Köprü Anasayfa

Bitmeyen Esaret: Yoksulluk

"Güz 2004" 88. Sayı

  • Fakirlik, Sosyal Dışlanma ve Sosyal Dayanışma

    Poverty, Social Exclusion, and Social Solidarity

    Ali Murat Yel

    Doç. Dr., Fatih Üniversitesi öğretim üyesi.

    Dünyanın farklı bölgelerinde karşılaşılan en büyük problemlerden birisi aşırı fakirlik ve işsizliktir. Bu problem maalesef tabii olarak algılanmakta ve fakirlik sebebiyle ölen bir kişinin kendisi suçlanmaktadır. Tembellik, kader ve nüfus patlaması fakirliğin nedenlerinden sayılmakta ve bunların temelinde de fert olduğu vurgulanmaktadır. Yani, kişi eğer tembellik etmezse ve bakamayacağından fazla çocuk sahibi olmazsa problemin kendiliğinden yok olacağı, işçilerin alın terini sömürerek haksız kazanç elde eden sorumsuz elitler ve bunlardan rant yoluyla faydalanan siyasetçiler tarafından iddia edilmektedir. İnsan hakları ihlallerinden belki de en çarpıcı olanı fakirlik ve işsizliktir. Üstelik bu tür ihlaller dünyanın her tarafında giderek artmaktadır. Bir başka deyişle, her geçen gün daha az insan yiyecek, giyecek, barınma, eğitim, sağlık ve herkesin isteyebileceği zaruri konforlardan yararlanabilmektedir.

    Dünyayı tehdit eden böyle bir tehlike karşısında sosyal bilimciler de problemin tespiti ve ona yönelik çözüm arayışlarına girmişlerdir. Öncelikle, fakirliğin artık bir ekonomik olgu olarak görülmesinden vazgeçilmiş ve onun sosyal ve siyasi bir problem olduğu üzerinde durularak "fakirlik" kavramının aslında "gerçek fakirlik" ile "göreceli fakirlik" kategorileri arasında bir ayırım yapılmıştır. Yani, gerçek fakirliğin daha çok sosyal ve göreceli fakirliğin de siyasi sebeplerden kaynaklandığı ima edilmiştir.

    Dünya var olduğundan beri ister zengin, ister yoksul bütün ülkelerde ve her zaman fakirlik görüldüğünden mesele sadece ekonomik olarak algılanmayıp sosyal, siyasi, dini ve kültürel açılardan ele alınmalıdır. Fakat bu kadar yaygın bir olgu olmasına rağmen fakirlik hep bazı coğrafi bölgelere özgü bir gerçek olarak anlaşılarak uluslararası boyutu ihmal edilmiştir. Oysa bugün dünyanın zengin olarak kabul edilen pek çok ülkesinde, mesela Japonya, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve İngiltere'nin büyük şehirlerinde evsiz, işsiz ve aç insanları her yerde görmek mümkündür. Fakirlik hakkında ya da daha doğrusu onu ortadan kaldırmak için yapılması gereken o kadar çok şey vardır ki, ancak fakirlik ülkelerin genel bir sorunu ve tehlike arz etmesine kadar sanki müsamaha edilebilir bir olguymuş gibi davranılmaktadır. Her toplumda mevcut olduğuna göre fakirliği ortadan kaldırmak için de farklı siyasetler uygulanmalıdır.

    Fakirlik çoğunlukla kırsal bir mesele olmakla birlikte, modernizmle birlikte gelen farklı iş alanları yüzünden şehirlere akın eden pek çok insan fakirliğin pençesine düşmektedir. Artık dünyadaki her sanayi şehrinin düşük hayat standartlarına sahip bölgeleri ve mahalleleri vardır. Zengin ve fakir bölgeler arasındaki uçurum da giderek derinleşmekte ve neticede ekonomik olduğu kadar sosyal, kültürel ve ahlaki problemler ortaya çıkmaktadır. Fakir bölgelerde yaşayan insanlar bir nevi kısır döngü içerisine düşmekte ve gerek eğitim ve gerekse iş bulma imkanlarından yeterince faydalanamadıklarından hayat şartları da giderek kötüleşmektedir.

    Fakirliğin tarifinin yapılması kolay olmasa da fakirliğin göstergelerinden bahsedilebilir. Öncelikle fakirlik, maddi şartlarla ilgili bir konumdur, yani mal ve hizmetler gibi pek çok imkandan yoksun olma ve düşük hayat standardında yaşam zorunluluğu gibi tamamen kişinin içinde bulunduğu maddi şartlarla ilgilidir. İkinci olarak, fakirlik, ekonomik durumla ilgilidir, yani gelir seviyesi, kaynakların yetersizliği veya sınırlı olması, eşitsizlik veya düşük sosyal sınıf gibi faktörler kişinin fakir olarak adlandırılmasında öne çıkmaktadır. Son olarak da fakirlerin toplumda söz sahibi olamamalarından kaynaklanan bağımlılık ve sosyal dışlanmışlığın getirdiği sosyal konumları da fakirliğin sebeplerinden sayılabilir.

    Fakirliğe genel olarak maddi yoksulluk olarak bakılmasına rağmen onun aynı zamanda bilinç, duygu, tavır ve algılama ile ilgili olduğunu da unutmamak gerekir. Yani, fakirlerin kendileri ve çevreleri hakkındaki duygu ve düşünceleri göz önüne alınarak korkuları, ümitleri ve hayalleri de onların durumlarını belirleyen faktörlerdir. Fakirlerin bizzat kendilerinin fakirliğin sebepleri hakkında görüşleri şimdiye kadar belki de çok önemsenmediğinden fakirlik ortadan kaldırılamamaktadır.

    Her ne kadar fakirliğin tarifi üzerinde bir anlaşma sağlanamamışsa da İngiliz sosyolog Peter Townsend'in yapmış olduğu tanımlama genel kabul görmüş gibidir. Townsend'e göre "toplum içindeki fertler, aileler ve gruplar eğer yiyecek edinmede gerekli kaynaklardan yoksunsa, toplumsal faaliyetlerde yer alamıyorsa ve geleneksel ya da en azından bulundukları toplumun uygun gördüğü veya teşvik ettiği hayat şartları ve konforlarına sahip değillerse fakir sınıfına girerler. Onların kaynakları normal fert veya ailelerden o kadar aşağıdadır ki, gündelik hayat biçim, gelenek ve faaliyetlerinden dışlanırlar" (Townsend, 1979; 31). Bu tarifte ilk göze çarpan unsur, kişilerin veya ailelerin içinde bulundukları toplumun öngördüğü hayat standartları ile göreceli olarak karşılaştırılarak fakirliğin tespit edilmesidir.

    Fakirlik genel olarak gerçek fakirlik ve göreceli fakirlik olarak ele alınırken, gerçek fakirliğin daha çok kişinin hayatını belirli bir standartta devam ettirebilmesi için gereken gelir seviyesi ile alakalıdır. Fakirlik sınırı ile insanların fakir olup olmadıklarına karar verilmektedir. Eğer kişinin geliri fakirlik seviyesinin altındaysa fakir olarak kabul edilir. Burada mesele, fakirlik sınırının belirlenmesindedir. Bunun için de "minimum hayat standardı" tespit edilirken temel ihtiyaçların neler olduğu hususunda ihtilaf çıkabilir. Zira bazılarına göre temel ihtiyaçlar için sadece yiyecek, giyecek ve barınma yeterli görülürken bazıları da eğitim, ulaşım ve sağlığı da eklemektedir. Aslında özgürlük gibi temel kişisel hakları da bu ihtiyaçlar listesine ekleyebiliriz. Diğer dinlerden farklı olarak İslam temel ihtiyaçlar olarak kabul edebileceğimiz insani ihtiyaçları çok açık bir şekilde belirlemiştir: Can, mal, ırz; yani yaşama hakkı, şeref, haysiyet, hürriyet ve mülkiyet her türlü saldırıdan korunmuş haklardır.

    Kısaca, gerçek fakirliğin sadece geçinmek için gerekli ihtiyaçları içerdiği ve göreceli fakirliğin de temel ihtiyaçların sosyal ve kültürel olarak belirlendiği ve toplumsal beklentilerin daha fazla rol aldığı bir kategori olarak toplumdan topluma değişen bir bakış açısıdır. Özellikle de toplumların refah seviyesi arttıkça, yani hayat standardı yükseldikçe, göreceli fakirlik de artacaktır.

    Fakirliğin ölçülmesinde, daha doğrusu fakirler arasındaki eşitsizlik ve toplumun geri kalanıyla aralarındaki ilişki söz konusu olduğunda "göreceli fakirlik" kavramı öne çıkmakta ama "yoksulluk sınırı" belirlenmesi apayrı bir problem teşkil etmektedir. Profesör Sen (1976) ile başlayan fakirliğin tam olarak tarif edilememesi, aynı zamanda fakirliğin ölçülmesi işini de zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla, fakirlik ölçütleri hep bir gösterge olarak alınmalıdır. En çok kullanılan ölçü kişilerin veya ailelerin gelirleridir. Mesela, Dünya Bankası fakirlik sınırının belirlenmesinde günlük 1 ABD dolarını ölçü kabul etmektedir. Yani, ayda 31 dolar geliri olmayan herkes fakir kategorisine girmektedir. Bu ölçüye göre dünya nüfusunun kabaca yarısı fakir konumundadır. Ancak, Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan birisi için ayda 31 dolarlık gelir oldukça düşük sayılırken ülkelerin ekonomik ve sosyal şartları göz önüne alındığında, mesela Bangladeş'te normal bir gelir olarak kabul edilebilir. Batı merkezli bu tür tasnifler dünyanın geri kalanının kendilerinden daha aşağı seviyede ve geri kaldıklarını ima etmede kullanılmaktadırlar. Eğer bir Batı ülkesinin kişi başına düşen milli geliri yıllık 20.000 dolar seviyesindeyse daha düşük bir ülkede mesela, yıllık 3.000 dolar civarında olan bir bölgede insanlar göreceli olarak daha rahat bir hayat sürebilirler. Ama her yıl açıklanan milli gelir indeksleriyle üçüncü dünya ülkeleri aşağılık kompleksine itilmekte ve Batı'ya yetişebilmek için olanca güçleriyle onları taklide yönelmektedirler. Zaten kapitalizm fakir ülkelerde insanları ekmek parası derdine düşürürken, göreceli olarak daha zengin ülkelerde onları lükse düşkünleştirmeye çalışmaktadır. Ancak böylelikle kapitalist ülkeler, daha doğrusu şirketler gelirlerini artırma ve dünyanın geri kalanını sömürmeye devam edebilirler. Gelir dağılımının adaletsiz olduğu özellikle Latin Amerika ülkelerinde mesela, Brezilya ve Venezüella'da zenginler aşırı lükse alıştırılırken fakirler de her geçen gün daha fazla temel ihtiyaç maddelerini temin için uğraşmakta ve zenginlerin hayatlarına duyulan özentiden ötürü de suç oranları giderek artmaktadır.

    Fakirliğin ölçülmesinde diğer bir yöntem de "bütçe standardı" diyebileceğimiz ve temel ihtiyaç maddelerinden oluşan bir sepetin maliyeti olarak hesaplanmaktadır. Belirli aralıklarla bu sepetin içeriği fiyat cinsinden hesaplanarak toplumun hangi kesiminin fakir olduğuna karar verilmektedir. Fakat söz konusu sepeti elde edecek kadar gelire sahip olmayanların devlet ve hükümetlerce her dönem tek tek tespit edilerek onlara gereken yardım ve desteğin nasıl sağlanacağı henüz pek çok ülkede tam olarak çözümlenebilmiş değildir. Eğer yeterince destek verilmeyecekse, daha doğrusu bu kişilerin ve ailelerin durumlarının düzeltilmesi için gereken adımlar atılmayacaksa belirli döneme ait fakir insanların sayısını, istatistiklerini tutmanın kimseye fayda sağlamayacağı açıktır.

    Fakirliğin ölçülmesinde bir diğer yöntem Avrupa Birliği'nin 1984'teki fakirliği, "kaynaklarının (maddi, sosyal ve kültürel) sınırlı olmasından dolayı yaşadıkları ülkelerin kabul edilebilir en düşük seviyesinden dışlanan" insanların durumu şeklinde tanımlamasından hareketle her ülkenin kişi başına düşen milli gelir dağılımının ortalaması olarak hesaplanmaktadır. Gerek tarifte ve gerekse uygulamada açıkça görüleceği üzere burada da fakirlik göreceli olarak ele alınmaktadır.

    Bazı ülkelerde de fakirlik milli gelirin tam yarısı ile sınırlandırılmaktadır. Yani kişi başına düşen milli geliri 10.000 dolar olan bir ülkede fakirlik sınırı kabaca geliri yıllık 5.000 doların altında olan bireyler olarak tespit edilmektedir. Bu sınırlamalar ve seviyeler tespit edilirken elbette bazı hususlar gözden kaçabilir. Mesela, dünyada ailelerin bütçelerinin en büyük kısmı barınma ihtiyacına ayrılmaktadır. Dolayısıyla fakirlik ölçümleri yapılırken ailelerin oturdukları evin kendilerine ait olup olmaması büyük farklara yol açacaktır.

    Fakirliğin ölçülmesinde belki de en güvenilir sonuç insanlara kendilerini fakir kategorisinde görüp görmedikleri sorularak elde edilebilir. Elbette sosyal bilimcilerin yapabileceği böyle bir araştırma, ayrıca araştırmanın yapıldığı bölgede fakirlik hakkındaki genel kanaati de ortaya koyacaktır. Böylece o bölgede yaşayan toplumun lüzumlu olarak gördükleri maddi ve manevi ihtiyaçlar da belirlenebilecektir. Bir başka deyişle, hükümetlerin tepeden bakarak insanları zengin-fakir ayırımına tabi tutmaları da sona erecektir.

    Fakirliğin ölçülmesinin bir başka faydası da fakirliğin sebeplerinin belirlenebilmesidir. Genel olarak iki kategoride ele alınabilir: Bu sebepler öncelikle kişilerin davranışlarıyla ilgili olanlar ve ikinci olarak da toplumların yapısıyla alakalı sebepler tespit edilebilir. Fakir insanların davranışlarına dair sebepler arasında onların kişisel olarak yetersiz olmaları, yanlış seçimler yapmış olmaları ve kendilerinin bizzat böyle bir hayatı tercih etmeleri sayılabilir. Aslında bu son sebebin geçerliliği tartışmaya açıktır. Belki bazı insanlar dini, sosyal veya kültürel olarak böyle seçimi tercih etmiş olabilirler ama böyle bir hayat görüşü ancak ferdi ve bilinçli bir tercih meselesi olabilir. Fakirliğin fertlere indirgenmesinin de sorumluluğun sadece fakirlere yüklenmesinden başka bir amacı olmayacaktır. Bir başka açıklama da fakirliğin ailelerin bir kaderi olması ve nesillerden nesillere aktarılmasıdır. Fertlerin içinde bulundukları şartlar itibariyle fakirliğin kısır döngüsünden kurtulamamaları belki makul bir açıklama olabilir ama yine de sorumluluğun paylaşılmasına imkan tanımaz. Davranışlarla ilgili sebeplerden bir başkası da din gibi bazı alt kültürlerin bu insanların fakirliği tercih etmelerinin sebebi olarak görülebilir. Bu açıklama da yine tartışmaya açıktır ve bazı Hindu ve Budist geleneklerinden başka hiçbir dünya görüşünün bu nevi bir tavra izin verdiği söylenemez.

    Fakirliğin sebeplerinin açıklandığı bir başka kategori de ortaya çıktığı toplumun yapısıyla alakalıdır. Fakirlik bazı grupların toplumda, özellikle ekonomik kaynaklardan dışlanmasının bir neticesidir. Bu durumdaki grupların fakirlikten kurtulabilmeleri ancak, onlara yeterli ekonomik kaynağın verilmesiyle mümkün olabilir. Mesela, bazı sanayi kollarında ülkedeki bir takım azınlıkların veya kesimlerin dışlanması devam ettiği sürece bu insanlar da fakir olarak kalacaklardır. Bir başka açıklama doğrudan hükümetlerle ilgilidir ve onların halka yeterince hizmet götürememeleriyle alakalıdır. Eğer hükümetler vatandaşlarının bir kısmına gerekli altyapı ve diğer imkanları sunamazlarsa o bölgelerin fakirliğine zemin hazırlamış olacaklardır.

    Fakirliğin neticelerinden belki de en önemlisi bu grupların toplumsal hayatın her kademesinden dışlanmasıdır. Sosyal dışlanmışlık, insanların aile, arkadaş, cemaat ve toplum gibi zor zamanlarda güvenebileceği grupların parçası olamamasıdır. Mesela fakirler, sabıkalılar, bulaşıcı hastalık sahipleri, zihinsel ve bedensel özürlüler pek çok toplumda dışlanırlar ve korumasız kalırlar. Bu durumda söz konusu grupların sadece pek çok imkandan mahrum kalmaları değil, aynı zamanda sosyal ilişkilerde problemli olma ve sosyal tecrit mekanizmalarına maruz kalmalarına yol açacaktır. Neticede kişilerin normal faaliyet alanlarından uzaklaştırılmasıyla fakirlikleri de artacak, hatta iş bulmaları imkansız hale gelecektir. Dünyanın hemen hemen her yerinde uzun dönem işsizlerin giderek çalışma alanlarından dışlandığı da bir gerçektir. Toplumsal dışlanmışlık belki de fakirliğin süregelmesinde en önemli etkenlerden birisidir. Zira dışlandığı için toplumsal faaliyetlere katılamayan birey fakirleşecek ve fakirleştiği ölçüde de dışlanmışlığı artacaktır.

    Fertlerin toplumdan dışlanmalarının tabii bir neticesi de onların, en azından bir kısmının, güçsüzlükleri ve savunmasızlıklarının üstesinden gelebilmek için son çare olarak dine sarılmaları oldukça yaygın bir kanaattir. Bu görüşün belki de en önemli temsilcisi Karl Marx'tır. Onun herkesin bildiği meşhur bir sözü olan din, "zulme uğramış mazlumun ahı, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz şartların ruhu olup halkın afyonudur" tespiti sanki dünya üzerindeki bütün fakir topluluklar için yapılmıştır (Guiso, Sapienza ve Zingales 2003). Ancak bu grupların dini inanç sistemleri incelendiğinde her ne kadar ibadethanelere yoğun bir şekilde devam etmeseler de her gün dini pratik ve uygulamaları yerine getirdikleri, fakat manevi inançlarının sadece inandıkları metafiziksel varlıktan sürekli korkuya dayandığı anlaşılmaktadır. Eğer insanlar içinde bulundukları fakirlikten kurtulmaları ya da en azından çok fazla şikayet etmemeleri için evrende ferdin ihtiyaçlarının sınırsız, ama bu ihtiyaçları giderecek imkanların sınırlı olduğunun farkına varırsa ihtiyaç-kaynak arasında ahenkli bir ilişki kurabilmeleri gündeme gelecektir. Bu ahenkli ilişki daha çok dinlerin öngördüğü bir çözüm olsa da ekonominin temeli de bu prensibe bağlıdır. Yani kişiler kaynaklarının ve ihtiyaçlarının arasında bir uyum ve denge yakalayabilmeleri durumunda kanaat denilen dini bir prensibe ulaşmaları söz konusu olacaktır. Bu da fakirleri, Marx'ın "din halkların afyonudur" şeklindeki kaderciliğe sürükleyecektir. Burada yine yazının ilk bölümünde söz edilen "zenginlerin fakirlikten dolayı fakirleri suçlamalarını" haklı hale getirecektir.

    Fakirliğin belirlenip ölçülmesinin de elbette bir amacı olmalıdır. Fakirliği ortadan kaldıracak tedbirler ve uygulamalar ülkelerin içinde bulundukları ekonomik ve sosyal şartlarla yakından ilgili olmalıdır. Zira fakirlik ölçümleri yapılırken fertlerin geliri, eğitim seviyesi, iş becerileri vs. göz önüne alınırken temel bir kategori olarak bölgeler de dikkate alınmalıdır. Çünkü her ülkede hep zengin ve fakir bölgeler mevcut olagelmiştir. Bu tedbirlerin içinde belki de en fazla yaygın olanı "yol inşaatı" şeklinde karikatürize edilebilecek sektörel yatırım da diyebileceğimiz, özellikle fakir bölgelerin seçilerek gelişme programlarının uygulanmasıdır. Bu programlar da daha çok altyapı inşaatı, yani yollar, köprüler, barajlar, okullar, hastaneler ve hatta toprak reformu olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylece, hükümetler sadece zenginlerden alınan vergilerin doğrudan fakirlere aktarılması değil, aynı zamanda ekonomik olarak geri kalmış bu bölgelerin altyapılarının hazırlanmasıyla daha fazla yatırım çekebilecek hale getirilmesini sağlayacaklardır. Fakat burada dikkat edilmesi gereken husus, sağlanan faydanın yine ekonomik olarak iyi durumda olan büyük şirketlere değil, doğrudan fakir kesimlere yönelmesini sağlayabilmektir. Bu tür çözümlerin geçici olmasından dolayı fakirliğin ortadan kaldırılması için sadece otoriteler değil, aynı zamanda fakirlerin içinde bulunduğu sosyal ve kültürel şartlar eldeki ekonomik kaynaklarla dengelenerek fakirlere bu kısır döngüden çıkabilmeleri için fırsatlar verilmesi gerekir. Fakirliğin azaltılması aynı zamanda kapitalizmin de işine gelecek, böylece seri olarak ürettikleri mallarını daha fazla satabilme imkanına kavuşacaklardır. Ancak sürekli olarak kârlarını yükseltme eğilimindeki kapitalist sınıf belki de İslam'ın temel prensiplerinden zekat gibi bir kurumu kendi ülkelerinde ve özellikle de dünyanın fakir bölgelerinde uygulayarak hem toplumsal huzurun, hem de dünya genelinde bir barışın gerçekleşmesine katkıda bulunabilirler. Ancak sömürüye alışmış bir ideolojinin böyle bir amacı gerçekleştirmesi hem zor, hem de sömürülenlerin kuşkuyla yaklaşacakları bir uygulama olacaktır. Toplumsal dayanışma ve barışın önemini daha yeni yeni anlamaya başlamış olan sömürgeci Batı hâlâ "tek başına bowling oynamaya" (Putnam 2000) devam etmektedir.

    ***

    Öz

    Dünyanın her yerinde ve her zaman fakirlik olmasına rağmen fakirliğin tanımlanması oldukça zordur. Zira fakirlik sadece ekonomik yoksulluk ve yoksunlukla ilgi değil, aynı zamanda fertlerin içinde bulundukları sosyal ve kültürel şartlarla da yakından alakalıdır. Durum böyle olunca temelde ekonomik şartların öne çıktığı mutlak fakirlik ile sosyal şartların etkin olduğu göreceli fakirlik arasında bir ayırım yapmak gereklidir. Fakirliğin tarifinde sadece tepeden bakılarak bazı grupları fakir veya zengin olarak nitelemek yerine bizzat fakirlerin kendileriyle yüz yüze görüşülerek onların fakirlik hakkındaki görüşleri de alınmalıdır. Fakirliğin ortadan kaldırılması tarih boyunca pek mümkün olmamışken küreselleşme ve liberalizmle birlikte ticaret hayatının yaygınlaşmasıyla fakirlik de küresel bir problem teşkil etmiş ve çözümü için de küresel aktörlerin rol alması gereken bir süreç başlamıştır. Fakirliğin ortadan kaldırılması sadece ekonomik tedbirlerle değil, aynı zamanda toplumsal dayanışma ile mümkün olacaktır.

    Anahtar Kelimeler: Mutlak Fakirlik, Göreceli Fakirlik, Sosyal Dışlanma, Sosyal Dayanışma

    Abstract

    Despite the fact that poverty has always existed across all history and different regions of the world, the definition has proved itself as almost impossible. Since poverty has not only been related to the economic circumstances but the social and cultural conditions in which individuals live. Therefore, it is imperative to distinguish between what can be called absolute poverty that has bee defined by economic circumstances and relative poverty, which has been the result of socio-cultural conditions. It is also important that poverty should not be defined only from above but it requires to go down and talk face-to-face with the poor themselves on their own perception of poverty. Although eradication of poverty has never been successful in the world throughout history, it has become a global problem with the increase in globalization and free trade all over the world which requires the global actors to play an active role in the process. The eradication of poverty is not possible only through economic measures but expansion of social solidarity.

    Key Words: Absolute Poverty, Relative Poverty, Social Exclusion, Social Solidarity

    Kaynakça

    Guiso, Luigi, Paola Sapienza ve Luigi Zingales (2003), People's Opium? Religion and Economic Attitudes, Journal of Monetary Economics, sayı: 50, 225-282.

    Putnam, Robert D. (1993), Bowling Alone: The Collapse and Revival of American Community, New York: Simon and Schuster.

    Townsend, Peter (1979), Poverty in the United Kingdom: A Survey of Household Resources and Standards of Living, Berkeley: University of California Press.