Köprü Anasayfa

Bitmeyen Esaret: Yoksulluk

"Güz 2004" 88. Sayı

  • Yoksulluk İçimizde

    Poverty within Ourselves

    Murat Çiftkaya

    Murat Çiftkaya

    Ey insanlar, Allah'a karşı yoksulsunuz!
    Allah ise mutlak Ganî, mutlak Hamîd'dir.
    (Fâtır; 35:15)

    Fakirliğim gurur kaynağımdır.
    (Hadis rivayeti)

    Ve daha dedi ki: "Fakrı ve yoksulluğu insanı taşıyıcı kıldım! Kim ona yoldaş olursa, menziline ulaşır; sahralarda vâdilerde dolaşmadan!" "Ya Gavs-ı Â'zâm, fakr ateşiyle yanan ve ihtiyaç ateşiyle münkesir birini görürsen yaklaş ona; şüphesiz ki, benimle onun arasında perde yoktur!"
    (Risale-i Gavsiye'den)

    Âdem'in çocuklarıyız. Neslimiz Âdem'den, özümüz ise ademden gelme. Varoluşumuzun mayası yokluk ve yoksulluk. Yok-suluz. Bir zamanlar yoktuk. Ne yokluğumuza dair bilgimiz; ne var olmaya gücümüz vardı. Yokluk ile varlık arasındaki sonsuz mesafeden de haberimiz yoktu. Yokluktan çekilip varlığa buyur edildiğimizde her bir varlık mertebesi, elbiseler gibi, yokluk ve yoksulluk özümüzün üzerine giydirildi. Ve bir zamanlar adem iken, âdem olup göründük.

    "Nefsini bilen Rabbini bilir." Bütün hak yolların benimsediği bu ilke, insanın özünü yoksulluğun oluşturduğu düşünüldüğünde daha bir anlam kazanıyor. Bizi biz yapan şeylerden bize ait olmayan, sahiplenemeyeceğimiz şeyleri çıkardığımızda elimizde sadece mutlak yoksulluğumuz kalıyor. Veysel Karani'nin duasını rehber edindiğimizde türlü türlü yoksulluklarımız bize Rabbimizin zenginliklerini tarif ediyor.

    Biz varlığın yoksuluyuz. Bir ândan öbür âna ne varlığa tutunabiliyoruz, ne de varlığımızı koruyabiliyoruz. Bizi rahmet ve kudretiyle varedenimiz bizden başka Birisi… Biz hayatın yoksuluyuz. Ne hayatın bize verilişinde payımız var, ne de ölümün. Geçip giden gençliğimize dur diyemediğimiz gibi ölüme de sözümüz geçmiyor. Hayatımızı, bizatihi Hayat Sahibi ve Baki Birisi rahmetiyle hediye ediyor… Biz sonsuzluğun yoksuluyuz. Her dem fenaya ve yokluğa koşuyor oluşumuz, bekaya ellerimizin uzanamayışı Baki ve Daimi bir Rabb-i Rahim'i işaret ediyor… Hiçbir şey gerçekte mülkümüz değil; hiçbir nesneyi gerçek anlamda kavrayamayan ellerimiz, sahip olmanın da fakiri olduğumuzu gösteriyor. Her bir şeyi her halinde kudret elinde tutan, ihtiyacını gören ve karşılayan merhametli Sahibimiz mülkünü emrimize veriyor…

    Varlığının özünü, yoksulluğunu anlayan insanın benliği eriyor, buharlaşıyor, sıfırlanıyor. Mutlak hakikatleri yüklenebilecek bir başlangıç noktası haline geliyor. Çeşit çeşit yoksullukla örülmüş fakir gerçekliğimiz, bizi Rabbimizin sonsuz sıfat ve isimlerinin tecellisine mahzar ediyor. Mutlak fakirliğimiz, Rahman isminin burcunda bizi bütün İlâhî isimlere muhatap ve ayna kılıyor. Ayna, üzerindeki iz ve görüntülerin yokluğu ölçüsünde kendinde yansıyanı gösterebiliyor; biz de varoluşsal yoksulluğumuzu hissettiğimiz ve bildiğimiz ölçüde Rabbimizi, Onun rahmetini tanıyabiliyor ve ona ayna olabiliyoruz. Mutlak yoksulluğumuzu hissettiğimiz derecede, kalp aynamız temizleniyor ve parlıyor.

    Fakirliğimiz bizi Rabbimize götüren en kısa ve güvenli yol oluyor. Abdulkadir-i Geylani'nin ifadesiyle, fakrı insanın bineği haline geliyor. "Kim ona yoldaş olursa, menziline ulaşır; sahralarda vâdilerde dolaşmadan!" Ve aynı sırdandır ki, bir rivayette Hz. Peygamber "Fakrım fahrimdir" diyerek varoluşsal yoksulluğun Rabbi huzurunda yükselinebilecek en yüksek kulluk makamlardan birisi olduğuna işaret ediyor.

    Yoksulluk insanı Rabbine rahmet bağıyla bağladığı gibi, insanı diğer insanlara ve varlıklara da eşitlik, şefkat ve merhamet bağı ile bağlıyor. Her şey gibi kendisinin de Allah karşısında mutlak fakir olduğunu bilen insan, diğer yaratılmışlarla eşit olduğunu hissediyor. Bilgi, servet, vs. her türlü nimeti ancak onları verenin öngördüğü ilkeler doğrultusunda kullanabileceğini anlıyor.

    Bireylerin mutlak yoksulluklarının bilincine vardıkları bir toplumda, nisbî ve maddî yoksulluklara yaklaşım Mâlik-i Rahman'ın ilkeleri çerçevesinde şekillenir. Böyle bir toplumda -kulağa ne kadar hoş gelse de- "paylaşmak" değildir esas olan. Paylaşmak, insanın kendisine ait olan bir şeyden, kendi istediği ölçüde, istediği bir kimseye, istediği sıklıkla vermesi demektir.

    Halbuki, zekât ve sadaka "verme" fiilini bir ibadete dönüştürür. Her şeyden önce, zekât ve sadaka, elimizdeki mal ve servetin gerçekte sahibi olmadığımızı hatırlatır bize. Zekât veya sadaka, kişinin -sahip olduğu değil- Rabbinin kendisine bahşettiği mal ve servetten, -kendisinin değil- Rabbinin tesbit ettiği bir miktarı, -kendisinin değil- Rabbinin uygun gördüğü kimselere, -kendi arzu ettiği değil- Rabbinin istediği bir vakitte, minnetsizce vermesidir. Ne alanın minnet altına gireceği, ne verenin nefsine pay çıkarabileceği bir durum yoktur burada.

    Bu açıdan, mutlak ve varoluşsal yoksulluk ile nisbî ve maddî yoksulluk arasındaki ilişki açıktır. Şer'î bir vecibe ve ibadet olarak zekât ve sadaka, maddeten zengin kişinin Rabbi karşısındaki mutlak yoksulluğunu ilân etmesinden başka bir şey değildir. Kişi, zahiren elindeki mal ve servetin belli bir miktarını yoksula dağıtırken daha esaslı bir şey söyler: Bu mal ve servet benim değil; hiçbir şey benim değil. Her şey gibi bu mal ve servet de bana verilmiştir.

    O yüzden denilebilir ki, ancak malının kırkta kırkını Rabbinden bilen kişi o malın kırkta birini yoksullara zekât verebilir. Ve ancak kendisine verilenlerle Rabbinin merhametini hissedebilen kişi, nisbeten daha yoksul kimselere merhamet edebilir. Şefkat yoksulluğun bir meyvesidir. Allah'a karşı fakirliğini hissedip her bir varlıkla mutlak fakirlikte eşitlendiğini bilen insan, kendisini ve nefsinin sınırlarını aşarak onlara şefkat duymaya başlayabilir ve fakirin halinden anlar. Varlık mertebelerinin kendisine emanet olduğunu fark eden insan, yaratılışının özüne sadık kalıp sadaka verir; malını nefsinin ve dünyeviliğin kirlerinden temizleyen zekâta başvurur.

    Zekât ve sadaka veren insan, Hakikî Veren'in kendisi olmadığının bilincindedir. Bahşeden o değil, Rabb-i Rahman ve Rahim'dir. Ne verdiği mal hakikatte kendisinindir, ne verme duygusu… Kendisi sadece sonsuz merhametin bir yansıması olan cüz'i merhametiyle Rahman isminin tecellisine bir vesile ve araçtır.

    Mutlak fakirlik, nasıl insanı Rahman'a götüren bir vesileyse, nisbi fakirlik de toplum hayatında zekat, sadaka ve diğer ibadî yardımlaşma araçlarıyla muamele edildiğinde toplum hayatında Rahman isminin tecellisine vesiledir. Her İlâhî ismin tecelli ettiği farklı farklı âlemler var. Bir insan yavrusunun annesi tarafından emzirilmesi; bitki, hayvan ve insan bütün yavruların doyurulması ve her muhtacın ihtiyacının karşılanması Rahman isminin bir cilvesini gösterir. Bunun gibi, canlı bir organizma olarak bir topluluktaki varlıklı kimselerin yoksulların imdadına koşması o topluluğu Rahman ismine bir ayna kılar.

    Şefkatle yoksulun imdadına koşan, zekât ve sadaka ile onlara yardım eden kişi, Rabbinin rahmetine daha fazla mazhar olur. Yanındakini elindeki zannedip sahiplenen ve kendisinin sandığı mal için cimrileşen kişi, bu tavrıyla rahmetten uzaklaştığının farkında değildir. Bir âyetin ikazıyla, "Cimrilik eden kendi aleyhine cimrileşmiş olur." (Muhammed; 47:38) Varoluşunun özünde mutlak fakirlik yattığını unutan kişi, kendisini "zengin" zannederken, asıl fakirliğe düştüğünü görmez. "Allah Ganî'dir; yoksul olan sizlersiniz." (Muhammed; 47:38) Ve insan kendi mutlak yoksulluğu ölçüsünde Allah'ın zenginliğini hisseder. Aynanın üzerindeki her lekenin görüntüyü engellemesi gibi, insan kendisini "gerçek zengin" sandığı ölçüde Allah'ın zenginliğinden ve rahmetinden mahrum olur. "Eğer yüz çevirirseniz, Allah yerinize başka bir toplum getirir. Ve onlar, sizin benzerleriniz olmazlar." (Muhammed; 47:38)

    İnsan zahiren verirken, aslında alır, kazanır. Başka bir insana malından sadaka veya zekât verirken, asıl mal ve servet olan sonsuz rahmet ve gınayı kazanır. Hadislerde defalarca insanın sahip olduğu mal, Allah için verdiği mal olarak tanımlanır.

    "İnsanoğlu malım malım der. Halbuki âdemoğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var?"

    Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: ‘Ashab bir koyun kesmişti. Bu sırada bir dilenci geldi. Etten bir miktar verdiler. Derken başka gelenler oldu, onlara da verdiler. Geriye yine de et kaldı. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm sordu: "Koyundan geri ne kaldı?’ ‘Sadece omuzu kaldı!’ dediler. Aleyhissalatu vesselam ise: ‘Omuzu hariç geri tarafı kaldı!’ buyurdular."

    İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir keresinde, ‘Hanginiz, vârisinin malını kendi malından daha çok sever?’ diye sordu. Cemaat: ‘Ey Allah'ın Resûlü içimizde, herkes kendi malını vârisinin malından daha çok sever’ dediler. Bunun üzerine: ‘Öyleyse şunu bilin: Kişinin gerçek malı hayatında gönderdiğidir. Geriye koyduğu da vârislerinin malıdır."

    "Zenginlik mal çokluğuyla değildir. Bilakis zenginlik göz/gönül tokluğuyladır."

    Sonuç olarak, mutlak fakirlik ile nisbî/maddî fakirliğin birlikte düşünülmesi gerekiyor. Toplumsal bir problem olarak yoksulluğu varoluşun küllî hakikatlerinden soyutlayarak ele almak, ne doğru bir tahlili, ne de şefkatli çözümleri getirebiliyor.

    Varoluşun mayasını teşkil eden rahmetin vesilesi insanın içsel ve toplumsal hayatındaki mutlak ve nisbî yoksulluksa ve insan kendi mutlak yoksulluğuyla İlâhî rahmet ve şefkati hissedemiyorsa, hangi toplumsal ve siyasal mekanizmalar zengini fakire şefkat duymaya, yardım etmeye ve "paylaşma"ya zorlayabilir ki?

    Bediüzzaman'ın günümüze ilişkin şu tahlilini bir kez daha düşünmek gerekmiyor mu? "Vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadâları, haset bağırtıları, kin ve nefret vâveylâları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor." (İşaratü'l-İ'câz, s. 49)

    Bazı hadislerde küfre yakın diye tarif edilen maddî yoksulluğun ortadan kaldırılması daha fazla şefkat, daha fazla merhametle mümkün. Bu ise varoluşsal mutlak fakirliğimizi daha fazla kabul ve hissetmemizle…

    ***

    Öz

    İnsanın özünü yokluk/yoksulluk oluşturur. İnsan kendinde hiçbir şeye sahip değildir ve her şey ona Mutlak Zengin bir Rabb tarafından hediye edilir. Mutlak yoksulluğu, insanın Rabbini tanıması için başta gelen vesiledir. Varoluşsal yoksulluk aynı zamanda insanın diğer insan ve varlıklarla kardeşçe ve eşit bir ilişki kurmasına, onlara şefkat duymasına vesiledir. Ancak varoluşsal yoksulluğunu hisseden insan, nisbeten ve maddeten daha yoksul insanlara şefkat duyabilir. Zekât ve sadaka, Allah'a ait maldan O'nun adına, O'nun uygun gördüğü kimselere, O'nun emrettiği vakitlerde vermektir ve bir ibadettir. Toplumsal bir sorun olarak yoksulluk ancak daha fazla şefkatle çözülebilir. Daha fazla şefkat ise ancak şefkate mani olan insan ben(cil)liğinin eritilmesiyle, bu da mutlak yoksulluk bilincinin gelişmesiyle mümkündür.

    Anahtar Kelimeler: Fakr, Varoluşsal Mutlak Yoksulluk, Nisbî ve Maddî Yoksulluk, Şefkat, Zekât ve Sadaka

    Abstract

    The essence of the human being consists of the nonexistence/poverty. Human being does not possess anything and everything is given to him by the Ultimate Rich Lord. The ultimate poverty is a tool for the human being to know his Lord. This existential poverty is also a vehicle for the human being both to build up an equal and interactive relationship and also to feel compassion for them. It is only the people knowing their existential poverty could feel compassion for the relatively poor people. Devotion and alms are worships conducting from God's property, in His Name, given to the people He defined as eligible in the periods God has chosen. Poverty as a social problem could only be solved by more compassion. This is only possible through the elimination of the human self(ish)ness that prevents compassion. The rise of the ultimate poverty will enable people for this act.

    Key Words: Poorness, Existential Ultimate Poverty, Relative and Material Poverty, Compassion, Devotion and Alms