Köprü Anasayfa

Avrupa Birliği

"Kış 2004" 85. Sayı

  • Risale-i Nur'da "Avrupa" Kavramı

    The Consept of "Europe" in Risale-i Nur

    Abdülhalim Yener

    Avrupa, kıta olarak 10.500.000 km2 yüzölçümüyle tahminen 700 milyon insanı barındırmaktadır. Diğer kıtalara oranla en yoğun nüfusun yaşadığı coğrafyadır. Kilometrekareye yaklaşık 70 kişi düşmektedir. Bu rakam Asya’da 57, Afrika’da 10, Amerika’da 10.5’tur. Ancak, bu yoğunluk kıtanın genelinde eşit olmayıp farklılık arz etmektedir. Avrupa’nın en yoğun nüfuslu ülkesi Hollanda, en az nüfus yoğunluğuna sahip ülkesi ise Norveç’tir.

    Kıtadaki aşırı nüfus yoğunluğu zaman içinde doğal bitki örtüsünü yok etmiş, mevcut yeşil alanlar ise sonradan insanlar tarafından oluşturulmuştur. Akarsuların çokluğu, düzenli bir rejimde ve yavaş akışlı olmaları, açılan kanallarla kolay bir şekilde birbirlerine bağlanmaya imkan sağlamaları kıtanın ulaşımı üzerinde olumlu bir etki yapmıştır. Verimli topraklara sahip olan kıtada ekilebilir alan yüzeyin % 30’unu oluşturmaktadır. Bu alanlarda üretilen hububat dünyadaki toplam üretim içinde önemli bir yekun tutmaktadır.

    Avrupa, yer altı kaynakları bakımından çok zengindir. Ancak, asırlardan beri işletilen madenler yavaş yavaş tükenme noktasına gelmiştir. Endüstri çok büyük boyutlara ulaşmıştır. Dünya çelik üretiminin yarısı Avrupa’da yapılmaktadır. Ulaşım ağının sıklığı kıtanın gelişmesinde çok büyük etki yapmıştır. Gerek demiryolları, gerekse karayolları su ulaşımına ilaveten önemli yer tutmaktadır.

    Yirminci yüzyılın başında Avrupa’da son derece az olan Müslüman nüfusun bu asrın son çeyreğinde on altı milyonu aştığı tahmin edilmektedir. Değişik sebeplerin yanında, 1960 yılından sonra ekonomik sebeplerle İslam ülkelerinden Avrupa’ya önemli oranda nüfus akışı olmuş, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Müslüman ülkelerden binlerce insan ailelerini yanlarına alarak Avrupa’ya göç etmiş ve Avrupa’daki Müslüman nüfusun artışında önemli bir etken oluşturmuşlardır.

    Avrupa hakkında verdiğimiz özet bilgiden sonra, Risale-i Nur’da "Avrupa" kavramının yansımasına bakacak olursak; "Avrupa" başlığı altında daha çok medeniyetin incelendiği, kıyasların ve karşılaştırmaların bu eksende yapıldığı söylenebilir. Dolayısıyla, daha çok coğrafi bir anlam ve kıta adı taşıyan bu kavram bir medeniyetin tanımlanmasında kullanılmaktadır. Böylece, Risale-i Nur’da "Avrupa" adı altında aynı zamanda bir medeniyetin sorgulanması, eleştirisi, ağır basan yönleri ayrıntılı bir şekilde izahını bulmaktadır.

    A. "Avrupa İkidir"

    Risale-i Nur’da Avrupa kavramının işlendiği bölümlere bakıldığında, genel olarak bir olumsuzlama görülür. Ancak, Bediüzzaman her konuda olduğu gibi Avrupa değerlendirmelerinde de toptancı bir yaklaşım sergilememiş, müsbet yönlerini de ifade etmiştir.

    Avrupa Medeniyeti, Risale-i Nur’da iki ana başlık altında sınıflandırılmıştır:

    Birincisi; temel dayanağını semavi dinlerin teşkil ettiği, hakiki İsevîlik dini ve İslamiyet’ten aldığı feyizle, insanların sosyal hayatları için faydalı fen ve sanayii insanların hizmetine sunarak terakki etmelerini sağlayan, aynı zamanda hakkın ve adaletin göz ardı edilmediği, ben merkezciliğin değil, toplum menfaatinin ön planda olduğu medeniyet.

    İkincisi ise; insanları sefahat ve dalalete sevk eden, "ene"yi ön planda tutan, dayanışma yerine mücadele ve boğuşmayı netice veren medeniyet. (Mesnevi-i Nuriye, 1994, s. 129)

    Avrupa bu iki cereyan arasında sıkışıp kalmıştır. Neticede, Avrupa’da menfi olanın ağır basması ve bunun zararlarının bütün dünyayı etkisi altına alması, daha çok bu yönünün öne çıkmasına ve sert bir şekilde eleştirilmesine sebep olmuştur. Ayrıca, Avrupa medeniyeti ile İslam medeniyetinin, aralarındaki çok büyük farklılıklara rağmen kıyaslanması, İslam’a yönelik eleştiriler ve bu eleştirilerin dozunun giderek artması, İslam alimlerinin de bunlara cevap vermelerine ve örnek gösterilen medeniyetin insanlara ne kazandırıp-kaybettirdiğiyle ilgilenmelerine sebep olmuştur. Bu bağlamda Bediüzzaman haksız eleştirilere, hazır medeniyetin insanları sürüklediği tehlikeleri ortaya koyarak cevap vermiştir:

    1. Olumsuz Yönleri

    Mesavi-i Medeniyet’in güzelliklerine galebe çalması, medeniyeti yaşlandırdığı gibi ölüme mahkum etmektedir. Yani medeniyetin kötü yönlerinin güzelliklerine galebe çalması aynı zamanda sonunu da hazırlamaktadır. Medeniyetin kötülülüklerinin galebe çalmasının diğer sebepleri; dinin ve faziletin medeniyetin temel düsturu haline getirilmemesi ve buna paralel olarak sefahate müsaade edilerek, nefsin şehevi duygularına muvafakat verilmesidir. İkincisi, dinsizlik ve şehevi duyguların ön plana çıkmasından kaynaklanan toplumdaki müthiş eşitsizliktir. (Muhakemat, 1999, s. 46)

    Medeniyetin kötülüklerinin ağır basması, bunun sonucu olarak hüküm sürmeye başlayan dinsizlik, Avrupa medeniyetinin iç yüzünü karıştırmış, bölücü fesat şebekelerini ve ihtilalleri netice vermiş, yıllarca süren din savaşları binlerce insanın ölümüyle neticelenmiştir. Avrupa’yı kasıp kavuran bu tehlike Müslümanlar için de büyük tehdit oluşturmuş, Bediüzzaman, Müslümanları bundan korunmaları için İslam dininin hakikatlerine sığınmaya davet etmiştir. Ona göre tabakalar arasında Avrupa’dakine benzer mücadelelerin önünün alınabilmesi için toplumsal barışı sağlayan ve zengin-fakir arasındaki irtibatı müspet yönde etkileyen zekat müessesesi medeniyetin düsturu olmalıdır. (Muhakemat, 1999, s. 47)

    Avrupa’da maddi konular üzerinde yoğunlaşıldığı için manevi alan ihmal edilmiştir. İç meseleleri ile uğraşan Avrupa, kendi alanı dışında gelişen ve dini karakteriyle büyük farklılıklar arzeden İslam inanç ve medeniyeti hakkında gerçek bilgiye sahip olamamıştır. Böylece Kur’an hakikatlerine de uzak kalmıştır. Avrupa, tahrif edilen ve iktidara alet edilen bir dinle uğraşırken, İslamiyet insanlık alemine yepyeni kapılar açmıştır. (Mesnevi-i Nuriye, s. 201-202).

    Mevcut medeniyete Müslümanların kendi rızalarıyla dahil olmadıklarını belirten Bediüzzaman, bu medeniyetin kendilerine yaramadığı gibi esaret altına aldığını da belirtmektedir. İlaç olması gereken medeniyet insanlık için zehire dönüşmüş, toplumun yüzde seksenini meşakkate düşürürken sadece yüzde onunu saadete çıkarmıştır. Geri kalan yüzde onluk kesime de vasat bir hayat standardı sunmuştur. Çoğunluğun saadetine vesile olması gerekirken, çoğunluğu azınlığın zulmüne maruz bırakmıştır. Böyle bir netice de insanlığa rahmet olarak nazil olan Kur’an-ı Kerim’in esaslarına uymamaktadır. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’in esas aldığı medeniyette, insanlığın tümünü veya hiç olmazsa büyük ekseriyetini saadete ulaştırması esastır. Oysa, Avrupa’da durum bunun aksidir ve dolayısıyla kabul edilmesi, benimsenmesi, örnek alınması, insanlığın kurtuluşunun reçetesi olarak sunulması mümkün değildir. (Sözler, s. 653-654).

    Bediüzzaman, Avrupa-Batı medeniyetini irdelerken "hazır"(mevcut) kelimesine yer vermekte ve o anki uygulamalar hakkında düşüncelerini ifade etmektedir. "Medeniyet-i garbiye-i hazıra"nın semavi dinleri dinlemediğini, beşeri fakirleştirdiği gibi ihtiyaçlarını arttırdığını, iktisat ve kanaat anlayışını bozarak; israf, hırs ve cimriliği ziyadeleştirdiğini, zülüm ve harama yol açtığını belirtmektedir. Ayrıca, insanları sefahat vasıtalarına teşvik ettiğini, çaresiz ve muhtaç olan insanı tembelliğe attığını, çalışma şevkini kırdığını, heva ve hevese rağbet ettirerek ömrün faydasız bir şekilde kaybolup gitmesine yol açtığını ifade etmektedir. (Emirdağ Lahikası, s. 335)

    "Hazır medeniyet" tabirinin kullanılması, söz konusu durumun ebediyen böyle gitmeyeceğinin bir ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bundan kurtulmanın yolları elbette aranacaktır.

    Medeniyet-i hazıra ifadesi gibi, günahları iyiliklerine baskın gelen "günahkar medeniyet" (Hutbe-i Şamiye, s. 42) ifadesine yer veren Bediüzzaman, bu medeniyetin günahlarının iyiliklerine, seyyiatının da hasenatına galip gelmesi neticesinde yer yüzünü kana bulaştırdığını ifade etmektedir. Çünkü, bu medeniyet dünyayı kazanmak için dini rüşvet vermiştir. Ardından günahlarının ağır basmasıyla iki büyük dünya savaşına sebep olmuş, böylece iki şiddetli tokat yiyen günahkar medeniyet yerle bir olmuştur. Buna karşılık gelecekte İslamiyet’in kuvvetiyle medeniyetin güzelliklerinin galip duruma geleceğini, zemin yüzünü pisliklerden temizleyerek evrensel barışı temin edeceğini sözlerine eklemiştir.

    Avrupa’da o zamana kadar medeniyetin kötü tarafının ağır basmasının bir sebebi de bu medeniyetin fazilet ve hüda üstüne tesis edilmemesidir. Bunun yerine heva, heves, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden semeresi de zulüm, kan ve gözyaşı olmuştur. (Sözler, 1999, s. 372)

    Toplumsal hayatta kuvvetin esas alınması güçsüzlerin hakkına tecavüzü netice verir. Kişisel menfaatlerin her şeyin üstünde tutulması boğuşmayı doğurur. Menfaati elde etmek için başvurulan yöntemin uygun olup olmaması çok fazla dikkate alınmaz. Hayat bir mücadeleden ibarettir anlayışı ise sürekli bir mücadeleyi ve savaşmayı netice verir. Toplumsal dengeler güçlerin durumuna göre şekil alır. Irkçılık, kanla beslenir ve başkasını yutmayı esas hedef ittihaz ederek üstün gelmeye çalışır. Bütün bunlar, toplumsal barışı sağlamamış ve insanları huzura kavuşturmamıştır. Toplumun yüzde sekseni kazançlarıyla ihtiyaçlarını karşılayamadıklarından mutsuzluğa ve sefalete düşürülmüştür. Ancak yüzde yirmilik kesim müreffeh bir hayat seviyesine ulaşmıştır.

    İnsanların yüzde doksan beşinin mutsuzluğuna sebebiyet veren medeniyet anlayışına karşılık, Kur’an medeniyetinin dayanak noktaları farklıdır. Toplumsal hayatta kuvvet yerine hak esastır. Kuvvetli olan değil, haklı olan kazanır. Bu da ittifaka ortam hazırlar. Menfaat yerine fazilet ve Allah’ın rızasını kazanmak hedeflenir. Fazilet ise boğuşmayı değil, dayanışma ve yardımlaşmayı gerektirir. Irkçılık fikri yerine din birliğini, vatan birliğini ön görür. Böyle olunca da birbirini yutma değil, ortak değerler etrafında bir araya gelme ve kaynaşma vücut bulur. Nefsani hevesleri tatmin yerine, gerek kendisine ve gerekse başkasına zarar verebilecek durumda duyguları dizginler, böylece dünya saadetini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda kişinin ahiretini de kurtarır. (Sözler, 1999, s. 372)

    Bediüzzaman, medeniyetin semavi kanunlara hizmetkar yapılması, beklenti ve temennisini dile getirirken, mevcut durumun ebediyyen devam etmeyeceği düşüncesindedir.

    2. Olumlu Yönleri

    Bediüzzaman, Avrupa medeniyetinin zararlı yönlerini ortaya koyup, yol açtığı büyük tahribatları sıralarken toptancı bir anlayış sergilememiştir. Avrupa’yı ikiye ayırmış, "Avrupa feylesoflarına ve medeniyetin sefih kısmına karşı" (Tarihçe-i Hayat, 1994, s. 225) olduğunu vurgulamamış, bu medeniyetin iyiliklerinin de çok olduğunu ifade etmiştir. Ancak, bu iyiliklerin insanlığın ortak birikimi olduğunu dile getirmiştir. İnsanlığa büyük faydalar sağlayan ve önemli ilerlemelerin kaydedilmesine imkan veren medeniyet, sadece Hıristiyanlığın malı değildir. Bu medeniyetin arka planında; asırlar boyunca devam edegelen fikirlerin birbirlerine ilave edilmesi ile oluşan birikim, semavi dinlerin katkısı, fıtri ihtiyaçların zorlamaları ve özellikle İslamiyet’in katkısı vardır. (Sözler, 1994, s. 655)

    Medeniyet, insanlığın ortak eseridir. Buna rağmen Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslamiyet’in düşmanı olan gerilemeyi de İslamiyet’e dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir. (Sünuhat, 1996, s. 80) Yeryüzündeki tüm kemalat, medeniyet ve terakkinin kaynağı semavi dinlerdir ve peygamberler eliyle gelmiştir. İslamiyet’in zuhuruyla insanlık alemi cehaletten kurtulmuştur. Felsefe ve hikmetin içinde görünen fazilet, umumun menfaati gibi insani esaslar, İslam güneşinin doğmasıyla beşeriyetin fikir ve kalbine aksetmiş, gecesini nurlandırarak aydınlatmıştır. Fen ve sanat da bundan istifade etmiştir. (Tarihçe-i Hayat, s. 140)

    Batı’dan gelen fen ve sanata İslamiyet’in malı olarak sahip çıkan Bediüzzaman, bunların tevhid ile yoğrularak, Kur’an’ın bahsettiği tefekkürle ve Cenab-ı Hakk’ın kainata dercettiği kanunlar nazarıyla değerlendirilmesi gerektiğini savunur. Böylece, bu yeni sanatlar vasıtasıyla ileriye doğru harekete geçilecektir. İslam dünyasının kalkınması için medeniyetin yeni fenlerine ihtiyaç vardır. Fen ve dinin birbirine dost olması sağlanmalıdır. (Divan-ı Harb-i Örfi, 1993, s. 35-36) Manevi değerler noktasında gerekli ve yeterli kaynağa sahip olan İslam dünyası Avrupa, Amerika veya başka bir bölgede istimal edilen ilmi gelişim ve tekniklere ihtiyaç duymaktadır. Bu zamanda ilay-ı kelimetullah toplumsal kalkınmayla; bu ise yeni fenlerden istifade ile mümkündür.

    B. Avrupa’nın Gelişme Nedeni

    Avrupa’nın gelişmişliğini tahlil eden Bediüzzaman, bunun sebeplerini şöyle sıralamaktadır: Coğrafi olarak darlığı, güzel olması, girintili çıkıntılı yapısı, yer altı kaynakları açısından zenginliği, deniz ve nehirleri, soğuk bir iklime sahip olması. Avrupa yüzölçüm olarak dünyanın yaklaşık 1/5’ini oluşturmasına rağmen dünya nüfusunun 1/4’ünü barındırmaktadır. Dolayısıyla, nüfus yoğunluğu ihtiyaçların artmasına yol açmıştır. Artan ihtiyaçların karşılanabilmesi için Avrupalı eğitim, sanat ve ticarete yönelmiştir. Etrafını çevreleyen denizleri ve kıtanın içinde ulaşımı kolaylaştırıcı bir unsur olarak dolaşan nehirleri vasıtasıyla birbirleri ve çevreleriyle tanışan, ticarete ağırlık veren Avrupalı, iş ortaklıkları tesis etmeye başlamıştır. Bunun neticesi olarak fikir alışverişi, rekabet ortamı ortaya çıkmıştır. Sanayinin en temel unsuru olan demir madeninin de bu kıtada bol olarak bulunması kendileri için büyük bir imkan sağlamıştır. Elde ettikleri güçle eski medeniyetlerin birikimlerini de kendi uhdelerinde toplayıp dünya dengelerini kendi lehlerine değiştirmişlerdir. İklim olarak kıtanın soğuk olması çalışmalarına önemli ölçüde katkı sağlamış; bir şeyi geç alıp geç bırakma özellikleri, sabır ve metanetleri medeniyetlerinin kalıcılığına katkı sağlamıştır. Devletlerini ilmi esaslara dayanarak kurmaları, karşılıklı kuvvetlerin çarpışması, istibdadın zorlaması, aşırı taassubun ters etkisi, denk unsurların rekabetleri Avrupalıların kabiliyetlerini ve meziyetlerini inkişaf ettirmiş, aynı zamanda fikr-i milliyeti uyandırmıştır.

    Avrupa’nın iç dinamiklerinden kaynaklanan ve gelişmesinde önemli ölçüde etkili olan bu sebepler; Rönesans, reform, coğrafi keşifler, sermaye akımı vb. etkenlerle de takviye edilince mevcut gelişmişlik durumu ortaya çıkmıştır. Bediüzzaman, söz konusu sebepleri maddi sebepler olarak kategorize ederken, Avrupa’nın ilerlemesine etki eden manevi sebeplere de değinmiştir.

    Avrupa’da mevcut olan Hıristiyan taassubu da önemli sebeplerden birisi olmuştur. Farklı maksatlar peşinde koşmalarına rağmen kendi dindaşlarının desteğini arkalarında hissetmeleri büyük bir dayanak noktası oluşturmuştur. Çünkü, nerede bir Hıristiyan bulunsa oraya ulaşılmaya çalışılmakta ve birbirlerine hayat vermektedirler. Örneğin; Habeşistan, Sudan, Lübnan, Arnavutluk, Ermenistan gibi yerlerde bulunan Hıristiyanlarla ilgilenerek buralara kadar el uzatmışlardır. Bu dayanak noktası en ağır ve mücadele gerektiren işlere girişmelerinde kendileri için manevi bir kuvvet meydana getirmiş, kendi dindaşlarına yardıma koştukları gibi, bu arada Müslümanların can damarlarını kesmekten geri durmamışlardır. (Sünuhat, s. 76-78).

    C. Avrupa’yı Canlandıran İslam’ı Öldüren…

    İslamiyet’in zuhuru ile birlikte çok kısa zamanda büyük inkılaplar gerçekleşmiş, yepyeni bir medeniyet ve anlayış hakim olmaya başlamıştır. Ortaçağ karanlığında yaşayan Avrupa’ya karşılık, büyük imparatorluklar kuran ve yeni bir medeniyet anlayışı ile hareket eden Müslümanlar, sonraki dönemlerde neden gerilemeye başlamışlardır? Bediüzzaman, bu konuda çok önemli bir tespitte bulunmaktadır; Avrupa’yı ve Avrupalıyı canlandıran emeldir. Yani, ümit besleme, şiddetli arzu ve hırstır. İslam alemini öldüren de yeis, yani ümitsizliktir. Geri kalışımızı irdelemeye devam eden Bediüzzaman, şu noktalar üzerinde durmaktadır: Şeriatın hükümlerini gözetmeme ve bundan uzaklaşma, bazı dalkavukların gelişi güzel yaptıkları yanlış yorumlamalar, zahirperest cahil kimselerin yersiz taassupları, Avrupa’nın iyi yönlerini terk edip, heva ve hevese hitap eden kötü yönlerini taklit etme. İslam dünyası kendi değerlerinden uzaklaşmaya paralel olarak maddi gelişmişlik noktasında da geri kalmışlardır. Özellikle medreselerde müspet ilimlerin ihmal edilmeye başlanması, Avrupa’daki gelişme ve ilerlemelerin takip edilememesi bunda etkili olmuştur.

    D. Avrupa Tarihinde Din

    Halk ile arasında giderek uçurum oluşturmaya başlayan, iktidar sahipleriyle gücü paylaşan ve bunun nimetlerinden faydalanan kilisenin tavrına tepkiler giderek artmıştır. Fransız İhtilali ve sonrasında meydana gelen olaylarla kilisenin bazı uygulamaları ve değerleri tahrip edilmiştir. Belli bir kesimin tekelinde olan dini durum değişmeye ve yeni inanç sistemleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu arada yeni mezhepler de teşkil edilmiştir. Ancak bütün bunlar kolay olmamış; yıllarca süren din savaşları, binlerce insanın hayatını kaybetmesi ve büyük değişimlerin gerçekleşmesiyle neticelenmiştir.

    Avrupa, daha sonraki dönemde çok hızlı bir ilerleme kat etmiş, kendi sınırlarından taştığı gibi, sömürgeleştirme vasıtasıyla başta İslam beldeleri olmak üzere çok büyük alanlarda kendi egemenliğini tesis etmeye başlamıştır. Avrupa’nın yeni durumuna bakan ve bundan hüküm çıkarmaya çalışan bazı kimseler, terakki için bizim de benzer şekilde hareket etmemiz gerektiğini ileri sürmüş ve dinde reform adı altında, manevi değerlerden uzaklaşmayı ve arınmayı savunmuşlardır. Ancak bunu yaparken İslam ve Hıristiyanlık arasındaki farkları dikkate almamışlardır.

    Risale-i Nur’da ise, kıyas yapılmak suretiyle aradaki fark ortaya konulmuştur. Özellikle, Fransa’da ve diğer yerlerde Hıristiyanlık dini ve Katolik mezhebi bir tahakküm ve istibdat aracı olarak kullanılmıştır. İktidar sahipleri bu vasıta ile halkın üzerindeki nüfuzlarını devam ettirmişlerdir. Serseri olarak telakki ettikleri hürriyetçi ve vatanseverleri bu yolla ezdiklerinden Avrupa’da dört asır boyunca ihtilaller eksik olmamıştır. (Mektubat, 2000, s. 422)

    İslamiyet’in ise, halkı himaye ettiği ve bu yüzden Müslümanlar arasında dini muharebe olmadığı, cereyan eden bazı hadiselerin de dini mahiyet taşımadığı görülmüştür. Çünkü, İslamiyet üst tabakadakilerden çok halkın menfaatini korumuştur. Zekatı farz ve faizi de haram kılması ile bu durumu pekiştirmiştir. Ayrıca, "Milletin efendisi, ona hizmet edendir." ve "İnsanların en hayırlısı, onlara faydalı olanıdır." Hadis-i Şerifleri bunu net olarak ortaya koymuştur. (Mektubat, s. 422)

    Avrupa’da, dinin bir tahakküm aracı olarak kullanılmasının arka planına değinen Bediüzzaman, bunun sebeplerini "şimdiki Hıristiyanlık dininin velediyet akidesi"ne bağlar. Bu akidenin aracı ve sebeplere yer vermesi, din namına enaniyeti kırmaması, din adamlarına Hz. İsa’nın (as) mukaddes vekili payesini ve kutsiyet vermesidir. Bu yüzden dünyaca meşhur Hıristiyan devlet adamları birer papaz gibi mutaassıp ve dindar olmuşlardır. Müslüman liderlerden ise çok azı tam dindar olabilmiştir. Çünkü, makam ve mevkileri enaniyeti güçlendirdiğinden, dini konularda zafiyet görülmeye başlanmıştır.

    E. Avrupalılarla İlişkilerin Sınırları

    Avrupa veya daha kesin bir ifade ile Müslüman olmayan kesimlerle ilişkilerin nasıl olması gerektiği tartışma konusu olmuş ve olmaya devam etmektedir. Bu konuda çeşitli fikirler beyan edilmiş, yirminci yüzyılın başından itibaren bu konu üzerindeki tartışmalar, siyasetin de etkisiyle giderek bir artış göstermiştir. Zaman içinde de özellikle Hıristiyan ve Yahudilerle ilişkilerde hassas davranıldığı gibi genelde mesafeli bir durum takınılmıştır. Uzak duruşta, Maide Suresi’nin 51. ayeti belirleyici bir etki yapmıştır.

    Bediüzzaman, zamanın değişen şartları çerçevesinde, bu konuda çok önemli bir noktaya daha temas etmektedir:

    Saadet asrında büyük bir dini inkılap meydana gelmişti. Bütün zihinler o noktaya yönelmişti. Dostluk ve düşmanlık bu daire içinde gerçekleşiyordu. Bu nedenle dostluk ve düşmanlıklar da dini bir renk almıştı. Dolayısıyla, Müslüman olmayanlara karşı beslenecek muhabbet, ayrılık için önemli bir gösterge idi. Ancak, şimdi dünyada medeni bir inkılap gerçekleşmektedir. Bu nedenle nazarlar bu sefer medeniyet ve terakki üzerinde yoğunlaşmaktadır. Ayrıca, günümüzdeki Hıristiyan aleminde eski dini taassup olmadığı gibi, evvelki asırlara oranla dinlerine bağlılık da yoktur. İnsani değerleri ön planda tutan, ortak değerlerde buluşma imkanı verecek medeni dünya ile dost olmak, terakkilerini beğenip almak, bununla bağlantılı olan dünyevi saadeti temin etmek mümkündür. Bilindiği gibi; "Ey iman edenler, Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudur. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur…" (Maide: 51) mealinde İlahi bir ikaz mevcuttur. İşte, günümüzde insani değerler noktasında bir araya gelmek, dinsizlik cereyanına karşı güç birliği yapmak, ilmi ve maddi noktalarda ortak arayışlar içine girmek, Kur’an’da ifadesini bulan bu yasağı çiğnemek demek değildir. Çünkü, hedef, onların dini değerlerini ve inançlarını kabullenip bu çerçeve dahilinde onlarla dost olmak değildir. (Münazarat, 1993, s. 71) Ayrıca, yirminci yüzyılda yaşayan dinsizlik ve anarşi semavi dinleri tehdit etmiş ve hepsi için tehdit oluşturmuştur. Bu tehdide karşı koymak da başlı başına güç birliğini ve ortak düşmana karşı birlikte hareketi gerekli kılmıştır.

    Sonuç

    Bediüzzaman’ın eleştirdiği hususlar, Avrupa’da yaşanan acı tecrübeler sonunda daha net bir şekilde ortaya çıkmış ve kendileri de bunun farkına varmışlardır. Özellikle, İkinci Dünya Savaşı sonrasında teşekkül eden milletlerarası organizasyonlarda, daha önce yaşanan acıların tekerrür etmemesi düşüncesi önemli bir yer edinmiştir.

    Sömürge durumunda olan İslam topraklarında yeni devletlerin kurulması, Avrupa’nın kendi sınırlarına çekilmesi, aralarındaki çekişmeleri bir kenara bırakıp Avrupa Birliği gibi ekonomik ve siyasi ağırlığı olan oluşumları meydana getirmeleri, dünyada yeni şekillenmelere yol açmış, sözü edilen medeniyetin kötü yönleri yavaş yavaş azalmaya ve iyi tarafların ağırlık kazanmaya başlamasına imkan vermiştir.

    Günümüze gelinceye kadar eleştiri konusu olan medeniyet zaten İslam coğrafyasına muhtelif kanallardan girmiştir. Bu arada Avrupa, İslam medeniyetinden istifade etmeye devam etmiştir. İslamiyet’i hakkıyla yaşayan ve Avrupa’ya açılan Müslümanların müspet medeniyete katkısı, dini değerlerini, İslami yaşantılarına yansıttıkları oranda, çok daha fazla olacaktır.

    Avrupa’da ve dünyada insani değerlerin ön plana çıkması, hakiki medeniyetin hükümferma olmasına paralel olarak teşekkül ettirilecek yakınlık ve dostluklar, onların dinlerine dahil olma, Kur’an yasağını çiğneme değil, insanlığın hayrına olan ortak değerlerde buluşmaktır. Zaten, Kur’an’ın emrettiği medeniyet de öncelikle insanların tamamına veya en azından çoğunluğuna mutluluk ve saadet getiren medeniyettir. Müslümanlar ve dolayısıyla ülkemizdeki mütedeyyin insanlar, dini değerlerimiz zarar görecek korkusuyla, Avrupa’ya uzak durma yerine, dini güzellikleri kendi yaşantılarında daha fazla uygulamak ve bunu Avrupa’daki medenilere göstermek fırsatını iyi değerlendirmelidirler.