Köprü Anasayfa

Said Nursi

"Bahar 2004" 86. Sayı

  • Etnik ve Kültürel Farklılıkların Buluşmasında Türklerin Farkı

    The Difference of Turks About the Meeting of Ethnic & Cultural Differences

    İslam Yaşar

    Asıl meseleye girmeden önce mevzu ile ilgili olarak iki hususu nazara vermekte fayda mülahaza ediyorum.

    Birincisi; etnik ve kültürel farklılıkların insanlığı getirdiği nokta.

    İkincisi; Bediüzzaman Said Nursi’nin meseleye vukufiyeti.

    Etnik üstünlük iddiasına dayanan ırkçılık, insanlığın tarih boyunca yaşadığı en dehşetli hastalıktır. Bu zamana kadar hiçbir felaket, onun kadar çok can ve mal kaybına sebep olmamıştır.

    Tarihin en kanlı katliamları, dehşetli sürgünleri, tehcirleri ve benzer içtimai felaketleri hep onun uğruna yapılmıştır. Dinler, düşünceler, fikirler, sistemler onun adına alet edilmiştir; onun için nesiller heder, gelecek heba olmuştur.

    Ölüm makinesi addedilen dehşetli silahlar onun için geliştirilmiş, kalabalık ordular, büyük donanmalar onun adına yürümüştür. En güzel ve faydalı icatlar bile yeri geldiğinde onun emrine verilmiştir.

    Farklı yerlerde yaşayan ilk insan grupları ile başlayan ırkçılık hareketleri, zaman geçtikçe artan amansız bir felaket halini aldığı için, halen dünyanın pek çok yerinde modern silahlarla hasım görünen masum insanlar katledilmektedir.

    Kültür sahasında yapılanlar da savaş alanlarında yaşanan felaketlerden pek farklı değildir. Medeniyetin merhalesi sayılan sinema, radyo, televizyon, bilgisayar ve benzeri imkanlarla yapılan kültür bombardımanı neticesinde insanların kimlikleri silinip, kişilikleri katledilmekte ve yeni yetişen nesilleri adeta birer mankurt haline getirmektedir.

    Son zamanlarda bunların medeniyet, demokrasi, hürriyet gibi değerler adına yapılması ise ırkçılık illetinin, yeri geldiğinde her mukaddesi ve değeri menfur emelleri için istismar edebileceğini göstermektedir.

    Şairin, "Kendi kendine ettiğin adem, bir araya gelse edemez alem" şeklinde de ifade ettiği gibi insanın en büyük düşmanı, yine insan. Ama buna çare arayan da insan.

    Bediüzzaman Said Nursi de onlardan biri.

    Bediüzzaman, meseleye bütün yönleri ile vakıf olarak başlamıştır çare arayışına. Bu vukufiyette kendisinin Arap, Kürt ve Türk unsurlarla iç içe olmasının rolü vardır. Fakat yalnız bu unsurların değil, bütün akvamın birbirine düşman edildiği, üstünlük sağlama hevesiyle kanlı savaşların yapıldığı bir zamanda doğup büyümesinin de tesiri büyüktür.

    Cihan harbinden önce Anadoluyu, Ortadoğuyu, Kafkasları ve Balkanları dolaşıp oralarda yaşayan insanları etnik kimlik ve kültür yönünden tanımasının yanı sıra savaşa bizzat iştirak ederek acı neticelerini görmesi de teşhis koyup, çare arayışında etkili olmuştur.

    Zaten, Risale-i Nur Külliyatını telif ettiği yıllar, Türkiye’de olduğu gibi dünyada da ırkçılığın revaçta olduğu, etnik temele dayalı devletlerin kurulduğu ve birbiri ile kıyasıya hakimiyet mücadelesi verdikleri karışık yıllardı.

    Yaşanan hadiseleri de nazara alarak "felaket ve helaket asrı" diye adlandırdığı zamanın hastalıklarına çare ararken Kur’an’ı yegane kaynak ittihaz etmiş, imani meselelerin yanı sıra içtimai sıkıntıların çarelerini de yine onda aramıştır.

    "Sizi tâife tâife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimâiyeye âit münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yek diğerinize karşı inkâr ile yabâni bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz değildir." (Hucurat; 13)

    Bediüzzaman, bu ve benzeri ayetleri nazara vererek hilkatin hikmetine dikkat çekmiş ve etnik farklılıkların buluşma merkezi olarak insanlığın ortak değerlerini göstermiştir.

    İnsanlar, "eşref-i mahlukat" olarak yaratılmanın icaplarını yerine getirerek, birbirleri ile insanlığın ortak değerleri çerçevesinde muhatap oldukları takdirde, insanlığın daha huzurlu, mutlu ve güvenli olacağını ortaya koymuştur.

    Çok farklı unsurlardan meydana gelen Müslümanların buluşma merkezini ise, "Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehittir. İtibari, zahiri, arızî bir ayrılık var. Belki din milliyetin hayatı ve ruhudur" sözleri ile ifade etmiştir.

    Onu da "İslamiyet milliyeti" şeklinde adlandırmıştır.

    Bu insanî ve İslamî hakikatler Asr-ı Saadette tatbik edilmesi neticesinde insanlık, tarihin en huzurlu ve mutlu zamanına şahit olmuştur. Müteakip zamanlarda milletler bu hakikatlere ittiba ettikleri ölçüde diğer unsurlarla birlikte huzur içinde yaşamışlardır.

    Nitekim çeyrek asır öncesine kadar birbiri ile savaşan, demir perdelerle bölünen, paktlara ayrılan Avrupa milletleri; bugün insanî değerler etrafında birleşerek yaşadıkları ülkeleri dünyanın en huzurlu yerleri haline getirmişlerdir.

    Bediüzzaman’ın, "Avrupa bir Osmanlı devletine hamiledir" derken işaret ettiği devlet, "Fransalmanya" örneğinde olduğu gibi sınırları ve farklılıkları ortadan kalkmış bir Avrupa Birliği olmalıdır.

    Zaten Türk milletinin farkı da bu hususiyetinden ileri gelmektedir.

    Türkler, tarihin bilinen en eski kavimlerinden biridir. Cesaretleri, kahramanlıkları ve savaşçılıkları ile temayüz ettiklerinden, etnik hakimiyet kurabilecek bütün imkanlara sahiptirler.

    Zaman zaman bu maksatla harekete geçmişler başta Hun, Göktürk olmak üzere pek çok büyük devlet kurmuşlar, Oğuz, Mete, Attila gibi cihangir hanlar yetiştirmişler ve dünyaya hakim olmaya çalışmışlardır.

    Fakat Müslüman olduktan sonra dünya hakimiyeti hedefınin yerine İla-yı Kelimetullah idealini ikame etmişler ve bin yılı aşkın bir zaman da Allah’ın adını âleme yayma vazifelerini hakkı ile ifa etmişlerdir.

    Bu sayede "Dünyanın her tarafındaki Türkler Müslüman’dır. Sair unsurlar gibi Müslim ve gayr-i Müslim olarak iki kısma inkisam etmemişlerdir. Nerede Türk taifesi varsa Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır. Macarlar gibi." hakikati tecelli etmiştir.

    Fakat geçen asrın başlarında, Bediüzzaman’ın "Firengi illeti gibi bir maraz" telakki ettiği ırkçılık hastalığına yakalanınca pek çok özelliklerini kaybetmişler, parçalanmışlar, dağılmışlar ve varlıklarını korumakta bile zorluk çeker hale gelmişlerdir.

    Bu sari illetin azabını onlarla birlikte yaşayan Said Nursi, kurtuluşun çaresini, bu milletin eski hasletlerini kazanmasında gördüğünden, "Ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil, belki, Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakim’in bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’an’ı ilan ettiniz. Milliyetinizi Kur’an’a ve İslamiyet’e kal’a yaptınız" diyerek Türklere tarihi mefahirlerini hatırlatmıştır.

    Türkler bilhassa Selçuklu ve Osmanlı devletleri zamanında asırlar boyu her din, dil, ırk, renk ve farklılıktan insanı sulh ve sükun içinde bir arada yaşattıkları için, o tarihi misyonlarını yeniden ifa etme mesuliyetini taşımaktadırlar.

    Gerçi artık bunu devlet gücü kullanarak yapma imkanı kalmamıştır. Zaten ona lüzum da yoktur. Dünyanın her yerinde rahatça yapılabilecek İslâmi hizmetler ve içtimai faaliyetler ondan çok daha iyi neticeler verecektir.

    Çünkü, Bediüzzaman’ın, "Eğer biz ahlak-ı İslamiye’nin ve hakaik-ı imaniyenin kemalatını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabiileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler, belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler" şeklinde de ifade ettiği gibi İla-yı Kelimetullah hareketi, İslam’ı yaşamaktan geçmektedir.

    Bediüzzaman’ın dehşetli zulümlere reva görülmesine rağmen Türkiye’de kalmasının ve eserlerini Türkçe telif etmesinin sebebi, Türkleri, o tarihi misyonlarını bu tarzda yeniden ifa edecek istidat ve güçte görmesindendir.

    Bunun önündeki en büyük engel, "dessas Avrupa zalimlerinin" Müslümanlar arasında yaymaya çalıştıkları ırkçılık illetidir. Bu hastalık, bilhassa Türklere bulaştırılmaya çalışıldığından Bediüzzaman onları hassaten ikaz etme ihtiyacı hissetmiştir:

    "Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslamiyetle imtizaç etmiş; ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın! Bütün senin mazideki mefâhirin, İslamiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!"

    Türkler bu ikaza kulak verip intibaha gelerek ırkçılık illetine müptela olmadıkları, her vesile ile empoze edilen kültür tuzaklarına da düşmedikleri takdirde tarihlerine yeni mefahirler ekleyeceklerdir.

    Müessir bir Kur’an tefsiri olması hasebiyle hitap hududu bütün insanlığı içine alacak kadar geniş olan Risale-i Nur Külliyatı ve onun etrafında şekillenen Nur hareketi de buna zemin izhar etmektedir.

    Nitekim dünyanın değişik ülkelerinde sık sık yapıldığı gibi, pek çok farklı unsurdan insanı bugün burada bir araya getiren Risale-i Nur Kongresi de bunun güzel bir örneğidir.