu unsurudur. Hatta İslam olmasaydı, Avrupa’da olmazdı" diyor. (Nakleden, Mustafa Armağan, Zaman, 8.10.2002)

    11. Bakara; 136, 139, 140, Al-i İmran; 19, 67, 84.

    12. Bkz. Bir İslam Peygamberi Hz. İsa, Muhammed Ataürrahim, İnsan Yay., İst. 1985.

    13. Bkz. Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşr., Şubat 1994,

    s. 119.

    14. Halbuki; "Hak (İslam) yücedir. Ondan yüce hiçbir şey yoktur". hadis-i şerifine göre bu mümkün değildir. O halde Avrupa, Müslümanlığa nasıl galebe edip üstün gelmiştir? (Bkz. Said Nursi, Sözler, s. 665.)

    15. A.g.e., s. 643.

    16. Ali Bulaç, Zaman, 10.12.2002.

    17. "Ulusal Sol" kitabının yazarı ve Kemalist ideolog Prof. Dr. Anıl Çeçen, MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılıç, Orgeneral Necati Özgen, İran’ı, Rusya’yı hatta Ermenistan’ı yeni müttefik olarak önerebiliyorlar. (Zaman, 08.03.2002)

    18. Yeni Asya, 27.11.2002. Benzer görüşleri başka generaller de ifade ettiği gibi; Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Hıristiyan Demokrat Arie Ooslander; Kemalizm’den bahsederek, "Türk devletinin temelini oluşturan hayat felsefesinin, milliyetçilik, orduya verilen önemli bir rol ve dine karşı sert bir tavır olduğunu ve bunların AB kuruluş değerleriyle uyuşmasının oldukça zor olduğunu" ifade etmiştir. (Yeni Asya, 08.02.2004) Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk; "AB sürecinde, Türkiye’deki Atatürk gerçeğinin karartılmak veya öldürülmek istendiğini" ifade ederek, "İçimize alacaksak Atatürk’ten vazgeçeceksiniz, diğerleri bunun ayrıntısıdır" diyorlar." Yorumunu yapmaktadır. (11.03.2004, Yeni Asya)

    19. Şamil İslam Ansiklopedisi, İst. 1991, Cilt. 4, Milliyetçilik mad.

    20. Dilde de ulusçuluk adına İslam’ın kendine özgü, otantik ve orijinal ibadet dili yerine, Türkçe ibadet ve Türkçe ezan mecbur kılındı. Tuğrul Şavkay "Dil Devrimi" adlı doktora çalışmasında bu yaklaşımı, bütün dillerin Türkçe’den türediğini söyleyen "Güneş Dil Teorisini" detayıyla açıklar.

    21. "Atatürk, ayyıldızlı bayrağı, Osmanlı’yı ve Arap dünyasını çağrıştırdığı gerekçesiyle değiştirmeyi düşünmüş ve bunu dönemin başbakanı Celal Bayar’a söylemişti. Yerine düşündüğü, Göktürklerin bayrağıydı; Mavi ton üzerine profilden görünen yeşil bir kurt." (Can Dündar, Aktüel, 8-14 Kasım 2001)

    22. (Cafer Tayyar Paşa’nın hatıratından Meclis Müzakereleri): M. Kemal Paşa reisliğinde bazı bakan ve mebuslar toplanmışlardır. Sıhhiye vekili Tevfik Rüştü Bey; "Ben kanaatimi millet kürsüsünden dahi haykırırım… Kimseden korkmam! … Teşkilat-ı Esasiyemizde (Anayasamızda) dinimiz apaçık yazılmalıdır". Ben söz aldım ve sordum: "Teşkilat-ı Esasiyede dinimizin İslam olduğu yazılıdır. Tevfik Rüştü Bey! … Hangi kanaati haykıracaksın? …Teşkilat-ı Esasiye’ye apaçık hangi dini yazdıracaksın? …. Hıristiyanlığı mı? İktisat vekili Mahmut Esad Bey söz aldı ve sertçe cevap verdi; "Evet Hıristiyanlığı … Çünkü İslamlık terakkiye manidir!… bu dinle yürünemez, mahvoluruz…. Ve bize, kimse de ehemmiyet vermez". (Abdurrahman Dilipak, Bir Başka Açıdan Kemalizm, İst. 1988, s. 241 vd) Benzer nakilleri Can Dündar (12.11.1995 Yeni Yüzyıl Gazetesi, Atatürk Yaşasaydı….) da yapıyor; "Acaba bugün düşüncelerini yazmaya bile korktuğumuz adam, birkaç yıl daha yaşasa Türkiye farklı bir ülke mi olurdu?" diye soruyor.

    23. Sinan Ülgen, Zaman, 23.08.2002.

    24. Bu durum birçok Avrupalının endişelenmesine yol açıp şöyle diyorlar; "Avrupa yeniden din mi değiştirecek?! En hızlı büyüyen din İslam. Avrupa nüfusu artmıyor, dünyada ve Avrupa’da Müslüman nüfusu artıyor…" (Nakleden, Taha Akyol, Milliyet, 25.2.2004)

    25. "Amerika’ya karşı Avrupa", Al-Hayat, Londra, 12.11.2002.

    26. Bkz. Said Nursi, Sünuhat, Yeni Asya Neşr., İst. 1995, s. 62; Benzer görüş için bkz. Ali Bulaç, AB ve Türkiye, s. 102 vd.

    27. Bir hadisin meali olan yukarıdaki norm, Mecelle madde 2’de; "Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir" şeklinde geçer. Bkz. Medeni Kanun md. 2. ve 3.

    28. Mecelle’nin 30. maddesi olan bu kuralın, açılımı ve dengelenmesi mahiyetindeki kural; 29. maddedeki "Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur" kuralıdır.

    29. "Bir şerr-i cüz’i için hayr-ı kesiri terk etmek şerr-i kesir olur. Onun için, o şerr-i cüz’i hayır hükmüne geçer" (Said Nursi, Sözler, s. 428,) "Şerr-i kalil için hayrı kesir terk edilmez, terk edilirse şer-i kesir olur. Zekat ve cihatta olduğu gibi." (Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, İst. 2000,

    s. 28-29.)

    30. Bu 29. maddenin versiyonları Mecelle’de şöyle yer alır; madde 26: "Zarar-ı âmmı def için zarar-ı has ihtiyar olunur" yani "Genel zararı ortadan kaldırmak için özel zarar ihtiyar olunur". Mecelle madde 27: "Zarar-ı eşed zarar-ı ehaf ile izale olunur" yani; "En ağır zarar, en hafif zararla bertaraf edilir". Mecelle madde 28: "İki fesad tearuz etttikde ehaffi irtikap ile azamının çaresine bakılır" yani; "İki şer karşı karşıya geldiğinde en hafif olanla en büyüğün çaresine bakılır". Osmanlıca metin için Mecelle-i Ahkam-ı Adliye, Ali Himmet Berki, Hikmet Yay. İst. 1982. Sadeleştirilmiş metin için; Sadeleştirilmiş Mecelle, İbrahim Ural, Salih Özcan, FEY Vakfı, İst. 1995’e bakılabilir.

    31. Bu konuda detaylı bir çalışma için bkz. "Plüralist Hukuk Felsefesi ve Bediüzzaman", Ömer Faruk Uysal, Köprü, Bahar 2000, No: 70.

    32. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, Sahir Erman, Ceza Hukuku, Cilt I., Filiz Kitabevi İst.1985, s. 116 vd.

    33. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Cilt. 2., Köksal Yay., İst. 2001, s. 14 vd.

    34. Ali Bulaç, İslam ve Demokrasi, İz. Yay., İst. 1995, s. 161 vd.

    35. Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı, Cilt. I, Yeni Asya Neşr. İst. 2003, s. 300-301.

    36. Ali Bulaç, AB ve Türkiye, s. 49.

    37. Her ne kadar 1985 değişikliğiyle "kutsal" ibaresi kaldırıldıysa da, diğer ibareler durduğu gibi, kutsallık da lafzen değilse de ruhen devam etmektedir.

    38. Bu metafizik ve alternatif din yaklaşımı çok değişik şekillerde tezahür etmiştir. Kenan Evren’e göre; "Atatürk bizim tabumuzdur". Celal Bayar’a göre; "Atatürk’ü sevmek milli bir ibadettir". Abdurrahman Dilipak, Bir Başka Açıdan Kemalizm adlı kitabının 375. sayfasında ve devamında; "Tanrılaşan Türk Atatürk" kimi çevreler Atatürk’ü daha sonra tanrılaştırmak istediler. Adına mevlidler yazıldı. Özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra bu yöndeki çabalar arttı. Anıtkabiri kâbe yapmak isteyenler oldu. Özellikle dinde reformcular Türk’ün yeni dini olarak Kemalizmi öne sürüyorlardı. Daha sağken bu yönde öneriler olmamış değildi. Türk’ün yeni Amentüsü ve 54 farzı çıkartılmıştı….Atatürk gaybı biliyor. Uzakları görüyor. Yoktan varediyor ve insanlara yeni bir şeriat vazediyordu" diyor ve pek çok örneği bizzat Kemalist kaynaklardan aktarıyor.

    39. Ali Bulaç, AB ve Türkiye, s.161.

    40. A.g.e., s. 247.

    41. Bkz. Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşr., İst. 1996, s. 52.