Köprü Anasayfa

Said Nursi

"Bahar 2004" 86. Sayı

  • Bir Muhalif Olarak Bediüzzaman Said Nursi

    Bediuzzaman Said Nursi As An Opponent

    Ömer Faruk Uysal

    Bediüzzaman'ı biraz tanıyanlar bile, ona sempatisi olsun veya olmasın, onun herhangi bir alim olmadığını kolayca fark ederler. O, son yüzyıllarda yetişmiş, eserleriyle olduğu kadar, hayatı ve mücadelesiyle de temayüz eden, garib, bedii, seçkin bir İslam bilgini olduğundan, daha genç yaşlardan itibaren "Bediüzzaman" lakabıyla anılagelmiştir. Zekası, hafızası, ilmi ve tefekkürü kadar; cesaret, metanet ve celadetiyle de dikkat çekmiş, vehbi bilgisini öncelikle içselleştirmiş, sonra da hayatıyla pratize etmiş bir iman inkılapçısıdır.

    Bir sistem düşünürü olarak onu anlamada, hakkıyla anlamada, bazı problemler çıkmış, pek çok kimse onu bir yönüyle ele almış veya farklı yönlerini görmekle beraber bir cihetinde yoğunlaşmıştır. O, kimine göre kelamcı, kimine göre mutasavvıf, kimine göre filozoftur. Kimine göre aksiyoner, kimine göre reaksiyoner, kimine göre aktivist, kimine göre ise pasifisttir.

    Üstadın yanlış anlaşıldığı konulardan biri de, hakim güçler veya iktidarlar karşısındaki duruşudur. Yaptığım küçük çaplı, mütevazı anketlerde; üniversite mezunu, çoğunluğu hukukçu ve Risale-i Nur ile bir şekilde alakası olanlara şu soruyu yönelttim:

    Sizce Bediüzzaman için hangisi daha uygundur?

    a) Bir muhaliftir b) Bir muvafıktır c) Köklü bir muhaliftir d) Oldukça muvafıktır e) Hiçbiri

    Farklı cevaplar verilmekle birlikte ağırlık kazanan cevap "b) Bir muvafıktır" şıkkı oldu. Azınlıkta kalmakla birlikte "a) Bir muhaliftir", "d) Oldukça muvafıktır" şıkları da tercih edildi.

    Ağırlık kazanan, Nursi'nin muvafık olduğu görüşünün gerekçesi olarak; onun "müspet hareket" ve "asayişi muhafaza"ya verdiği önem ve yaptığı vurgudan başka; mesela Şeyh Said isyanı gibi hareketleri desteklememek bir yana, isyancıları vazgeçirmek istemesi gösterildi. Bu cümleden olarak, Bediüzzaman'ın devletçi, milliyetçi ve muhafazakar olduğunu söyleyenler de oldu.

    Gerçekten de milliyetçi-muhafazakar-devletçi anlayış, muvafık olmakla uyumlu, muhalif olmakla ise çelişkili bir anlayıştı. Ayrıca, milliyetçilik, muhafazakarlık ve devletçilik tutumları birbirleriyle paralelliği olan ve çoğu zaman da aynı kapıya çıkan benzer görüşlerdir.

    Soruyu; "Said Nursi rejimin aleyhinde midir? şeklinde yönelttiğimde ise; onu muhalif bulan azınlıktakiler bile, "hayır, rejimin aleyhinde değildir" cevabını verdiler.

    Nursi'nin milliyetçi-muhafazakar, devletçi olduğuna dair görüş, istisnai olmayıp, sempatizanları arasında yaygın bir görüştür. Nursi karşıtları ve derin devlet çevreleri ise bu görüşe itibar etmezler. Said-i Kürdi deyip, Şeyh Said ile iltibasını tercih ederler. Fakat konjonktürel olarak, Güneydoğu Anadolu'daki terörün yoğunlaşmasıyla, Kürdi tekrar Nursi'ye döner. Terör biter, tekrar Kürdi olur, Şeyh Said olur!

    Yine, 28 Şubat konjonktürünün gerektirdiği bir ihtiyaç döneminde, Sabah gazetesi Hulusi Turgut'a "dev bir araştırma" yaptırıyor ve yayınlıyordu. "Bediüzzaman Said Nursi'den Fethullah Gülen Hoca'ya Nur Hareketi" başlıklı araştırma, esasen Fethullah Gülen eksenine oturtulmuştu ve Nur talebeleri devletçidir, Nur talebeleri milliyetçidir vurgusu yapılıyordu. (Öyle ki, Fethullah Gülen Hocaefendi, "Türkiye, Müslümanlığı Araplardan almadı" demekteydi.)

    Bu çerçeve dahilinde gelişen araştırma, özetle, devletçiliğin, milliyetçiliğin ve de modernizmin doğum yerleri olan Batıda bile sorgulandığı bir ortamda, güya Risale-i Nur'u "objektif" bir biçimde sunuyordu. Manidar olan bir husus, araştırma içinde Risale-i Nur adına konuşan bazı kişilerin bu sunuş tarzını destekleyici sözler sarf etmesi; keza, değişik yayın organlarında bu sunuş tarzının "objektif" olarak sunulmasıydı.1

    Keza, "Said Nursi ve Sivil İtaatsizlik" konulu bir toplantıda bir katılımcı şöyle diyordu:

    "Paşam cemaatimiz devletimizin yanındadır" diyen hocaya, -hiddetle!- "O da ne demek? Her biriniz cemaatimiz devletimizin emrindedir diyene kadar sizinle mücadelemiz sürecek" denildiği bir ortam da, Nursi'ye sivil de olsa itaatsiz demek doğru olmaz!"

    Yine, Cemal Kutay'ın "Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı: Bediüzzaman Said Nursi"2 kitabından bahisle; Nursi'nin Osmanlı istihbarat örgütü olan Teşkilat-ı Mahsusa da çalıştığını söyleyerek, onun devletçi ve milliyetçi olduğu ifade edilmiştir. "Bunu Cemal Kutay'dan başka iddia eden olmadığı gibi, buna dair hiçbir belge de yok", itirazına karşılık; "Nursi'nin Teşkilat-ı Mahsusa'da çalıştığı bir belge ile ispatlanamıyor, fakat buna karşı çıkanlar da aksine bir belge getirip ispat edemiyorlar." denmiştir.3

    Risale-i Nur'u Nasıl Okursunuz?

    Acaba Bediüzzaman gerçekten de bir muvafık, hele hele oldukça muvafık mıydı? Rejim taraftarı mıydı? Milliyetçi, muhafazakar ve devletçi miydi? Devletin selameti için istihbarat teşkilatlarında çalışmış mıydı?4 Elbette, bu soruların cevabını en iyi kendisinden, kendi yazdığı eserlerinden, tarihçe-i hayatından ve buna tanıklık etmiş onlarca talebesinden öğrenebiliriz. Mesela, Emirdağ Lahikası'nda şöyle diyor:5

    "Mahkeme Reisine!6

    "Pek çok uzun ve mazlumane macera-i hayatıma7 dair şu gayet kısa ifademi8 dinlemenizi rica ediyorum.9

    "Yirmi sekiz sene10 emsalsiz ihanetlerin, tarassudların, hapislerin ileri sürdükleri sebeplerinden birincisi: Beni rejimin aleyhindedir, diye ittiham etmişler.11

    "Buna cevaben deriz ki;

    "Her hükümette muhalifler bulunur.12 Asayişe, emniyete ilişmemek şartıyla herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir metodu, bir fikri ile mes'ul olamaz.13 Çünkü, dininde en mutaassıp ve cebbar bir hükümet olan İngilizlerin yüz sene hsakimiyeti altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar,14 İngilizlerin küfri rejimlerini Kur'an ile reddettikleri15 ve kabul etmedikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara, o cihette ilişmemiştir.16 Hem, bu millette17 ve bu hükümet-i İslamiye18 içinde eskiden beri bulunan Yahudiler ve Nasraniler, bu milletin dinine ve kudsi rejimlerine muhalif ve zıt ve muteriz19 oldukları halde, hiçbir zaman mahkeme, kanunlarıyla onlara o cihette ilişmemiştir.20 Hem Hazret-i Ömer (r.a.) hilafeti zamanında bir adi Hıristiyan21 ile mahkemede beraber muhakeme olmuşlar.22 Halbuki, o adi Hıristiyan Müslümanların hem mukaddes rejimlerine, hem dinlerine, hem kanunlarına muhalif iken,23 o mahkemede onun hali nazara alınmaması24 gösteriyor ki, mahkeme25 hiçbir cereyana alet olamaz,26 hiçbir tarafgirlik içine giremez ki;27 Halife-i ruy-i zemin, adi bir kafirle muhakeme olmuşlar.28 Hem muhalefet, hiçbir hükümette bir suç sayılmıyor."

    Görüldüğü gibi Bediüzzaman, asayişe ilişmemek kaydıyla muhalefetin suç olamayacağını 1-İngiliz-Hint Müslümanları 2- Osmanlı ile Yahudi ve Hıristiyanları 3- İslam'ın ilk devri, Hz. Ömer ve bir Hıristiyan, örnekleriyle açıklamaktadır. Nursi'nin mezkur sözleri, münhasıran savunmaya yönelik konjonktürel sözler olmayıp, Risale-i Nur'un pek çok yerinde ve her zaman her yerde ifade ettiği, hukukun evrensel ve temel ilkeleridir. İnsanlığa ve Müslümanlara yol gösterir, takipçisi Nur talebelerini bağlar. Mahkemeye verilen bir dilekçenin Lahikalar arasında yayınlanması bu manadadır. Said Nursi henüz, rejim aleyhtarı ve bir muhalif olmadığını, beyan etmiş değildir.

    "İşte bende yüzer ayat-ı Kur'aniyeye istinaden Kur'an'ın kudsi kanunlarının yerine medeniyetin bozuk kısmından29 anarşilik hesabına30 bir nevi Bolşeviklik namına31 istibdad-ı mutlak32 manasında Cumhuriyetteki hürriyet perdesi altında dindarlar hakkında eşedd-i zulme alet olabilen muvakkat bir rejime,33 değil yalnız ben, belki bütün ehl-i vicdan muhaliftir."34

    Said Nursi, muhalefetini ve rejime karşı olduğunu, sözünü hiç sakınmadan açıkça ifade ediyor. Bunu bir veya birkaç talebesine özel veya gizli olarak söylemiyor, mahrem bir mektupta da belirtmiyor. Takiyye yapmıyor, politik davranmıyor. Rejimin aleyhtarı olduğunu ve muhalefetini, rejime ağır eleştirilerini, nerede ve hangi konumda yapıyor? Tutuklu bir sanık olarak Ağır Ceza Mahkemesinde verdiği dilekçede! Dili sürçmüyor, ağzından kaçırmıyor. Düşündüğünü yazılı olarak, adalet beklediği mercie merdane beyan ediyor.

    "İkincisi: Asayişi bozmak, emniyeti ihlal etmek ihtimali35 bahanesiyle36 otuz sene37 cezayı bana çektirdiler.

    Buna cevaben deriz ki;

    Mahkemenin tahkikatıyla, hem beş yüz bin fedakar Nur talebeleri bulunduğu halde,38 hem yirmi sekiz sene zarfında bu kadar zalimane ihanetlere maruz olduğumuz halde Nurcularla alakadar olan altı vilayet,39 altı mahkeme40 hiçbir vukuatını kaydedememeleri,41 gösterememeleri ispat ediyor ki; Nurcular, asayişin muhafızlarıdırlar.42 İman dersiyle herkesin kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar.43 Asayişi muhafaza ediyorlar. Ve üç vilayetin insaflı zabıtaları bunu tasdik etmişler."44

    İhanet, tarassud ve hapislerin birinci sebebi olarak gösterilen rejimin aleyhindedir iddiasına karşı, "evet, rejimin aleyhinde ve muhalifim fakat, asayişi bozmayan muhaliflere hiçbir hükümette karışılmaz" teziyle karşı çıktığı gibi; ikinci sebep olarak gösterilen emniyeti ihlal etmek ihtimaline karşı, emniyeti ihlal etmek şöyle dursun, bilakis asayiş muhafızlarıyız teziyle karşı çıkıyor. Bu açıdan değil cezaya, ancak mükafata muhatap olabilirler.

    "Üçüncüsü: Dini siyasete alet yapmak istiyor,45 diye beni suçlu yapıyorlar.

    Sebilürreşad'ın 116. sayısındaki "Hakikat Konuşuyor" namındaki makalem buna kati bir cevaptır. O makalenin kısaca hulasası şudur:

    Elcevap: Bütün dünyasını, hatta lüzum olsa kendi ahiretini dine feda etmeye46 bütün hayatı şehadet eden ve otuz beş seneden beri siyaseti terk eden47 ve beş mahkeme bu meseleye dair kati delil bulamadığı halde seksen yaşını geçmiş, kabir kapısında, hem dünyada hiçbir şeye malik olmayan48 bir adam hakkında, 'Dini siyasete alet yapıyor' diyenler, yerden göğe kadar haksızdırlar, insafsızdırlar. Hem, bu iftiralarıyla beraber, o adam hakkında güya, 'Asayişi ve emniyeti ihlal etmek istiyor' diyorlar. Halbuki o adamın Kur'an-ı Hakim'den aldığı hakikat dersi ve talebelerine verdiği ders şudur:

    Bir hanede veya bir gemide bir tek masum on cani bulunsa, adalet-i Kur'aniye, o masumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını menettiği halde, dokuz masumu bir tek cani yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak en azim bir zulüm, bir hıyanet, bir gadr olduğundan, dahili asayişi ihlal suretinde yüzde on cani yüzünden doksan masumu49 tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlahiye ve hakikat-i Kur'aniye ile şiddete menedildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur'ani itibariyle, asayişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz."50

    Üstad burada Risale-i Nur'un pek çok yerinde defalarca geçen "adalet-i mahza" hakikatini açıklamaktadır. O, bu ilkeye üç türlü temas etmektedir: 1- "Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez" (ki, bu formda Kur'an'da beş defa geçer) ve Maide suresi 32. ayet olan; "Kim masum bir insanı öldürürse, bütün insanlığı öldürmüş gibidir…" ayetlerini zikreder ve bir nevi tefsiri olarak adalet-i mahzayı şerh eder. 2- Bu ayetleri zikretmeksizin "adalet-i mahza" ve "adalet-i izafiye" terminolojisini kullanarak açıklar. 3- Yukarıda olduğu gibi ne ayetleri ne de orijinal (adalet-i mahza) ıstılahını kullanmadan izah eder. Son telifatı mesabesindeki Emirdağ Lahikası'nda ise özellikle ve ısrarla vurgulanır. "Kur'an'ın kanun-u esasisidir" (Anayasası, temel kanunu) der. Her halükarda Nur literatüründe, kainata, özellikle de bütün sosyal olay ve olgulara, tarihe bakışında merkezi bir önem taşır. Buradaki spesifik anlamı ise; asayiş muhafızlığı, kutsal devleti takviye etmek için değil, insanı, masumları korumak içindir. Devlet değil, insan ve toplum içindir.

    "Bu üç-dört madde ile bizi ittiham edenler ve lüzumsuz, mahkemeleri bizimle meşgul eden gizli düşmanlarımız, şüphe yoktur ki, onlar ya siyaseti dinsizliğe alet etmek istiyorlar51 veya komünist perdesi altında bu mübarek vatanda, bilerek veya bilmeyerek anarşiliği yerleştirmek istiyorlar.52 Çünkü, bir Müslüman İslamiyet dairesinden çıksa, mürted ve anarşist olur,53 hayat-ı içtimaiyeye zehir hükmüne geçer. Çünkü, anarşi hiçbir hakkı tanımaz, insaniyet seciyelerini canavar hayvanların seciyesine çevirir. Ahirzamanda gelecek Ye'cüc ve Me'cüc'ün komitesi, anarşistler olduğuna Kur'an işaret ediyor."54

    Müspet Hareket ve Sabır, Teslimiyet ve Kabul müdür?

    Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası'nın ikinci cildinde yer verdiği yukarıdaki mahkeme müdafaasına benzer olarak, Nur talebelerinden Atıf'ın muhatap olduğu bir olayla ilgili olarak şu ifadeyi kullanıyor:

    "Atıf'a muaraza eden ve hücum eden tarikatçı müftü ve taassuplu vaiz ve hoca ve ehl-i tarikat, ehemmiyetli ehl-i ilim ve tarikat, bu muarazada, en son perdesini rejim hesabına ve tarafgirliğe ve himayesine dayanıp, Atıf'ın müdafaa ettiği Sünnet-i Seniyye mesleğine taarruz suretine girdiğini; ve Risale-i Nur'a muaraza eden, bilerek veya bilmeyerek zındıkaya yardım ettiğine bir delil:

    Bu defa adliyece benden sordular ki: 'Kürt Atıf, rejim aleyhinde çalışıyor demek onun muarızları, rejime dayandılar.'

    Bende dedim:

    'Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat, biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır; amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Ömer (r.a.) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer'iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere, Nasaraya ilişmiyordular. Demek, kabul etmemek, idarece bir cünha, bir suç teşkil etmiyor ki, o çeşit muhalifler ve münkirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar. İşte, bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur'un şakirtlerinden en müthiş bir muhalif, rejim müessesini tel'in etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkuresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.'"55

    Atıf'a hücum edenlerin kimlikleri ilginçtir; "tarikatçı müftü", "taassuplu vaiz ve hoca ve ehl-i tarikat", "ehemmiyetli ehl-i ilim ve tarikat".

    Atıf'a hücum edenlerin dayanakları da dikkat çekicidir; "rejim hesabı ve tarafgirliğ[i]" ve "rejimin himayesi". Tekke ve zaviyeler kapatılıp, tarikatlar yasaklanmamış, Türkiye'nin tarikatlar, şeyhler, müritler ülkesi olamayacağı ilan edilmemiş gibi, rejimle işbirliği yapıp yine kendileri gibi dindar Nurculara hücum ediyorlar! Burada Prof. Dr. Mehmet Altan ve diğer İkinci Cumhuriyetçilerin ve sair objektif ve demokrat yazarların ısrarla vurguladıkları, "rejim, Cumhuriyetin kuruluşundaki önemli destek ve katkılarına rağmen Müslümanlığı ve Kürtlüğü bertaraf edilmesi gereken iki büyük hasım olarak belirlemiştir" tespiti hatırlanmalıdır.

    Kürt Atıf ise hem bir Müslümandır, ciddi Müslümandır, Nur talebesidir, hem de Kürttür. Bu sebeple adliyece soruyorlar; "Kürt Atıf, rejim aleyhinde çalışıyor, demek onun muarızları rejime dayandılar". Dindar bir Kürdün rejim nezdindeki konumu anlaşılmaktadır. Fakat bir vaiz ve hocanın rejime, dinin kutsalları yerine kutsal devlet ve ulusçuluk ideolojisine, rejim hesabına ve tarafgirliğe dayanması anlaşılır değildir. Kürt Atıf, Üstadı Said Nursi gibi Kürttür ve dindardır. Fakat, rejim Kürtlükten daha çok dindarlığa karşıdır. Dolayısıyla bazı vaiz, hoca ve tarikatçıların rejim nezdindeki meşruiyet ve güvenlik dayanakları temelsizdir. Sistemin eskiden beri yaptığı şudur; bazı dindarları ve gurupları diğer bazılarını elimine etmek için önce kullanmakta, sonra da kullanılanı bertaraf etmektedir. Bu bertaraf yine bazı dindar gurupların yardımıyla olabilmektedir. Yani istenilmeyenler birbirine kırdırılmak istenmektedir. Fakat hiçbir dini grup rejimin devamlı müttefiki olamamaktadır. Zira sistemin seküler ve laisist yapısı buna müsait değildir. Özellikle 28 Şubat süreci bunun dramatik örnekleriyle doludur.

    Metin Karabaşoğlu'nun bu konuyla ilgili aşağıdaki değerlendirmesine katılmamak mümkün değildir.

    "Bu tavır, İslam tarihi içinde ana ağırlığı teşkil eden selef-i salihinin sabır ekolü diye tanımlanan tavrının tipik bir yansımasıdır. 'Reddetmiyoruz'la kasdolunan, halk ayaklanması, askeri darbe ve iç savaş yoluyla, yahut din adına partileşme veya kadrolaşma yoluyla siyasal iktidarı ele geçirmenin hedeflenmiyor oluşudur. Kısacası, din karşıtı bir siyasi oluşuma karşı, gene siyaset-merkezli dini bir oluşumla cevap vermeyişin ifadesidir. 'Kabul de etmiyoruz' ifadesi ise, imani ölçülere uymayan bir devlet ve iktidara teslim de olmayışın ifadesidir. Bilakis iktidar karşısında dinin ölçüleri esas tutulmakla; iktidarın bu ölçülere uyumsuzluğu bilinerek, ona karşı fikri ve kalbi bir gerilim muhafaza olunmaktadır. 'Amel de etmiyoruz' ise, gerilimin fiili bir muhalefet suretinde yansımasıdır. Özetle, bu söz, 'reddetmiyoruz' ile anarşizme ve dinin dahilde menfi tarzda istimaliyle masumların kanının akıtılmasına; 'kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz' ile de devletçiliğe ve varolan devlet adına dinin ölçülerinin eğilip bükülmesine karşı duruşun ifadesidir.

    Anarşizm ve devletçilik gibi iki tehlikeli uçtan uzak olan bu dengeli tutum, Said Nursi'nin hayatının her karesinde rahatlıkla görülür. Onun resmi ulemanın ve bid'alara taraftar kimi ehl-i dinin sergilediği devletçi tavırdan ne derece uzak durduğu, sergilediği manevi cihaddan ve maruz kaldığı hapis, sürgün ve işkencelerden rahatlıkla anlaşılabilir."56

    Doğru Olanı Kabul mü, Kabul Edileni Doğrulatmak mı?

    Tam bu noktada, yazının başında değindiğimiz ve makaleyi motive eden "konjonktürel ve problemli Risale okuma ve anlama sorununu" tahlil edebiliriz.

    Yukarıdaki metinlerde Said Nursi'nin rejim aleyhtarı ve muhalif duruşu, üstelik mahkemeye verilen müdafaa dilekçelerinde açıkça deklare edildiği halde, neden o bazı takipçileri tarafından, muvafık, oldukça muvafık veya pasifist olarak algılanmaktadır? Ya da kendileri böyle algılamasalar bile böyle algılanmasına gayret etmektedirler?

    Eğer bu, şimşekleri üzerlerine çekmemek için bir nevi takiyye ise, Nursi'nin anlayışında onun tercihi rağmına bir değişiklik yapmış olmazlar mı? Takipçilerin böyle bir hakkı ve yetkisi olabilir mi? Risalede anlam kaymalarına yol açmaz mı?

    Bunun öncelikle bir okuma problemi olduğunu düşünmekteyiz. Mesela, yukarıda geçen Risale metnindeki;

    "Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor?" bölümüne yoğunlaşılıp teslimiyetçi bir anlayış benimseniyor.

    Hemen peşindeki; "Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz…. Risale-i Nur'un şakirtlerinden en müthiş bir muhalif, rejim müessesesini tel'in etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkuresine kanunen ilişilmez…" satırlarına aynı şekilde ya yoğunlaşılmıyor ya da yukarıdaki teslimiyetçi anlayış gözlüğüyle değiştirilerek anlaşılıyor.

    Keza, "asayişi (ve emniyeti) muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz", "Nurcular asayişin muhafızıdırlar" ibarelerine yoğunlaşılıyor, aynı savunma metni içindeki muhalif ve rejim aleyhtarı deklarasyonlar bir türlü görülmüyor veya görülmek istenmiyor.

    "Bizim vazifemiz müspet harekettir. Menfi hareket değildir."57 ibareleri de Bediüzzaman'ın yukarıda zikrolunan "kabul etmeme", "amel etmeme", "istememe" anlayış ve tavrı bağlamından (siyak ve sibakından) koparılarak ihmal edilmektedir.

    Aynı metnin devamında şu ifadeler kullanılmaktadır: "Evet, mesleğimizde kuvvet var, fakat bu kuvvet asayişi muhafaza etmek içindir. 'Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez' düsturu ile -ki 'Bir cani yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk çocuğu mesul olamaz'- İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım." Yani müspet hareket, masumların zarar görmemesi için asayişi muhafazadan başka bir şey değildir. Menfi hareket ise, hır-gür çıkarma, halk ayaklanması, askeri darbe, iç savaş çıkarmaktır ki, bunlar Nur'un şefkat, muhabbet ve adalet-i mahza düsturlarıyla bağdaşmaz.

    Şu halde, müspet hareket, asla muvafık olmayı, rejim yanlısı olmayı, istihbarat teşkilatlarıyla çalışmayı, milliyetçi, muhafazakar ve devletçi olmayı gerektirmez. Zira milliyetçi, muhafazakar, devletçi anlayış; adalet-i mahzaya mukabil; çoğu zaman zulme sebebiyet veren adalet-i izafiyeyi, devlet ve millet için ferdi, insanları ve toplulukları feda etmeyi gerektirir.

    Bu, Risale-i Nur'un bütünlüklü ve külli mesajı yerine; zihnimizde oluşmuş ve/veya oluşturulmuş paradigmalar çerçevesinde seçerek okuma ve/veya seçerek anlama demek olan eklektizmdir.58 Risalenin doğrularını kabullenmek yerine, kendi kabullerimizi Risaleye doğrulatmak çabasıdır.

    Bu durumda Risale-i Nur'u seçerek okuma ve/veya anlamaya yol açan paradigmalara bakmak faydalı olacaktır.59

    Adalet-i İzafiye Paradigması

    Risale-i Nur'da önemle ve ısrarla vurgulanan adalet-i mahza hakikatine karşılık, Vahşet ve Bedeviyet Devrinin kanun-i esasisi olan, yani tarihin derinliklerinden gelen, Asr-ı Saadet, Hulefa-i Raşidin ve Hz. Hasan'ın hilafetinden sonra yeniden hortlayan, nisbi adalet (adalet-i izafiye) anlayışı baskın karakterini sürdürmektedir. Adalet-i mahza ya anlaşılamamakta veya anlaşılsa bile içselleştirilip hayata geçirilememekte ve olay ve olgular adalet-i mahza perspektifinden okunamamaktadır. Bunun elbette psikososyal, tarihi, hatta imani pek çok sebebi olmakla beraber, biz bazılarına kısaca değinelim:60

    1- Adalet-i izafiye göreceli de olsa bir adalettir, bir adalet çeşididir kanaati: Bilindiği gibi adalet-i izafiye toplumun (devletin, milletin) selameti için ferdi feda eder. Küll için cüz'ü feda eder. Adalet-i mahza ise hak haktır; büyüğüne küçüğüne bakılmaz, tüm insanlık için dahi olsa ferdin hakkı feda edilmez der. Binaenaleyh adalet-i izafiye zannıyla çoğu zaman haksızlıklar ve zulümler yapılır. Halbuki adalet-i mahzanın tatbiki mümkün iken, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilirse o artık izafi de olsa bir adalet değil, zulümdür. Keza bir görüşe göre izafi adaletin uygulanabilmesi için ilgilisinin rızadade olması şartı aranır, rızası yoksa o da zulümdür.61 Bediüzzaman'ın konuyla ilgili izahlarına dikkat edilirse, adalet-i izafinin bir adalet çeşidi olarak, bir meşruiyet sebebi değil de çoğu zaman nisbi de olsa bir adalet zannıyla zulümlerin ve haksızlıkların bir sebebi olarak zikredildiğini görürüz. Başkaca hiçbir gerekçe olmasa dahi, Nursi'nin adalet-i izafiyeye vahşet ve bedeviyet devrinin kanun-i esasisi demesi bu tezi ispat eder. Yani adalet-i izafiye sınırlı ve istisnai bazı durumlarda ancak bir adalet nevî sayılabilir. Zira hiçbir haksız, haksızlığını haksızlık olsun diye, hiçbir zalim zulmünü bir zulüm olsun diye yapmaz. Her haksız ve zalimin bir gerekçesi, kendine göre bir haklılık sebebi (adalet anlayışı) muhakkak vardır. Bu da çoğu zaman adalet-i izafiye ve benzeri gerekçeler ile yapılır.62

    2- Hz. Aişe ve Hz Muaviye gibi Sahabelerin dahi, Cemel ve Sıffin hadiselerinde adalet-i izafiye ile hükmetmiş olmaları sebebiyle bir hak ve meşruiyet kazanması: Said Nursi'nin, bu konuyu izahından şöyle bir denklem (mütekabiliyet) ortaya çıkmaktadır:

    Hz. Ali

    Mukabilleri

    Adalet-i mutlaka Adalet-i nisbiye
    Hüsn-ü hakiki (hayr-ı mahz) Ehven-i şer
    Azimet Ruhsat
    Hilafet Saltanat
    Ahkam-ı din Saltanatın bir takım kanunları
    Hakaik-i İslamiye Siyasetin merhametsiz muktaziyatları
    Ahiret Dünya
    Kur’an’ın kanun-i esasisi Vahşet ve bedeviliğin kanun-i esasisi
    Hakkın büyüğüne küçüğüne bakılmaz Küçük hakkı küllün selameti için feda eder
    Musip (isabetli) içtihad Hatalı içtihad

    3- Adalet-i mahza bu zamanda uygulanamaz kanaati: Hz Aişe, Hz Talha ve Hz. Zübeyr de kendi zamanları için aynı kanaati serdettiler. Bediüzzaman ise bu gerekçe ile yapılan içtihadı hatalı bulmaktadır. Emevi devrinde Halife Ömer bin Abdülaziz'in (Hz. Ömer'e izafeten Ömer-i Sani) adalet-i mahza ile idare ve hükmetmiş olması dolayısıyla onu Raşid Halifelerle birlikte anar. Halbuki, onun dönemi Muaviye döneminden, en azından yaşayan Sahabeler ve Asr-ı Saadete yakınlık açısından daha iyi olsa gerektir. Keza hayatının her safhasında hem talebelerine, hem sair müminlere hem DP iktidarına ısrarla adalet-i mahza çağrısı yapmaktadır.

    4- 1960'lardan başlayarak gelişen Komünist hareketler ve Sovyet Rusya tehdidi, mukabilinde bir anti-Komünist hassasiyet oluşturmuştur: Hukuk dışı (işkence, yargısız infaz) metotların Marksistlere veya Marksizmle bir şekilde ilgili görülenlere uygulanması neticesinde devlet için bireyler, toplumun selameti için gruplar feda edilebilir mentalitesi meşruiyet kazanmıştır. Böylelikle "hakkın büyüğüne küçüğüne bakılmaz, tüm insanlık için dahi olsa birey haksız olarak feda edilmez" anlayışı ihmal edilmiştir.

    5- Komünist hareketlerin ve mukabil hassasiyetlerin yoğunlaşması, çoğu dindarlarda geleneksel olarak mevcut olan milliyetçi eğilimi kuvvetlendirmiştir: Enternasyonalist Marksist görüşe karşı, nasyonalist bir yaklaşıma sapılarak evrensel İslami hakikatler de ulusal (nasyonal) bir zemine indirgenmiştir. Benzer süreç PKK terör hareketi sırasında da tezahür etmiş; Kürtçü, Türkçü eğilimler birbirinden destek görerek güçlenmiştir. Güneydoğudaki pek çok vahim hak ihlalleri, pek çok dindar nazarında da devletin selameti için caiz görülmüştür .

    6- Rejim nezdinde meşruiyet kazanma, en azından daha az uğraşılıyor olma gerekçesiyle, milliyetçi duruş ve vurgular yoğunlaşmıştır: Böylelikle rejimin etnoseküler karakterinden sekülerizmle değilse bile en azından etnik (ulus, ulusçuluk) boyutuyla bir mutabakat aranmıştır. Halbuki etnik karakter aynı zamanda dünyevi seküler bir boyuttur, gerçek ve kalıcı bir mutabakat da mümkün değildir.

    Hakan Yavuz şöyle diyor; "1980 darbesinden sonra Mehmet Kırkıncı ve Fethullah Gülen askeri darbeyi desteklediler. Bu kişilerin etrafındaki cemaat Türk milliyetçiliğine dayalı İslam görüşünü benimsediler. Bu iki Nur cemaati, Nur hareketini 'Türk İslamı' olarak sundular ve hareketi ulusallaştırdılar. Türkiye'de herhangi bir dini hareket, seküler devlet tarafından -ki devlet, dini ya devlet yapısından dışlar ya da dini dahil etme yoluyla kontrol etmeyi amaçlar- meşru görülmek istendiğinde, devletin gözünde meşruiyet ve destek kazanmanın tek yolu milliyetçiliktir. Bir başka deyişle, bazı Nurcu gruplar, milliyetçiliğe ve milli kültüre katkılarını vurgulayarak, devlet önündeki meşruiyetleri ve önemlerini korumaya çalışırlar. Örneğin, Fethullah Gülen, Türk İslam'ını Arap ya da Fars İslam'ından farklı görmektedir."63

    7- Merhum avukat Bekir Berk'in müktesebatı ve savunma stratejisinin etkisi: Metin Karabaşoğlu'na göre: "1950'li yılların sonunda harekete katılan ünlü bir avukat olarak Bekir Berk, Risale-i Nur talebeleri hakkında Türkiye'nin her tarafında açılan dava sayısının beş yüzü aştığı; yargı kanalıyla gelen bu kuşatmanın yanısıra İnönü önderliğindeki CHP'nin, asker-sivil bürokrasinin, medyanın ve akademik camianın Risale-i Nur hareketini bir saldırı hedefi olarak seçtiği 1960'lı yıllarda kaçınılmaz olarak öne çıkan bir isimdir. 1950'li yılların başında Milliyetçiler Derneği'ni kuran bir isim olarak Bekir Berk'in, Risale-i Nur hareketinin 1960'lar boyunca maruz kaldığı devlet baskısına karşı geliştirilen milliyetçi-muhafazakar söylemin de mimarı olduğu görülmekteydi."64 Bir yönü ile dışa karşı savunma amacıyla geliştirilen milliyetçi muhafazakar söylem zamanla dahilde içselleştirilmiş oldu.

    8- Temeli Muaviye ile atılan, Osmanlı devrinde iyice pekişen devletçi anlayış: Yukarıda bahsedilen, Muaviye'nin adalet-i izafiye anlayışının temel gerekçesi; devlet ve devletin selametini merkeze alan anlayıştır. Osmanlı döneminde bu durum, kardeş ve evlat katli gibi vahim ameli, "devlet-i ebed müddet" gibi vahim itikadi problemlere dahi yol açmıştır.

    Adaleti Mahza'nın Aklaki ve İtikadi Boyutu

    Bediüzzaman'ın, adalet-i mahza için "Kur'an'ın kanun-i esasisi"; adalet-i izafiye için "vahşet ve bedeviyetin kanun-i esasisi" tespitini yaptığını, kainata, olay ve olgulara ağırlıklı olarak bu perspektiften baktığını, Risale'de ısrarla ve defalarca vurguladığını ve konumuz açısından dahi özel bir önemi olduğunu görmüş bulunuyoruz. Kur'an-ı Kerim'de Necm 38, En'am 164, İsra 15, Fatır 18, Zümer 7. ayetlerde "Hiçbir suçlu başkasının suçunu üstlenmez" formunda tam beş kez; bunun bir açıklaması ve müşahhaslaştırılmasını çağrıştıran Maide 32. ayet; "Kim haksız yere birini öldürür ise bütün insanlığı öldürmüş gibidir. Kim de birinin hayatını kurtarır ise bütün insanlığı kurtarmış gibidir" biçiminde bir kez olmak üzere toplam altı yerde geçer. Aslında, sorumluluğun kişisel olduğuna dair başka ayetler de vardır. "Herkesin kazandığı hayır kendi lehine, işlediği günah da kendi aleyhinedir" (Bakara 286) gibi. Fakat Nursi, mezkur ayetleri anar.

    Modern ceza hukuklarında suçta ve cezada şahsilik diye formüle edilen, önemine binaen Anayasada da yer alan bu temel ceza prensibi; "suçta ve cezada şahsilik" şeklinde ifadesini bulur. Bu yönleri ile sadece bir hukuk kuralı ya da ceza hukuku veya anayasa ilkesi gibi anlaşılabilir. Mesela, idare hukukunda, "yetkili olan sorumludur, başkası değil" prensibi, özel (medeni) hukukta "failin davranışının nimet ve külfetine katlanması" ilkesi gibi. Ancak mezkur kural aynı zamanda bir ahlak kuralıdır da. Nursi bunu; "Bir müminde bulunan cani bir sıfat yüzünden masum sıfatları mahkum etmek hükmünde olan adavet ve kin bağlamak ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu ve bahusus (özellikle) bir müminin fena bir sıfatından darılıp, küsüp müminin akrabasına adavetini teşmil etmek şeklinde…"65 ifade der. Yani hukuki bir müeyyidesi olmayan ahlaki bir davranış kuralından bahseder. Ki, hukuk ahlakı gaye edinen yaptırımlı normlar düzenidir. Etik değer de hukukun idesi ve idealidir.

    Bediüzzaman, bu ilkenin itikadi boyutu sadedinde; "bir masumun hayatı, kanı, hatta umum beşer için olsa da heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi nazar-ı adalette de birdir" der.66 Yani Allah'ın kudreti nazarıyla bakıldığında, bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak, bir çiçeği yaratmakla bir baharı yaratmak aynı kolaylıkta "emr-i kün feyekun" cümlesindendir. Keza Allah (cc); "bir kulumu haksız olarak öldürdüğünüzde, bütün insanlığı öldürmüş gibi olursunuz" demektedir. Halbuki insan, kendi gücü ve kudreti açısından; bir insan ile bütün insanlık çok fark ettiğinden kendi dar kudretine göre hükmeder. Elbette ki, Allah'ın kudret ve adaletine dair böyle bir yaklaşım itikadi bir yaklaşımdır. Muhammed Esed, meşhur meal-tefsirinde bu ilkeyi meal olarak; "hiç kimse kimsenin yükünü taşıyacak değildir" diye verip, ilkenin itikadi boyutu hakkında çok enteresan ve oldukça tatmin edici şu tefsiri yapar:

    "Bu kuralın anlam ve sonucu üç aşamalıdır: İlkin, insanoğlunun doğumundan itibaren yüklendiği 'ilk günah' şeklindeki Hıristiyan doktrini kesinlikle reddedilmektedir. İkincisi, kişinin günahlarının bir azizin veya peygamberin kendini feda etmesi sayesinde 'bağışlanabileceği' fikri reddedilmektedir. (Mesela, Hz İsa'nın insanlığın günahkarlığı için vekaleten kendini feda etme şeklindeki Hıristiyan doktrininde yahut insanın Mithras tarafından vekaleten kurban edilmesi şeklindeki daha eski Pers doktrininde olduğu gibi). Üçüncü olarak da, günahkar ile Allah arasındaki herhangi bir 'aracılık' ihtimali reddedilmektedir."67

    Yukarıda kısaca ele aldığımız adalet-i izafiye paradigması perspektifinden hareketle Said Nursi de milliyetçi, devletçi, Osmanlıcı, ehl-i sünnetçi ve İslamcı olarak görülmeye başlanmıştır. Acaba öyle midir?

    Bediüzzaman Milliyetçi midir?

    Bediüzzaman'ın doğrudan milliyetçi olduğu söylenmeyip, onun "müspet milliyetçi" olduğu söylenmektedir. Fakat takipçileri olduklarını kabul edenler arasında kendisini "müspet" eklemeden, doğrudan milliyetçi olarak görenler veya oldukça milliyetçi bir retoriğe sahip olanlar da vardır.

    Prof. Dr. Ahmet Akgündüz,68 Prof. Dr. İbrahim Canan, Prof. Dr. Bünyamin Duran,69 Mehmet Kırkıncı, Ahmet Şahin,70 Safa Mürsel,71 gibi yazarlar milliyetçiliği hep "müspet milliyetçilik", "menfi milliyetçilik" bağlamında ele alıp, Nursi ve talebelerinin "müspet milliyetçi" olduğunu ifade etmişlerdir.

    Risale-i Nur dikkatli okunduğunda "müspet milliyetçilik"ten söz edilmediği görülür. Söz konusu olan "müspet milliyet"tir ve bununla da hususan "kutsi İslamiyet milliyeti" kasdolunmaktadır. Ki, Risale-i Nur "İslam milliyetçiliği" dahi önermemektedir. Risale-i Nur’un "Müslümancılık" dahi yapmazken "müspet milliyetçiliği" söz konusu etmesi elbette düşünülemez. Çünkü, Risale-i Nur her nevi asabiyetin tedavisine çalışmaktadır. Çünkü, hadis-i şerifte de belirtildiği gibi; "İslamiyet Cahiliye asabiyetini kesip atar."72

    Sanılanın aksine milliyetçilik satıhtaki bir politik tavır, bir sosyal veya siyasi temayülden ziyade, derindeki itikadi ve ameli bir tercihin tezahürüdür.

    İtikadidir zira; "Asabiyet-i cahiliye birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur. Bunun için milliyetçiler milliyeti mabut ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslamiye ise nur-u imandan in'ikas edip dalgalanan bir ziyadır." Yani milliyetçilik yeni bir dindir.73

    Milliyetçilik ameli bir problemdir de. Çünkü; "unsuriyet ve milliyet esasları adaleti ve hakkı takip etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gidemez. Çünkü unsuriyetperver bir hakim milletdaşını tercih eder, adalet edemez…." Keza; "rabıta-ı diniye yerine, rabıta-ı milliye ikame edilemez; edilse adalet edilemez, hakkaniyet gider."74

    Burada elbette adaleti sadece mahkemelere ve hakimlere terettüp eden bir vecibe olarak değil, her insanın ve özellikle mü'minin hayatının her safhasında, herkese karşı yükümlü olduğu temel bir ahlaki değer (etik minumum) olarak görmeliyiz. Ki, Nursi adalet-i mahza ilkesini İhlas Risalesi'nde, "mü'min kardeşinin cani bir sıfatını masum sıfatlarına bulaştırmama şeklinde" de tatbik etmektedir.

    Adalet Kur'an'ın dört esas maksadından (gayesinden) biri olup, hafife alınabilir, ihmal edilebilir bir kavram da değildir.75 Temel bir itikadi ve ameli tercihi gerektirir. Elhasıl, Bediüzzaman ne müspet, ne menfi, ne de herhangi bir şekilde milliyetçidir ve ne de bu yönde bir önerisi olmuştur. O nasıl ki, enaniyet ve bencilliği gayr-ı ahlaki bulmuş, uzak durmuştur; aynı şekilde bir sosyal enaniyet olan bizcilik ve milliyetçilikten de uzak durup, gayr-ı ahlaki bulmuştur. Hakka tarafgirlikten başka bir tarafgirliğe itibar etmemiştir.

    Bediüzzaman Devletçi midir?

    Risale-i Nur'da devletçiliği öngören bir anlayışa, iktidara yönelmiş bir tavra yer yoktur. Esasen milliyetçilikle ilgili menfi yaklaşımlar aynen devletçilik için de geçerlidir. Devlet ontolojik yapısı gereği; hak yerine kuvvete, otoriteye, güvenliğe odaklanmış, kendi selameti için insanı veya insanları feda etmeye hazır kurumdur. Anarşizm yerine devlet olgusunu kabul ve sınırlarını belirlemekten öte, devleti ve iktidarı merkeze alan devletçi anlayışlar, mezkur problemleri hat safhaya çıkarır.

    "Devleti önceleyen yaklaşımlar 'farazi' olanı 'hakiki olana'; sonradan olanı önceden olana; zihinsel olanı harici olana tercih gibi bir hata ile maluldür."76

    Modern devlet "rabb"liğe ait hemen bütün vasıfları sahiplenmiştir. O tektir, mülkünde şeriki olamaz; vatandaşlara da her fırsatta bu telkin edilir ve en küçük ortaklık, anında en şiddetli bir şekilde ortadan kaldırılır. Madem devlet kendi üzerinde semavi veya arzi hiçbir otorite tanımaz. En üstün otorite bizzat kendisinden başkası değildir. Bu özelliği ile devlet dünyevileşmenin, sekülerizasyonun "benlik" ve "tabiat" ile birlikte üç halkasından biridir.

    Mevcut 1982 Anayasası'nın felsefe ve temel kabullerini ortaya koyan başlangıç kısmında; devletin kutsallığı ve yüceliği "Kutsal Türk Devleti" ve "Yüce Türk Devleti" şeklinde açıkça yer alır. Keza başlangıçta "Ölümsüz Önder ve Eşsiz Kahraman Atatürk" ibareleri, "Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu"nun kurulmasını âmir 134/I md. bu kurumun "Atatürk'ün manevi himayesinde çalışacağı" ifade olunmaktadır.

    Eğer bir devlet "Yüce" ve "Kutsal" ise "Ölümsüz Önder" ve "Eşsiz Kahraman"a sahipse ve o kahramanın tasarrufu öldükten sonra sadece hukuken değil, metafizik (ruhani) olarak da devam ediyorsa, böyle bir devlette seküler, laik ve fiziki olmaktan çok, ruhani, teokratik ve metafizik bir çağrışım yapar. (Köprü, Sayı: 85, Kış 2004, s. 24)

    Devletin ilahlaştırılması, önce insan benliğinin, sonra da kainatın sekülerizasyonu ve (insanın ve tabiatın) ilahlaştırılmasının sonucunda ortaya çıkan bir süreçtir. Dolayısıyla her şey gibi devletin de asli vazifesine ve mahiyetine döndürülmesinin yolu, öncelikle insan ve kainat tasavvurundaki imani dönüşümlerden geçmektedir.77

    Bediüzzaman, ne dinin ölçülerini şu veya bu düzeyde çiğneyen bir rejime rıza gösterme anlamında devletçidir ne de dine hizmeti dindarların iktidarına bağımlı görme anlamında. O devletin değil, "insan"ın, siyasi iradenin değil, şahsi teşebbüsün asıl olduğu bir anlayışa sahiptir. Zira tabiatçılık ile devletçilik arasında ciddi paralellikler mevcuttur. O tabiatçılık ve benzeri tabuları yıkmaktadır.78

    Bediüzzaman Osmanlıcı mıdır?

    Müslümanların çoğu Osmanlıyı yüceltmek suretiyle bir Osmanlı milliyetçiliği, bir Osmanlı devletçiliği yaparlar. Bediüzzaman'ın ise İslam tarihinde Asr-ı Saadet dışında yüceltip idealize ettiği bir dönem yoktur. Buna rağmen Hz. Aişe, Muaviye gibi Sahabelerin adalet-i izafiye zannıyla hata ettiklerini de ifade eder. Esasen milliyetçilik ve devletçiliğe yukarıda bahsedildiği gibi ontolojik bir düzlemde karşı çıkan birinin Osmanlı devletçiliği ve/veya milliyetçiliği yapması da düşünülemez. O, her şeyde olduğu gibi mutedil ve dengeli bir yaklaşımla hataları ve sevapları, güzellikleri ve çirkinlikleri beraber görür, eğriye eğri doğruya doğru tavrını bırakmaz.79

    Nursi, "Osmanlı hükümetine neden hem itiraz, hem hücum ederdin; hem de bazılarına karşı müdafaa ederdin?" sorusuna, siyasetteki "muktesit meslek" (aşırılığa kaçmayan, mutedil görüş) kavramı sadedinde cevap verir. Analizinde ifrat ve tefrit yaklaşımları eleştirdikten sonra şu noktaya varır; "Hükümete hücum edenler 'Haydo, Haydo!' derlerdi. Bazıları 'Haydar Ağa, Haydar Ağa' derlerdi; ben 'Haydar' derdim, şimdi de 'Haydar' diyorum vesselam…"80

    Dikkat edilirse Bediüzzaman'ın hem itiraz, hem hücum ettiği; hem de bazılarına karşı müdafaa ettiği "veli sultan "Abdülhamit'tir. Onu dindarlığı, velayeti, hamiyet-i İslamiyesi cihetiyle müdafaa eder; "Muhtemeldir Abdulhamid, muktedir değil ki, dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin veyahut hata bir içtihat ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendinde bulsun. Veyahut avenelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir." der.81

    Fakat onun adalet-i izafiye zannıyla yaptığı istibdada ve devletçiliğine muhalefet eder. Bu sebepten dolayı tımarhaneye bile yatırılır. Buna karşılık kendisi İttihatçılar için "istibdat kendini muhafaza için herkese vesvese verdiği gibi beni inkılaptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilalin ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zail oldu. Ta o vakitte anladım; bizim ekser Ahrarımız mutekid Müslümanlardır."82 diyerek onları savunur. Fakat hürriyet ve meşrutiyetten uzaklaştıkları noktada onlara da muhalefet eder.

    Şu halde Nursi'nin devletçi olmayışı, mevcut devletle sınırlı olmayıp, Osmanlı ve Abdülhamid devletçiliği ve hatta Muaviye'nin kurduğu Emevi devletçiliği ve adalet-i izafiye zannıyla haksızlık ve istibdad yapan bütün devletçi yaklaşımları kapsar. Bu somut olgudan ileri olarak, o soyut (teorik) bir devlet ve iktidar projesi peşinde de koşmaz ve önermez.

    Bediüzzaman Ehl-i Sünnetçi midir?

    Nursi'nin sünnete, ehl-i sünnete ve müspet geleneğe bağlı olmakla birlikte; Şia, Vahhabilik83 ve Aleviliğe84 insaflı yaklaşımı, Cevşenü'l-Kebir, Celcelutiye ve Ehl-i Beyt sevgisine yaptığı vurgu, Hz Ali-Muaviye ihtilafında Hz. Ali'ye taraftarlığı gibi konular itibarıyla klasik bir ehl-i sünnet aliminden öte olduğu anlaşılmaktadır. O, Mutezile ve Cebriye gibi mezheplerin dahi hak noktalarını ihmal etmez, öne çıkarır. Zira; "Meslekler, mezhepler ne kadar batıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur."85 Şu halde o bir ehl-i sünnet alimidir, fakat ehl-i sünnetçi değildir.

    Bediüzzaman'ın, birçok çağdaşından farklı olarak İslam'ı, modern, dünyevi, siyasi, reaksiyoner bir ideolojiye indirgeyen İslamcı bir yaklaşıma sahip olmadığını da görmekteyiz. Böylelikle Devlet-i Aliyye'yi kurtarma sadedinde öne sürülen Türkçülük (milliyetçilik), Osmanlıcılık, İslamcılık ideolojilerine taraftar olmadığını, halbuki Osmanlının kurtuluşu için çabaladığını biliyoruz.

    Bediüzzaman Neye Muhalefet Etti?

    Yukarıda görmüş bulunuyoruz ki; Said Nursi muhalefetini kendisini yargılayan Ağır Ceza Mahkemesine verdiği dilekçesiyle deklare edecek kadar bir muhalifti. Fakat onun muhalefeti neye karşıydı?

    İktidara?

    Bilindiği gibi muhalefet, iktidar-muhalefet bağlamında ele alınan, ağırlıklı yönü politik olan bir tutumdur. Fakat Nursi'nin, muhalefetini beyan ettiği dönemlerdeki iktidara kategorik olarak karşı çıkması söz konusu değildir. Çünkü iktidarda "Kahraman demokratlar"86 ve "İslam kahramanı"87 dediği Menderes vardı. "Nurcular Demokratlara bir nokta-i istinadı."88 Emirdağ Lahikası'nda, Tarihçe-i Hayat'ta saff-ı evvel talebeleri "Demokrat Nur Talebeleri"89 diye imza atıyorlardı. Bediüzzaman ve talebeleri açıkça DP'yi destekliyor, iktidardan bir ihtilal yoluyla düşürülmesinden de endişe ediyorlardı.

    Cumhuriyete?

    O, "ben dindar bir cumhuriyetçiyim",90 "Hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir",91 "bu arı ve karınca milleti cumhuriyetçidirler, o cumhuriyetperverliklerine hürmeten çorbanın tanelerini karıncalara verirdim",92 dahası "Hulefa-i Raşidin hem halife, hem reis-i cumhur idi"93 dediğine göre, Cumhuriyete muhalefet etmesi de söz konusu olamaz.

    Demokrasiye?

    Nursi, şekli ve sözde bir cumhuriyet yerine, çoğulcu, katılımcı, hürriyetçi demokratik bir cumhuriyet istemekteydi. O, "hürriyet ve demokrasinin tesisine çalıştı."94 Münazarat gibi eski Said'in eserlerinde meşrutiyet lehine söylediği bütün argümanları sonraki tashihleri sırasında "cumhuriyet ve demokrasi manasındaki meşrutiyet"95 olarak genişletmiştir. O demokrasiye değil, antidemokratik uygulamalara karşı çıkmaktaydı.

    Laikliğe?

    Nursi'nin laikliğe açıkça ve kategorik olarak muhalefet ettiği de pek görülmez. O "Hıristiyanlıkta laiklik olabilir"96 görüşündedir. "Cumhuriyet devrinde laiklik dinsizlik olarak tatbik edildi"97 tespitine rağmen, "dini telkin laikliğe aykırı değildir",98 "Laik cumhuriyet, prensipleriyle tarafsız kalır",99 "laiklik dindarlara ilişmemeyi gerektirir"100 gibi nispeten olumlu atıflarda da bulunur. Yani laiklik fikriyatı ile, Türkiye'deki tatbikatını ayrı tutar.

    Sosyal Hukuk Devletine?

    Nursi'nin "sosyal devlet" ve "hukuk devleti" ilkelerine muhalefet etmek bir yana, bütün hakikatiyle tatbikini arzu edeceği izahtan vareste olup, önceki bahislerde ipuçları verildi. Kısmen izah edildi.

    Böylelikle 1924-1961-1971 Anayasalarında yer alan 1982 anayasasında ise "Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir"101 şeklinde son şekli verilen anayasal ilkelere Bediüzzaman'ın kategorik olarak karşı çıkmadığı, bilakis demokratik, sosyal bir hukuk devleti ve cumhuriyeti arzu ettiği söylenebilir. O halde Nursi neye muhalefet etmektedir? Nasıl bir muhaliftir?

    Bediüzzaman'ın Muhalefetinin Boyutları ve Vasıfları?

    Bir insan kendini muhalif olarak deklare ediyor, fakat muhalefetinin iktidara yönelik olmadığı anlaşılıyorsa, onun muhalefeti sathi ve basit değil, kökten ve esaslı bir muhalefet olmalıdır. Dahası mezkur temel anayasal ilkelerle de pek problemi yoksa, durum daha da ciddileşir. Nursi'nin neye muhalefet ettiğinin en aforizmik ifadelerinden biri şudur;

    "Sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eğleyen muarızlarımız (muhaliflerimiz) olan zındıklar (dinsizler), münafıklar istibdad-ı mutlaka 'cumhuriyet' namı vermekle, irtidad-ı mutlakı (dinden çıkmayı) rejim altına almakla, sefahat-i mutlaka 'medeniyet' ismi vermekle, cebr-i keyfi-i küfriye 'kanun' ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek hakimiyet-i İslamiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına derbeler vuruyorlar."102

    Görüldüğü gibi Nursi, "zındıklar" ve "münafıklar"a muhalefet etmekte, onları da kendine "muarız" olarak görmektedir. Muhalifi olan zındıklar ve münafıkların varlıklarını ve yaşam haklarını değil de "istibdad-ı mutlak", "irtidad-ı mutlak", "sefahat-i mutlak" ve "cebr-i keyfi-i küfriye" fiillerine karşı durmaktadır.

    Mezkur beyanın açılımı sadedinde şöyle söylemektedir; "Her iki Deccal azami bir istibdad ve azami bir zulüm ve azami şiddet ve dehşetle hareket ettiğinden azami bir iktidar (dikkat!) görünür. Evet, öyle acib bir istibdad ki, kanunlar perdesinde herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hatta elbisesine müdahale eder…. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki, bir adamın yüzünden yüz köyü harap ve yüzer masumları tecziye ve tehcir ile perişan eder."103

    Herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hatta elbisesine kanunlar perdesi altında müdahale! Kanun yok ama varmışçasına elbiseye, tesettüre fiili ve yaygın bir yasak! Namaz kılmak, içki içmemek kanunen yasak değil, ama namaz kılanlar, içki içmeyenler, hanımı başörtülü olanlar pek çok görevden ihraç edilir, pek çok yere giremezler. Herkesin vicdanına ve mukaddesatına hukuken değil, ama "cebr-i keyfi-i küfri" ile müdahele ederler. Ulusun ve ulus devletin "sözde" menfaati uğruna bir adam yüzünden yüz köyü harap ve yüzler masumları tecziye ve tehcir ile perişan etmeyi adil bulurlar. Güya adalet-i izafiye ile korkunç bir zulüm yaparlar.

    "Hem Nur Risaleleri küfr-ü mutlakı kırdığı için küfr-ü mutlakın altındaki anarşiliği ve üstündeki istibdad-ı mutlakı kırdığı cihetle, bir nevi siyasete teması ve tevehhüm edilmiş."104

    Küfr-ü mutlakın (irtidad-ı mutlakın) altında anarşilik var. Zira hiçbir dine inanmayan ulus devletin yasalarına da tabi olmaz, hiçbir kayıt ve sınır tanımaz. Küfr-ü mutlakın üstünde ise "cumhuriyet" namı verilen "istibdad-ı mutlak" var. Çünkü hiçbir toplum dinsiz olamaz ve yaşayamaz; sadece "muvakkat bir rejim" altına (yani irtidad-ı mutlaka) alma çabası olabilir. O da ancak istibdad-ı mutlak ile geçici olarak mümkündür. Hak ve hürriyet ortamında mümkün değildir.

    Tam bu noktada Risale-i Nur'un muhalefet fonksiyonu da ortaya çıkar. Zira; "Nur Risaleleri küfr-ü mutlakı kırar." Başkaca hiçbir şey yapılmasa bile Risale-i Nur'un bu etkisinden dolayı "siyasete teması var tevehhüm edilir." Çünkü Nur'un, "muarızlarının" (muhaliflerin) siyaseti; "küfr-ü mutlak" ve "irtidad-ı mutlaktır".

    Bediüzzaman'ın köklü ve derin muhalefetinin bir vasfı da ne küfr-ü mutlakın altındaki anarşiye sebebiyet vermek; ne de istibdad-ı mutlakı tatbik eden ulus devletten razı ve ona teslim olmaktır.

    Nursi, aşağıdaki beyanlarında siyasetten, aktif siyasetten, haksızlık ve zulümlere fiilen karşılık vermemekten neden uzak durduğunu, pek çok yerde tekrarladığı "müspet hareket"in hakikatinin ne olduğunu fiilen ve bizzat ihkak-ı hak yapmamasının, mesela bir korkunun eseri olup olmadığını açıklamaktadır.

    "Risale-i Nur'daki şefkat, hakikat, hak bizi siyasetten men etmiş. Çünkü masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz.

    Bazı zatlar bunun izahını istediler. Bende dedim:

    Şimdi fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş'et eden hodgamlık ve asabiyet-i unsuriye (ırkçılık) ve umumi harpten gelen istibdad-ı askeriye (II. Dünya Savaşı sonrası siyasette askerlerin etkisinin artması, askeri diktatörlüklerin kurulması) ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok biçareleri yakacak; o halette o da ezlem (pek zalim) olacak ve mağlup kalacak. Çünkü, mezkur hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, adi bahanelerle vurup, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlup vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

    İşte, Kur'an'ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karıştırmaktan kaçındığımızın hakiki hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik."105

    Görüldüğü gibi zulme uğrasa bile asla zalim olmamak, masumlara zarar gelmemesi için dua ile sabretmek demek olan "müspet hareket", asla zulme rıza, zalime muhabbet, devlete kutsiyet ve dokunulmazlık atfetmek değildir. Bir korku eseri olarak sinmek ise hiç değildir. Said Nursi'nin çocukluğundan beri dikkati çeken bir karakter özelliği fıtratındaki müthiş cesaret, celadet ve davasına yönelik ısrar ve heyecandır. Bu sebeple üç dehşetli komutana karşı çıkmıştır.106 Aynı zamanda şefkat ve muhabbet temel düsturu olup, "Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur"107 demektedir. O kadar ki, kendisine çok zulmeden Cezaevi Savcısına artık beddua etmeyi düşünmektedir. Fakat avluda gördüğü kız çocuğunun zalim Savcının evladı olduğunu öğrenince bedduadan bile vazgeçer. Halbuki burada Savcının bir bela ve musibete uğrayacak olması, hukuken ve Allah indinde masumlara zarar veren kontrolsüz bir durum olmadığı, Nursi'nin mazlum, Savcının ise zalim olduğu bir hal söz konusudur. Fakat o, bir kız çocuğunun babası ile ilgili acı çekmesini istemez, masumlar zarar görmesin tavrını şahsı ile ilgili olarak burada dahi sürdürür, değil fiilen ihkak-ı hak, beddua bile etmez.

    Gerçekte "iman" ve "din" boyutu olmayan hiçbir düşünce yoktur. Mesele, esasen inanıp inanmamakta değil, neye inanıldığı hususunda düğümlenmektedir. Bu bakımdan insanın ferdi hayata, ekonomiye, siyasete, sosyal hayata, kısacası hayatın tüm veçhelerine bakışı, bir inanç tercihini doğrudan içermekte, daha doğrusu bu tercih üzerinde temellenmektedir.

    Varlık, alem ve eşya tasavvuru ve kabulü piramidin tepesi olup her şey onun altına doğru genişler. Bilim adamı ve sistematiği de bundan kurtulamaz. Dolayısıyla paradigması ve dünya görüşü olmayan, yani "Tanrı"sı olmayan bir bilim ve hayat tarzı da yoktur.

    Karl Popper milliyetçiliği, sınıfçılığı, varoluşçuluğu, pozitivizmi, davranışçılığı seküler dinlerin örneği olarak zikreder.108 Bunlardan milliyetçililik ve pozitivizm seküler dini yaklaşımı, konumuzla doğrudan ilgilidir. Zira rejimin esas ve fiili dayanağı bunlardır. (Etnoseküler ulus devletçilik)

    Muhalefetin köklü ve derin olması ise pozitivizm ve milliyetçiliğin İslam dinine karşı alternatif bir din olarak dayatılmasından kaynaklanmaktadır.

    İnsanlık tarihinde iman-küfür, tevhid-şirk, hak-batıl, adalet-zulüm kadar eski, köklü, derin, sürekli, ısrarlı, yaygın bir gerilim yoktur. Öyleyse ulusçuluğu dinden saymak ya da dine ulusçuluğu katmak veya pozitivizm ile tevhid hakikatini uzlaştırmaya çalışmak, zaman zaman her iki taraftan talep edilse de palyatif ve nafile çabalardır.

    Bediüzzaman'ın muhalefeti, sosyal ve siyasi konuları ele aldığı Eski Said'in "Münazarat", "Divan-ı Harb-i Örfi", "Hutbe-i Şamiye" gibi eserlerinde zahirdir. Sanılanın aksine Yeni Said'in eserleri de bu konuda bariz muhalif mesajlar taşır. Ki, hemen yukarıdaki iktibasların rejim karşıtı mesajları, "Şualar", "Emirdağ Lahikası" gibi yeni Said'in eserlerindedir. Esasen "Sözler", "Mektubat" gibi eserlerde ağırlıklı olarak, tevhid, nübüvvet, haşir gibi imani konuların ele alındığı bölümlerin muhtevası, ontolojik düzlemde daha da muhaliftir. Bu eserlerde milliyetçi-pozitivist bir seküler dinin temel esasları bertaraf edilmekte, hakiki tevhid dini olan İslam'a tahşidat yapılmaktadır. Esasen küfür imana nasıl ki, iflah olmaz bir muhaliftir; "her şey zıddıyla bilinir" kuralınca iman küfre, tevhid de şirke muhaliftir.

    Burada dikkat gerektiren husus; muhalefeti ne günlük, tepkisel yüzeysel reaksiyona indirgemek suretiyle, derindeki gerilimi ihmal etmek, ne de derinlerdeki gerilimi mücerret ve nazari bir zeminde buharlaştırarak aktüalite ve pratiğini yok etmektir.

    Bu cümleden olarak makalenin başında sorduğumuz; "Bediüzzaman için hangisi uygundur?" sorusuna "c) Köklü bir muhaliftir" cevabı doğrudur, fakat "e) Hiçbiri" cevabı da şu açıdan bir önem arz eder: Bediüzzaman gibi bir alim ve Risale-i Nur gibi bir külliyatı sadece ve münhasıran iktidar-muhalefet, muhalif-muvafık bağlamında ele almak yanıltıcı olabilir. "Bediüzzaman bir kökten muhaliftir ve dahi başka da bir şey değildir" yaklaşımı onu tanımlamaya yetmez, ancak vasıflandırma argümanlarından biri olabilir.

    İslam Düşüncesinde Muhalefet Geleneği109

    "Muhalefet=muarada" kelimesi İslam düşüncesindeki alanında uzun zamanlardan beri ve İslam tarihinde çeşitli devreler boyunca, fikri ayrılığı göstermek üzere kullanılmıştır. Politik bir anlamdan çok "tenkit, sorgulama ve görüş ayrılığı" manasına gelir.

    İslam siyasi tefekküründe iktidarı elde etmeye talip olmayış yer ettiğinden, iktidarı elde etmek memnu ve mekruhtur. Buradan yola çıkarak, bütün muhalefet hareketlerinin çabası iktidarı elde e