Köprü Anasayfa

Bilim ve Din

"Kış 2005" 89. Sayı

  • Bediüzzaman ve Demokrasi

    Bediuzzaman and Democracy

    Bünyamin Duran

    Prof. Dr.

    Bu tebliğde, ilk olarak İslami gelenekte Kur'an'ı anlama ve yorumlama farklılıklarına dikkat çekilecek ve Bediüzzaman'ın bu gelenek içindeki yeri belirlenecek, daha sonra Bediüzzaman'ın genel yaklaşımlarından hareketle demokratik bir siyasal yapının teolojik, ahlaki, hukuki temelleri belirlenmeye çalışılacaktır.

    Konuyu analize başlamadan önce, demokrasi kavramı üzerinde kısaca durmakta yarar vardır. Burada demokrasi kavramından "evrensel politik ilkeleri", yani bireylerin istedikleri kişileri temsilci olarak seçebilme ve istemedikleri takdirde görevden alabilme hakkına sahip bulunmalarını güvence altına alan bir politik mekanizmayı kastediyoruz. Buna göre, demokrasi bireylerin seçme ve seçilme hakkını kabul eden, tüm dini ve kültürel ortamlara uygulanabilir akıcı, esnek, dinamik bir yönetim tarzıdır.

    İslam ve demokrasi kavramları, bazılarınca birbirini dışlayan kavramlardır ve hatta birbirini yok eden mekanizmalardır; dolayısıyla onlara göre ya İslam vardır ya da demokrasi. Yani İslami bir demokrasi pratikte mümkün değildir. Bu iddiaların temelinde, demokrasiyle sekülerliği özdeş sayma hatası yatmaktadır. Oysa sekülerlik ya da sekülerleşme ile sekülarizm arasında önemli fark vardır. Sekülerleşme; genel olarak rasyonelleşme, endüstrileşme, kentleşme, bilimselleşme ve demokratikleşme süreçlerini içerirken, sekülarizm ise din karşıtı bir ideolojidir. Diğer bir değişle, sekülarizm, yukarıda sayılan süreçlerin bir kısmını taşımakla birlikte, kendi felsefi ve ahlaki ilkelerini dini ilkeler yerine ikame etmek isteyen din-karşıtı "izm"lerden birisidir. Sekülarizm, her zaman rasyonelleşme ve demokratikleşme ilkelerini taşımayabilir. Saddam rejimi seküler bir rejimdi ama, demokratik bir rejim değildi. İngiliz rejimi demokratik bir rejim ama aynı zamanda dini bir rejim de.

    Bu ayrımı dikkate alarak yaklaştığımızda, Bediüzzaman'ın; rasyonellik, kentleşme, endüstrileşme, bilimselleşme ve demokratikleşmeyi onayladığını, İslamla bunların çelişmeyeceğini düşündüğünü söyleyebiliriz.

    İslami Gelenekte Kur'an'ı Anlama Yöntemleri

    Bediüzzaman'ın özellikle demokrasi konusundaki bakış açışını incelemeye başlamadan önce, onun genel olarak Kur'an'ı yorumlama biçimine kısaca göz atmak faydalı olacaktır.

    Bilindiği gibi, Kur'an Allah'tan Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygambere belli aralıklarla indirilmiş bir vahiy metnidir. İçinde anlamı tevil ve tefsire gerek duyulmayacak kadar apaçık (muhkem) ayetler olduğu gibi, tevil ve yeniden yorumlamaya gerek olan anlamı gizli (müteşabih) ayetler de vardır. Müteşabih ayetlerin nasıl anlaşılması konusunda İslami gelenekte geniş bir zenginlik ve çoğulculuk vardır; farklı eğilimleri bulmak mümkündür. Burada gerçekten metnin zahirinden ziyade derinliklerinde keyfice anlam arayan İsmaili Batıniliğinden, Farabi felsefesine, çeşit çeşit İbn-i Rüşdçülüğe, İbn-i Arabi tasavvufuna kadar adeta sınır tanımayan filozof ve mutasavvıflardan; metnin zahirinden hiçbir şekilde sapmak istemeyen ve herhangi bir tevil ve tefsire başvurmayı dinin tahribi olarak gören aşırı literalist akımlara; bu iki aşırı uç arasında belli akli ilkeler çerçevesinde Kur'anı anlamaya çalışan Maturidi-Eşari ve belli ölçüde Caferi çizgide ılımlı alimlere kadar çok geniş bir yelpaze vardır. Bu yelpaze içinde Bediüzzaman'ın yerini, modern çağın ihtiyaç ve bilgi seviyesini dikkate alan ve bu nedenle hem felasife geleneğinin meşşai ve işraki eğilimlerinden, hem de teorik ve pratik tasavvufun tüm zenginliklerinden ve esnekliklerinden geniş ölçüde yararlanan Maveraünnehr-Osmanlı-Maturidiciliğinin modern yeniden yorumlanması şeklinde düşünmek mümkündür.

    Bediüzzaman'ın Kur'an'ı Anlama ve Yorumlama Yöntemi

    Bediüzzaman dinsel ve kültürel çoğulculuğun baskın olduğu bir toplumun üyesiydi. Özellikle onun da bağlı olduğu Maveraunnehr-Osmanlı-Maturidi geleneği dinsel, kültürel ve etnik çoğulculuğun temel yapı olduğu bir gelenekti.

    Bu geleneğin modern çağa uygun yeniden üretilmesi misyonunu üstlenen Bediüzzaman'ın tüm yaklaşımları ve içtihatları da doğal olarak kültürel ve dinsel çoğulculuk eksenli olacaktı. Bu yönüyle onun tezleri ulusçu bir toplumda gerçekten zor anlaşılır ve kabul edilebilir tezlerdi.

    Yaşadığı realiteden hareketle Bediüzzaman; Kur'an'ı kültürel, dinsel ve etnik çoğulculuk eksenli okumuş ve yorumlamıştır. Mesela: "Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin" (Maide/51) ayetini tefsir ederken hareket noktaları son derece ilginçtir. Ona göre:

    1- Öncelikle, ayetin anlamı apaçık olmalıdır, oysa bu ayet tevil ve yoruma açıktır.

    2- İlgili ayet "umumi" değildir, "mutlak"tır; mutlak, sınırlanıp kayıtlanabilir, zaman büyük bir müfessirdir, kaydını ve sınırını ortaya koyduğunda ona kimse itiraz edemez.

    3- Buradaki "illet", yani dost olmama nedeni, sadece Yahudilik ve Hıristiyanlık sıfatlarıdır. Yani, kişinin sadece, dostluğunu Yahudi ve Hıristiyan olmasına bina etmektir; oysa insanda başka çok sayıda vasıf vardır, o güzel vasıflarından dolayı dost olmakta bir sakınca yoktur.

    4- İslamiyet Müslümanların ehl-i kitapla evlenmesine izin vermiştir, evlilik sevgi üzerine kurulan bir ilişkidir, eşi Hıristiyan veya Yahudi olan bir Müslüman'ın elbette onu sevmesi tabiidir.

    5- Her Müslüman'ın tüm sıfatları Müslümanca olmayabileceği gibi, her Müslüman olmayanın tüm sıfatları da kafirce değildir. Müslüman olanların bazı sıfatları kafirce olduğu gibi, Müslüman olmayanların bazı sıfatları da Müslümanca olabilir. Bir Gayr-i muslimin Müslümanca olan bir sıfatını sevmek, taklit etmek, sanatını almak neden caiz olmasın?

    6- Her çağın ilişkileri, kavramları çağının ruhundan etkilenir, çağın genel karakterinden anlam kazanır. Hz. Peygamber döneminde büyük bir dini inkılâp gerçekleşti. Tüm zihinler dine kilitlendiğinden sevgiler, düşmanlıklar, dostluklar din eksenli idi. Böyle bir ortamda Müslüman olmayanlara sevgi ve ilgiden, doğal olarak bir nifak kokusu gelirdi. Ancak çağımızda egemen olan ilişkiler din merkezli değil, ekonomik, politik ve bilimsel merkezlidir. Çağımızda tüm zihinler dünyasal gelişmelerle ilgilidir. Zaten Hıristiyan ve Yahudiler de geniş ölçüde dinlerinden uzaklaşmış, daha ziyade ekonomik ve bilimsel gelişmelere öncelik vermektedir. Dolayısıyla, onlarla dost olmak dinsel-merkezli değil, ekonomik, politik ve bilimsel dostluktur. Ekonomi, politika ve bilim alanlarında dostluklar kurmak ise dünyanın imarı ve gelişmesine çalışmak ve küresel sulhu sağlamaktır, bu ise neden yasak olsun?

    Bediüzzaman'ın ilgili ayeti bu şekilde tefsir etmesi günümüzde farklı din mensupları arasında diyalog faaliyetlerinin dini kaynaklarından biri olmuştur. Bu tefsir sayesinde Müslümanlar Batı'da ciddi açılım imkanları bulmuşlardır. Bu açılım giderek hem yaygınlaşmakta ve hem de derinleşmektedir, belki de bu tefsir tarzı küremizde 'medeniyetler çatışması' değil, 'medeniyetler uzlaşması'nı doğuracaktır.

    Bediüzzaman teolojik insan hürriyeti yorumunda da yine Maveraunnehr-Osmanlı- Maturidi geleneğine bağlıydı. Cenab-ı Hakk'ın kudret ve iradesine bir sınırlama getirmeden insan hürriyetini teolojik açıdan güvence altına alan Gelenbevi-Muhammed İzmiri-Taftazani-Sadruşşeria çizgisiyle uyum içerisindeydi. Ancak genel eğilimden farklı olarak Bediüzzaman, çağının gelişmelerini de dikkate alarak insan hürriyetini ahlak, politika ve dini, iç tecrübe bağlamında önemli ölçüde derinleştirmiştir. Hatta insanın tüm dini inkişafını sahip bulunduğu hürriyet derecesiyle özdeş sayacak kadar hürriyeti önemsemiştir. Ona göre hürriyet imanın bir hassasıdır, zira, "rabıta-i iman ile sultan-ı kâinata hizmetkâr olan adam başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi şefkat-i imaniyesi bırakmaz".

    Bediüzzaman'a Göre Demokrasinin İslam Toplumunda Uygulanabilirliği

    Bediüzzaman'ın düşüncesinde demokratik sistemin Müslüman toplumuna uygulanabilirliğini belirleyebilmek için demokrasinin teolojik, ahlaki ve hukuki temellerini belirlememiz gerekir. Burada ilk olarak Bediüzzaman'ın teolojik felsefesinde "mülk"-"melekût" ve "tekvini yasalar"-"şer'i yasalar" ayrımını incelemememiz gerekir.

    Mülk-Melekût Ayrımı

    Bediüzzaman'a göre "alem-i mülk" hukuk, ahlak ve eylem alanıdır, "âlem-i melekût" ise itikat ve tevekkül alanıdır. Mümin, Allah'ın sonsuz gücü, ilmi, iradesi ve hikmeti olduğuna inanmak durumundadır. Allah, her şeyin yaratıcısı, rızk vericisi, düzenleyicisi ve Rabbidir. Cenab-ı Hakk her an faal ve kayyumdur, o asla unutmaz, uyuklamaz, gaflete düşmez.

    Ancak Cenab-ı Hakk hikmeti gereği bir de bu mülk âlemini yaratmıştır. İçinde yaşadığımız dünya âlem-i mülktür. Özellikle insana mülk âleminde diğer varlıklardan farklı olarak önemli bir özerk alan vermiştir. O özerk alanda insan tamamen serbesttir. Aynı şekilde âlem-i mülk'te her şey rasyonel bir şekilde işler. Çünkü bu dünyada Cenab-ı Hakk'ın hikmeti geçerlidir, her şey belli bir sebebin neticesidir; doğa kanunları, beşeri hukuk sistemleri, ahlak sistemi, ekonomik ve politik kanunlar bağımsızca işler. İnsanlar irade ve akıl sahibidirler, dolayısıyla yaptıklarından hem ahlaki olarak, hem de hukuki olarak sorumludurlar. Allah'ın kudret ve ilminin her şeyi kuşatmış olması, insanların eylem alanlarını sınırlamaz ve seçim imkânını ortadan kaldırmaz. İnsan kendi özgür iradesiyle serbestçe alternatifler arasında seçim yapar ve yürürlüğe koyar. "Yaptığım şeyi Allah biliyordu ve irade ediyordu" demenin hukuki, ekonomik, politik ve ahlaki bir değeri yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk sadece insana bir taraftan akıl ve irade vermiş, öbür taraftan da onları destekler, aydınlatır tarzda vahiy göndermiştir ve ekonomik, politik ve kültürel alanda kendi düzenini kendisinin kurmasına imkân tanımıştır. Aklın ve vahyin kılavuzluğunda siyasal ve ekonomik bir düzen kurarsa onun olumlu sonuçlarından hem bu dünyada, hem de öbür dünyada yararlanacaktır; akıl ve vahyin ilkelerini dikkate almadan kaba hayvansal içgüdülerinin egemenliğinde düzenler kurarsa onun politik, ekonomik ve sosyal sonuçlarını da olumsuz olarak yine kendisi yüklenecektir.

    Öte yandan politik alanda egemen olan insandır. Hâkimiyet insana aittir. Bu, hukuki alanda insanın mülk sahibi olması gibidir. Tüm kâinatın Allah'ın mülkü olması, nasıl ki hukuk önünde insanın mülk sahibi olmasına engel değildir, sahip olduğu mülk üzerinde tasarruf yetkisi vardır, politik alanda da insanın hâkimiyet sahibi olması, Allah'ın hâkimiyetiyle çelişmez. Kişi sahip bulunduğu insanlık özelliğine dayanarak istediği kimseyi serbest iradesiyle temsilci olarak ya da devlet başkanı olarak seçebilir, hoşuna gitmediği zaman da görevden uzaklaştırabilir.

    Bu yaklaşımdan hareketle şunu söylememiz mümkündür. İnsan aklın ve vahyin öngördüğü evrensel adalet, hakkaniyet, refah, insan haysiyetinin olumlu yönde iyileştirilmesi gibi ilkeleri gerçekleştirecek ortak bir politik düzen kurmak zorundadır. Kur'an ve sünnette bu düzenin kesin tanımı yapılmamış, doğrudan insan aklına havale edilmiştir. İnsanoğlunun bugüne kadar geliştirdiği rejimler içerisinde demokratik rejim, adalet, hürriyet, ekonomik ve sosyal gelişme için en uygun sistemlerden biridir.

    Tekvini Yasa-Şer'i Yasa Ayrımı

    Bediüzzaman'ın diğer başka ilginç bir ayrımı da "tekvini-şer'i yasa" ayrımıdır. Bu ayrım, demokratik rejimin teolojik ve ahlaki temelleri için son derece önemlidir. İlgili yaklaşıma göre Cenab-ı Hakk'ın kâinatta iki çeşit yasası vardır, biri tekvini, diğeri şer'i. Şer'i yasa bildiğimiz vahiyle gelen yasalardır. Namaz, oruç, zekât vs gibi. Tekvini yasa, şer'i yasaya göre kapsam ve mertebe bakımından daha geniş ve derindir. Tekvini yasa, inanan inanmayan ayrımı yapmaz, herkes için geçerlidir. Mesela, şefkat böyle bir ilkedir. Bu ilke tüm canlılar için geçerlidir. Bediüzzaman'ın verdiği örneğe göre, şefkat ilkesine uymayan bir çocuk bir kuşu öldürür, bu ilkeyi çiğner, sonra bir yerden düşer başı kırılır ve cezasını çekmiş olur. Aynı şekilde bir kaplan, kendi doğal ve helal rızkı olan ölmüş hayvanlarla yetinmez, canlı bir ceylanı avlayıp yedirirse, bir avcının kurşununa hedef olur, cezasını çeker.

    Disiplinli çalışma ilkesi de tekvini bir ilkedir. Mesela, bir inanan bu ilkeye riayet etmez, tembellik yaparsa, bunun cezası olarak sefalete düşer; buna karşılık bir inançsız adam bu ilkeye riayet eder disiplinli şekilde çalışırsa, ekonomik refahını arttırır, mülk sahibi olur ve mümini emrinde çalıştırır. Çünkü çalışmanın sonucu refah ve zenginlik, tembelliğin karşılığı ise sefalettir.

    Politik alanda adalet, istişare gibi ilkeler toplumdan topluma değişmeyen evrensel ilkelerdir. Kur'an'da "Allah adaleti emreder." denilerek mevcut olan bir yasanın harekete geçirilmesi emredilmektedir. Yoksa adalet vahiyle birlikte ortaya çıkan bir ilke değildir. Aynı şekilde "Tüm işleri onlarla istişare et." emri de vahiyden bağımsız evrensel tekvini yasaya dâhil olan bir politik sorumluluktur.

    Bu yasayı hayata geçiren toplumlar insan hak ve hürriyetini, ekonomik ve sosyal güvenceyi, bireyin seçme ve seçilme hakkını, öğrenme ve öğretme hakkını, kazanma ve harcama hakkını güvence altına alacak bir politik organizasyon kurabilir ve böylece bireylerin potansiyel enerjilerini aktif hale getirmeyi başarır, böylelikle toplumlarının refah ve mutluluğunu arttırabilirler; buna karşılık bu ilkeleri dikkate almayan toplumlar, adı Müslüman da olsa otokratik güçlerin elinde tüm enerjilerini heba edebilirler.

    Hukuki Temelleri

    Kur'an'ın ruhundan süzülmüş İslam'ın en üst ilkeleri, can ve mal güvenliği, nesil, din ve akıl güvenliğidir. Bu ilkeler yüzlerce ayet ve hadisin ruhundan sağılmış ilkelerdir. Bunlara usul dilinde "makasıduşşeria" denilmektedir. İslam'ın ulaşmak istediği temel hedeflerdir. Tüm içtihatların ve düzenlemelerin bu ilkelerle uyumlu olması gerekir. Bu ilkelerden biriyle çelişen herhangi bir içtihat ya da politika geçersizdir.

    Bu ilkeler çerçevesinden bakıldığında bireylerin can ve mallarını, nesil ve nefislerini, din ve akıllarını optimum ölçüde güvenceye alacak yönetim biçimi hangisiyse Müslümanların onu kabullenmeleri gerekir.

    Günümüz şartları içinde bireylerin ilgili değerlerini en etkili tarzda güvence altına alabilecekleri yönetim biçimi şüphesiz demokrasidir, dolayısıyla Müslümanların politik sistemleri de demokratik olmalıdır.

    Yukarıdaki ilkeler evrensel ilkelerdir, bu ilkelere paralel başka alt ilkeler de mevcuttur. Bediüzzaman'ın dikkat çektiği ilkelerden en önemlileri icma-i ümmet, efkâr-i amme ve maslahat-i mürsele ilkeleridir. Hanefi mezhebine göre bir meselede Müslümanların çoğunluğunun ittifakı, icma'ın gerçekleşmesi için yeterli sebeptir. Böyle bir durumda ittifak edilen konuyu toplum olarak yürürlüğe koymamak Kur'anla belirlenen bir emri yürürlüğe koymamak gibidir.

    Bu ilkeden hareketle, şayet Müslümanların ekseriyeti (bazı müçtehitlere göre o sınırlar içinde yaşayan gayr-i Müslimler de dâhil tüm sakinler) mesela, politik rejim olarak parlamenter demokrasiyi arzu ediyorlarsa böyle bir durumunda bu talebi yerine getirmek aynı zamanda dini bir vecibedir.

    Diğer hukuki ilkeler, maslahat-u mürsele, istihsan ve örf ilkeleridir. İlgili ilkeler, toplumun yararına olan şeylerin hukuken de meşru olduğunu ifade eder. Şayet bir konuda Kur'an ve Sünnette açık bir hüküm yoksa ve yeni durum toplumun yararına ise yine o Kur'an ve Sünnette emredilmiş gibi, dini bir meşruiyet kaynağıdır. Çünkü Hz. Peygamber, "Müminlerin güzel gördüğünü Allah da güzel görür" buyurmuştur. Aynı şekilde başka bir hadisinde "Ümmetim sapıklık üzerine ittifak etmez" diyerek ümmetin ittifakını meşru bir kaynak olarak değerlendirmiştir.

    Bu Hadis'e göre toplum politik sistem olarak demokratik sistemi benimsemiş ise o sistem aynı zamanda Allah'ın rızasına uygun sistemdir.

    Sonuç olarak, Bediüzzaman tarihin küreselleşme yönündeki akışını çok önceden görmüş, dünyada ortaya çıkacak çok kültürlülük olgusuna Kur'ani bir meşruiyet kazandırmıştır. Aynı zamanda farklı din mensupları arasındaki diyaloğun kapılarını açmıştır. Onun bu çabası, her geçen gün daha da anlam kazanmaktadır.

    Öz

    Bu yazıda, bir din olarak İslam ile siyasi bir sistem olarak demokrasi arasındaki ilişkiyi tahlil etmeye çalışacağım. İslami demokratik bir sistemin olabilirliği hakkında birkaç önemli soruyu Said Nursi'nin görüşlerine dayanarak tartışmaya çalışacağım. Bu sorulardan bazıları şunlar:

    1- İlahiyat nedir?

    2- Demokrasi ile ilgili İslami ahlaki prensipler nelerdir?

    3- Siyasi sistemin oluşturulmasında insanoğlunun fıtratı ve istidadı nedir?

    4- İslami kanunlarda demokratik bir toplumu tesis etmeyi mümkün kılacak olan insan haklarını koruyucu maddeler yeterli sayıda mevcut mudur?

    Bu sorulara cevap verebilmek için konumuz ile alakalı ilahiyatın bazı yönlerini açıklamamız gerekmektedir.

    İslami demokrasiyi incelemeye başlamadan önce, İslami demokrasiyi mümkün kılan bazı önemli genel prensipleri incelemek gerekir. Bu bağlamda, aklın, inancın, ahlakın yerini ve İslami perpektifte demokratik bir sistem kurmada insanın kabiliyetini çoğunlukla Said Nursi'nin düşüncesine dayanarak incelemeye çalışacağım. Bunlar şu şekilde listelenebilir:

    1- Akıl vahyi anlamada esaslı bir yoldur.

    2- Varolan dünyanın iki ciheti vardır: mülk ve melekût.

    3- Emr-i ilahi iki çeşittir: teşri'î ve tekvinî.

    4- İnsanın iradesi izafidir, bu yüzden kendine bakar.

    İslam'da herhangi bir gücün ya da kurumun meşruiyeti, temel olarak insanların bu meşruiyeti kabulünden çıkarılır. Diğer bir deyişle, insanlar kendilerine zorla kabul ettirilmemesi üzerine anlaşmadığı müddetçe bir kimse hükümdar olarak meşruiyet kazanamaz, insanlar kendi hükümdarlarını seçmede tamamen hürdür. İslam herhangi bir şekilde içinde istibdat olan bir sistemi kabul etmediği gibi, iktidarın aynı aile içinde miras olarak aktarıldığı monarşik bir sistemi de kabul etmemektedir. Aslında, sadece kendini monarşi olarak adlandıran sistemlere dikkat çekilmemelidir, çünkü kendini cumhuriyet olarak adlandıran pek çok ülke vardır ancak aslında iktidar yalnızca elit tabaka arasında dolaştırılıyor gibi gözükmektedir.

    Karşılıklı danışma sistemi İslami bir demokratik devletteki parlementer sistemin kaynağıdır. Bu yüzden, açıkça ifade edebiliriz ki; halk iktidarın kaynağı; meclis grubu, devlet başkanı ve kabinesi yalnızca temsilcidirler. Devletin ya da kabinenin başındakiler iktidarını halktan alır.

    Anahtar Kelimeler: İslam, demokrasi, şeriat, sekülerizm

    Abstract

    In this article I will try to analyze the relationship between Islam as a religion and democracy as a political system. I will try to discuss some important questions about the possibility of an Islamic democratic system dipending on Said Nursi's thoughts. Some questions are the following:

    1- What is de Islamic theology?

    2- What are de Islamic ethical principels related with democracy?

    3- What is the nature and capability of human kind in the forming of politic system?

    4- Are there sufficient safeguards for human rights in the Islamic laws, which can make it possible to establish a democratic society?

    To be able to answer to these questions we have to explain some of the aspect of Islamic theology, which related to our studies.

    Before starting analyse Islamic democracy, I have to explore some important general principles, which make Islamic democracy possible. In this context I will try to explore the position of reason, belief, ethic and man's capability to establesh a democratic system in the Islamic perspectif depending largly on Said Nursi's system of thought. They may be listed as follows:

    1- Reason is an essential means for understanding revelation.

    2- The worlds of existence are twofold: the external world (mulk) and inner, unseen world (melekut).

    3- The Divine commands are of two sorts: those pertaining to man's actions (teşri'i) and those pertaining to creation (tekvin).

    4- Man's will is relative (izafi), and therefore pertains to himself.

    In Islam, legitimacy of any power or institution is derived mainly from people's acceptance of this legitimacy. In other words, one can't gain legitimacy as a ruler unless people agree to not to have it imposed on them; the people are entirely free to choose their rulers. Islam does not accept a system, which involves any kind of dictatorship, nor does it accept a system of monarchy where the power is inherited within the same family. Indeed, one wouldn't only point out to systems that call themselves monarchies, because there are many countries that call themselves republics, but indeed power seems to be circulated only within the elite.

    The mutual consultation system is the source of parliamentary system in an Islamic democratic state. Thus we can clearly say that the community is the sources of power, the group of parliament and head of state and his/her cabinet is only representative. The head of state or cabinet derives his powers from the community.

    Key Words: Islam, democracy, Shariah, secularism