Köprü Anasayfa

Sivil Toplum & İletişim

"Bahar 2005" 90. Sayı

  • I. Masa: İç İletişim

    II. Research Conference - "Communication" [Final Declarations]

    [Sonuç Bildirisi]

    II. Arama Konferansı
    “İletişim ve Risale-i Nur”
    Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesi
    4-5 Mayıs 2005 / Ankara

    Hayat iletişimle başlar. Bilinçli iletişim insanı diğer varlıklardan ayıran tek özelliktir. Var olmak, iletişim içinde olmaktır. İlmi araştırmalar başarı ve mutluluğun % 75'inin iletişime bağlı olduğunu göstermiştir. Kişinin kendisi ve Yaratıcı ile iletişim kurması, kendini keşfetmesi, tanıması, farkındalık yaşaması, duygu, düşünce ve davranışlarını doğru istikamete yönlendirmesi, varlık nedenini sorgulamak amacı ile iç dünyasına bir yolculuk yapması demektir.

    Kişinin kendisiyle iletişimi iç sisteminin ve yapısının da bir gereğidir. Kişinin bütün davranışları, aslında içsel iletişiminin dışa yansımasıdır. Hayatın her anında ve her mekânda gerçekleşen bu iletişim türü, bir başka bireye de ihtiyaç duymaz. Düşünür, zihninde kendisiyle ve başkasıyla konuşur, tartışır, sevinir; kendi kendine karar verir, karar değiştirir; plan yapar, hayaller kurar, kendisiyle başkaları arasında karşılaştırmalar yapar. Bazen bütün bunlar çok kısa zaman dilimi içinde oluverir.

    İnsanın kendisiyle iletişim kurma ihtiyacı varoluşsaldır. "Ben kimim? Nerden geldim? Nereye gidiyorum?" sorularının cevabını aramaktadır. Hayatının anlamı ve yaşadığı sürece mutluluğu bu üç sorunun cevabında yatmaktadır. Kendisi ve başkalarıyla barışıklık ancak, sağlıklı iç iletişimle olur. Bu bağlamda, bir insanın düşünmesini, duygulanmasını, kişisel ihtiyaçlarının farkına varmasını, iç gözlem yapmasını, rüya görerek kendi içinden mesaj almasını ya da kendine sorular sorarak bunlara cevaplar üretmesini bir iç iletişim olarak görebiliriz. Ve böylece iki insan arasında gerçekleşen iletişim benzeri, tek bir insan içinde de gerçekleşebilmektedir.

    İç iletişimden amaç, insanın kendisini tanıması ve kendisiyle barışık olmasıdır. Bireyin kendisiyle barışıklığı, aynı zamanda çevre ve evrenin barışık olması ile sonuçlanır. İç iletişimle yakaladığı iletişim düzeyi bireyler arasındaki iletişimin de temelini oluşturur.

    Kendini Tanıma

    Dünya var olalı beri, insanoğlunun en büyük sorunu, kendisi olma sorunudur. İnsanoğlu kendisi olmadan, ne medeniyetler kurabilir ve ne de hayatta kaldığı sürece mutlu olabilir. Biz, kendimizle olan ilişki ve iletişimimizi bir düzene koymadıkça da dış dünyamıza çekidüzen veremeyiz. Biz ne isek dünya da odur. Dış dünyamız bizim aynamız ya da kendimizin yansımasıdır. Çünkü olayların ve dünyanın merkezinde biz varız. "Yeryüzünün Halifesi" unvanıyla dünyanın idaresi bize verilmiştir.

    Bediüzzaman, kendini tanıma yolunda atılması gereken ilk adımı şu hitapla dile getirir: "Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku! Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var." (Sözler, 628) Birçok filozoflar da hakikate ulaşmanın en kestirme yolun insanın kendini tanımasından geçtiğini söyler. Bunlardan Sokrat'ın "Kendini tanı!" sözü meşhurdur. "Kendini bilen Rabbini bilir" anlamındaki hadis de sırlar dünyasının anahtarının insanın elinde olduğunu vurgular.

    Var oluşun bütün kilit noktaları insanın kendindedir. Bediüzzaman'ın, "İnsan zaiftir; belâları çok… Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade… Âcizdir; hayat yükü pek ağır… Eğer, Kadir-i Zülcelâl'e dayanıp tevekkül etmezse ve îtimad edip teslim olmazsa, vicdanı dâim azâp içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder ." (Sözler, 33) diye tanımladığı insan, kendi içinde yaratanına yol bulamazsa, iç âlemiyle doğru iletişim kuramazsa, kendisiyle barışık olamazsa, hayat ona zindan olur.

    Her şey bir amaç için yaratılmıştır. Bir şeyin niçin var olduğu bilinmezse, nasıl var olduğunun bir değeri yoktur. Meselâ, bir kalemin yazı yazmak amacı ile yapıldığını bilmeyen birinin kalemin demirden veya altından yapılmış olmasını bilmesi, çok değerli ve sanatlı olmasının farkına varmasının ne kıymeti olabilir? Aynen bu misal gibi insanın niçin yaratıldığını, amacını ve vazifesini bilmeyen birinin, insanın anatomisi ve fizyonomisi hakkında çok şey bilmesinin bir değeri olmaz.

    İnsanın psikolojik yapısını tanımakla, kendimizi daha yakından tanımada büyük bir mesafe almış oluruz. Kendimizi tanıdıkça da yaratıcı varlığı; yani yaratanı içimizde daha derinden hissederiz. Bediüzzaman, insanın psikolojik tahlilini altı bin sayfayı aşmış Risalelerinde gerek kendiyle diyaloglarında ve gerekse değişik vesilelerle yapmıştır. Derin tahlillerinden yalnız biri şöyledir: "İnsan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermayesi hiç hükmünde. Hem nihayetsiz musibetlere mâruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde bir şey. Âdeta sermayesi ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belaları ise; dairesi, gözü, hayali nereye giderse ve gidinceye kadar geniştir." (13. Söz:25) Bu durumda insan bir ikilem yaşamaktadır. İhtiyaçları çok, ama onları karşılayacak elinde bir şey yok. Onu çok kötü duruma sokan olaylarla her an karşı karşıya, ama onlara başından savacak gücü yok. Arzuları ise sonsuzdur. Bu tezatların içinden nasıl sıyrılacak? Bu psikolojik durumdan, güçlü dayanağı bulamadığı sürece, Bediüzzaman'a göre insan için ancak iki yol var: Biri, sarhoş olmak ve diğeri ise, akıldan istifa etmek… Oysa bu iki yol, insan için bir çıkış yolu değil; sonu bataktır, kendini inkâr anlamına gelir.

    Bu açıdan "güvenlik ihtiyacı", insanın en büyük ihtiyaçlarından biridir. Maslow, bu ihtiyacın en az diğer fizyolojik ihtiyaçlar kadar önemli olduğunu söyler. Bu giderilmediği sürece, insan kendini var oluşsal anlamda yalnızlıktan kurtaramaz. Acılar çeker. Belki de günün birinde bu acılara dayanamayarak hayatına son verir. Aklını çalıştıran, ama bu düalist psikolojik yapısından bir çıkış yolu bulamayan birçok düşünürün intihar ettiği öteden beri bilinmektedir. O halde insana her an dayanacağı, sıkıntılı anlarda ona müracaat edeceği ve dertlerini ona açacağı, gerektiğinde onunla sohbet edeceği bir dayanak gerekir. O dayanak, Bediüzzaman'ın deyişine göre, Allah'tan başka biri olamaz. Bediüzzaman, bu bağlamda insanı bir çocuğa benzetir. Çocuk annesini ya da babasını bir güvence olarak görür. Annesi tarafından azarlansa da sığınacağı yer yine annesinin kucağıdır.

    Kendimizle Diyalog Kurmak

    Kendimizle iletişimin en önemli yollarından biri, şüphesiz, kendimizle olan diyalogdur. İçimizle kurduğumuz diyaloga "içsel düşünme" diyebiliriz. İçsel düşünme, filozofların da en çok kullandıkları bir yöntemdir. Bediüzzaman bundan "enfüsî tefekkür" olarak söz eder. Tefekkürün gafleti dağıttığını söyleyen Bediüzzaman, insanın kendi nefsinde tefekkür ettiği zaman derinlemesine yapmanın iyi sonuçlar vereceğini vurgulayarak bir düşünme yöntemi belirtir. Bunu şöyle ifade eder: "Arkadaş! Nefsi tefekkürde tafsilatlı, afakî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete tekarrüp edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır, evham seni havalandırır, enaniyetin kalınlaşır; gaflet kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalalete isal eden kesret yolu budur." (Mesnevi-i Nuriye, 125)

    İçsel tefekkürü meditasyon olarak ele alsak yanlış olmaz. Meditasyon, Uzakdoğu mistisizminin, içeriği ne olursa olsun, yoğunlukla kullandığı kendine gelme ve kendini tanıma yöntemidir. İçsel tefekkürde doğrudan kendimizle iletişim kurarız; kendimizi gözleriz, yani kendimizin farkına varırız.

    Duygularımız

    İç iletişimimizde duygularımızın büyük rolü vardır. Onları tanımadan iç dünyamızla diyalog kuramayız. Duygu ve latifelerimiz sayısızdır. Çok değişken ve çok sayıda olan bu duygularımızın hepsi yaratılışta güzeldir. Duruma göre yerinde kullanıldığında faydalıdır. Önemli olan duygularımızı tanıyarak amacına uygun, yerli yerinde kullanabilmektir.

    İnsanın duygularının Yaratıcının rahmet hazinelerini tartacak birer ölçü olduğunu ifade eden Bediüzzaman, (Sözler, 117) bu duyguların Allah'ın sıfatlarını anlamak için insana verildiğini, bunun için "hissiyat" suretinde kendilerini gösterdiğini de ifade eder. (Sözler, 617)

    İnsandaki "havas" dediğimiz duyguların insana verilmesinin amacının da eşyayı ve dünyayı algılamak ve anlamak, onlardaki güzelliklerden ve nimetlerden istifade ederek yaratıcısına şükretmek olduğunu izah eder. (Sözler, 184, 589)

    İnsanın "kalp" ve "akıl" olmak üzere duyguların iki merkezinin olduğunu ifade eden Bediüzzaman, kalbin "latife"lerin cüzdanı, aklın ise "havâs ve istidatların" defteri olduğunu belirtir. Bütün duyguların saadet-i ebediyeye yönelik olarak insana verildiğine bütün ehl-i tahkik ve keşif ehli bilginlerin ittifak ettiğini vurgular. (Sözler, 84)

    Bediüzzaman, insan vücudunda ceset ile beraber cesedi koruyan, muhafaza ederek devamını ve terakkisini sağlayan "hayat, ruh ve şuur" (Sözler, 468) denen üç temel ögenin bulunduğuna dikkat çeker. Eskiden beri tasavvuf mesleğinde ifadesini bulan "letâif-i aşere" denen on duyguyu çeşitli yönleri ile ele alır. "İnsanın mahiyet-i camiasında ve istidad-ı hayatında çok letâif var; onlardan on tanesi iştihar etmiş" (Lem'alar, 164) diyen Bediüzzaman, insanda başka pek çok duyguların da var olduğuna dikkat çeker. Bu duyguların "vicdan, asap, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kalp, ruh ve sırr" tarzında da ele alınabileceğini kabul eder. Ayrıca halkın, avamın anladığı ve kabul ettiği "görme, işitme, tatma, koklama, hissetme, akıl, vicdan, şehvet, öfke ve kalp" gibi duyguların da sayılabileceğini söyler. (Lem'alar, 164)

    "İnsan hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hissiyat suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duyguların" (Lem'alar, 535) bulunduğuna da dikkat çeken Bediüzzaman, insanın bu yönü ile de "şuunât-i İlahiyeye ayinedarlık ettiğine" işaret eder.

    Duygularımız ile ilgili hususları üç kategoride değerlendirmek mümkündür. İnsanın dış âlemi ile iletişimini sağlayan "duyular", iç âlemi ile iletişim kurduğu "duygular" ve sayısız his ve latifelerimiz. Dış âleme açılan duyularımız bizi yaratıcının sıfatlarını anlamamızı sağlarken, iç âlemimizdeki duygularımız Allah'ın isimlerini algılamaya ve anlamaya açılan birer pencere olmaktadır. Bediüzzaman'ın keşfettiği ve yüce Allah'ın sanatkârlığının bir yansıması olan "şuuunât-ı İlahiye" de insanın sonsuz hissiyat yönüne hitap etmektedir. Ve böylece duygularımızın hissiyat yönü ile de ilahi tecellilere ayine olmamızı netice vermektedir. Bundan dolayıdır ki, sanatkârlarda bu duygular çok daha yoğun görülmektedir.

    Duygu Eğitimi

    İç iletişimin amacı sayısız duygularımızı yerli yerinde kullanmak, onları aklın kontrolünde yönetme becerisini kazanmaktır. Akıldan soyutlanmış duygular, bizi çok büyük tehlikelerle karşı karşıya bırakabilirler.

    İnsan davranışlarının ve kabiliyetlerinin eğitime ihtiyacı olduğu gibi duygularının da eğitilmeye ihtiyacı vardır. Tarihte ortaya çıkan ve insanın mistik yönüne hitap eden tarikatların çıkış noktası aslında insanın duygu eğitimine olan ihtiyaçtır.

    Bediüzzaman, duygu eğitiminde umumi, kısa ve selametli, insan fıtratına en uygun olan ve duygu eğitiminde daha kısa ve kolay bir yolu, insanın dört temel duygusuna hitap eden dört ihtiyacı belirleyerek ortaya koyar. Bu dört temel esasın da "acz, fakr, şefkat ve tefekkür" olduğunu ifade eder. (Sözler, 438) İnsana acizliğini ve fakirliğini göstererek nefsini, şefkatle kalbi duygularını ve tefekkür ile aklî melekelerini terbiye etmeyi amaçlar.

    İnsanın bütün eksik, kusurlu ve hatalı duyguları nefiste toplanmıştır. İnsan nefsi her türlü hata ve kusurun kaynağıdır. "Bütün hatalar nefisten ve bütün güzellikler Allah'tandır" (Nisa, 79) ayet-i kerimesini esas alan Bediüzzaman, insanın kendisini hatalı ve kusurlu ve eksik olarak görmesi gerektiğini belirtir. İnsanın fıtratı gereği nefsini sevdiğine, bundan dolayı kusurlarını müdafaa ettiğine dikkati çeken Bediüzzaman, bu durumun insanın gelişimini ve terakkisini engellediğini ifade eder ve "Kendinizi kusursuz ve hatasız görerek temize çıkarmayın" (Necm, 32) ayetini prensip haline getirmemiz gerektiğini söyler. İnsan kendisini eksik ve kusurlu gördükçe, bu eksiklerini gidermek ile meşgul olacaktır. Bu meşguliyet ise insanın gelişimini sağlayacaktır.

    Bediüzzaman'a göre eskide tarikatların vermek istediği bu duygu eğitimini daha kolay, kısa ve daha etkin bir şekilde Risale-i Nur'da bulmak ve almak mümkündür. Öyle ise tarikatın "Nefsi öldürmeyi esas alan" uzun yolunda gitmeye gerek yoktur. Doğrudan Kur'an'dan alınan ve "acz, fakr, şefkat ve tefekküre" dayanan Risale-i Nur'un metotlarını uygulamak yeterlidir. (Sözler, 438-440)

    Nefis, insan vücudunun merkezidir. (Mesnevi-i Nuriye, 181) Bu bakımdan önemi çok büyüktür. İnsan vücudunun nebatî, hayvanî ve insanî yönünün olduğunu (Mesnevi-i Nuriye, 176) nazara veren Bediüzzaman, nefsin insanın nebatî ve hayvani yönüne baktığına dikkat çeker. Nefse yapılacak en büyük hizmetin, onu insani vasıflarla terbiye etmek olduğunu söyler.

    İnsan nefsinin pek çok duygunun kaynağı olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, toprağın suya, havaya ve ışığa nispeten kesafetli ve katı olmasına rağmen Allah'ın sanatına ve icadına daha fazla kaynaklık ettiğini ve diğer üç unsura galip geldiğini belirttikten sonra nefsin de terbiye edildiği takdirde diğer duygulardan daha fazla değerli hale geleceğini bu yönü ile cismani bir cennetin yaratılmasına sebep olduğunu izah eder. (Sözler, 459)

    Bediüzzaman, duygu eğitiminde duygu ve latifelerimizin ebedi hayata yönlendirilmesinin gereğine parmak basar. Kendilerine göre de bir vazifeleri olduğunu söyler. Bu duygular fıtratlarına uygun yönlendirilmedikleri sürece, sahiplerinin alçalmasına neden olabilirler. Bediüzzaman'ın bu konuda da orijinal tespitleri vardır: "Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalp, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalp ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur." (Sözler, 291)

    Eğitimine önem vereceğimiz başka duyguların da olduğuna şu şeklide değinir: "Eğer insan yalnız bir kalpten ibaret olsaydı, bütün mâsivâyı terk, hattâ esmâ ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakk'ın zâtına rapt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi, pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubudiyette hakikat cânibine sevk etmekle, Sahâbe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalp bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa, kalp, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır." (Sözler, 456)

    Duygu eğitimi sonucunda ortaya çıkacak insan modeli "İnsan-ı Kamil"dir. İnsan-ı Kamil de yalnız kalbin işlenmesinden meydana gelmez. Çok değişik latifelerin amaçları doğrultusunda eğitilmeleri gerekir. Duygu eğitiminde günümüz psikolojik yöntemlerinden de yaralanmak mümkündür. Hiç şüphe götürmez ki, Bediüzzaman bu konuda, yani duyguların eğitilmesi konusunda ciddi anlamda bir ivme kazandırmıştır.

    Duyguların diğer bir merkezi kalptir. "Kalbin imanın mahalli" olduğunu belirten Bediüzzaman, "En evvel Sâni'i arayan ve isteyen ve Sâni'in vücudunu delâiliyle ilan eden, kalp ile vicdandır" (İşaratü'l-İ'câz, 78) der. Bunun sebebini de, kalbin hayatın ihtiyaçlarını düşünürken bir acze maruz kaldığını hisseder etmez derhal bir nokta-i istinat aramaya başladığını, bunu ise iman ile elde edilebildiğini ifade eder. (İşaratü'l-İ'câz, 78)

    Kalbin bildiğimiz çam kozalağı gibi olan bir et parçası olmadığını, "hisleri ile vicdanı, fikirleri ile dimağı etkileyen bir latife-i Rabbaniye" olduğunu belirtir. İnsan ruhuna etkisinin, kalbin beden üzerindeki etkisi gibi olduğundan kendisine kalp denildiğini de izah eder. (İşaratü'l-İ'câz, 78)

    Kalbin, manevi yüksek duyguların kaynağı olduğunu belirten Bediüzzaman, iman nurunun kalbe girmesi ile kalbin nurlandığını, aydınlandığını ve ışıklandığını, böylece üzerindeki ilâhî sanat ve nakışların göründüğünü, kendisi aydınlandığı gibi kâinatın da bu nur ile aydınlanarak hakiki şekilde göründüğünü; küfrün iman ışığının sönmesi ile kalbin karanlığa gömülmesi olduğunu ve böylece her şeyin karanlığa mahkûm olduğunu geniş bir şekilde izah eder. (Sözler, 281-285; İşaratü'l-İ'câz, 96)

    Sevmek ve nefret etmek gibi duyguların kalbin ameli olduğunu (Sözler, 345) belirten Bediüzzaman, kalbin binlerce hissiyatın kaynağı olduğunu ifade eder. Aklı aydınlatan ışığın kalpten çıktığını izah eden Bediüzzaman, gerçeğin ve hakikatin akıl-kalp beraberliği ile ortaya çıkacağının izahını şöyle yapar: "Gözün görmeyen beyazı, görmeyi sağlayan siyah göz bebeği ile beraber olmazsa gözün göz olmayacağı gibi, kalbin aydınlatmadığı zihnî ve aklî bilginin de malumattan öte ilim olmayacaktır." (Sözler, 646)

    Yanlış inanç ve düşüncelerle kalbin bozulacağını da izah eden Bediüzzaman, iman nurunun insanın bütün fiillerine ve eserlerine etki ederek istikamet vereceğini belirtir. Fesadın da kalpten çıktığının altını çizen Bediüzzaman, bir şeyin esası, kalbi bozuk olursa teferruatını tamir etmenin faydasız olduğunu söyler. (İşaratü'l-İ'câz, 90) Bundan anlaşılır ki, insanın bozulması, kalbin yanlış inançlarla bozulması sonucudur. İnsanın düzelmesi de inançlarının düzelmesi iledir. İnanç düşünceye, düşünce davranışa etki eder.

    İç İletişimin Engelleri

    İç iletişim için en büyük engel nefistir. Korkularımız, bilgisizlik, "lümme-i şeytaniye"den kalbe vesveseler ve günahlar da iç iletişimimizi engeller. Günahlar duyguların ölümüdür. Çaresi tövbedir.

    Göz bu âlemin penceresi olduğu gibi, vicdan da iç âleme açılan penceredir. Vicdan penceresi manevi duygulara açılmazsa kalbe oradan veri gelmez. Manevi duygular kaybolur. Vicdan körlüğü de manevi iletişimi engellemektedir.

    İnsan kalbine gelen duygular iki ayrı kanaldan gelir. Birincisi, vicdandır. İyi duyguları alır. Lümme-i şeytaniye ve nefis kötü duyguların geldiği kanaldır. Bu da ikincisidir. Nefsanî duyguların tezekki edildiği zaman meleklerden üstün hale gelinebilmektedir.

    İnsan derin duygulardan oluşan nötr bir varlıktır. Terakki ve tedenni iradeye bırakılmıştır. Bu noktada hürdür. Duygularımızın kör hissiyat diye tabir edilen ve akla hükmedip yanıltan bir yönü de vardır. Sağlıklı benlik duygularını tanıyarak yaratılış amacına uygun yönlendirmenin sonucu kazanılır.

    Zihin Eğitimi

    İç iletişimimizin en önemli meyvelerinden biri zihnimizin eğitimidir. Zihin eğitimini kavramak için zihnin nasıl çalıştığını bilmek gerekir. İnsanın her olaya, her davranışa, her duygu ve düşünceye anlam veren bir zihin sistemi var. Biz soluk almadan yaşayamadığımız gibi, zihnimiz de düşünmeden, anlamlandırma yapmadan duramaz.

    Zihnimizin birbirinden ayrılmayan üç özelliği var: Çok okuması, çok yazması ve çok konuşması. Zihnimizin okumadığı, yazmadığı ve konuşmadığı bir anı yok. Sadece görünenleri değil, görünmeyenleri de okur ve sayıklar. Yapılan araştırmalara göre; bir insanın aklından ortalama olarak günde altmış bin düşünce geçtiği tahmin edilmektedir. Bu düşüncelerin, ne yazık ki, yüzde doksan beşi, bir gün öncekilerin aynısıdır. Bunun böyle sürüp gittiğini düşünün. Kısaca zihinsel faaliyetlerimizin büyük bir bölümü verimsiz, tekrara dayalı gevezeliklerdir.

    Zihnimizi bu gelişigüzel konuşma ve faaliyetlerinden kurtarmak lazımdır. Aksine onu dinlemekten başka bir şey yapamayız. Kendimizle iletişimimizde de büyük engel olmaya devam eder. Zihnin yüzeyde ve derinlerde olan katmanları vardır. Katmanları derinleştikçe zihin sakinleşir.

    Kur'an'da geçen tefekküre ilişkin ayetlerin çokluğunun belki de en önemli sebebi budur. Tefekkür, zihnin sistematik işlemesidir. Hele içsel düşünme dediğimiz enfüsi tefekkür, zihin dinginliğimizin birinci çaresidir. Kendimizi tanımada ve kendimizle iletişim kurmada büyük rol oynayan enfüsi tefekkür, zihnimizi de malayani konuşma, okuma ve yazmalardan alıkoyan en etkin bir yoldur. Doğu mistisizminde meditasyona çok yer verilmesinin nedeni bu olsa gerek. Enfüsi tefekkürle kazanılacak zihin duruluğu, aynı zamanda bize farkındalık kazandırır. Farkındalıkta mantık çalışır, deliller etkin olur; iç özgürlük vardır. Böyle bir hale sahip olan bir insan, Bediüzzaman'ın ifadesine göre, "Hakikat-bin göz aldanmaz; hakperest kalb aldatmaz" bir özelliğe sahiptir. Eğitimden geçen bir zihinle insan, hücum eden vesvese ve evhamlardan kendini kolaylıkla kurtarır.

    Zihnimizi kontrol altınaa almak, belki de iç eğitimimizin en önemli adımıdır. Zihin eğitimimizin en önemli ayağı da ibadetlerdir. İnsan ibadette rahatlar, duygular kesimi doyuma ulaşır. İbadetin en büyük fonksiyonu, fikirleri Allah'a çevirmesidir. (İşaratü'l-İcaz, 140) Gerek zihin ve gerekse davranışlar kesiminde bir düzenin oluşması ancak ibadetle mümkündür.

    Sonuç Olarak

    Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz’da insanın vazifelerini ve ibadete bakan yönünü nazara veren bu ifadeleri ile mevzumuzu özetleyelim:

    "İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acib ve latif bir mizac ile yaratılmıştır. O mizac yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Meselâ: İnsan en müntehab şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, zînetli şeyleri arzu eder, insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.

    "Şu meyillerin iktizası üzerine yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini, istediği gibi güzel bir şekilde tedarikinde çok san'atlara ihtiyacı vardır. O san'atlara vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesaî etmeye mecbur olur ki; herbirisi, semere-i sa'yiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler.

    "Fakat insandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i akliye Sâni' tarafından tahdid edilmediğinden ve insanın cüz'-i ihtiyarîsiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelâtta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-ı insaniye çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lâkin her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.

    "Sonra o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir merci', bir sahib lâzımdır. O merci' ve o sahib de, ancak peygamberdir. Peygamber olan zâtın da, zahiren ve bâtınen halka olan hâkimiyetini devam ettirmek için, maddî ve manevî bir ulviyete ve bir imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi, Hâlık ile olan derece-i münasebet ve alâkasını göstermek için de, bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mu'cizelerdir.

    "Sonra Cenab-ı Hakk'ın emirlerine ve nehiylerine itaat ve inkıyadı tesis ve temin etmek için, Sâniin azametini zihinlerde tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Bu tesbit de ancak akaid ile, yani ahkâm-ı imaniyenin tecellisiyle olur. İmanî hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi, ancak tekrar ile teceddüd eden ibadetle olur." (İşaratü'l-İ'caz, 141)