Köprü Anasayfa

Avrupa Birliği

"Kış 2004" 85. Sayı

  • Batı'nın ve Batılılaşmanın Yeni Yüzü: Avrupa Birliği

    The New Facet of The West and The Westernization: European Union

    Feyzullah Cihangir

    "Şeriat-ı Ahmediye’nin tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet,
    medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir.
    Onun menfi esasları yerine, müsbet esaslar vaz eder."

    —Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, s. 61.

    Giriş

    Andrew Neidermann’ın aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan "Devil’s Advocate" (Şeytanın Avukatı-1997) adlı filmde geleneksellikten modernliğe, yerellikten küreselliğe adım atmanın bireyi, aileyi ve bunların sahip olduğu değerleri dönüştürme gücü işlenmişti. Filmde Gainesville adlı küçük yerleşim biriminde başarılı, gururlu ve hırslı bir avukat olan Kevin Lomax’ın (Keanu Reeves)1 hayatı, aldığı bir davada müvekkilinin haksızlığından emin olması ve aynada ruhuyla yüzleşmesinden sonra başlayan soyut anlatımla birlikte büyük dönüşüm geçirmişti. Aynada yüzleşme sahnesinden sonra imgeli anlatımın başladığı filmde Lomax kendini davayı kazanmış olarak görür. Bu büyük başarısı, merkezi modern ve küresel bir şehir olan New York’ta bulunan Milton Chardwick Waters adlı uluslararası hukuk şirketinden iş teklifi almasına neden olur. Devasa binalar, büyük iş merkezleri, medyanın yoğun ilgisi, kariyer, eğlence, şöhret ve paranın egemen olduğu New York Lomax ve eşinin başını döndürür. Bu şehirde sahip oldukları hayat standartlarıyla amaçlarına ulaştıklarını düşünürler. Lomax’ın olağanüstü iş performansı, medya ile ilişkileri, siyasiler ve iş adamları ile yakın diyaloğu zamanla karısı ile olan bağlarının gevşemesine neden olur. Bu arada şirketin sahibi olan John Milton (Al Pacino)2 da Lomax’ı avucunun içine almıştır. Ancak Lomax’ın bunu geç fark etmesi pahalıya mal olur. Çünkü Milton Lomax’ın aile düzenine de el atmıştır. Lomax’ın eşi bizzat John Milton’un kurgusu üzerine şirketin çalışanlarının eşleri tarafından tüketim kölesi haline getirilmiş, ev dekorasyonu, giyim, yeme-içme kültürü gibi baş döndürücü, cazibedar yenilikler Bayan Lomax’ı zamanla ruh hastası haline getirmiştir. Bu yüzden ruhunun sıkıldığını ve Gainesville’e geri dönmek istediğini sık sık tekrarlamaya başlar. Yeni hayat tarzına ayak uyduramayan Bayan Lomax zaman zaman halüsinasyonlar görmeye başlayınca bir akıl hastanesine yatırılır ve burada intihar ederek yaşamına son verir. Bayan Lomax’ın ölümünden sonra Kevin’ın muhafazakar bir Hıristiyan olan annesi Kevin’ın yaşamını alt üst edecek bazı olaylardan söz eder. Buna göre Milton, Kevin’ın öz babasıdır ve Anne Lomax bu "hakikat"ı Milton’dan çekindiği ve korktuğu için gizlemiştir. Bu haberi alan Kevin, Milton’un yanına gider ve John Milton’un "şeytan" olduğunu, Kevin’ın başarı ve kariyer öyküsünün bizzat Milton tarafından kurgulandığını öğrenir. Bu yüzleşmeden sonra Milton Lomax’tan tek isteği olduğunu söyler: "Kevin’ın kanını taşıyan bir çocuk vasıtasıyla neslini devam ettirmek." Zira Milton, Chardwick Waters’un başına Kevin’ı getirip sistemini devam ettirmeyi düşünmektedir. Kevin bu öneriyi özgür iradesini kullanarak3 geri çevirir ve intihar eder. Kevin’in intihar etmesiyle birlikte Milton ve düzeni yok olur. Çünkü sistemin beka imkanı Kevin’ın Milton’un önerisini kabul etmesine bağlıdır. Milton’un sisteminin yok olmasından sonra başa dönen filmde Kevin başına gelebilecekleri bu bireysel tecrübeyle öğrendiği için şöhret, kariyer ve parayı terk etme pahasına davadan çekilir. Diğer insanlar Kevin’ın bunu niye yaptığını anlayamazlar ama Kevin artık uyanmıştır. Sistemin çarklarının dönmesine yarayan "onursuz" bir vida olmak yerine, onuruyla yaşamayı tercih eden mütevazı bir insan olmayı tercih etmiştir.

    ***

    Kevin Lomax’ın içine girmiş olduğu sisteme ne ad verirsek verelim dünya siyasetinin, ekonomik dengelerin, uluslararası ilişkilerin ve bunlara bağlı olarak insanlık değerlerinin Lomax’ın yaşadığı tecrübe ile çok benzer olduğunu söylemek mümkündür. Yerellikten modernliğe, modernlikten de küreselliğe geçiş sürecinde bireylerin ve ulusların bir sistemin temel mantığına göre dönüşüme uğraması, sistemin kendi değerlerine uygun şekilde yayılmasını kolaylaştıran argümanları üretmesi modern dünyanın oluşum sürecindeki siyasal, kültürel ve ekonomik değişikliklerle benzerlikler taşımaktadır. Batı Avrupa’da ortaya çıkan, oradan Kuzey Avrupa’ya yayılan, 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin zayıflamasıyla birlikte de Balkanları, Afrika’yı, Ortadoğu’yu ve Asya’yı da etkisi altına alan sosyo-kültürel, ekonomik ve siyasal değişiklikler ulus devletlerin egemen olduğu, Avrupa merkezli bir dünyayı meydana getirmiştir. Yerellikten modernliğe ve küreselliğe geçişi ifade eden bu değişimi yönlendiren ana dinamik ise insanlığın yaklaşık son 400 yıllık tarihine damgasını vurmuş olan ulus devlet olgusudur.

    Ulus devlet belirli sınırlara sahip toprak parçası üzerinde mutlak egemenliğe sahip olan kurumu ifade etmektedir. Bu devletler belirli toprak parçası üzerinde bağımsız ve otonomdurlar. Bu sınırlar içinde belirli bir düzeni oluşturabilmek için meşru ceza yetkisine sahiptirler. Ayrıca toplum üzerindeki meşruiyetini sağlayabilmek ve otoritesini devam ettirebilmek için insanların belli bir türdeşliğe getirilmesi ulus devlet modelinde önemli bir unsurdur. Bu yüzden ulus devletlerin doğumu ve gelişmesi yaşamı, toplum anlayışını, devlet-birey ilişkilerini, ekonomiyi ve uluslararası ilişkilerin niteliğini büyük ölçüde etkilemiştir. Öyle ki, ulus devlet modeline geçiş Avrupa’nın Hıristiyan kimliğinde önemli dejenerasyon yaparak, kıtayı birbirinden bağımsız birçok devletin yer aldığı bir arenaya çevirmiştir. Ulus devletlerin Avrupa ve diğer coğrafyalar için bir diğer önemi, bu devlet modellerinin Avrupalıların ekonomik zenginliğinde önemli rol oynamış olmaları, sermaye birikimini ve ekonomik çıkarı arttırmayı öngören politikalarla büyümeyi bizzat yönlendirmeleridir. Bu süreçten sonra da dünya ekonomisinin ve siyasetinin bizzat yönlendiricisi olmuşlardır.

    18. yüzyıldan itibaren ulus devlet modelli Avrupa’nın dünya siyasetinde tek söz sahibi haline gelmesi, Avrupa’nın ulaşmış olduğu ekonomik, teknik ve bilimsel seviye, bu seviyenin vaat ettiği cazibedar yaşam standartları dünyanın diğer coğrafyalarındaki Avrupa hegemonyasının önemli unsurlarından birisi olmuştur. İlerleyen yıllarda Avrupa’nın maddi yönden gelişmesine neden olan reform, aydınlanma, hümanizm, laikleşme, ekonomik, kültürel ve siyasal modernite gibi olgular zihinlerde evrensel norm haline gelmiştir. Sanatta, fende, teknolojide, sosyal bilimlerde, tüketim alışkanlıklarında, imajda kısaca hayata nüfuz eden her alanda Avrupa medeniyeti merkeze yerleşmiştir ve inşa edici bir rol oynamıştır.

    Batı Avrupa’nın kendine özgü sosyo-kültürel süreci içinde ortaya çıkan ulus devlet olgusu 20. yüzyılla birlikte globalleşmiş ve dünyanın hemen hemen her bölgesine ulaşmıştır. 20. yüzyıla kadar Doğu’nun siyasal istikrarını elinde bulunduran ve kontrol eden Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecine girmesinde ulusal hareketlerin oynadığı rol göz önüne getirilirse, İslam dünyasında da uluslaşma sürecinin yeni baştan inşa edici rol oynadığı kolaylıkla görülebilecektir. Çağlar Keyder’in belirttiği gibi Osmanlı Devleti’nin dağılışında doğrudan rol oynayan etkenlerden birisi, Avrupa kapitalizmi ile bütünleşmeye çalışan ulusal hareketlerin ortaya çıkması ve devletin bu siyasal sürecin önüne geçememesidir.4 Hint Hilafet Hareketinin öncülerinden olan Muhammed Ali’nin hilafetin kaldırılmasından sonra söylemiş olduğu, "Allah insanı yarattı, Şeytan da ulusu" sözü uluslaşma sürecinin dünya düzleminde ne kadar inşa edici rol oynadığını izah etmektedir.5 Modern dünyayı doğuran ve Avrupa hegemonyasını devam ettiren temel unsur ulus devlet olgusudur.

    Avrupa’nın ve Avrupa’yı oluşturan sosyo-kültürel ve ekonomik dinamiklerin insanlığın neredeyse son beş yüz yıllık tarihine damgasını vurması, bu coğrafyanın iç dinamiklerine göre sürekli değişmesinin, halden hale girmesinin, siyasi, bilimsel, ekonomik, dini ve kültürel hareketlerin ürünüdür. İlber Ortaylı’nın deyimiyle birbirinden farklı onlarca etnik kökenden oluşan, ortak dili, dini ve kısmen kültürü olmasına rağmen sürekli savaşan, çatışan, bölünen, ihtilal çıkaran Avrupa, diğer coğrafyalardan daha önce değişimin farkına varmış, değişime müdahale etmiştir. Tarih tecrübesinden ötürü insan fıtratına güvenmemiş, insan sevgisini, fikir özgürlüğünü, bireysel girişimi, siyasal yapılanmayı kurumsallaştırarak güvence altına almıştır.6

    Avrupa tarih boyunca savaşlara, rekabete, ihtilallere, etnik ve dini farklılıklara sahne olmuş karmaşık bir tarihsel olgudur. Bu yüzden Avrupa dediğimiz zaman tek bir olgudan bahsetmediğimiz ifade edilmelidir. Bu bağlamda Bediüzzaman’ın 1920’li yıllarda Avrupa’yı oluşturan medeniyet ve zihni yapıyı "Avrupa ikidir"7 şeklinde sınıflandırması ve bu tasnifinde Avrupa’nın dünya genelinde yapmış olduğu zulüm ve sömürgecilik gibi olumsuzluklar içinden müsbet manalar ifade eden bir Avrupa görebilmesi, Avrupa’nın heterojen kültürlü, değişken, fenalıkları ve güzellikleri aynı anda bünyesinde barındıran karmaşık bir medeniyet olduğunu öğretmektedir. Bu tanım Doğu’nun bütün sıkıntılarının bizzat içinde olan, düşünen, çözüm üreten aksiyoner bir İslam aliminin Avrupa görüşüdür. Batı’dan birisi olan Edgar Morin de Bediüzzaman’ın karmaşık yapılı, zıtlıkları bünyesinde barındıran Avrupa tanımına yakın bir tanımda bulunur. 1987 yılında yazdığı "Avrupa’yı Düşünmek" adlı eserinde Avrupa tanımı yapmanın zorluğuna dikkat çekerek, hukukun yanında hukuksuzluğun ve kaba kuvvetin, demokrasinin yanında zulmün ve istibdadın, maneviyatçılığın yanında maddeciliğin Avrupa kültüründe yer aldığını belirtir.8 Bu yüzden Avrupa’yı soğukkanlı bir şekilde değerlendirmek, cazibesine kapılmadan sorgulamak, hangi siyasal, ekonomik ve kültürel aşamalardan geçerek dünyayı inşa ettiğini belirlemek önemlidir. Çünkü yaşamın hemen her alanında Avrupa’yı oluşturan medeniyetin etkileri hissedilmektedir. İkinci olarak, Avrupa medeniyetinin ve modern dünyanın en önemli unsurlarından birisi olan ulus devletli Avrupa modelinin aşınmaya uğradığı bir zaman diliminde, bu değişimin Batı’nın hangi yüzünü yansıttığını belirlemek, tarihsel ilerlemenin hangi yönde olduğunu ortaya koymak bakımından faydalı olacaktır. Dünya savaşlarından sonra Batı’nın tek bir blok olmaktan uzaklaştığı, insan hakları ve demokratikleşmeyi ön plana çıkaran kurumsallaşmanın hangi Avrupa’yı temsil ettiği sorgulanmalıdır. Burada Bediüzzaman’ın iki siyasi öngörüsü ve tarihsel ilerleme anlayışı ana ekseni oluşturacaktır. Birinci eksen Sünuhat’taki "Şeriat-ı Ahmediye’nin tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfi esasları yerine, müsbet esaslar vaz eder"9 şeklindeki tarih ve medeniyet yorumudur.

    İkinci eksen ise Bediüzzaman’ın İkinci Dünya Savaşından sonra dünya genelindeki zihniyet değişimi ve bu değişimin insanlık değerlerini esas alan, barışı tesis eden yeniliklerin öncülü olacağı şeklindeki yorumudur. Dünya savaşlarının bütün dünyada neden olduğu kan, gözyaşı, tahribat gibi negatif etkilerin zihniyet değişimine neden olduğuna, dünya hayatının faniliğini ön plana çıkardığına işaret eden Bediüzzaman’a göre insanlığın bundan sonraki asıl hedefi ebedi mutluluğu aramak olacaktır.10 Bu iki eksen göz önüne getirildiği takdirde şöyle bir sonuca ulaşabiliriz: Bediüzzaman’a göre Batı medeniyeti denilen tarihsel olgu kendi kendini eleştirerek, menfiliklerinden arınarak, yani geçmişinden ders alarak dönüşecektir. Bu değişim yine Batı merkezli olacaktır. Ancak ilerleme "hak ve hakikat" ekseninde olacak ve yavaş yavaş gerçekleşecektir. İkinci olarak dünya savaşlarından- özellikle ikinci dünya savaşından- sonra Batı’daki büyük değişime dikkat etmek gerektiğidir. Batı’nın tek bir blok olmaktan uzaklaştığı bu dönemde insan hakları, demokratikleşme, özgürlük, sosyal ve ekonomik adalet gibi ilkelerin Batı merkezli siyasal gelişmelerden ötürü yavaş yavaş evrensel ilkeler haline gelmesi ve yatay şekilde dünyanın diğer coğrafyalarında da bu ilkelerin etkilerinin hissedilmesi Batı medeniyetinin geçmişinden farklılaştığının işaretidir. Bu yüzden öncelikle Avrupa’nın tarih içinde geçirdiği değişime ve Avrupalılık olgusunun tarihte ne ifade ettiğine dikkat çekmek gerekmektedir. Ardından, Avrupalıların başlattığı iki dünya savaşından sonra Avrupa Birliği dediğimiz entegrasyonunun Avrupa’yı ne hale getirdiği, bu entegrasyonun kıta genelinde neleri değiştirdiği, hukuki ve siyasal değişimin Avrupa’nın hangi yüzünü yansıttığı işlenecektir. Son olarak, henüz tamamlanmamış bir entegrasyon olan AB’nin devletlerarası ilişkileri ve iç hukuku nasıl etkilediğini görmek için Türkiye-AB ilişkilerine göz atılacak, bu ilişkilerin Türkiye’ye neler getirdiği, neler götürdüğü ortaya konmaya çalışılacaktır. Böylece "Batı’da bir değişim var mı?" şeklindeki sorunun sağlaması Türkiye-AB ilişkileriyle ortaya konmaya çalışılacaktır.

    A- Tarih İçinde Avrupalılık Olgusu

    Avrupa sözcüğü en genel anlamıyla coğrafi, siyasi, kültürel ve ekonomik bir alan olarak ifade edilmektedir. Ancak modern dünyanın kurulmasında oynadığı etkin rol Avrupa’nın yalnızca bu unsurlarla ifade edilemeyeceğini göstermektedir. Avrupa’nın kökenlerine ilişkin en çok kabul gören görüş bu coğrafyanın ve medeniyetin Yunan-Roma, Hıristiyanlık ve Yahudilik geleneklerinin ortak sentezi olduğudur. Avrupa sözcüğünün kökeni de Yunan mitolojisinden mülhemdir. Mitolojiye göre Europa, eski Fenike bölgesinde (bugünkü Lübnan) Sur şehri kralı olan Agenor’un kızıdır. Zeus Europa’ya aşık olur ve O’nu Girit adasına kaçırır. Zeus’tan bir sürü erkek evladı olan Europa bir süre sonra Girit Kralı ile evlenir ve bir daha Ege Denizinin doğusuna düşen anayurduna dönmez. Avrupa sözcüğü mitolojideki bu anlamından sıyrılarak zamanla bir coğrafya ve bir mekan anlamına dönüşür. Europa, bütün Yunan hinterlandını ifade ederken, Yunan kolonilerinin yayılmasıyla birlikte Yunanistan’ın kuzeyi ve batısı da Avrupa (Europa) adıyla anılmaya başlanır.11

    Avrupa kelimesinin coğrafi anlamını aşarak, siyasal ve kültürel anlam ifade etmesi ve Hıristiyanlıkla neredeyse özdeşleşmesinde Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı resmi din haline getirmesi önemli rol oynamıştır. Roma’nın Hıristiyanlığı kabul etmesiyle birlikte bütün Avrupa’da Hıristiyanlık hızla yayılmaya başlamıştır. Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı resmi din haline getirmesiyle birlikte Yunan mitolojisinden kaynaklanan ritüeller ile Hıristiyan öğretiler birleşmiş ve ortaya yeni bir sentez çıkmıştır. Bu sentez Hıristiyan kimliği ön plana çıkarmış ve kıtayı "Hıristiyan ülkesi" (Christendom) haline getirecek koşulları oluşturmaya başlamıştır.

    Germen kavimlerin kuzeyden güneye, doğudan batıya doğru Roma İmparatorluğu sınırlarına saldırması ve neticede Batı Roma İmparatorluğunun dağılması bile Roma-Hıristiyan sentezini ortadan kaldıramamıştır. Roma eyaletlerinin birçoğunda Cermen Krallıklarının kurulmasına rağmen Roma-Hıristiyan medeniyeti Müslümanların Akdeniz’i bir "Müslüman Gölü" haline getirmesine kadar varlığını ve üstünlüğünü devam ettirmiştir. Roma medeniyetini oluşturan kilise, dil, kurumsal yapılar, ekonomik zihniyet ve hukuk Roma’nın dağılmasından sonra bile devam etmiştir. Henri Pirenne’in deyimiyle Roma uygarlığı, Roma egemenliğinden çok daha uzun sürmüştür.12

    Avrupa’nın ekonomik ve siyasal gücünü devam ettiren, doğu-batı arası ulaşım, ticaret ve haberleşmeyi sağlayan Akdeniz’in 8. yüzyıllardan itibaren Müslümanların kontrolüne geçmesi Avrupa tarihinde ve bilincinde bir dönüm noktası olmuştur. Avrupa’nın doğusu ile batısını yakınlaştırma işlevi gören Akdeniz, bundan böyle doğu ve batıyı ayıracaktır.13 Akdeniz hakimiyetinin Müslümanların eline geçmesi Avrupa’nın merkezini batıya doğru kaydırmıştır. Bu dönemden itibaren kendi içine kapalı, dış ilişkilerden kopuk, dış pazarları olmayan, kendine yetecek kadar üreten bir Avrupa ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Şarlman’ın Roma İmparatorluğu mirası üzerine kurulan Kutsal Roma İmparatorluğunun başına geçmesi (800) Avrupalılığın oluşumunda önemli bir aşama olarak kabul edilir. Şarlman ile birlikte Avrupa’da yeni bir kültürel ortam doğar. Bu dönemde Şarlman kilise ile sıkı bir ilişki kurar ve dil, edebiyat, örf ve adetler, kurumlar ve devlet yapılanması kilise öğretilerine uydurulur.14 Akdeniz coğrafyasında ekonomik ve siyasal üstünlüğünü kaybeden Avrupa Hıristiyanlığa sarılır. Henri Pirenne Akdeniz üstünlüğünü kaybeden Avrupa’nın içe dönmesini ve yeniden yapılanmasını "Hz. Muhammed olmasaydı Şarlman düşünülemezdi"15 şeklinde ifade eder. Hıristiyanlaşma sürecinin en önemli delili kıta üzerindeki bütün otorite birimlerinin (İmparatorluk, Katolik Kilisesi ve çok sayıdaki yerel otoritelerin) kendilerini Hıristiyanlık Ülkesi’nin (Respublica Christiana) bir parçası olarak tanımlamalarıdır.16 Bütün Ortaçağa hakim olan zihniyet de aşağı yukarı budur: Avrupa kimliğinin Hıristiyanlıkla özdeşliği. Bugün Avrupa Birliğinin "Hıristiyanlar Birliği" olması gerektiğini savunanların düşünsel temelleri de bu dönemden beslenir. Bu görüşe göre Avrupa’nın bu dönemi Avrupa’nın ve Avrupalılığın altın çağıdır.17

    Akdeniz üzerindeki hakimiyetini kaybeden Avrupa’da ticari faaliyetlerin zaruretten ötürü kuzeybatıya kayması, ekonomik faaliyetlerin yeni görünüm kazanmasını sağlamıştır. Bu dönemde Avrupa kara ticaretine ağırlık vermiştir. Edgar Morin’in deyimiyle Avrupa ekonomisi artık suya bağlı olmaktan çıkmıştır, zaruretler kara ticaretini ortaya çıkarmıştır.18 Bu tarihi dönüşüm yeni siyasal ve toplumsal düzeni oluşturacak olan feodal sistemin ortaya çıkmasını geciktirmemiştir.19 Feodal düzen ile birlikte de toplumun ve ekonominin temelini belirleyen temel etkenlerden birisi toprak sahipleri olacaktır. Bu dönüşüm imparatorluk sınırları içinde prenslik, baronluk, lordluk gibi yüzlerce yerel otoritelerin doğmasına yol açmıştır. Uzun bir süre Avrupa köylüleri toprak sahibi soyluların ve mutaassıp kilisenin baskısı altında yaşayacaklardır. Bu dönemde Avrupa bireyi neredeyse bir hiçtir. Feodal toplum düzeni ancak 18. yüzyıldaki siyasal gelişmelerden dolayı tamamıyla çözülecektir.20

    Avrupa’da 10. yüzyıldan itibaren kültürel ve ekonomik hayatta canlanmalar, ilerlemeler görülür. 11. yüzyılda Müslüman-Hıristiyan savaşını oluşturan Haçlı Seferleri başlar. Bu savaşlar hem kilisenin Avrupa bireyi üzerindeki etkisini, hem de Avrupalıların toparlanma sürecine girdiğini, yeni arayışlar içinde olduklarını göstermektedir. Kendi kabuğundan çıkan, yeni pazarlar arayan Avrupa’nın en büyük ötekisi İslam’dır. Bu dönemden itibaren Avrupa’da toplumsal ve ekonomik yapı yeni bir sürece girecektir. Bu değişimde Haçlı Seferleri sonunda tekrar canlanan doğu-batı ticareti önemli bir rol oynamıştır. Avrupa’nın güneyinde (İtalyan Cumhuriyetlerinde) örnekleri görülen ticaret şehirlerinin doğu-batı ticaretini tekrar canlandırması ve Akdeniz’i kontrol altına almaya başlaması üzerine ekonomi canlanmıştır. Güney Avrupa’daki girişimciler yavaş yavaş Avrupa’nın diğer bölgelerine yatırım yapmaya başlayınca yepyeni bir toplumsal yapıya doğru ilerleme başlayacaktır. Üretim ve ticaret canlanır. Feodal sistemin içe kapalı ekonomisi, yerini büyük fuarların bünyesinde oluşan pazar ekonomisine bırakmaya başlar. Avrupa’da sermaye rekabetinin ilk belirtileri ortaya çıkar. Ekonomi tarihçisi Henri See bu gelişmelerin sermayeciliğin ve seri üretim ekonomisinin ilk belirtileri olduğunu ifade etmektedir.21 Bu gelişmeler Avrupalıları çok daha canlı bir yaşam tarzının içine itmiştir. Artık üretim yalnız yerel değildir, dış pazarlara yönelme başlamıştır. Ekonomik gelişme, günlük hayatta ve toplumsal sınıflarda değişiklikler yapmaya başlayacaktır. Toprağa bağlı yaşam tarzı değişmeye başlamış, feodal sistemin katı yapısı yerini daha esnek modellere bırakmıştır. Ticari kentler hızla artmaya başlamıştır. Bu kentlerin yaşam standartları ve değer yargıları kentlerde yaşamayan köylüleri cezbetmiş ve buraların da yaşam standardını değiştirmiştir. Ekonomik gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan ticari kentler Avrupa’nın ve Avrupa bireyinin değişiminde itici rol oynamıştır. Bu kent kültürleri, toplumsal değişmenin hem öncüsü, hem de belirleyicisi olmuşlardır. Özellikle ortaya çıkan tacir sınıfı kilise ile sürdürülen geleneksel ilişkilerin değişmesine neden olmuş ve kendilerine ait bir yaşam standardı oluşturmuşlardır. Yani Avrupa tacirlerin ve ekonomik gelişmelerin neticelerine bağlı olarak değişmeye başlamıştır.

    Avrupa 15. yüzyıldan itibaren yeni bir sürece girmiştir. Bu dönemden itibaren yaşanan gelişmeler Ortaçağ Avrupasının sosyo-kültürel yapısını dönüştürerek yepyeni bir Avrupa üretmiştir. Öncelikle imparatorluklar çözülme sürecine girmiş ve ulus-devletlerin temeli kabul edilen krallıklar ve hanedanlıklar bu dönemden itibaren tüm Avrupa’da yayılmaya başlamıştır. Papalık ve İmparatorluk evrensel otoritelik vasıflarını yitirmiş ve yetkilerini ileride ulus devletlere dönüşecek olan krallıklara devretmişlerdir.22 Bu büyük dönüşüm yalnızca yönetimdeki otorite değişikliği olgusu ile açıklanamaz. Birbirini besleyen birçok faktör mevcuttur. Bunlardan en önemlileri Hümanizm, Rönesans ve Reform sonrası ortaya çıkan laikleşme, coğrafi keşifler ve sonrasında elde edilen dev sermaye, bilimsel yenilikler, Aydınlanma Hareketleri ve Endüstri devrimleridir. Ancak imparatorlukların çözülmesi ve kilisenin ulusallaştırılması, bu olgunun da tüm Avrupa’ya yayılması, geleneksel otoritelerin ortadan kalkmasına, toplumsal sınıfların yeni yüz kazanmalarına neden olduğu için değişime ivme kazandıran motor güç ulus devlet olgusudur.23

    Avrupalılığın şekillenmesinde dönüm noktalarından birisi Hümanizm, Rönesans ve Reform hareketleri sonucunda Avrupa’da Katolik kilisesinin otoritesinin sarsılmasıdır. İtalya’da ortaya çıkan düşünsel ve bilimsel ilerlemeler ticaret ve matbaa vasıtasıyla Avrupa’nın diğer bölgelerine de yayılmıştır. Bu zihinsel canlılık Avrupalıların insanın eylemci vasfını keşfetmelerine, kilise öğretileri dışındaki düşüncenin gelişmesine neden olmuştur. Reform ile birlikte milli kiliseler kurulmaya başlamış ve kilise geleneksel etkinliğini yitirerek ulusun ve devletin hizmetine girmiştir. Bu değişim Avrupalıların kimlik oluşum sürecinde çok önemli bir aşamadır. Katolik Kilisesinin bireysel girişimi, mal biriktirmeyi, özgür düşünceyi kısıtlayan uygulamaları, yerini bireysel girişimi ve kâr etmeyi, kapitalist ekonomiyi destekleyen Protestanlığa bırakmıştır. Protestanlığın aşağı yukarı bütün mezheplerinde kazancın kutsallığına atıf yapan görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır.24 Bundan böyle Avrupalılar bireysel girişiminde "kilise baskısı" gibi sermaye birikimini engelleyen bir baskı mekanizmasıyla karşılaşmamışlardır. Ekonomi zihniyeti Katolik öğretiden arındırılmıştır. Tabii ki, Avrupalı birey de kilise ile olan bağlarını iyice gevşetmiştir.

    15. yüzyılın sonlarında başlayan coğrafi keşifler ve Avrupalıların denizaşırı genişlemesi Avrupalılık olgusunun yeni anlamlar kazanmasına neden olan önemli faktörlerden birisidir. Coğrafi Keşiflerden sonra sermaye birikimi, sömürgeciliğin devamını sağlayan kurumsallaşma ve deniz aşırı ticari faaliyetler Avrupa’lı devletlerin güç ve hakimiyeti üzerine kurulu bir dünya düzenine neden olmuştur. 16. yüzyıldan itibaren görülen sömürgecilik ve deniz ticareti sayesinde Uzakdoğu ve tropikal bölgedeki ülkelerden elde edilen -özellikle gümüş ve altından- çok yüksek miktarda sermaye Avrupa piyasalarına girmiştir. Portekizlilerin ve İspanyolların başlattığı Okyanus Seferleri ve bu seferler sonucunda elde edilen yüksek kâr, Avrupa sermayesinin ve zenginliğinin önemli kaynaklarındandır.25 Kolonyal ticaret anayurdu zenginleştirmiş, Avrupa tüccarlarının servet edinmesine neden olmuştur.26 Bu ekonomik zenginlikten sonra Avrupalılık olgusu küresel nüfuz ve kültürel üstünlük iddiasıyla birlikte şekillenmeye başlayacaktır.

    Avrupa’da Rönesans, Reform ve denizaşırı genişlemeden sonra Avrupalılık, yalnızca Hıristiyanlıkla açıklanan bir olgu olmaktan uzaklaşmıştır. Toplumsal yapının çözülmesine paralel olarak Avrupalılar kendilerini Hıristiyan kimliğinden farklı şekillerde de tanımlamaya başlamışlardır. Artık Hıristiyanlığın yanında dünyevi tanımlamalar da yer almaya başlayacaktır. Bu değişim ulus devlet yapılanmalarının iyice yaygınlaştığı bir döneme rastlamaktadır. Kimlik tanımlamada Hıristiyanlığın yanında Avrupa terimi bu dönemde kullanılmaya başlanmıştır. İlkin Batı Avrupa bölgesinde kullanılan Avrupa terimi zamanla Doğu Avrupa’yı da içine almıştır. 1630-1660’lı yıllarda Hıristiyan dünyası yerini Avrupa sözcüğüne terk etmiştir.27 Avrupa sözcüğü de zamanla dönüşecek ve "Medeniyet" (uygarlık) terimiyle ifade edilmeye başlanacaktır. 1766’da basılan bir kitapta uygarlık (civilisation) kelimesi ilk defa kullanılır. Bu kelime fikri, teknik, ahlaki ve içtimai terakki (din dışı terakki) manasında kullanılmıştır. Kelimenin ifade ettiği anlamları da Avrupalılar inhisarları altına almışlardır.28 Avrupa ekonomisinin 1800’lü yıllardan itibaren küreselleşmeye başlaması ise Batı uygarlığı kavramının dünya genelinde yaygınlaşmasını ve Avrupalıların bunu siyasal hegemonya vasıtası olarak kullanmalarına kolaylık sağlamıştır.

    Avrupa ekonomik yönden güçlendikçe kendi içinde de kültürel değişmeler yaşamıştır. 19. yüzyıldan itibaren İngiltere’nin siyasi ve ekonomik egemenliği altında yaşayan Avrupa, serbest ticaret rejiminin yaygınlaşmasıyla birlikte toplumsal yaşamda, aile düzeninde, işgücünün organizasyonunda, kentleşmede, tarımsal yapılarda büyük dönüşüm yaşamıştır. Bu dönem "yaşamda devrim" (revolution of life) olarak adlandırılmaktadır.29 Kendi bünyesinde sanayileşmeye paralel olarak geçmişi ile bağlarını koparan Avrupalılık, Doğu’da hakimiyet, hükmetme, üstünlük imajıyla ortaya çıkmıştır.

    Buraya kadar çerçevesi çizilen dinamiklere göre doğmuş olan Avrupalı, değişen siyasal dengeler, uluslararası rekabet, yeni pazar ve sömürge arayışı, doymak bilmez iştah, ötekileştirme siyaseti ve milliyetçilik gibi nedenlerden ötürü 20. yüzyıla, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş şekilde kan dökülen, kültürleri mahveden, asker sivil ayrımını ortadan kaldıran, hak, özgürlük, insanlık gibi değerleri hiçe sayan iki büyük savaşı sığdırmıştır. Popüler ulusal kinlerin ilk defa bir politika aracı olarak kasıtlı bir biçimde alevlendirildiği, yalnız askeri kuvvetler arasında cereyan etmeyen, düşmanın her ferdini cezalandırmayı amaç edinen küresel vahşet ortaya çıkmıştır.30 Bediüzzaman, bu iki büyük savaşı Avrupalıların kimlik oluşum süreci çerçevesinde yorumlar. 20. yüzyıla kadar ki siyasal, kültürel ve sosyal çatışmalardan oluşan Avrupa medeniyetinin (Avrupalılık olgusunun) günahının sevabını aştığını belirten Bediüzzaman, bütün dünyayı kana bulayan dünya harplerinin bu medeniyetin sosyal patlaması olduğunu ifade etmektedir.31 Yazının bundan sonraki kısmı Batı medeniyetinin sosyal patlaması olarak değerlendirdiğimiz dünya savaşlarının Batı’yı nasıl etkilediği, insanlığa neler getirdiği üzerinedir. Burada temel çıkış noktamız Bediüzzaman’ın İkinci Dünya Savaşının dünya genelinde zihinleri sarstığı, bu afetten sonra insanlığın ebedi mutluluk arayışı içine gireceği yönündeki yorumu olacaktır.32 Bu sebeple dünya savaşları sonrasında ortaya çıkan siyasi tabloların, hukuki gelişmelerin ve entegrasyon projelerinin bu değişime yaptığı katkılara dikkat çekilecektir.

    1. Uluslararası İlişkilerde Değişim ve Avrupa

    Avrupa’da 15. yüzyıldan itibaren "Hıristiyan Birliği"nin (Respublica Christiana) çözülmesine paralel olarak ortaya çıkan ulus devletler, ana eksenini "güç dengesi"nin oluşturduğu anarşik uluslararası ilişkilerin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Ulus devlet egemenliğinin her otoritenin üzerinde, kendi başına bir birim olduğu bu sistemde uluslararası ilişkiler daha fazla güce sahip olan devletin kontrolünde gelişme göstermiştir. Askeri ve ekonomik alanda güçlü olan devletler diğer devletler üzerinde ekonomik ve siyasi hakimiyet kurmuşlardır. Bu yapı Avrupalıların uluslaşma, dinsizleşme ve sömürgeciliğiyle eş zamanlı gelişmiş ve Avrupa’nın global hakimiyeti ile sonuçlanmıştır. 19. yüzyılda İngiltere devletlerarası ilişkileri yönlendiren güç olmuştur. Dünya savaşları ise bu güçler dengesinde kırılma olmasına neden olmuştur. Birinci Dünya Savaşından sonra ağırlığı hissedilmeye başlayan ABD İngiltere’nin yerini alarak merkezi bir konum edinmiş, devletlerarası ilişkileri yönlendiren süper güç haline gelmiştir. Dünya savaşlarının güçler dengesi konusunda yaptığı bu dönüşümün yanısıra uluslararası ilişkilerde barışın tesis edilmesi yönündeki girişimleri hızlandıran bir etkisinin olduğu da görülmektedir.

    2. İki Dünya Savaşı Arasında Evrensel Barış Girişimleri

    Birinci Dünya Savaşından sonra devletlerarası ilişkilerin savaşı önleyici ve barışı tesis edici bir eksene oturtulması amacıyla kurulan Milletler Cemiyeti (1920) insan eksenli uluslararası kurumsallaşmanın ilk örneklerinden biridir. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson’un öncülüğünde kurulan Milletler Cemiyeti, ulusal sistemin demokrasi prensibi etrafında örgütlenmesini, uluslararası sistemin ise "açık diplomasi" ve "uluslararası kurumsallaşma" prensiplerine göre düzenlenmesi amacıyla kurulmuştur. Bu cemiyet uluslararası ilişkilerin o güne kadar hakim olan "güç" ilkesi (Realizm)33 yerine kolektif güvenlik ve barışı ön plana çıkarmayı amaç edinen ilkelerin uygulanmasını esas almıştır. Bu girişimlerle dünya genelinde barışın tesis edileceği ve her milletin kendini güvende hissedeceği uluslararası sistemin doğacağı umut edilmiştir. Ancak, Milletler Cemiyetinin savaştan artakalan imparatorlukları tasfiyeyi öngörerek ulus devlet yapısını güçlendirmesi, savaş galibi devletlerin çıkarlarını ön planda tutması, barış antlaşmalarının kaybeden devletlere yüklediği ağır tazminatlar Milletler Cemiyeti’nin arzu edilen neticeleri gerçekleştirmede yeterince ciddi olmadığını göstermiştir. Edward H. Carr’ın savaştan sonraki geçici barış dönemi (1924-1929) için söylemiş olduğu "Toplumsallaşmış uluslar arasındaki savaş, kaçınılmaz olarak galip taraf için ekonomik araçlar elde etmenin ve yenik tarafa ekonomik sıkıntılar yüklemenin aracı haline geldi. Modern savaşlarda sonuna kadar dövüşülür ve kaybedenlerin hiçbir hakkı olmaz"34 sözü etkisini 1930’lu yıllardan itibaren göstermiştir. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı ve Japonya ve Almanya’nın siyasetleri uluslararası ilişkilerde çözülmeyi beraberinde getirmiştir. Kısa bir süre sonra başlayan İkinci Dünya Savaşı da Milletler Cemiyeti’nin saygınlık ve ciddiyetinin olmadığını, uluslararası kurumsallaşmanın barışı tesis etmekteki yetersizliğini ortaya koymuştur. Ayrıca barışın tesisi, uluslararası ilişkilerde istikrar gibi konuların siyasallaştırılabileceğinin, güçlü devletlerin çıkarına hizmet edeceğinin de kanıtı olmuştur. Savaş sonrasında ise Avrupalı devletlerin yıkıma uğramasının da etkisiyle ABD’nin egemen olduğu bir dünya düzeni ortaya çıkmıştır.

    3. ABD Kontrolünde "Realizm" Dönemi

    İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD dünya liderliğine paralel olarak öncelikle dünya çapında serbest pazar ekonomisinin kurulmasına, komünizmin ve Sovyetler Birliği’nin yayılmasını önlemeye ağırlık vermiştir. Bu politikasına uygun şekilde Avrupa İmar Planı (Avrupa’nın restorasyonu) olarak da bilinen Marshall Planı hayata geçirilmiştir. Bu planla içinde Türkiye’nin de bulunduğu birçok Avrupa ülkesine ekonomik yardım yapılmıştır. Bu ekonomik yardımlar devletten devlete yardım şeklinde gerçekleşmiş, bu fonlar da yerli yatırımcılara kendi hükümetleri tarafından dağıtılmıştır. Böylece, hükümetler ABD’nin etkisi altına girmişler, yerli seçkinlerin de siyasi iktidara olan bağlılıkları onları da ABD’yi desteklemeye yöneltmiştir.35

    Askeri ve teknolojik gücün ön plana çıktığı bu dönemde felsefi temelleri Machiavelli ve Hobbes gibi düşünürlere dayandırılan "Realizm"in etkileri uluslararası ilişkiler teorilerinde ve ABD’nin dış politikasında etkilerini göstermeye başlamıştır. İnsanın doğası icabı taşıdığı hırs, iktidar arzusu, bencillik gibi özelliklerin savaşa neden olduğu, savaştan uzak durmanın ise ancak insanın kendi kendini yönetmekten vazgeçip bunu bir üst otoriteye devretmesi ile mümkün olabileceği, bu üst otoritenin de devleti doğurduğu şeklindeki kadim söylem ABD liderliğinde uluslararası ilişkilere de uygulanmıştır. Her ulusun gücüyle doğru orantılı şekilde etkinlik kazanabileceği uluslararası politik arenada, lider konumda bulunan ABD üst otorite olarak devletlerarası ilişkileri yöneten güç olmuştur. Bir diğer anlatımla İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın siyasi ve ekonomik yapısı ABD’yi lider konumuna getirirken, ABD’de realist izler taşıyan dış politikasıyla küresel egemenliğini muhafaza etmiştir. Bu dönemde ABD’nin temel politikası küresel egemenliğini korumak, kendi varlığı için tehdit oluşturabileceğini düşündüğü devletleri çevrelemek ve sınırlamak, güçler dengesini muhafaza etmek olmuştur.

    Bu dönemde Avrupalı devletler ise ABD kontrolü altında tekrar kalkınma sürecine girmişlerdir. Marshall Planı’nın uygulanması kısa bir sürede Batı Avrupa ekonomilerini yeniden inşa etmiştir. Sınai ve ekonomik kalkınmanın gerçekleşmesinden sonra Amerikan fonlarına bağlılıktan kurtulan Batı Avrupa ülkeleri eski itibarlarını kazanmaya başlamışlardır. 1950’lerden sonra geleneksel sömürgeci, katı ulusçu, ötekileştirici politikalarının yerini kademeli olarak entegrasyon politikasının aldığı Avrupa, siyasal katılım ve hukukun üstünlüğü ilkelerine bağlı kalarak bütünleşme çağına adım atmıştır. Bu dönemde ulusçu nitelik taşıyan hareketlerin etkisinin azalması, dengeli ekonomik ve sınai kalkınmanın, demokratikleşmenin ve insan haklarının önceliğinin artması, güçlendirilmiş uluslararası hukukun ve kurumsallaşmanın ortaya çıkması gibi olgular görülmektedir. Bir başka anlatımla katı ulus devlet Avrupa’sı yeni bir siyasal sürece girmiştir. Bu süreçte dış tehditlere karşı biraraya gelme ve iç bünyede karışıklığa neden olabilecek engelleri ortadan kaldırma temel hedef olmuştur. Öncelikle ekonomik entegrasyonu ifade eden bu süreç, zamanla genişlemiş, hukuku ve siyaseti de bünyesine alan kapsamlı ve karmaşık bir yapıya kavuşmuştur. Bu entegrasyon çağı devletler arası ilişkilere hukukun üstünlüğü, eşitlik, adalet, ortak menfaat gibi ilkeleri önceleyen kurumsal yapıyı armağan etmiştir. Bunun anlamı geleneksel düşmanlıklarla, ekonomik rekabetle ve ulusal çıkarla yoğrulmuş Avrupa’nın ortak ekonomik politika, siyasal istikrar, ortak değerler ve siyasal modellerin kabul edildiği hukuki zeminde bir araya gelmesidir. Bu dönüşüm Batı’da bir kırılma yaşandığının ve Batı’nın tek bir blok olmaktan uzaklaştığının işaretidir.

    B- Batı Merkezli Dünyada Bir Kırılma İşareti: Avrupa Birliği

    Avrupa’da birlik ve bütünleşme özlemini yansıtan söylemlerin geniş tarihsel arka planı vardır. Roma İmparatorluğu’nun kıta genelindeki hakimiyeti, Şarlman’ın Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu pratiği, Voltaire’in "Avrupa uluslara bölünmüş büyük bir Cumhuriyettir" sözünde36 ve Kant’ın "Ebedi Barış" teorisinde görülebileceği gibi bütünleşme Avrupa’da birçok dönemde felsefi, duygusal veya siyasal olarak öne sürülmüştür. Yani Avrupa bütünleşmesi 20. yüzyıla özgü bir arzu değildir. Ancak ulus devlet politikaları, kapitalistleşme süreci, din savaşları, sömürgeci rekabet gibi olgular Avrupa bütünleşmesinin siyasal pratiğini imkânsız kılmıştır. İkinci Dünya Savaşından sonra yıkıma uğrayan Avrupa, bütünleşmesini politik bir zemine oturtmuştur. Bu yıllardan itibaren bir daha benzeri acılarla karşılaşmamak için Avrupa’da birlik oluşturulması gerektiği görüşü yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Dönemin siyasilerinin söylemlerine de yansıyan bütünleşme arzusu Avrupa’nın yeni bir sürece, yeni bir arayışa girdiğinin işaretidir. 1943 yılında Fransa ulusal kurtuluş komitesi üyesi olan Jean Monnet Avrupa’da sürekli barışın sağlanması için, savaştan sonra Avrupa devletlerinin ulusal çıkar, prestij ve ekonomik çıkar sağlamayı öngören politikalardan vazgeçmeleri gerektiğini belirtmiştir.37 Dönemin İngiltere Başbakanı Winston Churchill 1946 yılında Zürich Üniversitesinde yapmış olduğu konuşmada barış ve huzur için bir tür "Avrupa Birleşik Devletleri" kurulması gerektiği şeklinde görüş ileri sürmüştür. Birlik ve bütünleşme konusundaki somut adımlar 1950’lerden sonra hız kazanmıştır. Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman’ın 9 Mayıs 1950’de38 yayınladığı bildiri ile öncelikle ekonomik ve sınai bütünleşmenin sınırları ve yolları çizilmiştir. Schuman bu planında örgütlü ve diri bir Avrupa’nın doğabilmesi için somut adımların atılmasını, Fransa ve Almanya arasındaki geleneksel düşmanlığın ortadan kaldırılması gerektiğini ortaya atmıştır. Bu amaçla Fransa ve Almanya arasında, sanayinin belkemiği olan kömür ve çelik üretiminin ortak bir kurum vasıtasıyla denetlenmesini ve işlerlik kazandırılmasını teklif edmiştir. Ayrıca oluşturulacak olan bu ulus devlet üstü kuruma diğer Avrupa devletlerinin de katılımı ön görülmüştür. Schuman’ın Fransız hükümeti adına yaptığı bu teklif yüzlerce yıldan beri savaşlara sahne olmuş Avrupa topraklarında barışın tesis edilmesini ve yaşam standartlarının yükseltilmesini amaçlamaktaydı. Bu amacın Avrupa siyasi pratiğinde gerçekleşebilmesi ise öncelikle ekonomik alanda işbirliği ve menfaat ilkesine saygıdan geçiyordu.

    Schuman planı kısa sürede netice verdi. Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya, Lüksemburg ve Belçika 18 Nisan 1951’de Paris’te Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (AKÇT) kuran antlaşmayı imzaladılar. AKÇT’nin kurulmasıyla birlikte Almanya, İngiltere ve ABD ile zıtlaşmadan Batı bloğuna mensup olmuş, çelik üretimine getirilen ortaklık sayesinde, birbirleriyle yıkıcı bir rekabet içinde olan milli kartellerin savaş sonrası Avrupa’sında ortaya çıkarabileceği iktisadi kaosun önü kesilmiştir.39 Ayrıca kömür ve çelik üretiminin rasyonel dağılımı antlaşma ile kurulan kuruluş ile güvence altına alınmıştır. Üye devletlerin ekonomik büyümeleri, istihdam yaratılması ve yaşam standartlarının yükseltilmesi hedeflenmiştir.40 Kömür ve Çelik Topluluğu’nun kurulması ile ulusal devletin belli başlı egemenlik hakları bir üst yüksek otoriteye devredilmiştir. Bu hamle Avrupa entegrasyon sürecini başlatan ilk adımdır.

    AKÇT’den sonra güvenlik ve askeri işbirliği konularında faaliyetler ortaya çıkar. Avrupa Savunma Topluluğu (1952), Avrupa Politik Birliği (1953) gibi örgütlerin kurulması hedeflenir. Ancak ekonomik entegrasyon sağlanamadan siyasal entegrasyonun sağlanamayacağı realitesi ağır basar ve bu teşebbüslerden istenen sonuç alınamaz.

    Avrupa’nın siyasal ve ekonomik istikrar için bütünleşme projesi 1957’de yeni bir veçhe kazanır. 25 Mart 1957’de imzalanan Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu41 (AET) kurulur. Bu topluluğun amacı bir ortak pazar kurmak ve üye devletleri giderek birbirlerine yaklaştırarak topluluğun bütünü içinde iktisadi etkinlikleri uyumlu bir biçimde geliştirmek, sürekli ve dengeli bir büyüme sağlamak, istikrarı arttırmak, yaşam standardını yükseltmek ve üye devletler arasında daha sıkı ilişkiler kurmaktır. Ekonomik bütünleşme ve parasal birliğin temellerinin atıldığı bu antlaşma ile gümrük birliğine kademeli geçiş öngörülmüştür.42 Gümrük birliğine geçiş AET’nin en önemli işlevidir. Anlaşmaya imza koyan ülkeler kendi aralarındaki tüm gümrük engellerini ve diğer kısıtlamaları terk etmeyi; fiyat ve teslim koşulları, ulaşım masrafları, üreticilerin seçimi vb. açılardan üreticiler, tüketiciler veya kullanıcılar arasındaki tüm farklı uygulamaları ve piyasaların işleyişine müdahale eden tüm uygulamaları kaldırmayı kabul etmişlerdir. Roma Antlaşmasından çok kısa bir süre sonra Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) kurulur. Atom enerjisi alanında yatırımları tespit etmek, atom enerjisinin barışçıl amaçlar dışında kullanılmasına engel olmak ve işçileri koruma bu topluluğun esas hedefidir. Buraya kadarki bütünleşme sürecindeki üye devletler, AKÇT’yi kuran ülkelerdir. AKÇT’nin yapısı ve hedefleri korunmuş, sonraki topluluklar ile AKÇT’yi oluşturan ülkelerin bütünleşme alanları genişletilmiştir. AET, AKÇT’nin faaliyet alanları dışında yeni bütünleşme unsurları ortaya çıkarmıştır. İşçilerin, sermayenin, malların ve emeğin serbest dolaşımını öngören, parasal birliğe geçişi düzenleyen, kademeli olarak gümrük birliği hedeflerini içeren hükümler AET ile hayata geçirilmiştir.

    8 Nisan 1965’de AKÇT, AET ve AAET’nin organları birleştirilmiştir.43 1969’da yürürlüğe giren antlaşma ile bu topluluklar Avrupa Toplulukları (AT) olarak anılmaya başlanacaktır. Böylece aynı üye devletleri barındıran üç topluluk ortak bir konseye ve komisyona sahip olmuşlardır.

    Roma Antlaşması ile öngörülen gümrük birliğine kademeli geçiş 1 Temmuz 1968’de hayata geçmiş ve üye ülkeler arasında gümrük vergileri, eş etkili resimler ve kısıtlamalar tamamıyla kaldırılmıştır. Bu ekonomik bütünleşme yolunda atılan en büyük adımlardandır.44

    1969 yılında La Haye Zirvesinde topluluklara katılma talebinde bulunan İngiltere, İrlanda, Danimarka ve Norveç ile konuya ilişkin müzakerelerin başlatılmasına karar verilmiştir.45 İki yıl süren müzakerelerden sonra İngiltere, İrlanda ve Danimarka tam üye olarak topluluğa katılmışlardır (22 Ocak 1972). Norveç’in tam üyelik anlaşması, Norveç halkının referandumda hayır oyu vermesi nedeniyle hayata geçirilmemiştir.

    7 Ocak 1976 yılında dönemin Belçika Başbakanı Leo Tindemans’ın hazırlamış olduğu rapor Avrupa Topluluklarının bütünleşme çabalarına yeni bir ivme kazandırmıştır. Tindemans raporunda Avrupa Topluluklarının kurumsal yapı üzerine kurulmasının önemine işaret edilmiş ve bütünleşmenin tedrici bir şekilde, demokratik bir düzen altında gerçekleşmesi öngörülmüştür. Ayrıca entegrasyon süreci içinde Avrupa yurttaşlarına somut haklar verilmesi gerektiğinin altı çizilmiştir. Tindemans raporu içeriği itibariyle Avrupa bütünleşmesini ileriye yönelik olarak etkilemiş, bütünleşmenin siyasal ve ortak kimlik unsurlarını ön plana çıkarmıştır.

    Yapılan anlaşmalarla bütünleşme alanlarını kademe kademe genişleten Avrupa Toplulukları 1980’lerden itibaren siyasal birliğe ağırlık veren düzenlemeleri gerçekleştirmeye başlamıştır. Ortak kimlik bilincini hissettiren simgesel unsurlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Sınır kontrollerinin kaldırılması, Avrupa pasaportu, sürücü belgelerinin tek tip haline getirilmesi bütünleşmenin siyasal unsurlarını öne çıkaran önemli aşamalardandır. Ayrıca Robert Schuman’ın Kömür ve Çelik işbirliği üzerine yaptığı konuşmanın tarihi olan 9 Mayıs "Avrupa Günü" ilan edilmiş, Ludwig van Beethoven’in 9. senfonisinin 4. Bölümü olan "Neşeye Çağrı" melodisi Avrupa Topluluklarının resmi marşı olmuş (1985), Mavi zemin üzerindeki 15 altın sarısı yıldızdan oluşan bayrak Avrupa Topluluklarının resmi bayrağı olarak kabul edilmiştir (1986).

    1 Temmuz 1987’de yürürlüğe giren Avrupa Tek Senedi bütünleşme aşamasında önemli dönüm noktalarından birisidir. Tek Senet, Avrupa Topluluklarının ekonomik entegrasyon sürecini siyasal entegrasyonla bütünleştirmenin önemli aşamasıdır. Avrupa Tek Senedi ile Avrupa Toplulukları mahkemelerine ilk derece mahkemesi olarak da çalışma görevi verilerek topluluğa üye devletlerin hukuki alanda bütünleşmesine adım atılmıştır. Topluluk üyesi devletlere dış politikada diğer üye devletlere danışma, görüş alış-verişinde bulunma ve diplomatik ilişkilerde gizli hareket etmeme gibi yükümlülükler getirilmiştir.

    Avrupa Topluluğu 7 Şubat 1992’de imzalanan Maastricht Anlaşmasıyla Avrupa Birliği’ne (AB) dönüşmüştür. Anlaşma kapsamında kararların mümkün olduğunca vatandaşlara yakın düzeyde alınması ve Avrupa halkları arasında daha sıkı bir birlik oluşturulması öngörülmüştür. Bu amaca uygun olarak üye devlet vatandaşlığı statüsüne ek bir statü olarak Avrupa Birliği yurttaşlığı ihdas edilmiştir. Buna göre, "üye devletlerden herhangi birinin vatandaşı olan kişi birlik yurttaşıdır."46 Birlik yurttaşlarına da Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ve yerel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı, arabulucuya başvurma hakkı, bütün üye devletlerin diplomatik ve konsolosluk makamlarının sağladığı korumadan yararlanma hakkı gibi yeni haklar tanınmıştır. Maastricht ile bireyleri doğrudan ilgilendiren adalet ve iç işleri gibi alanlarda hükümetler arası işbirliği öngörülmüş, ayrıca bu işbirliği AB çatısı altında toplanarak kurumsal güvence altına alınmıştır.47 Tek paraya geçilmesini sağlayacak ekonomik ve parasal birliğin kurulmasına, Avrupa’nın güvenliğini sağlamak, demokrasi ve insan hakları gibi ortak değerlerin savunulduğu ortak güvenlik ve dış politikanın oluşturulmasına, iç güvenlik ve iç işlerinde işbirliği sağlanmasına yönelik kararlar alınmıştır. İnsan haklarının birlik hukukunun genel ilkesi olarak kabulü ve üyeliği muhafaza şartlarından birisi olarak tayin edilmesi de Maastricht’in getirdiği yeniliklerdendir. Ayrıca eğitim, kültür, sağlık, çevre sorunları gibi alanlar da anlaşmaya dahil edilmiştir.

    22 Haziran 1993 yılında yapılan Kopenhag Zirvesinde ortaya çıkan "Kopenhag Kriterleri" Avrupa Birliğinin genişleme stratejisini ve adaylık için başvuruda bulunan ülkelerle ilişkilerin hangi eksen üzerinde yürütüldüğünü ortaya koyması bakımından önemli bir adım olmuştur. Bu zirvede üyelik başvurusunda bulunan bir ülkenin Kopenhag Kriterlerini yerine getirmesi üyelik için esas şart haline getirilmiştir. Yani aday ülkede demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlık haklarına saygıyı teminat altına alan kurumsal bir yapının varlığı (siyasi kıstas), istikrarlı ve iyi işleyen bir serbest piyasa ekonomisi, başta AB olmak üzere dış dünya rekabetine dayanabilecek kapasite (ekonomik kıstas), siyasi birlik ile ekonomik ve parasal birlik de dahil olmak üzere, AB’nin müktesebatına uyum kapasitesi (uyum kıstası) aranmaktadır. Bu dönemden itibaren Avrupa Birliği Doğu Avrupa ülkelerini içine alacak şekilde genişleme politikasını kabul etmiştir. Böylelikle Kopenhag Kriterleri Avrupa Birliğinin demokratik yapılanma, ekonomik istikrar ve iç hukukun AB mevzuatına uygunluğu gibi şartların gerçekleşmesine bağlı bir genişlemenin sınırlarını çizmiş olmaktadır.

    2 Ekim 1997 yılında imzalanan Amsterdam Anlaşması ile AB’ye üyelik şartı olan Kopenhag Kriterleri kanunlaştırılmış ve bu şartlar mevcut üyelere de uygulanmaya başlanmıştır. Bunun anlamı Kopenhag Kriterlerini yerine getirmeyen ülkelerin AB’ye giremeyecekleri, üye ülkelerin bu kriterleri ihlal etmeleri halinde de adaylıklarının askıya alınma ihtimalinin ortaya çıkacağıdır. Bu AB’yi ortaya çıkaran anlaşmaların devletler üstü özelliğinin olağan sonucudur.

    26 Şubat 2001 tarihinde imzalanan Nice Antlaşmasında genişleme ile birlikte üye sayısının yirmi beşe çıkması kararlaştırılmış ve bu karar 1 Mayıs 2004’de hayata geçirilmiştir. İş yoğunluğu göz önüne alınmış ve AB Adalet Divanının yetkilerinin genişletilmesi öngörülmüştür. Ayrıca "güçlendirilmiş işbirliği" ilkesi kabul edilerek en az sekiz AB üyesi devletin, diğer üye devletlerin katılma şartı aranmaksızın işbirliğine gitmeleri öngörülmüştür. Genellikle teknik konular hakkında hükümler içeren Nice Anlaşmasının önemli özelliği Avrupa Birliğinin genişleme stratejisini, genişlemede takip edilecek tekniği ortaya koyması, kısacası birliği 21. yüzyıla taşıma hedeflerini içermesidir.

    Buraya kadar sınırları çizilen gelişmelere göre sınırları sürekli değişen AB ve AB mevzuatının bundan sonra da değişikliklere uğrayacağı muhakkaktır. Tam üyelik statüsüne sahip ülkelerin talepleri, siyasi, sosyal ve ekonomik olgular, dünya konjonktürü gibi olgular AB’yi de sürekli değişime zorlayacak nedenler arasında sayılabilir.

    Yaklaşık yarım yüzyıllık bir entegrasyon sürecini ifade eden AB, ekonomik entegrasyon ile başlamış, zamanla genişlemiş, hukuk ve siyasette de etkisini göstermiştir. Henüz tamamlanmamış bir entegrasyon olan AB ile birlikte insan hakları, demokratikleşme, sosyal ve ekonomik adalet, istikrarlı ekonomik politika ve pazar ekonomisi gibi kriterler üye devletlerin iç hukukunda ve devletlerarası ilişkilerde ana ekseni oluşturmuştur. Bu kriterler AB’nin genişleme stratejisiyle birlikte kıtanın diğer ülkelerine de yayılmıştır. Sözgelimi bir zamanlar Doğu Bloğunu oluşturan devletler birliğe üye olma amacıyla Kopenhag Kriterlerini hayata geçirebilmek için büyük dönüşüm içine girmişlerdir. Yalnızca kendi iç dinamiklerine dayanarak demokratikleşmeyi, ekonomik ve sınai kalkınmayı başarması zor görünen ülkeler AB desteğini arkalarına almışlar ve bu büyük entegrasyona dahil olabilmek için değişmeleri gerektiğinin farkına varmışlardır. Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinden de görülebileceği gibi ekonomik, siyasi ve sosyal birçok alanda AB’ye tam üyelik beklentisi her türlü kontrol mekanizmasının üstüne çıkabilmektedir. İç hukukun Kopenhag Kriterlerini hayata geçirebilmek için yeniden düzenlenmesi, yolsuzlukla mücadele, sivil toplum kuruluşlarının beklentileri, siyasal partilerin AB politikaları gibi birçok alanda AB etkisini göstermektedir. Ancak asıl önemli olan nokta yüzlerce yıldan bu yana savaşa, kana, gözyaşına, ihtilale, siyasal entrikalara sahne olmuş Avrupa arenasının AB ile birlikte ulus üstü yapılanmanın, egemenlik devri ve paylaşımının, ortak değerler ve ortak çıkarlar üzerinde uzlaşmanın, karşılıklı bağımlılığın ve dayanışmacı ortaklığın, birey eksenli siyasetin ve uluslararası ilişkilerin benimsendiği hukuki bir zemine dönüşmesidir. Bu köklü değişim elbette ki Avrupa ile kader ortaklığı olan diğer ülkeleri de etkilemiştir ve etkilemeye devam edecektir.

    Avrupa’daki kırılmanın etkilerini bizzat hissettiğimiz örnek Türkiye’dir. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan ilişkileri göz önüne alındığı takdirde geleneksel Batılılaşma politikasının ve zihniyetinin niteliksel bir değişime uğradığı görülmektedir. Devletin toplumu dönüştürdüğü, kontrol altında tuttuğu geleneksel Batılılaşma ideolojisi, AB ile ilişkiler ekseninde toplumun devleti sorguladığı ve denetlediği bir yapı ile yer değiştirmiştir. AB eksenli değişim, devlet yapılanmasına, siyasetin kalitesine, devlet-birey ilişkilerine geleneksel Batılılaşmaya kıyasla daha yapıcı, çıtayı yükseltici, öz denetimci ve ilerlemeci bir anlayış kazandırmıştır. Bu yüzden AB pratiğinde gördüğümüz Batı’daki zihinsel kırılmanın dünya düzleminde nasıl etkiler yapabileceğini ortaya koyabilmek için Türkiye’nin birlik ile ilişkileri örneğinde nasıl değiştiğine dikkat çekilecektir. Böylelikle Batı zihniyetindeki kırılmanın sağlaması Türkiye örneği ile yapılmış olacaktır.

    C- Batılılaşmanın Niteliksel Dönüşümü: Türkiye-AB İlişkileri

    Karşılıklı ötekilik üzerine kurulu Türkiye-Avrupa ilişkilerinde en esaslı rolü din farklılığı oynamıştır. Haçlı Seferlerine kadar uzanan Müslüman Türk-Hıristiyan Avrupa uzlaşmazlığı Osmanlı Devleti’nin kurulması ve Akdeniz’in Osmanlı kontrolüne girmesinden sonra iyice gerginleşmiştir. Osmanlı Devleti kuruluşundan kısa bir süre sonra Avrupa’ya doğru genişlemiş ve uzun bir süre bu coğrafyaya hakim olmuştur. 20. yüzyıla kadar süren bu hakimiyet beraberinde siyasi ve kültürel etkiler de getirmiştir. Akdeniz hakimiyetini kaybeden Avrupalıların zaruretlerden ötürü denizaşırı ticarete, coğrafi keşiflere yönelmeleri, İslamiyet’i çağrıştıran Osmanlı-Türk kimliğinin Hıristiyan Avrupalılar için en büyük öteki oluşu, Osmanlı tehdidinin Avrupa’da birlik olma düşüncesini doğurması bu etkilerden bazılarıdır. Avrupalı düşünürler ve seçkinler arasında geliştirilen birlik ve bütünlük düşüncesi her zaman Türk (Müslüman anlamında) tehdidine göre geliştirilmiştir. 15. yüzyılın başından itibaren reform hareketleriyle parçalanan Avrupa’yı birleştirebilecek tek olgu doğudaki Osmanlı tehdididir. 15. ve 16. yüzyıllarda artan Türk baskısı ortak bir kimlik ve bağın odak noktası olmuştur. Bu durum Avrupa fikrinin gelişmesine, Avrupalılar da Avrupa coğrafyasının özgün bir toplumsal sistem ve değerler toplamı olduğu bilincinin uyanmasına sebep olmuştur.48 Bu sebeplerden ötürü Avrupalılık olgusunun ortaya çıkmasında en büyük etkenlerden birinin İslamiyet olduğu kabul edilmektedir. Özetle, Türkiye (Osmanlı anlamında) ve Avrupa arasındaki ilişkiler karşılıklı ötekilik, siyasal mücadele, din farkının meydana getirdiği meydan okuma, ekonomik çekişme gibi negatif unsurlar üzerine kuruludur.

    1. Türkiye-Avrupa İlişkilerinde Dönüşüm: Batılılaşma

    Osmanlı Devleti’nin yükselme devrinde ulaşmış olduğu büyük zenginlik ve siyasal güç karşısında ekonomik yönden çökmüş, sürekli toplumsal hareketlerle çalkalanan Avrupa vardı. Bu durum Osmanlıların haklı olarak Batılılara karşı üstünlük düşüncesinin doğmasına neden olmuştur.49 Bu dönemde Batılı devletlerin bir "model" olarak takip edilmesi şeklinde bir emare görülmemektedir.50 Ancak bu durum Osmanlı Devleti’nin siyasal gücünü yitirmesiyle tersine dönmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin yenilgileri ve giderek siyasal hakimiyetini yitirmesi dünya güçler dengesini de değiştirmiştir. Avrupa’nın en büyük tehdidi olan Osmanlı Devleti bu özelliğini yitirmiştir. Osmanlı ve Avrupa ilişkileri büyük bir dönüşüm geçirmiş, bu dönüşümde sınırları Avrupa devletleri çizmeye başlamıştır. Bu tarihi değişimi Cemil Meriç 1683’te Osmanlı Devleti’nin Viyana’da bozguna uğramasından sonraki siyasal süreçle başlatmaktadır. Meriç’e göre Viyana bozgunundan itibaren karşılıklı ilişkilerde ipler Avrupa’nın eline geçmiş ve Avrupalılaştırma çağı başlamıştır.51 Bu dönemden itibaren Osmanlı ordusu, Batılı askeri uzmanların, diplomatların kontrolü altına girmeye başlamıştır. Batı’da sürekli Osmanlı elçiliklerinin kurulması, Batılı devletlerle diplomatik ilişkileri sağlayan hariciye memurlarının gözlem ve analizleri Batının model olarak takip edilmesi ve devletin bu modele göre düzene sokulması gibi düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.52

    Batılılaşmanın simgesel odak noktası olan Tanzimat’tan itibaren Batı’nın askeri, idari ve hukuki yapısının yanında Batılı yaşam tarzı da Osmanlı toplumunda yayılmaya başlamış, giyim, ev eşyası, dekorasyon, tüketim alışkanlıkları ve beşeri münasebetler gibi gündelik hayatın birçok unsurunda Batılılaşma izleri görülür olmuştur. Ahmed Hamdi Tanpınar, bu etkileşimi, "Aslında yaratıcı olmamaktan doğan rahatsızlığını bin türlü israf ve debdebe ile avutmağa çalışan bir mirasyedi yaşayışı bu zamanın ayırıcı vasfıdır. Beyoğlu, Avrupalı lokanta ve kahveleriyle, en basit gündelik ihtiyaçtan, en pahalı zevk unsuruna kadar her şeyi Avrupa’dan tedarik eden zengin mağazalarıyla, gece hayatıyla, eğlence yerleriyle Avrupa hayatının küçük bir numunesini verir"53 sözleriyle anlatmaktadır.

    19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi düşünürler tarafından anayasa, parlamenter rejim, hürriyet, hukukun üstünlüğü gibi konular siyasal tartışmaların odak noktasına yerleşmiştir. Gazetelerin yaygınlaşmasıyla birlikte tartışmalar genişlemiş ve Tanzimat dönemindeki Batılılaşmayı ifade eden politikalar sorgulanır hale gelmiştir. Bu dönemde Tanzimat döneminde uygulanan politikalar yüzeysel Batıcılıkla suçlanmıştır.54 Batının gündelik hayatının örneklenmesinin Batı’yı yeterince anlayamamaktan kaynaklandığı, asıl önemli olanın hürriyet, anayasal parlamenter rejim gibi olgular olduğu öne sürülmüştür. Bunlar Batılılaşmanın felsefi anlamda eleştirildiği, meseleyi politik zemine çeken ilk düşünsel hareketlerdir.

    Pozitivizm ve biyolojik materyalizmin Osmanlı düşünürleri arasında yaygınlaşması Batılılaşmaya yeni boyutlar kazandıran etkenlerden birisidir. Pozitivist düşüncenin Türkiye’ye girişi edebiyat akımları, eğitim kurumlarında verilen fen bilimi dersleri, Fransız ekolüne mensup okulların eğitim programı, Avrupa’ya gönderilen öğrenciler aracılığıyla gerçekleşmiştir.55 Biyolojik materyalizmin tıp eğitimi veren okullarda yaygınlaşması da pozitivist düşüncelere destek kazandıran bir olgudur. Toplumsal ilerlemenin sağlanabilmesi için dinin yerini alması gerektiği düşünülen biyolojik materyalizm pozitivist felsefeye gerekli desteği sağlamıştır. Bu iki akımdan etkilenen düşünürler İslam dinini ilerleme engeli olarak gören, geleneksel düzenin sorgulanmasını ve değiştirilmesini de kapsayan düşünceler ileri sürmüşlerdir. Felsefi ve siyasal pozitivizmden beslenen bu görüşler Abdullah Cevdet’in "Bir ikinci medeniyet yoktur. Medeniyet Avrupa medeniyetidir. Bunu gülüyle, dikeniyle isticnas etmeye mecburuz."56 şeklindeki köktenciliğine kadar uzanacaktır. Batılılaşmanın bu boyutu Osmanlı geleneksel düzenini her yönden Batılılara benzetme amacı taşımaktadır. Devlet düzeninden, toplum yapısına, hukuktan, gündelik hayata kadar her alan Batılılaştırılmadıkça ilerlemenin mümkün olmadığı, bu anlayışın temel çıkış noktası olmuştur. Batılılaşma için dinin toplumsal etkilerinden faydalanılması, yani dinin araçsallaştırılması bile savunulmuştur. Şükrü Hanioğlu’nun belirttiği gibi pozitivistlerin İslam dinine bakışı Batı modeli kurumların Osmanlı Devletine aktarılması için bir araçtan başka bir şey ifade etmemiştir.57

    İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı Devletinde etkin konuma gelmesinden sonra Batılılaşma yine gündemin en önemli konularındandır. Tartışmaların odak noktasında genellikle devletin eski güçlü günlerine döndürülmesi projeleri yer almaktadır. Bu nedenle Batı yine pragmatik düşünceler dışında anlam kazanmamaktadır.

    Japonların 1905 yılında Rusları yenilgiye uğratmaları Batılılaşmayı toplumsal gerçeklikle birlikte değerlendiren düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Geleneksel değerler korunarak da kalkınma ve ilerleme sağlanabileceği düşüncesi mecmualarda dile getirilmeye başlanmıştır. Sosyal pozitivizm ile çatışan bu görüşler Batılılaşma zihniyetini sorgulayan, Batı taklitçiliğine karşı çıkan düşünürler tarafından dile getirilmişlerdir.

    Bu dönemde Batılılaşmayı idari ve ekonomik yönleriyle ele alanlar da vardır. Prens Sabahaddin’in öncülüğünü yaptığı adem-i merkeziyetçiler, Osmanlı Devleti’nin idari ve ekonomik yapısının Anglo-Sakson geleneğe dayandırdıkları bireysel girişim (teşebbüs-ü şahsi) ve adem-i merkeziyetçilik ilkelerine göre yapılandırılmasını savunmuşlardır. Merkeziyetçi yönetime karşı çıkan adem-i merkeziyetçiler, aynı zamanda bireysel teşebbüse inanmış bireylerin ortaya çıkarılması gerektiğinin de altını çizerler.58

    Cumhuriyet döneminde ise Batılılaşma devlet politikası haline gelerek yeni bir ivme kazanmıştır. Bu dönemde Batılılaşma geleneksel Osmanlı düzeninden kopuşu kapsayan, yeni siyasi sistem, yeni milli kimlik oluşturma amacı taşıyan bir içerik barındırmış ve bizzat devletin partisi olan CHP tarafından yönlendirilmiştir. Kültürel düzlemde baskıcı özellikler gösteren bu Batılılaşmanın temel çıkış noktası devletin ve toplumun sekülerleştirilmesi olmuştur. Bu yüzden Batılılaşma devletin ve toplumun yeni çehresini belirleyen politikaların ana eksenini oluşturmuştur. Devletin sekülerleştirilmesi yolunda atılan en büyük adımlardan birisi hilafetin kaldırılmasıdır. İslami geleneği temsil eden bu kurumun kaldırılmasının temel nedeni kurumun geçmiş mirası ve İslamiyet’i çağrıştıran özelliğidir.59 Hilafetin lağvedilmesinden sonra gündelik hayatı Batılı standartlara göre düzenleyen reformlara geçildiği görülmektedir. Bu amaçla İsviçre Medeni Kanunu yürürlüğü sokulmuştur. Toplumun en mahrem alanları olan aile hayatına nüfuz eden bu reformlar toplumun sekülerleştirilmesinde önemli rol oynamıştır. Sosyolog Nilüfer Göle, Medeni Kanunun kabulünün toplumsal değişmenin itici gücü olduğuna dikkat çeker: "Medeni Kanunun amacı adet ve görenekleri tercüme etmek değil, tersine modernliğin ilkelerine uygun yeni bir aile yapısı getirerek, bu adet ve görenekleri aşmaktır."60 5 Nisan 1928’de 1924 Anayasasının 2. maddesi olan "Türkiye Devletinin dini, dini İslam’dır" hükmü değiştirilmiştir. Bu hükmün kaldırılması devletin İslam ile olan göreceli ilişkisini tamamıyla ortadan kaldıran bir gelişmedir. Latin Alfabesinin kabul edilmesi toplumun Batı medeniyetiyle bütünleşmesinin önemli aşamalarındandır. Bu alfabenin kabul edilmesinin amacı resmi söylemlere Batı medeniyetiyle bütünleşme isteğinin bir ifadesi olarak yansımıştır: "Milletimiz yazısıyla, kafasıyla bütün alemi medeniyetin yanında olduğunu gösterecektir."61

    18. yüzyıldan sonra Batı’nın üstünlüğü altında gelişen Türkiye-Batı ilişkileri öncelikle devletin bekasını temin etme, kaybedilen siyasi gücün tekrar elde edilmesi gibi pragmatik amaçlar taşımıştır. Tanzimat’tan sonra hızlanan Batılılaşma hareketleri siyasal, kültürel ve hukuki birçok alanın etkilendiği düzenlemeleri beraberinde getirmiştir. Siyasal kutuplaşmalara neden olduğu gibi yeni bir bilincin, yeni kimliğin de kurucu öğesi olmuştur. Batılılaşma olgusunun yabancı olmadığı bir siyasal gelenek üzerine kurulan Cumhuriyet döneminde Batılılaşma ideolojik görünüm kazanınca devlet ve toplum değişmiştir. Devlet düzeninden hukuk sistemine, gündelik hayattan eğitime kadar her şey Batılılaştırılmaya çalışılmıştır. Bu Batılılaşma politikaları altındaki nesil, Şerif Mardin’in deyimiyle, "Batı’nın Büchner gibi materyalist düşünürlerinin, müspet bilimlerle toplum problemlerinin çözülebileceğine inanan pozitivistlerin ve Darwin’in evrim teorilerinin sosyal bilimlere yansımasının etkisi altında yetişti."62 Cemil Meriç’e göre "Avrupalılaşmanın gerçek zaferi Kemalist inkılapla yaşıttır. On yıl içinde yaşayış şartları bakımından komşusu Bulgarlar gibi baştan aşağı Avrupalılaşmış yeni bir Türkiye doğmuştur."63

    2. Türkiye-Avrupa İlişkilerinde Niteliksel Dönüşüm: Türkiye-AB İlişkileri

    Cumhuriyet dönemini, kültürel özellikleri ağır basan Batılılaşma politikaları ile geçiren Türkiye, iki dünya savaşı arasındaki dönemde Lozan Antlaşması ile oluşan statükoyu devam ettirmeyi amaçlayan politika takip etmiştir. Bu yüzden dış politikanın ana ekseni Avrupa’da savaş sonrası ortaya çıkan dengeyi sürdürmeye çalışan devletlerin çabalarına katkıda bulunmak olmuştur.64 Bu dönemde özellikle Türkiye’ye yönelebilecek olası bir askeri tehdit için bölgesel barışa önem verildiği görülmektedir. Bu amaçla Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, Yugoslavya, İran, Irak ve Afganistan ile dostluk ve saldırmazlık antlaşmaları imzalanmıştır.

    İkinci Dünya Savaşından sonra ise Batılılaşma politikalarının eksen değiştirdiği görülmektedir. Cumhuriyet döneminde devlet politikası olarak uygulanan, devlete ve topluma yeni kimlik kazandırma özellikleri ağır basan Batılılaşma yeni çehre kazanmış, içe kapalılıktan kısmen sıyrılmış, Batı kurumlarının ve Batı ittifakının bir parçası olabilme endişesi Türk dış politikasının temel unsurlarından olmuştur. Bu dönemde Batılılaşmanın ekonomik ve sınai kalkınma umudu, Soğuk Savaş sonrası artan güvenlik ve savunma problemlerini Batı ittifakına üye olarak aşma gibi nedenler bu yönelişte etkili olmuştur. ABD-Sovyetler Birliği çekişmesinin Türkiye’nin stratejik önemini arttırması da Batılı devletlerin Türkiye’ye olumlu yaklaşmalarına neden olmuştur. Bu yüzden Batı ittifakının askeri cephesiyle bütünleşme, Türkiye’nin 1952 yılında NATO’ya üye olmasıyla gerçekleşmiştir.

    Bu dönemde Avrupalı devletlerin ekonomik amaçlı işbirlikleri de Türkiye’nin dikkatini çeken gelişmelerdendir. Türkiye, yukarıda kronolojik ve siyasi gelişimi anlatılan Avrupa entegrasyonuna dahil olabilmek için girişimlere başlamıştır. Bu amaçla 31 Temmuz 1959 yılında Avrupa Topluluğuna ortaklık başvurusu yapmıştır. Türkiye’nin ortaklık başvurusu ekonomik seviyesinin Avrupa entegrasyonunu olumsuz etkileyebileceği endişesiyle hoş karşılanmamıştır. Ancak Soğuk Savaş döneminin güvenlik endişeleri ile dolu konjonktürü, Türkiye’nin stratejik önemini öne çıkardığı için ortaklık görüşmelerini yürütme kararı alınmıştır. Bu amaçla 12 Eylül 1963 tarihinde Türkiye-AET ortaklık ilişkisini belirleyen Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmanın amacı "Türkiye ekonomisinin hızlandırılmış kalkınmasını ve Türk halkının çalıştırılma seviyesinin ve yaşama şartlarının yükseltilmesini sağlama gereğini tümü ile göz önünde bulundurarak, taraflar arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi teşvik etmektir."65 şeklinde ifade edilmiştir. 1 Aralık 1964’te yürürlüğe giren Ankara Antlaşması ile Türkiye Topluluğa Batı Avrupa’daki altı üyenin66 taşıdığı tam üyelik statüsüyle değil, ortak üye statüsüyle katılmıştır. Ankara Antlaşmasının 28. maddesinde ortaklık statüsünden tam üyelik statüsüne geçişin şartları düzenlenmiştir. Buna göre, "Antlaşmanın işleyişi Topluluğu kuran antlaşmanın doğan yükümlerin tümünün Türkiye’ce üstlenebileceğini gösterdiğinde, akit taraflar Türkiye’nin Topluluğa katılması olanağını incelerler." Böylece Türkiye’nin tam üyelik statüsünü kazanabilmesi Türkiye’nin siyasi ve hukuki başarılarına bırakılmıştır. Yani Ankara Antlaşmasının kendine yüklediği yükümlülükleri yerine getirmesiyle kazanılacak üyeliktir söz konusu olan.

    Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Türkiye arasında kurulan ortaklık ilişkisinin nihai amacı gümrük birliğinin kurulmasıdır. Bu nihai amaç için Ankara Antlaşmasının 2. maddesinde Hazırlık Dönemi, Geçiş Dönemi ve Son Dönem olmak üzere üç aşama öngörülmüştür. Hazırlık Dönemi sınırlı da olsa AET’nin tek taraflı olarak Türkiye’ye taviz verdiği dönemdir. Ankara Antlaşmasının 3. maddesinde ve antlaşmaya eklenen Geçici Protokol ile Mali Protokolde Türkiye’ye yapılacak ekonomik yardımların usulü belirlenmiştir. Geçiş dönemi akitlerin karşılıklı ve dengeli yükümlülükleri esası üzerine kurulmuştur. Sınai mamullerde gümrük birliğinin kurulması, Türkiye’nin kendisini topluluğun tarım politikası için hazırlaması, emeğin serbest dolaşımının sağlanması, Türkiye’nin ekonomi politikalarını topluluğa uydurmaya çalışması bu dönemin temel hedefleridir. Son dönem ise geçiş döneminde tamamlanan sınai mamullerde gümrük birliğini izleyerek tarım ürünlerinde de serbest dolaşımın gerçekleştirildiği, genel ekonomi politikaları arasında uyumlulaştırmanın sağlandığı bir aşamadır. Bu aşama ile o tarihe kadar topluluğun geliştirdiği ekonomi politikalarına Türkiye’nin de kendi politikaları ile intibak edeceği öngörülmüştür.67 Geçiş döneminde öngörülen hedeflerin gerçekleştirilme koşulları ve usulü Ortaklık Konseyi tarafından hazırlanan Katma Protokolün Ankara Antlaşmasına ek protokol olarak eklenmesi ile belirlenmiştir.

    1 Ocak 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol ile Türkiye ve Avrupa Topluluğu arasındaki ilişkilerin yoğunlaşması beklenirken 1970’lerin ortalarından itibaren olumsuzluklar baş göstermeye başlamıştır. İktisadi problemlerin ağır bastığı bu dönemde ilişkiler 1970’lerin sonlarında donma noktasına kadar gelmişti. Türkiye’nin uzmanlaşmış ve rekabete hazır sanayisinin olmayışı, ekonomik altyapı eksikliği, ihracat yetersizliği, kontrolsüz nüfus artışı, yoğun işsizlik, tarım sektöründeki ilkesizlikler ve yetersiz teknoloji gibi sosyo-ekonomik sorunlar Türkiye’nin Avrupa Topluluğuna üyeliğinin zor olduğunu gösteren hususlar arasında sayılmıştır. Ayrıca Avrupa Topluluğunun genişleme sürecine girmesi de Türkiye’yi olumsuz etkileyen nedenlerdendi. 1973 yılında İngiltere, Danimarka ve İrlanda’nın Avrupa Topluluğuna katılması Türkiye’nin genişlemiş topluluğa uyum sağlayabilmesi için yeni bir anlaşmayı gündeme getirdi. Bu amaçla Tamamlayıcı Protokol düzenlendi. Bu protokolden sonra Türkiye Ankara Antlaşması ve Katma Protokol ile topluluk üyesi devletlere verdiği ekonomik tavizleri yeni üyelere de vermek zorunda kalıyordu.68 Bir anlamda sürekli genişleyen Avrupa pazarının hızına yetişemiyor, kendi yapısal sorunlarıyla mücadele etmek zorunda kalıyordu. Avrupa Topluluğunun 1960’ların sonlarından itibaren Akdeniz Politikasındaki değişme de Türkiye’nin Avrupa Topluluğu ile ilişkilerini olumsuz etkileyen faktörlerdendi. Topluluğun Akdeniz ülkeleriyle ticari ilişkilerini geliştirmesi, Türkiye’nin tarım sektöründe kazandığı tavizlerin benzerinin İsrail, İspanya ve Yugoslavya gibi ülkelere de verilmesi Türkiye’yi olumsuz etkiliyordu. 1975 yılında Yunanistan, Portekiz ve İspanya’nın tam üyelik için Topluluğa başvuruda bulunması Türkiye’nin bir başka dezavantajı oldu. Bu ülkelerin iklim özelliği, tarım ürünleri, benzer ihracat kalemleri gibi noktalarda Türkiye ile benzer özellikler göstermesi Türkiye’den daha avantajlı konuma geçmelerine neden oldu.69 Özetlemek gerekirse 1970’lerden sonra Avrupa Topluluğunun genişlemesi ve diğer ülkelerle ilişkilerini güçlendirmesi Türkiye’nin avantajlı konumunu aşındırıyordu. Bu avantajlarını diğer ülkelerin de Avrupa pazarına girmesiyle yitiren Türkiye bir yandan da Ankara Antlaşması ile kabul ettiği tavizleri yerine getirmek zorunda kaldığı için Topluluk ile uyumsuzluk ortaya çıkmaya başladı. Türkiye’nin kendi iç bünyesindeki sosyo-ekonomik ve siyasal sorunlar sürekli genişleyen Avrupa pazarına katılımı zorlaştırıyordu. Bu bir anlamda kültürel Batılılaşmanın bütünleşme sürecindeki Avrupa karşısındaki zayıflığını vurguluyordu.

    1980’lerden itibaren sorunlu bir şekilde seyreden Türkiye-Avrupa Topluluğu ilişkileri daha da zor bir döneme girmiştir. 1970’lere damgasını vuran iktisadi ve siyasi problemler 1980’lerden sonra demokrasi sorununun eklenmesiyle artış göstermiştir. 12 Eylül askeri müdahalesi ilişkilerin olumsuz bir sürece girmesine neden olan en önemli faktörlerdendir. Yunanistan, İspanya ve Portekiz’in tam üyelik başvurusundan sonra demokrasiyi vazgeçilmez koşul olarak öne süren Avrupa Topluluğu, Türkiye ile olan ilişkilerinde de demokrasi sorununu ileri sürmüştür. Bu durum Türkiye’nin iç işlerine müdahale olarak değerlendirilince Avrupa Topluluğu ile ilişkilerde siyasal boyut ön plana çıkmıştır. Ayrıca Türkiye’nin 1980’lerden sonra ABD ile ilişkilerini genişletmesi aynı anda Avrupa Topluluğu ile ilişkilerin kurulmasını da zorlaştıran faktörlerden olmuştur. Bu entegrasyona dahil olmanın yükümlülüklerini yerine getirmek yerine ABD eksenli dış politika benimsenince Türkiye tutarsız politikalarla yönlendirilen, siyasal istikrara kavuşamayan bir ülke görünümüne bürünmüştür. Bu dönemde hazırlanan ve Türkiye-AT ilişkilerindeki siyasal problemlere atıf yapan Tindemans Raporu Avrupa’nın Türkiye’ye bakışını ortaya koyması bakımından önemli bir belgedir. Dönemin AT Bakanlar Konseyi Başkanı Belçika Dışişleri Bakanı Tindemans başkanlığındaki heyet tarafından hazırlanan bu raporda Türkiye’deki insan haklarının durumu, kurumsallaşmamış demokrasi gibi problemler sıkça vurgulanmıştır. Bu raporlar hem askeri yönetim hem de Başbakan Turgut Özal tarafından egemen bir ülkenin iç işlerine müdahale olarak değerlendirilmiştir. Bu AT ile Türkiye’nin demokrasi tanımlarının çatıştığı bir dönemin başlangıcıdır.70 Avrupa Topluluğu ile ilişkilerin oldukça sorunlu olduğu bu dönemde Özal Hükümeti -tüm olumsuzluklara rağmen- 14 Nisan 1987’de tam üyelik başvurusunda bulunmuştur. Bu başvuru Avrupa Topluluğunun uluslararası ilişkilere farklı yaklaşımlar geliştirdiği bir döneme denk gelmişti. Soğuk Savaş döneminde güvenlik endişesiyle Türkiye’ye olumlu mesajlar veren Avrupa Topluluğu, 1980’lerden sonra insan hakları ve demokratikleşme, uluslararası meselelerin hukuki yollardan çözümü gibi unsurlara ağırlık vermeye başlamıştı. Türkiye ise gerek iktisadi yönden, gerekse de siyasal yönden Avrupa Topluluğunun belirlediği standartlara uyum göstermekte zorluk çekiyordu. Üstelik bu kriterlerin gerçekleşmesini zorlaştıran askeri vesayet, insan hakları ihlali gibi sorunların uluslararası tartışmaya açılmasına yanaşmıyordu.71 Bu dönemde Avrupa Parlamentosunun işkenceleri, askeri mahkemelerde devam eden yargılamaları ve basına getirilen kısıtlamaları kınayan kararları Türk Hükümetini insan hakları ihlallerini durdurmaya çağırıyor, ilişkilerin devamının koşullarını şu sözlerle belirtiyordu: "Türkiye-AT ilişkilerinin normalleşmesi ve Ortaklık Anlaşması’nın canlandırılması, demokrasinin yeniden kurumsallaşması ve insan haklarına saygı gösterilmesine bağlıdır."72 Türkiye’de içe dönük ithal ikameciliğin ihracatı destekleyen, dünya pazarına entegre olmayı amaçlayan yeni ekonomik politika ile yer değiştirmesine rağmen, AT ile ilişkilerde Türkiye’nin demokratikleşme hususundaki siyasal eksiklikleri büyük problem oluşturuyordu.

    Bu ortamda yapılan üyelik başvurusu da sürüncemede kalmıştır. Avrupa Topluluğu Komisyonu’nun Türkiye’nin başvurusu hakkındaki raporunu hazırlaması Yunanistan, Portekiz ve İspanya örneklerinden farklı olarak oldukça uzun bir süre almış, 2.5 yıl kadar sürmüştür.73 Nitekim 18 Aralık 1989 yılında Avrupa Topluluğunun Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu değerlendirdiği raporda Türkiye’nin topluluğa tam üyelik statüsünü kazanmadan önce ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda gelişmesi gerektiği belirtilmiştir.74

    Topluluğa tam üyelik için başvuran Türkiye, bu başvurunun ağırdan alınması ve ciddi karşılanmaması gibi nedenlerden dolayı Avrupa Birliği projesinden uzaklaştığı bir dönem içine girmiş, yeni arayışların peşine düşmüştür. Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılmasından sonra Karadeniz Ekonomik İşbirliği Projesi, yeni bağımsızlıklarına kavuşan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerin arttırılması gibi hususlar ön plana çıkmıştı. Bu dönem Türkiye’nin AT projesinden uzaklaştığı dönem olarak değerlendirilmektedir.75

    Bölgesel işbirliği projeleri beklenen hedefleri gerçekleştirmekten uzak kalınca Türkiye 1992’den sonra AB76 ile ilişkilerini tekrar canlandırmaya gayret etmiştir. Bu dönemde AB de Türkiye ile ilişkilerini gümrük birliğini gerçekleştirmeye yönelik alanlarda yoğunlaştırmıştır. Ancak tam üyelik konusunda aynı yoğunluk göze çarpmamaktadır. 6 Mart 1995 yılında Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği’nin gerçekleştirilmesi ile ilgili Gümrük Birliği döneminde uygulanacak usul, esas ve süreleri belirleyen karar kabul edilmiştir. 1 Ocak 1996 tarihinde de AB ile entegrasyonda 22 yıl süren "Geçiş Dönemi" tamamlanmış oldu. Sanayi ve işlenmiş tarım ürünlerinde Gümrük Birliği ile tam üyelik sürecinde "Son Dönem"e girildi. Böylece Ankara Antlaşmasından yaklaşık 33 yıl sonra tam üyelik sürecindeki son aşamaya geçilmiş oldu. Tam üyelik yolunda çok önemli bir aşama olan Gümrük Birliği’ne geçişten sonra Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin yumuşayacağı, Türkiye’nin tam üyelik ihtimalinin güçleneceği düşünülmesine rağmen siyasal realite daha farklıydı. 1980’lerden sonra Avrupa Topluluğunun üyelik şartlarında demokratik unsurlara ağırlık vermesi doğal olarak Türkiye’nin topluluk ile olan ilişkilerini de etkilemişti. Kıbrıs meselesi, insan hakları ihlali, demokratikleşmedeki kurumsal eksiklikler gibi hususlar ekonomik meselelerden daha öncelikli konuma yerleşti. Siyasi meselelerin adamakıllı çözüme kavuşturulmaması üyelik sürecinin pozitif anlamda ilerlemesi imkanını ortadan kalkıyordu.

    13 Aralık 1997’de Avrupa Birliği Lüksemburg Zirvesinde 10 Orta ve Doğu Avrupa ülkesi77 ile Kıbrıs Rum Kesimi’nin "aday" ülkeler olarak belirlenmesine rağmen, Türkiye’ye bu statü tanınmıyordu. Türkiye’nin yalnızca üyeliğe ehil olduğu belgeleniyordu. Türkiye’ye adaylık statüsü ancak 10 Aralık 1999’da Helsinki’de toplanan AB hükümet ve devlet başkanları zirvesinde veriliyordu. Bu statüyü tanıyan belge Türk Hükümeti tarafından onaylandı. Böylece, Türkiye’nin uzun yıllardan beri peşinde koştuğu büyük ideal somutlaştırılarak hukuki bir sürece girmiş oldu.

    AB’nin Türkiye’ye adaylık statüsü tanıması yaklaşık 40 yıldan beri problemli süren ilişkilerin en önemli aşaması olmuştur. Adaylık statüsünün tanınmasını AB komisyonunca bir yol haritası olarak tanımlanan, içerik ve usul olarak Türkiye’nin tam üyelik stratejisinin tek taraflı olarak belirlendiği "Katılım Ortaklığı Belgesi"nin açıklanması izlemiştir. Katılım Ortaklığı Belgesi ile tam üyelik sürecindeki kısa ve orta vadeli öncelikler belirlenmiş, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik kriterler (Kopenhag Kriterleri) ışığında katılım hazırlıklarını hangi koşullar altında gerçekleştireceği ve Türkiye’nin AB müktesebatını üstlenme, uygulama ve hayata geçirmeye ilişkin yükümlülükleri ortaya konulmuştur. Kısaca, Katılım Ortaklığı Belgesi Türkiye’nin tam üyelik statüsünü kazanabilmesi için yerine getirilmesi gereken ilkeleri ortaya koyan, iç hukuk düzeninden ekonomi politikasına, eğitimden sağlığa, tarımdan hayvancılığa kadar hemen hemen her alanı etkileyen kurallar bütünüdür. Ulusal devletin egemenlik alanına giren birçok düzenleme bu ilkelere göre yeniden yapılandırılacak ve AB mevzuatıyla uyumlulaştırılacaktır. Bir başka anlatımla iç hukukun Kopenhag Kriterleri ile çelişen hükümleri değiştirilecek, mer’i hukuk AB standartları doğrultusunda yeni baştan tanzim edilecektir.

    Katılım Ortaklığı Belgesinin kabul edilmesinden sonra AB ile olan ilişkiler Türk Hükümetleri tarafından hazırlanan "Ulusal Programlar"ın AB Komisyonu tarafından değerlendirilmesine göre şekillenmeye başlamıştır. İç hukuk düzenlemelerini ifade eden Ulusal Programlar AB Komisyonu tarafından hazırlanan raporlar ile değerlendirilmiş ve Türkiye’nin Katılım Ortaklığı Belgesinde kabul edilen ilkeleri ne oranda gerçekleştirdiği ortaya konulmuştur.

    Bu sürecin bir parçası olarak Türk Hükümetinin 2001 yıllı Ulusal Programında78 siyasi, idari ve yargı reformlarının hızlandırılacağı ortaya konulmuştur. Özgürlükçüğü, katılımcılığı ve hukuk devleti ilkesini üstün kılan anayasa ve yasa hükümlerinin AB standartları temel alınarak geliştirileceği ifade edilmiştir. İnsan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanlarındaki gelişmelerin hükümet tarafından sürekli izleneceği, bu alanlarda AB müktesebatıyla uyumun hükümet tarafından hızlandırılacağı açıklanmıştır. Programda anayasanın temel hak ve hürriyetleri, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetini, bilim ve sanat özgürlüğünü ve basın hürriyetini düzenleyen hükümlerin gözden geçirileceği, TCK’nın 312. maddesi ile Terörle Mücadele Kanununun 7. ve 8. maddelerinin, RTÜK Kanununun ve Basın Kanunun tekrar inceleneceği belirtilmiştir. Ayrıca dernek kurma özgürlüğünün ve sivil toplum örgütlerinin kurumsallaştırılmasının anayasal güvence altına alınacağı ifade edilmiştir. MGK’nın siyasal hayattaki yeri "Anayasal bir kuruluş olan Milli Güvenlik Kurulu, ulusal güvenliği ilgilendiren alanlarda bir danışma organı niteliğindedir. Anayasa ve Yasanın ilgili maddeleri, Kurulun yapısı ve işlevini daha açık bir biçimde tanımlayacak şekilde orta vadede gözden geçirilecektir" şeklinde tanımlanarak MGK’nın iç hukuktaki ve siyasal realitedeki yeri hükümet tarafından eleştirilebilir hale gelmiştir.

    Türk Hükümetinin Ulusal Programının değerlendirildiği AB Komisyonunun 2001 yılına ait Düzenli Raporunda ise Türkiye’nin bazı alanlarda ilerleme kaydetmesine rağmen henüz Kopenhag Siyasal Kriterlerini yerine getirmediği ifade edilmiştir. Raporda Türkiye’de insan hakları ve temel hak ve özgürlüklerin güçlendirildiği anayasa değişiklikleri olumlu karşılanmıştır. Ancak asıl önemli olanın bu yeniliklerin hayata uygulanması olduğuna dikkat çekilerek salt yasal düzenlemelerin Katılım Ortaklığı Belgesinde kabul edilen hükümlerin yerine getirildiğinin işareti olmadığına dikkat çekilmiştir. Temel hak ve özgürlüklerin kullanımında ilerleme sağlanabilmesinin, anayasal değişikliklerin yorumu, yasaların yetkililer tarafından doğru şekilde (ruhuna uygun şekilde) uygulanması ve anayasa değişikliklerinden sonra çıkarılan uygulama yasalarının ayrıntılarına bağlı olduğu ifade edilmiştir. Böylece siyasal kültüre hakim olan fiili yasakçılığa dikkat çekilerek demokratikleşmenin toplumsal taleple, özgürlük eksenli uygulamalarla birlikte gerçekleşebileceğine işaret edilmiştir. Güney Doğu meselesinin de işlendiği raporda bu bölgeye sosyal, ekonomik ve kültürel adaletsizliğin hakim olduğu ifade edilmiştir. Bu adaletsizliklerin giderilebilmesi için hükümetin daha etkin rol oynaması gerektiğinin altı çizilmiştir. Türkiye’de demokratik sistemin temel unsurlarının bulunduğu, ancak ordu üzerinde sivil denetim gibi unsurlara ağırlık verilmesi gerektiği ortaya konulmuştur.

    Türkiye-AB ilişkileri 2002 yılında Türk Hukukunda temel hak ve özgürlükleri düzenleyen bazı hükümlerin değiştirilmesine neden oldu. AB uyum yasaları olarak da bilinen kanunlarda yapılan bazı değişiklikler şunlardır: Türk Ceza Kanununda terör suçlarına verilen ölüm suçları kaldırılarak müebbet ağır hapis cezasına çevrildi. Türklüğü, Cumhuriyeti, hükümeti, TBMM’yi, bakanlıkları, güvenlik güçlerini ve adliyeyi sadece eleştirmek maksadıyla yapılan yazılı, sözlü ve görüntülü yayınların cezayı gerektirmeyeceği kabul edildi. Cemaat vakıflarının Bakanlar Kurulu izniyle ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla gayrimenkul edinebilecekleri, gayrimenkullar üzerinde tasarruflarda bulunabileceği hükme bağlandı. RTÜK Kanununda yapılan değişikliklerle Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilmesine olanak sağlandı. Polis Vazife ve Salahiyet Kanununda yapılan değişikliklerle kanun AB mevzuatıyla uyumlu hale getirildi.

    2002 yılında çıkarılan ek kanunlarla yapılan iç hukuk düzenlemeleri AB Komisyonu’nun Türkiye ile ilgili Düzenli Raporunda (2002) iyimser şekilde değerlendirilmiş, ancak köklü ve ciddi reformlara ihtiyaç olduğu da gözden kaçmamıştır. AB’nin Genişlemeden Sorumlu Konsey Başkanı Günter Verheugen bu raporun açıklanmasından sonra "AB Komisyonu Türkiye’ye üyelik perspektifi dışında özel bir statü önermemektedir. Raporda öngörülen eksikleri tamamladığı ve reformları uygulamaya geçirmeyi başardığı an, AB Komisyonu Türkiye ile müzakerelerin başlatılmasını önerecektir. Türkiye’nin AB üyeliği yolu açıktır" şeklinde açıklamada bulunarak yapılması gereken reformlara ve bunların hayata geçirilmesinin zorunluluğuna işaret etmiştir. Bir anlamda adaylık sürecinin Türkiye’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan problemlerin çözümlenmesiyle mümkün olacağını ifade etmiştir. Düzenli Raporda Türkiye’nin siyasi ve ekonomik kıstaslarda ve AB müktesebatına uyumda ilerleme kaydettiği vurgulanmıştır. Anayasal reform ve yasa değişiklikleri ile Katılım Ortaklığı Belgesinde belirlenen temel önceliklerin ele alındığı ifade edilmiştir. Yapılan reformlar ile siyasi hayatın en hassas konularında (anadilde yayın, ordu-siyaset ilişkisi, idam, terör suçları gibi) bile demokratikleşme eğiliminin ağır bastığı ortaya konularak uyum paketlerinin AB’ye üyelik yolunda önemli adımlar olduğu ortaya konmuştur. Ancak Türkiye’nin siyasi kriterlere tam olarak uyum sağlayamadığının altı çizilmiş ve eksiklikler sayılmıştır. Din özgürlüğü, basın ve yayın hürriyetini kapsayan düşünce ve ifade özgürlüğü, demokratik örgütlenme özgürlüğü gibi alanlardaki eksiklikler vurgulanmıştır. Ayrıca ordunun siyaset üzerindeki etkisi, işkence ve kötü muamele, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uyum gibi alanlarda da köklü reforma ihtiyaç olduğu belirtilmiştir. Ayrıca anayasal reform ve yeni yasaların uygulanmasındaki aksaklıkları ortadan kaldıracak, bu yeniliklerin gündelik hayatta uygulanabilirliğini sağlayacak hukuki işlemlerin gerekliliğinin altı çizilmiştir.

    Türkiye 2003 yılında da mevzuatını AB standartlarına uyumlu hale getirebilmek için uyum yasaları çıkarmıştır. Bu dönemde de hükümetin AB düzenli raporlarında eleştiri konusu olan alanlara yoğunlaştığı, yapılan yenilikleri, ilerleme sağlanan hususları ön plana çıkardığı görülmektedir. AB müktesebatının üstlenilmesine ilişkin 2003 Türk Ulusal Programında insan hakları, demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, azınlıkların korunması ve saygı gösterilmesi gibi ilkeleri güçlendirme amacıyla yapılan düzenlemeler sayılmıştır. İdam cezasının kaldırılması, işkence ve kötü muamelenin önlenmesini sağlayan yasal ve idari düzenlemelerin yapılması, gözaltı ve cezaevi koşullarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ilgili normlarına uygun hale getirilmesi, olağanüstü hal uygulamasının ülke genelinde kaldırılması, farklı dil ve lehçelerde öğrenim ve yayın hakkının kullanılmasına yönelik yasal düzenlemelere dikkat çekilmiştir. Bu yasal düzenlemelerin etkili şekilde uygulanabilirliğini sağlamak, reformların ruhunu yansıtabilmek için idari tedbirler alındığı vurgulanmıştır. Ayrıca düşünce ve ifade özgürlüğünü düzenleyen mevzuatın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile tam uyumlu hale getirilmesi için gerekli çalışmaların yapılacağı, basın özgürlüğünde evrensel standartları yakalayabilmek için yeni tedbirler alınacağı, farklı dil ve lehçelerde yayın ve öğrenim hakkının hayata geçirileceği ifade edilmiştir. Türk pozitif hukukundaki bu değişiklikler Avrupa Birliği Komisyonu tarafından hazırlanan Düzenli Rapora (2003) "Türkiye son 12 ay içinde etkileyici yasal çabalarını sürdürerek Kopenhag Siyasi Kriterlerine uyum sağlamada önemli ilerleme kaydetmiştir" şeklinde yansımıştır. Ancak temel hak ve özgürlükleri, yargı faaliyetlerini, kültürel hakları ve siyasi kültürü ilgilendiren alanlarda hala problemlerin sürdüğü vurgulanmıştır. Yargı bağımsızlığı ve yargının işleyişi, dernekleşme, ifade ve din özgürlüğü gibi temel hürriyetlerin kullanılmasında, ordu-sivil ilişkilerinde ve güneydoğu meselesinde demokratik açılım ve çözüm gerektiren sorunların bulunduğu belirtilmiştir.

    Sonuç

    20. yüzyılın ortalarına kadar ekonomik rekabet, piyasa savaşları, sosyal, dini ve etnik sınıf farklılıkları gibi olgulardan ötürü sürekli gerginliklerin ve sosyal hareketliliğin yaşandığı Avrupa, İkinci Dünya Savaşından sonra büyük bir dönüşüm geçirmiştir. Bu dönüşümün felsefesini ve sınırlarını belirleyen en büyük kurum henüz bitmemiş bir entegrasyon projesi olarak görülen Avrupa Birliği’dir. Gelenekselleşmiş düşmanlıklar, siyasal gerginlikler, gözyaşı ve kaosla yoğrulmuş yaşlı kıta Avrupa, AB üyesi devletlerin eşit ve özgür iradesi ve bu birliği oluşturan temel metinlerle birlikte demokrasi ve insan haklarının kurumsal güvence altında olduğu, her bireyin istediği yerde mülk edinebileceği, serbestçe fikirlerini ifade edebileceği, istediği yere yatırım yapabileceği, devletlerin de ortak ekonomi ve güvenlik politikası takip ettikleri devasa bir birliğe dönüşmüştür. Avrupa tarihinin hiçbir döneminde devletleri eşitlik ve bağımsızlık, hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları ilkelerine göre bir araya getiren böyle bir birlik yoktur.

    Hukuki belgeler, siyasal ve ekonomik işbirlikleri ile birlikte ortaya çıkan AB, tedrici ilerlemeye bağlı olarak Avrupa’nın dokunulmaz ve kutsal miti olan ulus devlet olgusunu da aşındırmaktadır. Üye devletlerin vatandaşlarına verilen serbest dolaşım ve ikamet özgürlüğü, birlik sınırlarında istenilen yerde mülk edinme, hizmet sunabilme ve yatırım yapabilme hakkı, aynı hukuki yollara başvurabilme, ulus devlet vatandaşlığından farklı olarak AB vatandaşlığı statüsü gibi haklar üye devletler için bağlayıcı norm olan Kopenhag Kriterleri ile güvence altına alınmıştır. Böylece, AB üyesi devletler ne kendi vatandaşlarına, ne de AB vatandaşlarına yönelik uygulamalarında Kopenhag Kriterlerine aykırı davranamayacaklarıdır. Bunun anlamı Avrupa kimliğinin diyalog, işbirliği, fikir özgürlüğü, farklılıklara saygı, barış siyaseti gibi olgulara göre şekillenme sürecine gireceğidir. Yeni nesil Avrupalısının kimlik oluşumunda Kopenhag Kriterleri ve benzeri hukuki belgelerin yapacağı etki gözden uzak tutulmamalıdır. Rönesans’ın mağrur, coğrafi keşiflerin bencil, sömürgeci ve saldırgan Avrupalısı farklılıklara saygı göstermeyi, ekonomik ve sosyal adalete aykırı davranmamayı, insanlık namına paylaşabilmeyi öğrenecektir. Farklılıkları bir arada tutma yolu baskı ve otorite yöntemleri ile değil, her farklılığa eşit temsil imkânının verilmesi ile gerçekleşebilecektir. Serbest dolaşım, serbest ikamet ve mülk edinebilme hakkına sahip olan AB vatandaşlarını bir arada tutan güç de budur.

    Bu değişimin Avrupa dışındaki ülkeler için önemli yanı insan hakları, demokratikleşme, özgürlük gibi ilkelerin bu birliğin genişleme felsefesine paralel olarak yatay bir şekilde diğer coğrafyalara da yayılmasıdır. Türkiye de çevresindeki bu köklü değişime ilgisiz kalamamıştır. Yaklaşık 200 yıldan bu yana Türk siyasetinin ayrılmaz parçası olan, ilerlemenin olmazsa olmaz koşulu olarak yorumlanan Batılılaşma Avrupa Birliği’ne üyelik süreciyle yeni boyutlar kazanmış, toplumsal irade, demokratikleşme, özgürlük, kurumsal güvence altında olan insan hakları öncülüğünde gerçekleşecek kalkınma ve ilerleme modelini Türk siyasetine sokmuştur. Avrupa Birliği’ne üyeliğin olmazsa olmaz koşulu kabul edilen güçlü demokrasi, özgürlüklerin anayasal ve kurumsal güvence altında olması, ordu-sivil ilişkilerinde sivillerin etkin olması gibi ilkelerin Türkiye’de yer almadığı görülünce siyasal kültüre hakim olan baskı unsurları, değişime karşı olanların muhalefetine rağmen tartışmaların odak noktasına yerleşmiştir. Toplum genelinde de AB üyeliğini savunanların sayısı artınca ordunun, MGK’nın devlet üzerindeki vesayetini tanımlayan ve kısıtlayan yasal düzenlemeler yapılmaya başlanmış, siyasal kültüre hakim olan özgürlük kısıtlayıcı zihniyet ve kurumların kutsallığı tartışmaya açılmıştır. Böylece devletin toplum mühendisliği rolüne bağlı olarak gerçekleşen geleneksel Batılılaşma, meclis iradesini ve toplumsal talebi ilk sıraya yerleştiren, hedef olarak da Kopenhag Kriterlerine uyum sağlamayı öngören, bireyi ve özgürlüğü temel alan, hukukun üstünlüğü, kanun önünde eşitlik gibi ilkeleri ön planda tutan bir modele dönüşmüştür. Yine Avrupa merkezli gerçekleşen bu değişimin amacı AB Komisyonunun Türkiye ile ilgili 2003 Düzenli Raporunda görülebileceği gibi "Türk vatandaşlarına Avrupa standartlarında insan hakları ve temel özgürlüklerden yararlanma sağlamak amacıyla tam ve etkin uygulama" sağlayacak değişikliklerin hayata geçirilmesinden ibarettir.

    İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa coğrafyasında yaşanan gelişmeler Avrupalıların ve Avrupalılık olgusunun artık eskisinden farklı olacağının sinyalleri olarak kabul edilmelidir. Bu bize Bediüzzaman’ın 1920’li yıllarda "Şeriat-ı Ahmediye’nin tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfi esasları yerine, müsbet esaslar vaz eder." şeklinde ifade ettiği tarihsel ilerleme anlayışını hatırlatmaktadır. Kıta genelinde ortaya çıkan siyasi, ekonomik ve sosyal problemlere çözüm arayışının ürünü olan Kopenhag Kriterleri ile bütünleşen Avrupa bir anlamda dünya savaşları öncesindeki kanlı cephesiyle yüzleşmektedir. Tıpkı makalenin başında özetlediğimiz filmde Kevin Lomax’ın aynada ruhuyla yüzleşmesi ve ardından keskin dönüş yaparak onurunu kurtarmayı tercih etmesi gibi.

    Netice itibariyle, Batı’nın insana, topluma, devlete ve ekonomik ilişkilere bakışından oluşan hegemonyal Batı medeniyeti AB müktesebatıyla birlikte dönüşüm sürecine girmiştir. Sömürgeciliği kurumsallaştıran, bilim ve tekniği hükmetme vasıtası olarak gören, demokrasiyi ve zenginliği yalnızca ulusal devletin sınırlarına layık gören Avrupa, AB ile birlikte hukukun, insan haklarının, demokratikleşmenin ve özgürlüklerin savunuculuğunu yapmaktadır. Umudumuz Edward Said’in "Garp ile Şark arasındaki ilişki, bir iktidar, egemenlik ilişkisi, derecesi değişen karmaşık bir hakimiyet ilişkisidir"79 şeklinde tanımladığı şu ana kadar ki siyasal ve kültürel realitenin, Batılı olduğu kadar Doğulu da olan Türkiye’nin tam üyeliğiyle diyaloğa, işbirliğine dönüşmesi, nihai olarak da evrensel barışı tesis etmesidir. İnsanlığın geleceği bir anlamda Doğu-Batı diyaloğunun sağlıklı bir zemine oturtulmasına bağlıdır. Bu sağlıklı zeminin küresel istibdadı kurumsallaştırma yolunda ilerleyen "tek ülkeye" alternatif bir model olarak önümüzde durduğu bilindiğine göre yapılacak iş Batı’daki değişimin Batılılaşmayı da değiştirdiğini, bu değişimin ise bireye ve çoğulculuğa izin veren bir model olduğunu teslim edip, evrensel barış ve insanlığın geleceği için bu süreci desteklemektir. Müslüman-Hıristiyan işbirliğinin hukuki ve eşit bir zemine oturması ancak bu bitmemiş entegrasyon projesinin desteklenmesiyle mümkün görünmektedir. Özellikle, alternatifi düşünüldüğünde.

    Dipnotlar

    1. Küçük yerleşim biriminde ihtiraslı, gururlu ve şöhret müptelası bir birey, yerellikten modernliğe adım atan bir bireyin kimlik oluşumunda etki eden faktörleri simgelemektedir. Gainesville dar kalıpları olan ve geleneksel ilişkilerin hakim olduğu gösterişsiz bir yerleşim birimidir. New York gibi modern ve küresel bir şehre taşınmak Lomax’ın temel gayesidir ve bu göçten sonra Lomax benliğini gurur, hırs ve şöhret arzularına göre yeni baştan inşa edecektir.

    2. John Milton 17. yüzyılda yaşamış, Shakespeare’den sonra en büyük İngiliz şairi kabul edilen, mutaassıp bir Hıristiyan’dır. Filmde şeytanı temsil eden karakterin John Milton olarak adlandırılması bir çelişki gibi görülse de, aslında modern dünyada Hıristiyan kimliğinin görünmeyen yüzlerine dikkat çekmektedir. Filmde yerellikten modernliğe geçişte sık sık kilisenin ahlaki öğretilerine atıf yapılması karşısında mutaassıp bir Hıristiyan olarak bilinen John Milton isminin şeytanla özdeşleştirilmesi, kapitalist toplumda Hıristiyanlığın aidiyet ifade eden üst kimlik olduğuna, kimliğin içinin ahlaki öğretiler yerine, ekonomik menfaatleri besleyen ve sistemin bekasını arzulayan düşüncelerle doldurulduğuna işarettir.

    3. Bu Lomax’ın New York’a taşınma kararından sonra verdiği ikinci iradi kararıdır.

    4. Çağlar Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, İletişim Yayınları, İstanbul 2003, s. 23.

    5. Muhammed Ali’nin bu sözünün orijinal hali "God made man and the Devil made the nation"dur. Aktaran Tayfun Atay, "İttihad Sembolü mü, İhtilaf Kaynağı mı? Öncesi ve Sonrasıyla Halifeliğin Kaldırılması Üzerine Bir Yeniden Düşünme Denemesi", Toplum ve Bilim Dergisi, Bahar 2000, s. 213-245.

    6. İlber Ortaylı, Batılılaşma Sorunu, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, c. 1, İletişim Yayınları, İstanbul 1985, s. 134.

    7. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994,s. 129-134.

    8. Edgar Morin, Avrupa’yı Düşünmek, Afa Yayınları, İstanbul 1988, s. 33.

    9. Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1994, s. 61.

    10. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 140-141.

    11. Türkiye ve Avrupa, derleyen Atilla Eralp, mak. Nuri Yurdusev, "Avrupa Kimliğinin Oluşumu ve Türk Kimliği", İmge Kitapevi, Ankara 1997, s. 30-31.

    12. Henri Pirenne, Ortaçağ Kentleri, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 15.

    13. A.g.e., s. 26.

    14. A.g.e., s. 36.

    15. A.g.e., s. 27.

    16. Atilla Eralp, Devlet-Sistem ve Kimlik, İletişim Yayınları, İstanbul 1996 s. 36.

    17. Deniz Vardar, "Avrupa Birliği ve Kimlik Oluşum Süreci", Birikim Dergisi, Mayıs 2002, s. 34.

    18. Morin, s. 39

    19. Pirenne, s. 37

    20. Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, İletişim Yayınları, İstanbul 1995, s. 174.

    21. Henri See, Modern Kapitalizmin Doğuşu, Yöneliş Yayınları, İstanbul 2001, s. 15.

    22. Yurdusev, s. 39.

    23. A.g.m., s. 40.

    24. Huberman, s. 190-193.

    25. Henri See, s. 55-69.

    26. Huberman, s. 181.

    27. Morin, s. 52.

    28. Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1977, s. 106.

    29. Recep Boztemur, Avrupa’nın Uzun On Dokuzuncu Yüzyılı, Doğu Batı Dergisi, Şubat-Mart-Nisan 2001, s. 55.

    30. Edward Hallett Carr, Milliyetçilik ve Sonrası, İletişim Yayınları, İstanbul 1993, s. 41.

    31.Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1992, s. 42.

    32. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 140-141.

    33. Realizm devletlerarası hukukta siyaset ile ahlak arasında kesin ayrım olduğu varsayımına dayanıp, siyaseti ahlaktan kesin çizgilerle ayıran, uluslararası ilişkileri "güç" ilkesine göre açıklayan yaklaşımdır. Uluslararası ilişkileri çoğul egemen devletlere göre açıklayan bu yaklaşıma göre uluslararası düzen güçlü devletin politikasına göre çizilecektir. İnsan doğasındaki ihtiras uluslararası düzende barışın tesisini imkânsız kılmaktadır. Realizmin felsefi temeli Machiavelli ve Hobbes’un düşüncelerine dayandırılmaktadır.

    34. Edward H. Carr, s. 43.

    35. M. Fatih Tayfur, "Yunanistan ve İspanya’nın Avrupalılaşma Serüveni ve Türkiye: İki Nikah, Bir Cenaze", Türkiye ve Avrupa içinde, İmge Kitapevi, Ankara 1997, s. 180.

    36. Aktaran Yurdusev, s. 47.

    37. İbrahim S. Canbolat, Avrupa Birliği: Uluslarüstü Bir Sistemin Tarihsel, Teorik, Kurumsal, Jeopolitik Analizi, Alfa Yayınları, İstanbul 2002, s. 96.

    38. 1985’te yapılan Avrupa Topluluğu liderleri Milano Zirvesi’nde 9 Mayıs’ın "Avrupa Günü" olarak kutlanması kararlaştırıldı. Bu Schuman Planı’nın Avrupa Birliği sürecinde yaptığı etkinin ifadesidir.

    39. Cengiz Aktar, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, "Modernleşme ve Batıcılık", c. 3, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 270.

    40. Ünal Tekinalp-Gülören Tekinalp, Avrupa Birliği Hukuku, Beta Yayınevi, İstanbul 2000, s. 6-7.

    41. Avrupa Ekonomik Topluluğu, Ortak Pazar adıyla da anılmaktadır.

    42. Tekinalp-Tekinalp, s. 8.

    43. A.g.e., s. 9.

    44. A.g.e, s. 10.

    45. O dönemde Avrupa Topluluğuna rakip olarak kurulan Avrupa Serbest Mübadele Birliğini (EFTA) kuran İngiltere, 1961 yılında Avrupa Topluluklarına katılmak için başvurmuş, ancak yapılan müzakereler ve Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle’ün vetosu üzerine görüşmeler kesilmişti.

    46. Ercüment Tezcan, Avrupa Birliği Hukuku’nda Birey, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 27.

    47. A.g.e. s. 277.

    48. Yurdusev, s. 64.

    49. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2000, s. 42.

    50. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, İstanbul 1999, s. 10.

    51. Cemil Meriç, Batılaşma, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s. 234-244.

    52. Mardin, s. 11.

    53. Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul 2001, s. 156.

    54. Mardin, s. 14.

    55. Murtaza Korlaelçi, "Pozitivist Düşüncenin İthali", Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, İstanbul 2001, s. 214-222.

    56. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Dr. Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1981, s. 359.

    57. A.g.e., s. 135.

    58. Nezahet Nurettin Ege, Prens Sabahaddin, Hayatı ve İlmi Müdafaaları, Güneş Neşriyat, İstanbul 1977, s. 71-72.

    59. Lewis, s. 263.

    60. Nilüfer Göle, Modern Mahrem, Metis Yayınevi, İstanbul 1998, s. 105.

    61. Lewis, s. 277.

    62. Şerif Mardin, "Atatürkçülüğün Kökenleri", Cumhuriyetten Günümüze Türkiye Ansiklopedisi, c. 1, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s. 88.

    63. Meriç, s. 235.

    64. Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, c. 1, İletişim Yayınları, İstanbul, 1996, s. 229.

    65. Ankara Antlaşması, md. 2.

    66. O dönemde Avrupa Ekonomik Topluluğuna tam üye statüsüne sahip olan Batı Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’dur.

    67. Gülten Kazgan, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Türkiye İlişkileri, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, c. 1, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s. 98-107.

    68. A.g.m., s. 102.

    69. A.g.m., s. 103.

    70. Atilla Eralp, Soğuk Savaştan Günümüze Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri, Türkiye ve Avrupa içinde, s. 101.

    71. Siyasal yönden Türkiye ile benzerlikler taşıyan İspanya, Portekiz (1986) ve Yunanistan (1981) demokratikleşmeyi ve insan hakları ihlallerini önleyecek tedbirleri adım adım gerçekleştirerek 1980’lerden sonra Avrupa Topluluğuna üye olmuşlardır.

    72. Türkiye ve Avrupa içinde, İhsan D. Dağı, "İnsan Hakları ve Demokratikleşme: Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinde Siyasal Boyut", s. 137.

    73. Eralp, s. 105.

    74. Ali Bulaç, Avrupa Birliği ve Türkiye, Feza Gazetecilik A.Ş, İstanbul 2001, s. 30.

    75. Eralp, s. 108.

    76. Avrupa Topluluğu 1992 yılında akdedilen Maastricht Antlaşmasından sonra Avrupa Birliği adını almıştır.

    77. Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Estonya, Slovenya, Bulgaristan, Romanya, Litvanya, Letonya ve Slovakya.

    78. Ulusal Programlar ve Düzenli Raporların tam metnine www.belgenet.com sayfasından ulaşılmıştır.

    79. Edward Said, Şarkiyatçılık-Batının Şark Anlayışları, Metis Yayınevi, İstanbul 1999, s. 15.