Köprü Anasayfa

Bitmeyen Esaret: Yoksulluk

"Güz 2004" 88. Sayı

  • Dinî Yaşantı Bağlamında Yoksulluğun ve Zenginliğin Değişen Anlamı

    The Changing Meanings of the Poverty and Prosperity in the Context of Religious Life

    Vejdi Bilgin

    Dr., Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Din Sosyolojisi Anabilim Dalı öğretim üyesi.

    On dokuzuncu yüzyılın bazı büyük bilim adamları aynı zamanda çağlarına uygun birer ütopyacıydı. Bilime dayanacak olan gelecek yüzyılların insanlara saadet getireceğini düşünüyorlardı. Akla, bilime ve pozitif gerçeklere dayalı olan bir hayatın içinde ne çatışma, ne zulüm, ne hastalık ne de yoksulluk olacaktı. Bu yüzyıl aynı zamanda, Batı'da birkaç yüzyıldan beri dine karşı gelişen düşüncenin de zirveye çıktığı bir yüzyıldır ve pozitivizm adıyla bilinen bu öğreti dinî ve metafizik açıklamaları hiç tartışmaya bile gerek duymaksızın peşinen bilimsel açıklamanın dışında kabul etmişti. Sosyolojinin ve pozitivizmin kurucusu A. Comte, insanlığın yaşayacağı üçüncü çağın Pozitivist Çağ olacağını ve bu dönemde toplumsal problemlerin ortadan kalkacağını düşünüyordu.1

    Bu yüzyıldaki aydınlar ve bilim adamları arasındaki hâkim söyleme göre din, çatışmaların ve ayrımcılığın kaynağı idi; tarihteki büyük çatışmaların dinden kaynaklandığı, dinin insanlığa saadet yerine felaket getirdiği söyleniyordu.2 Din aynı zamanda dünyadaki zulümlerin meşrulaştırıcı aracı olarak da görülüyor; baskılara karşı çıkmak yerine baskı yapanların elindeki kontrol aracı gibi telakki ediliyordu. Marksist öğreti tamamen bu anlayış üzerine odaklanmıştı, zira Marks'ın öğretisini geliştirdiği yılların Avrupasında sanayi toplumuna geçişte pek çok toplumsal sorun yaşanmış, kilise bunlara bigane kalmış ve hatta meşrulaştırma yoluna gitmişti.3

    Dinin adeta bir günah keçisi gibi kabul edildiği bu dönem, modern sanayi toplumuna geçiş dönemidir, ancak aynı zamanda sosyal problemlerin ayyuka çıktığı bir yüzyıldır: Şehirleşme, barınma sorunları, geçim problemleri, emeğin ucuzlaması, sefalet, değerlerin aşınması ve nihayetinde büyük savaşlar.

    Bugün Batı dünyasının geldiği noktaya baktığımızda bu sıkıntıların bir kısmının ortadan kalktığını görüyoruz, ama bunun temelinde dinin toplumsal hayattan geri çekilmesi yatmaz. Aksine insanlar sanayileşme, şehirleşme ve modernleşmeye eşlik eden yeni problemlerle, özellikle hayatın anlamının kayboluşu, uyumsuzluk, iletişimsizlik, yabancılaşma gibi problemlerle yoğun bir şekilde karşı karşıya geldi. Moral bağlardan gittikçe soyutlanmış bir zenginlik, fakirlik kadar problemli bir konu oldu. Batı dünyası gittikçe zenginleşti ama modern ütopyalar insanlığın mutluluğu yönünde gelişemedi.

    Geleceğe karamsar bakmak dinlerin yabancısı olduğu bir durum değildir. Zira kıyamet düşüncesine sahip olan dinlerde gelecekte her şeyin daha kötüye gideceği ve bir gün dünyanın yok olacağı inancı vardır. Ancak dinler bu yok oluş durumunun yoksulluktan ve açlıktan ziyade zenginlikten ve günahtan kaynaklanacağını düşünürler. İslam kültüründe sözü edilen kıyamet alametlerinden biri de zenginliğe işaret eden yüksek binaların çoğalmasıdır.4 Zenginlik kötülenmez ama zenginliğin vereceği hayat tarzından endişe edilir ve belli belirsiz paraya karşı bir korku yerleşir dindarın kalbinde. Aslında bu tam bir korku değildir, korku ve sevme arasında gidip gelen bir duygudur.

    Zenginlik kötü müdür gerçekten? Ya da soruyu tersinden düşünürsek fakirlik iyi midir? Bu anlayış doğruysa eğer, yani zenginlik ne kadar kötüyse ve yoldan çıkarıcı ise yoksulluk o ölçüde iyi ve istikamet verici olmalıdır. Oysa yoksulluk tabiatı gereği tamamen negatif bir terimdir ve iyi olarak görülmesi mümkün değildir. Bu, sosyal ve ekonomik bir problem olduğu kadar dinî ve ahlakî bir problemdir de. Bu yazıda bu konudaki tartışmalara bir katkı sağlaması amacıyla tarihten günümüze yoksulluğa ve zenginliğe bakış açısı ortaya konulacaktır. Konunun sadece yoksulluk açısından ele alınışı metodolojik olarak problemli olacağından hem yoksulluk hem de zenginlik telakkisinin incelenmesi zorunlu olmuştur ve okuyucu "geçmiş" yüzyılları okurken günümüz anlayışının ne kadar farklı olduğunu hemen fark edecektir.

    Geçmiş: Yoksulluk Durumuna Verilen Üstünlük

    Uzun yüzyıllar boyunca İslam kültüründeki genel anlayış -her ne kadar bireysel olarak arzu edilmese de- yoksulluğa, dini açıdan rüçhaniyet verilmesi, hatta zaman zaman yüksek dinî yaşantıyla özdeşleştirilmesi yönündedir. Bunun dini kaynağı olarak hadisler gösterilir. Rivayete göre Miraç sırasında cennetin kapısından bakan Hz. Muhammed oraya girenlerin büyük çoğunluğunun fakirler olduğunu görmüştür. Yine bir başka hadise göre fakirler cennete zenginlerden beş yüz sene önce gireceklerdir.5 Bu ve benzeri rivayetlerin sahih olmadığını, sonradan uydurulduğunu kabul etsek bile6 en azından bu tür anlayışın toplumdaki etkinliğini göstermesi bakımından önemli bir sosyolojik veri olduğunu kabul etmek gerekir.

    Fakirlik üzerine kurulu zahidane hayat daha ilk yüzyıllardan itibaren İslâm dünyasında görülüyordu. İbrahim b. Edhem sekizinci yüzyılda yaşamıştır (öl. 778) ve hayat hikâyesi gönüllü fakirlik üzerine kuruludur. Rivayetlere göre kendisi çok zengin bir ailenin, bir rivayete göre de Belh Sultanı'nın oğluydu ve genç yaşında bütün mülkünü terk ederek fakirlikle dolu bir hayatı tercih etmişti. Memleketinden uzakta geçimini bekçilik, ırgatlık gibi işlerle temin ederken babası vefat ettiği zaman mirasından da hiçbir şey almamıştı.7 Yine sekizinci yüzyıl sufilerinden Mâlik b. Dînar ile Muhammed b. Vasi'nin dünyayı terkin mahiyeti konusunda tartıştığını görüyoruz. Malik bir parça araziye sahip olup kimseye muhtaç olmadan yaşamayı dilerken, İbn Vasi bir öğün yemeği olan ve sonraki öğünü düşünmeyen bir kişi olmayı istiyordu.8

    İslam'daki ilk züht hareketlerinin bir dayanağının Emevi Halife-Sultanları ve idarecilerinin Hulefa-yı Raşidin'in saf dinî hayat tarzından uzak bir lüks içinde yaşamaları ve bunun topluma yayılmasına duyulan tepki olduğu ifade edilir.9 Bu dönemde Hıristiyan dünyada olduğu gibi,10 Müslüman dünyada da dünya hayatını terk edip bir köşeye çekilenlerin örnek insanlar olarak telakki edilip saygı görmesiyle bu zihniyet daha da güçlenmiş ve dünyadan elini eteğini çeken bir grubun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Yazılan eserlerde de dünyaya olumsuz bir tavır takınmanın fazilet olduğuna dair görüşler ağırlık kazanmıştır.11

    İslâm tasavvufunun büyüklerinden bir örnek vermek gerekirse; Kadiri Tarikatı'na isim veren Abdülkadir Geylânî (öl. 1166) geçimini sağlamak için çalışmanın zorunlu, halktan dilenmenin ise şirk olduğunu düşünür. Kişi ihtiyacı miktarınca bir kazanç yolu bulmalıdır ve fazlasını istememelidir. Yaşlandığında veya hastalandığında onun dünyalık kısmeti kendiliğinden gelecektir. O'na göre fakirlik bir imtihan olup pek çok kişi bunun mahiyetini kavrayamadığından Allah'a isyan edecek seviyeye gelir. Dolayısıyla sabır gösterilen fakirlik, esasında hoş bir şey olsa da, buna herkesin tahammül gösterememesinden dolayı tehlikeli bir hâldir. Abdülkadir Geylânî'ye göre, Hz. Peygamber'i diğer peygamberlerle mukayese ettiğimizde, O'nun en önemli vasıflarından birinin hem genel anlamda hem de tasavvufî anlamda fakirlik olduğu görülür.12

    İslâm dünyasında hâkim ideal düşünceyi Maverdî'nin Edebü'd-Dünya ve'd-Din isimli eserinde görmek mümkündür. Maverdî'nin, mutasavvıf kimliğiyle bilinmemesine rağmen, eserinde bu yaklaşıma ağırlık vermesi tasavvufun Müslüman dünyadaki etkinliğini göstermesi açısından da önemli bir veridir. "Nefsi Dünyanın Terkine Alıştırmak" başlığı altında hadislerin, âlimlerin, mutasavvıfların sözleri yanında özellikle Hz. İsa'ya atfen verilen sözler dikkat çekmektedir. Burada verilen bütün örnekler bir iç tutarlılık içinde dünyadan yüz çevirme üzerine odaklanmıştır. Hz. İsa'ya atfedilen söze göre mülkiyetin üç tehlikesi vardır. Öncelikle bu, helalden kazanılmaz, helalden kazanılsa bile gayri meşru bir şekilde harcanır, yerine göre harcansa bile Allah'a ibadetten alıkoyar. Bu mantık örgüsü içinde kişinin mülk sahibi olmayı düşünmesi mümkün değildir. Bu uzunca başlık altında Maverdî'nin söylemek istediği şey bir edebiyatçının sözünde özetlenmiştir: "Züht ve takva kalbindeki kesin imana bağlıdır… Kimin kesin imanı sahih ise servetten kaçar." Yine de eserin ilerleyen bölümlerinde sufiyane yaklaşımların yanında, kendisi de sufi olmasına rağmen daha orta bir yaklaşıma işaret eden Sülemî'nin şu sözüne de yer verildiğini görüyoruz: "İnsanlar üç sınıftır… Hayrın çoğunu yine orta hallilerde aramaya bak. Şerrin çoğunu zenginlerle fakirlerde ara. Çünkü zengin servetin verdiği azgınlığa maruz, fakir de yokluğun getirdiği rezalete maruzdur."13

    Dinî geleneklerde fakirlik durumuna ayrı bir değer veren ve bunu Yaratıcı'ya ulaşmanın bir yolu olarak kabul eden anlayışların yanında buna karşı çıkan anlayışlar da vardı. Örneğin, İbnü'l-Cevzi fakirliği öven yaklaşımlarından dolayı genel manada sûfileri eleştirirken, mal biriktirmenin insan hayatındaki önemi ve malın hepsinin dağıtılmaması konusunda hadislerden örnekler verdikten sonra, kişinin başkasına muhtaç olmamak ve gelecekteki muhtemel sıkıntılı günler için hazırlıklı olmak, dostlarına ikramda bulunmak, hayırlarda bulunmak niyetiyle çalışıp para biriktirmesinin pek çok nafile ibadetten hayırlı olduğunu, sadece Sahabelerin değil, peygamberlerin bazılarının bile servetleri olduğunu söylemektedir.14 Tasavvuf tarihinde zenginliği fakirlikten üstün gören ve bu anlayışları yüzünden özellikle tasavvuf erbabı arasında tenkitle karşılanan Yahya b. Muaz Razi, Ebu Said Mihenî gibi mutasavvıflar zikredilir.15 Muhasibi de son eserlerinde zenginliğin zühde engel olmadığı şeklinde bir görüşe sahip olmuştu: Kalplerinde mal sevgisi olmayan insanlar zenginlik durumunda da zâhid olabilir, sâlih müminlerin makamına erişebilir.16 Ancak bu görüşe sahip mutasavvıfların tasavvuf tarihinde çok az olduğunu ve hâkim yaklaşıma zıt olduğunu belirtmek gerekir.

    Bugün: Zenginlik Arzusuna Paralel Dindarlık

    Geçen yüzyıllardan günümüze pek çok şey değişti. Önceleri gündelik hayatın her alanında bir şekilde tasavvufi anlayışın etkileri görülürken ve bu anlayış iktisadi yaklaşımları önemli ölçüde etkilerken, bugün tam tersine bir anlayışla kapitalist hayat tarzı insanların zihniyetine ve hayat tarzına egemen oldu. Kapitalist anlayış sermayeye ve sermayenin sürekli üretim için kullanılmasına dayanır. Buna göre kişinin sadece geçineceği kadar paraya değil, çok daha fazlasına sahip olması gerekir. Zira gelişemeyen, rakipleriyle rekabet edemeyen işletmeler yok olma ihtimali ile karşı karşıyadır. Kapitalist ekonomi aynı zamanda tüketime yönelik ekonomidir; sürekli olarak yeni ürünler piyasaya arz edilir ve müşterinin bunu tüketmesi arzu edilir. İnsanlar iş adamı olmasalar bile tüketiciler olarak kapitalist ekonomik sistemin ciddi bir parçası olabilirler. Türkiye'de sürekli olarak bahsedilen problem geçim sıkıntısıdır. Acaba gelir seviyesi mi düşüktür, yoksa tüketim mi fazladır ve bu durum Türkiye'nin büyük ekonomik hamlelerine rağmen niye kronik bir sorun olarak şikâyet konusu olmaktadır? 1980 öncesi geçim sıkıntısı ekonominin yeterince büyük olmamasından kaynaklanıyordu. 1980 sonrasında özellikle serbest piyasa ekonomisiyle, ekonomik bir canlanma yaşanmasına rağmen şikâyetler devam etti ve bunun suçlusu olarak enflasyon gösterildi. Aslında gelişen ekonomi ile birlikte tüketim de artmıştı ve iktisadi açıdan bunlar birbirini tetikleyen unsurlardı. Acaba bir kişi 1980 öncesi hayat standardı ile yaşasa yine de geçim sıkıntısı duyar mıydı? Bunun cevabı bellidir: Hayır. Zira 30-35 yaşın üstündeki herkesin rahatlıkla hatırlayacağı üzere bu yıllar mutfağa, yakacağa, giyeceğe ve ulaşıma asgari ölçüde para harcanan yıllardı. 1980 öncesi ve sonrası arasında pek çok kalemde karşılaştırma yapılabilir. Evimize alınan meşrubatların, bisküvi-çikolata türü yiyeceklerin, beyaz eşyanın ve ulaşım giderlerinin bugünkü durumu ile o günkü durumunun kıyası neredeyse mümkün değil. Şüphesiz ürün bollaştıkça ve rekabet arttıkça fiyatı da düşmüştür, ama bu durumu göz önüne alarak da bir hesap yapsak, haftada bir veya özel günlerde eve alınan "depozitolu" bir litrelik kola ile her akşam eve alınan iki buçuk litrelik kolaya verilen değer arasında ciddi fark var. "Depozitosuz dönem" bile bir tüketim anlayışını gösteriyor. Ama zihniyetin daha da net ve çarpıcı biçimde ortaya konması açısından 1980 öncesi döneme "yama dönemi" desek daha uygun olur. Bu dönemde orta halli çocukların devam ettiği okullarda öğretmenler, "yamalı giymenin ayıp olmadığını ama kirli giymenin ayıp olduğunu" telkin ederlerdi. Türkiye 10 yıl gibi kısa bir süre içinde "yama"yı gündelik hayatından çıkardı, ama bu basit bir giyim biçiminin değil, bütün bir hayat standardının değişimiydi. Ve şimdi hiç kimse o günlere dönmek istemiyor ve şunu söylüyor: "İnsan gibi yaşamak bizim hakkımız değil mi?"

    Bu satırların yazarı bunun aksini söyleyebilecek konumda değil, zira bir kişinin istediği kadar meşrubatı buzdolabına koyabilmesi, evinde kâğıt mendil veya kâğıt havlu bulundurması, ücretini çok ince hesaplamadan telefonla konuşabilmesi, her sene mevsime uygun birkaç parça giysi alabilmesi, hususi arabasının olması ne lüks ne de israf. Ve herkes bu asgari hayat standardını yaşama hakkına sahip ve hayat standardını daha da yükseltmek arzusunda. Aslında çok daha yüksek bir hayat standardına sahip olmak en iyisidir. Keşke çocuklarımız özel okullarda okuyabilse, keşke dolmuşa-otobüse mahkûm olmasak, keşke ev kirası ödemesek, keşke istediğimiz teknolojik cihazı alabilsek, keşke sene sonunda kısa bir tatil yapabilsek… diye başlayan arzulara sahibiz ve bu arzularımızı gerçekleştireceğimiz araçların da maddi değer olarak üst sınırı yoktur. Her bir arzumuzu asgari ölçüde yerine getirdikçe onu daha iyi tatmin edecek bir üst aracın/vasıtanın olduğunu görür ve onu elde etmeye çalışırız. Kapitalizmin imkânları insanı şaşırtacak kadar çok ve geniştir.

    Ve dindar birey için konu, nihayetinde İlahi bir meşruiyet aracına bağlanır ve bir sloganla kesinliğe kavuşturulur: Bu dünya, insanın istifadesine verilmiştir; insan bundan en iyi şekilde faydalanmalıdır. "Müslüman her şeyin en iyisine layıktır." Şimdi artık "kullan-at dönemi" ekonomik anlayışının içselleştirildiği ve meşrulaştırıldığı noktaya gelindi. Hatta sıhhati konusunda şüpheler bulunan, "Fakirlik küfür olayazdı," hadisi17 adeta Hz. Muhammed'in temel yaklaşımını anlatırmışçasına kullanılmaya başlandı. Bu anlayışta olan bir insan yoksulluk ve din arasında pozitif anlamda herhangi bir ilişki olabileceğini asla düşünemez. Aksine dini daha iyi yaşayabilmek için mümkün mertebe varlıklı olmak gerekli görülmektedir. Anlaşılacağı üzere bu tür bir yaklaşım, geçmiş yüzyılların yoksulluk-zenginlik telakkisini kavrayabilmek konusunda en büyük engeldir. Bunu, bugün dindar birey, geçmiş yüzyılların yoksulluk telakkisinden tamamen farklı bir anlayışa sahiptir, şeklinde ifade etsek de yanlış olmaz.

    Yoksulluğun ve Zenginliğin Psikolojisi ve Kültürü Karşısında Dinin Söylemi

    Yukarıda birbirinin tamamen zıttı olan iki anlayışın hangisinin daha doğru olduğunu söylemek o kadar kolay değildir. Ama konuya psikolojik açıdan yaklaşmak bize ipuçları verebilir. Yoksul, hayatı sürekli ızdıraplar içinde geçen biri olarak, zihnini ve bedenini geçim telaşına vermiş, sürekli başkasına muhtaç ve sürekli medet uman birisidir. Bu süreç uzadıkça fizikî anlamda olduğu gibi zihnî anlamda da yorulur, hayatın anlamını yitirebilir ve isyana sürüklenebilir. Sürekli başkasına bağımlı olmak zorunluluğu hisseden kişiler duygusal açıdan örselenen ve sağlıklı kararlar almaktan gittikçe uzaklaşan kişilerdir. Zengin insan sürekli olarak arzularını tatmin etmek amacıyla hayat sürerken, yoksul insan ancak zaruri ihtiyaçlarını karşılamak amacını taşır.

    Her iki durumun da dinin inanç ve pratik boyutu açısından muhtemel sakıncalar içerdiği bellidir, ama insanlık onuru bakımından yoksulluk daha problemli gibi görünmektedir. Yoksulluk ve zenginlik durumuna eşlik eden bir psikolojinin yanında bunu besleyen ve bununla gelişen bir kültürden bahsetmek de mümkündür: Yoksulluk ve zenginlik kültürü. Yoksul, ortalama kültürün altında, pek çok toplumsal değeri koruyup koruyamamak konusunda endişeler içinde ve bazen de bu kültürden bilinçsizce tamamen uzaklaşan bir sefalet içerisindeyken; zengin, toplumun değerlerine ve problemlerine yabancı bir kayıtsızlık içine girmektedir.18

    Acaba din ve dindarane bir hayat bu patolojik durumu tölare edebilir mi?

    Şüphesiz hiçbir din bir bütün olarak toplumun fakirleşmesini arzu etmemiştir ve insanlar da her ne kadar bir zamanlar fakirlik durumuna bir rüchaniyet vermişlerse de toplum olarak fakir olmayı arzu etmemişlerdir. Hemen her din, mensuplarına servet edinme açısından orta yolu tavsiye eder: Kişi başkasına muhtaç olmamak, geçimini sağlamak için çalışmalıdır; ama mal edinme konusunda da ihtiraslı olmamalıdır. Dinlerin esas vurgusu servet edinmenin amaç olmaması, elde edilen servetle şımarılıp lüks ve israf içinde bir hayat sürdürülmemesi ve bununla fakirlere yardım edilmesi yönündedir.

    Hint dinlerinden Caynizm'de, ruhu doğum ve ölüm çarkının ebedî dönüşünden kurtaracak ve nirvanaya ulaştıracak beş şarttan birisi de fazla mal biriktirme konusunda ihtiraslı olmamaktır.19 Lao Tzu "Ömrünü dünyalık toplayarak geçirmenin/Ne gibi yararı olabilir," der.20 Bu sözlerden onun çalışmaya olumsuz baktığı gibi bir sonuç çıkmamalıdır. Zira bir başka sözünde bilge kişinin mal ve mülk yığmaktan kaçındığını, ne kadar infak ederse o kadar kazanacağını söyler ve ekler: "Gökyüzünün yolu: İsraf etmeden ikram etmektir."21 Kişi ikram ediyorsa, ikram edeceği bir şeylere sahiptir demektir ve bunun hepsini de dağıtmamalıdır. Geçimini sağlamak için çalışmayı öngören (Cum'a, 62: 10) ve kazanılan malın kişinin mülkiyetine gireceğini bildiren (Nisa, 4: 32) Kur'an'ın fakirlere yardım konusunda "Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma." (İsrâ, 17: 26) şeklindeki tavsiyesinin Lao Tzu'nun sözleriyle benzerliği, dinlerin ortak tutumunu göstermesi açısından dikkat çekicidir.

    Dinler gönüllü fakirlik haricindeki yoksulluğu birer problem olarak görmüşlerdir. Bu yüzden, yoksulların ekonomik ve sosyal açıdan korunması üzerinde aşırı vurgu yaparlar.22 Ancak dinlerin yoksullukla etkin bir mücadele gibi ekonomik programları yoktur. Ekonomi çok değişkenlik gösteren bir kurumdur ve dinler de her şeyden önce ekonomik veya siyasî değil, ağırlıklı olarak ahlâkî bir strateji izlerler. Eski Ahitte % 10 veya Kur'an'da % 2,5-% 10 zekât şeklindeki fakirlere yardım yoksulluğu tamamen ortadan kaldırmaktan çok, yoksulu korumaya ve orta tabakalaşmayı sağlamaya yönelik uygulamalar olarak görülebilir.23

    Dindar kişi, servetinin bir kısmını dini bir sorumluluk olarak muhtaçlara verse, bu onu yukarıda sözünü ettiğimiz patolojik durumdan kurtarabilir mi? Kanaatimce bugün ülkemiz için problemli olan durum yoksul dindar bireylerin kendilerini ahlâkî açıdan nasıl istikamet içine sokacakları değil, ülkenin hızla değişen ekonomik ve sosyal yapısına paralel olarak varlıklı dindar bireylerin ahlâkî açıdan istikamet problemleridir. Dinin genel söyleminden de anladığımız üzere servet sahibi olabilmenin belli bir sınırı yoktur, ama bu servetin harcanması bireylerin keyfi isteklerine terk edilmemiştir. Buna göre, kişi ne kadar kazanırsa kazansın, toplumun ortalama hayat standardının çok da üzerinde bir yaşam sürmemelidir.

    Burada -günümüz Türkiyesinden bazı tespitler yapacak olursak- dinin şeklî boyutu ile içsel boyutunun zaman zaman çatıştığını görmekteyiz. Varlıklı dindarlar arasında İslam'ın bir ibadet olarak öngördüğü zekâtlarını vermek suretiyle gündelik harcamalarını serbestçe ve limitsizce yapabileceklerini düşünenler vardır. Sanki zekât, kişiyi istediği gibi hareket edebilme imkânı tanıyan bir rüşvettir. Bunu yerine getiren kişi -uç bir örnekle- pazar tatilini Paris'te geçirme hakkına sahipmiş gibi düşünür. Fıkhî anlamda düşündüğümüzde bir kişinin hafta sonu tatilini istediği yerde geçirmesi konusunda bir yasaklama görülmez. Dinin şeklî boyutu dediğimiz budur veya buna "dinin fıkıh merkezli okunması" da diyebiliriz. Oysa ahlaki açıdan, kişinin çevresinde muhtaç insanlar varsa, ne kadar zekât ya da sadaka verirse versin, hâlâ sorumluluğu vardır. İslam Dini'nin özellikle Müslüman olmayanlara anlatılırken sıkça söylenen en basit ve en insani prensibini, yani "Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir," hadisini duydukça insanın fıkhî sebeplerle vicdanını tatmin etmesinin kolay olmadığı bellidir.

    Belki de yeni gündemlere vasıta olmak amacıyla şöyle bir cümleyle konuyu noktalamak uygun olacaktır: Her ne kadar sosyo-ekonomik anlamda problemli alan yoksulluk gibi görülse de, bireysel-toplumsal yapımız ve sorumluluklarımız ya da insanlık durumu açısından zenginliğin de yoksulluk kadar problemli bir alan haline gelebileceği unutulmamalıdır.

    ***

    Öz

    Din ve yoksulluk arasındaki ilişki konusundaki anlayışımızı içinde yaşadığımız dönemin sosyo-ekonomik şartları belirliyor. Modern kapitalizm öncesi dönemde, tasavvufi akımların da yaygın etkisiyle ideal bir dinî yaşantının ancak yoksulluk durumuna paralel gidebileceği düşünülüyordu. Oysa günümüzde bu bakış açısı değişerek yoksulluğun dinî yaşantı açısından olumsuz bir durum olduğu fikri ortaya çıktı. Hangisinin dinin otantik yapısına daha uygun olduğunu tespit başlı başına bir araştırma konusudur, ama yalın bir ahlaki bakış açısıyla, kişinin bir takım dini mükellefiyetleri yerine getirdikten sonra ortalama hayat standardından azami seviyede farklılaşan bir yaşam tarzına sahip olmasının dinî açıdan problemli olduğu görülür.

    Anahtar Kelimeler: Yoksulluk, Din, İslam, Tasavvuf, Fıkıh Merkezli Din Anlayışı

    Abstract

    The socio-economic conditions we live in influence our understanding of the relationship between the religion and poverty. During the pre-capitalist period, it has been thought that an ideal religious life could only be conducted in line with a poor life. This thought appears with the widespread influence of the Sufi movements. In contrast to this past understanding, this understanding has changed and poverty is seen nowadays as a negative position for the religious life. Which one is more in line with the authenticity of the religion is an independent subject of study, but from a pure ethical point of view, it might be seen that if a person has a very distinct life-style from the average standard of life after he obeys to many religious duties, this is a very problematic position even from the religious point of view.

    Key Words: Poverty, Religion, Islam, Sufism, Fiqh-Centered Understanding of Religion

    Dipnotlar

    1. Sezgin Kızılçelik, Pozitivizm ve Eleştiricileri, İzmir, 1996, s. 12-15.

    2. Bkz.Albert Bayet, Dine Karşı Düşünce Tarihi, (Çev. C. Süreya), İstanbul, 1991.

    3. Bu döneme ait bir ilahide şöyle denir: "Zengin adam şatosunda / Fakir adam onun kapısında / Tanrı onları üst veya alt yaptı / Böylece onların sınıflarını takdir etti." David L. Edwards, Religion and Change, Hodder and Stoughton, London, 1969, s. 61.

    4. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Ankara, 1988, c. 3, s. 209-210.

    5. Canan, a.g.e., c. 17, s. 446, 449.

    6. Osman Güner, "Erdem ve Esaret Altında Yoksulluk," Marife, Güz 2002, s. 106-109.

    7. Reşat Öngören, "İbrahim b. Edhem," TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2000, c. 21, s. 293-295.

    8. Fazlur Rahman, İslam, (Çev. M. Dağ, M. Aydın), 3. bs., İstanbul, 1993, s. 181.

    9. Fazlur Rahman, a.g.e., s. 180.

    10. Jacques Le Goff, Ortaçağ Batı Uygarlığı, (Çev. H. Güven, U. Güven), İzmir, 1999, s. 141-145.

    11. Süleyman Uludağ, "Dünya," TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1994, c. 10, s. 23.

    12. Dilaver Gürer, Abdülkâdir Geylânî, İstanbul, 1999, s. 187, 234-235.

    13. Ebu Hasan el-Mâverdi, Edebü'd-Dünya ve'd-Din, (Çev. Ali Akın), İstanbul, 1998, s. 164, 166, 343.

    14. İbnü'l-Cevzî, Şeytanın Ayartması Telbîs-i İblîs, (Çev. S. Kocabaş), İstanbul, 2003, s. 237-239.

    15. Hucviri, Keşfu'l-Mahcûb Hakikat Bilgisi, (Çev. S. Uludağ), İstanbul, 1982, s. 101, 223, 270.

    16. Zafer Erginli, İlk Sûfilerde Nefis Kavramı -Haris Muhasibî Örneği-, (Doktora Tezi), Bursa, 2001, s. 166.

    17. Canan, a.g.e., c. 17, s. 445.

    18. Bkz. Orhan Türkdoğan, Aydınlıktakiler ve Karanlıktakiler (Toplumumuzun Dramı), İstanbul, 1982.

    19. Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, 4. bs., Isparta, 2002, s. 191.

    20. Lao Tzu, Bilinmeyen Öğretiler, (Çev. İ. Taşpınar, A. G. Coşkun), İstanbul, 1999, s. 70.

    21. Lao Tzu (1999b). Öğretiler, (Çev. İsmail Taşpınar), İstanbul, 1999, s. 87.

    22. Bkz. Northbourne, Modern Dünyada Din, (Çev. Ş. Yalçın), İstanbul, 1995, s. 73-74; Katolik Kilisesi Din ve Ahlâk İlkeleri, (Çev. Dominik. Pamir), İstanbul, 2000, s. 557-559; Fazlur Rahman, "İslâm ve İktisadi Adalet Sorunu," İslâmî Yenilenme Makaleler III, (Der. ve çev. Adil Çiftçi), Ankara, 2002, s. 104.

    23. İzzet Er, Sosyal Gelişme ve İslam, 2. bs., Bursa, 1994, s. 133-134.