Köprü Anasayfa

Hidayet: Dine Yöneliş Zamanı

"Yaz 2005" 91. Sayı

  • Allah, Dinsizlik, Ateizm

    God, Irreligion, Atheism

    Taha ÇAĞLAROĞLU

    İnsanın yaratıcısını bilmesi, tanımaya çalışması, evreni ve evrende cereyan eden olayları sorgulaması, onun en aslî ihtiyacıdır. Bu arayış ve sorgulama sırasında insan yalnız bırakılmamış, insanın yardımına Hak elçileri, kutsal kitaplar gönderilmiştir. Ayrıca evren ve vicdan da insana Yaratıcı'yı tanıtan, doğruyu gösteren bir konumda daima uyarıcı görevini üstlenmiştir.

    Dünyadaki sınav sırrından dolayı, hakikatlerin üzerine 'tenteneli bir perde' serilmiş, böylece akla kapı açılmış, ihtiyar elden alınmamıştır. Bu yüzden insanlık tarihi boyunca inananlar ve inanmayanlar olmuştur.

    Felsefî bir kavramı ifade eden ateizm, Allah inancına karşı tepkiyi dillendirir. Ateist, literatürümüzde "mülhid, zındık, kâfir, müşrik, inkârcı, inançsız, tanrıtanımaz" gibi sözcüklerle anılmaktadır.

    Ateizm Yunanca'da "Tanrı" anlamına gelen "Theos"tan türemiş olup, "Tanrı inancına sahip olmak" anlamındaki "theism" sözcüğünün başına "a" takısının getirilmesiyle ortaya çıkmıştır.

    Bu makalede, Kelâmullah tefsirinden, iman hakikatlerinden bir özetleme yapılacaktır.

    İman Bir Bütündür

    İman gerçeğinin herhangi bir esasını inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz. Mutlak küfre düşer ve İslâmiyet'ten çıkar.

    İman, altı esasından çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir bütündür ki, bölünemez. Çünkü imanın her bir temeli, kendini kanıtlayan hüccetleriyle, diğer iman temellerini kanıtlar. Her biri her birisine gayet kuvvetli bir kanıt olur. Öyleyse, bütün iman esaslarını bütün delilleriyle sarsmayan batıl bir fikir, hakikat nazarında bir tek iman esasını, bir hakikati iptal edip inkâr edemez. Belki kabul etmeme perdesi altında gözünü kapamakla, bir inat yoluna gidebilir. Git gide mutlak küfre düşer, insaniyeti mahvolur; hem maddî, hem manevî Cehenneme gider.

    Allah'a iman, kendi hüccetleriyle imanın diğer esaslarını da kanıtlar. Bu görkemli evreni bir saray, bir şehir, bir ülke gibi bütün ihtiyaçlarını gidererek yöneten, düzenli bir biçimde çeviren, hikmetlerle değiştiren, atomları, gezegenleri, sinekleri ve yıldızları birer muntazam ordu gibi aynı anda, emir ve iradesi dairesinde sürekli bir ulvî manevra içinde çekip çeviren, görevlendiren, gezdiren ezelî ve sonsuz bir ilâhî saltanatın elbette sonsuz bir ahiret diyarı olacaktır.

    Allah'ın birçok ismi ve varlığının kanıtları, ahiretin varlığını ister, gerektirir. Allah'a iman, ahiretsiz olmaz. Allah diyor ki: "Ahiret var!" Evrenin her bir sözcüğünü, her bir noktasını, anlamlı nakışlarla süsleyen Yaratıcı, evren kitabının anlamlarını ders verecek, açıklayacak, yorumlayacak elçileri de göndermiştir. Emirler vermiş, yasaklar koymuş, insanların kulluk görevlerini kendilerine bildirmiştir. Sanatını seven, beğendirmek isteyen yüce Sanatkâr, isteklerini elbette ki insanlara bildirecekti ve bildirmiştir.

    Hem bütün canlıların ihtiyaçlarının karşılanması için dualarına, hâl diliyle edilen bütün ilticalara, arzulara vakti vaktine cevap veren Allah, hiç akıl kabul eder mi ki, insanların manevî reisleriyle görüşmesin? Her canlıyla fiilen ve hâlen konuştuğu gibi, onlarla da sözel olarak konuşmasın ve onlara fermanlarını, suhufu ve kitapları göndermesin?

    Demek ki, Allah'a iman, sınırsız delilleriyle peygamberlere ve mukaddes kitaplara imanı kanıtlar.

    Hem hiç imkân var mı ki, bu kâinatın yaratıcısı, mahlûkatını yüz bin dillerle birbiriyle konuştursun, onların konuşmalarını işitsin, bilsin ve kendisi konuşmasın? Hâşâ!

    Hem hiç akıl kabul eder mi ki, Allah evrendeki İlâhî amaçları bir fermanla bildirmesin? Ve evrenin gizemini açacak ve "Mahlûkat nereden geliyor? Nereye gidecekler? Niçin böyle kafile kafile gelip birazcık durup geçiyorlar?" biçimindeki üç dehşetli soruya hakiki cevap verecek Kur'ân gibi bir kitabı göndermesin? Hâşâ!

    Hem hiç mümkün müdür ki, yeryüzünü canlılarla sürekli doldurup boşaltan ve kendini tanıttırmak, kendisine ibadet ve tesbihat ettirmek için bu dünyamızı bilinçli varlıklarla şenlendiren Allah, gökleri ve yıldızları boş bıraksın; onlara uygun ahaliyi yaratmasın? Hâşâ, melekler sayısınca hâşâ!

    Binler çeşit elemlerle üzülen ve binler nev'î lezzetlerle memnun olan, gayet derece acizliğiyle, hadsiz maddî-manevî düşmanlarıyla pek çok ihtiyacı olan, sürekli ayrılık tokatlarını yiyen insan, iman ve kullukla değer kazanır, huzur bulur.

    Allah'ı tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. O'nu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Hatta bir bahtiyar mazlum, idam olunurken bedbaht zâlimlere demiş: "Ben idam olmuyorum, belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat ben de sizi sonsuz bir idam ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum." "Lâ ilâhe illâllah" diyerek sevinçle ruhunu teslim eder.

    Çirkinliklerdeki Güzellik

    Çok güzellikleri netice veren bir çirkinlik, dolayısıyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebep olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız çirkindir. Soğuk olmazsa sıcağın, karanlık olmazsa aydınlığın değeri anlaşılmaz. Küçük şerlerin, zararların, musibetlerin ve çirkinliğin bulunmasıyla, büyük hayırlar, küllî menfaatler, küllî nimetler ve küllî güzellikler ortaya çıkar.

    Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünkü neticelerin çoğu güzeldir. Evet, yağmurdan zarar gören tembel bir adam, yağmura rahmet namını verdiren hayırlı neticeleri görmezlikten gelemez, yok sayamaz; rahmeti zahmete çeviremez.

    Fanilik ve ölüm ise, genel rahmetle, kapsamlı güzellikle ve hayırla çelişmez; bilâkis onların gerekleridir. Hatta şeytanın yaratılması bile insanın manevî yönden yücelmesinin zembereği olan müsabakaya ve çabaya sebep olduğundan hayırdır, o açıdan güzeldir. Hatta kâfir, küfürle bütün kâinatın hukukuna tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden, ona cehennem azabı vermek güzeldir.

    Ne kadar iyilik, güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya Cemîl ve Rahîm olan Allah'ın rahmet hazinesinden ve özel ihsanından gelir. Musibet ve şerler ise, İlâhî gücün âdetullah denilen genel yasalarının pek çok sonuçlarından bazılarıdır. Büyük hayırları sonuç veren o yasaları korumak ve onlara uymak için, o şerli sonuçlar da yaratılmıştır. Fakat o küçük ve elemli sonuçlara karşı, musibete düşen kimselerin feryatlarına ve belâya uğrayan varlıkların imdadına yetişir. Böylece gerçek irade, güç sahibinin yalnızca kendisi olduğunu ve her bir şeyin her bir işinin kendisine bağlı bulunduğunu, genel yasaların da daima irade ve isteğine tâbi olduğunu, o kanunların tazyikinden feryat eden fertleri, bir Rabb-i Rahîmin dinlediğini ve imdatlarına ihsanıyla yetiştiğini gösteriyor.

    Kâinata güzellikler döşenmiştir. İmanın ve hakikatin güzelliği, nurun ve çiçeğin hüsnü, ruhun ve suretin cemali, şefkatin ve adaletin güzelliği, merhametin ve hikmetin hüsnü vardır.

    Batı Medeniyetinin iğrenç bir savaşla günahlarını kustuğu İkinci Dünya Savaşı ortalığı kasıp kavururken ünlü İngiliz kadın romancı Virginia Woolf, eşi Leonard Woolf'a hitaben şu satırları yazmıştı 1941'de canına kıymadan önce: "Çıldıracağım, bu tüyler ürpertici günlerde yaşamımı sürdüremeyeceğim gibi bir duygu var içimde. Sesler işitiyorum. Yoğun çalışma yapamıyorum. Bu duyguyu mutluluğumu sana borçluyum. Sen, iyilikten hiç geri kalmadın. Varlığımı sürdürerek senin yaşamını bozmamalıyım."

    Güya bu intihar, bir özveri anlamı taşımaktadır. Woolf'ün varlığını sürdürerek eşinin "yaşamını bozmaması", hiç de inandırıcı bir cesaretin ve özverinin tezahürü değildir. Yazar, "tüyler ürpertici günler" derken, belki de intiharının bir boyutunu açıklamaktadır. Bu cinayetle ayrıca "korku azabı"nı sona erdirmiştir. 14. Söz'ün deprem bahislerinde "korku azabı"ndan söz eder Bediüzzaman, depremin manevi bir musibetini açıklarken.

    Müslüman olmayan birçok sanatçının intiharına tanık oldu çağımız. Bu yazarların intiharlarına birçok gerekçe bulunuyordu. Bazen de onlar sanatçı oldukları için, intiharları bir ölçüde yüceltiliyordu. Oysa Sanat ve İntihar'da Ali Göçer'in belirttiği gibi "Hiçbir edim, sanatçıya, edebiyatçıya ait olduğu için ne yüceltilebilir, ne de yerilebilir"di. "Bir insan olarak herkes için geçerli olan genel ölçü içinde değerlendirebilir, onların edimleri de."

    Şimdi de İşârâtü'l-İ'caz'dan bir metin alıntılayalım: "Her şeyin biri mülk, diğeri melekût, yani biri dış, diğeri iç olmak üzere iki ciheti vardır. Mülk ciheti bazı şeylerde güzeldir, bazı şeylerde de çirkin görünür ayinenin arka yüzü gibi. Melekût ciheti ise, her şeyde güzeldir ve şeffaftır ayinenin dış yüzü gibi. Öyle ise çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir; ve aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaratılışı, mehasini ikmal içindir. Öyle ise çirkinin de bir nevi güzelliği vardır."

    Alıntıladığımız bu metinde Bediüzzaman, "çirkinin de bir nevi güzelliği"ne işaret ederken, kâinattaki manzarayı, olayları çirkin gören ve intihar eden sanatçıların veya genel olarak tüm insanların ölümlerine ve felsefelerine de bir yorum getirmektedir. Çirkinlik adına aklınıza ne gelirse gelsin tüm bunlar, "mehasini ikmal" içindi. Hani vitrinlerde satılacak eşyaların, teşhir edilen güzel malların yanına odun, dal gibi aykırı şeyler konur ya; bu aykırılıklar içinde esas malzeme daha güzel görünür. Çünkü "güzelin güzelliğini artıran, çirkinin çirkinliğidir."

    Bir de yine Risale-i Nur'da geçen bir örneğe yer verelim. "Tabiatları latif, ince ve latif sanatlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevârî bir şekilde, şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanları yaptırmakla, bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letafetin, o güzelliğin derecesini göstermek için bazı çirkin kaya, kaba, gayri muntazam mağara ve dağ heykelleri gibi şeyleri de ilave ediyorlar ki, onların çirkinliğiyle adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, letafeti fazlaca parlasın."

    Her şey, ancak zıddıyla bilindiğinden çirkin ve kaba şeyler, güzelliği artırmaktadır. Göz, sanatları görüp de "basiret Sâni'i görmezse" asıl çirkinlik söz konusu olmaktadır. İman nurunun kulaktaki zarı ışıklandırdığı zaman kulağın "kâinattan gelen manevi nidaları" işiteceğini, hatta rüzgârların, bulutların, denizdeki dalgaların, yağmurların, kuşların vesaire varlıkların tesbihatlarını, kelamlarını duyacağını söyleyen Bediüzzaman, kâinatın sanki "İlahî bir musiki dairesi" olduğunu, türlü türlü âvazların, terennümlerin kalplere "hüzünleri ve Rabbanî aşkları intibâ" ettirerek kalpleri, ruhları "nuranî âlemlere" götüreceğini söyler. Bunun tersi olduğunda, yani kulak küfürle tıkandığında "o leziz, manevî, yüksek savtlardan" mahrum kalır insan. İşte Woolf da bu "sesler"den mahrum kalmıştır. O lezzetleri "îrâs eden âvazlar, matem seslerine inkılâp" etmiştir. "Kalpte o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetsiz ve sonsuz gurbetler" hâsıl olmuştur. İnsan ancak marifetullah ve muhabbetullah'taki zevke ulaşarak "dünyanın vahşet-i mutlakasından ve insanın kâinattaki gurbeti mutlakasından" kurtulabilir.

    Gözün nuru da iman nuruyla ışıklanırsa ve kavîleşirse bütün kâinat "gül ve reyhanlar ile müzeyyen bir cennet" şeklinde görünür. "Gözün göz bebeği de bal arısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, bürhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usâre ve şiralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar." Burada geçen "ibret, fikret, ünsiyet" kavramları Müslüman sanatçının dünyaya bakışına ve onu yansıtmasına bir ufuk da getirmektedir sanırım. İmanın öyle bir derecesi vardır ki, insan o imanla "bütün kâinatı bir Kur'an gibi okuyabilecek" dereceye gelir. Oysa göz küfür karanlığıyla kör olursa bu koca dünya bir "hapishane şekline" girer, "bütün hakaik-ı kevniyye nazarından gizlenir, kâinat ondan tevahhuş eder", kalbi hüzün ve kederle dolar.

    Ebede müştak olan, daima bir şeyler arayan insan, asıl başkente mi yöneliyordu farkında olmaksızın veya ayrımına vararak? Fıtratındaki sonsuzluk meyline cevap mı arıyordu? Necip Fazıl "Biricik meselem sonsuza varmak" derken bu hasrete, bu coşkuya mı işaret ediyordu? Cahit Sıtkı "Gün eksilmesin penceremden" derken bunun için mi "her mihnet"i kabul ediyordu? Bediüzzaman "Kim kendi uyanık vicdanını dinlese 'ebed, ebed' sesini işitecektir." yargısıyla buna işaret ediyor olmalı. "Mutlak hayırdan hayır, Cemil-i Mutlaktan güzellik" gelir diyen Bediüzzaman, Allah'tan abes bir şey gelmeyeceğini belirtir. Her şey ya "hakikaten" güzeldir, ya bizzat güzeldir veya sonuçları açısından güzeldir.

    Risale-i Nur'da "O, her şeyi en güzel şekilde yarattı."(Secde, 7) ayetinin tefsiri yapılırken "Bir kısım hadiseler var ki zahirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var." denilmiştir. Bu ifadeler Müslüman sanatçı için önemli ölçüler getirmektedir. Hayatta zahiren çirkin olan olaylar, durumlar edebî esere yüzeysel anlamıyla aktarılmamalıdır. Nokta-i nazar daima ahiret olmalıdır. Aksi halde sanat eseri yetimane hüzün verme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.

    Şu sözlere de kulak verelim: "Her muhibb-i dine ve âşık-ı hakikate lâzımdır ki: Her şeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zira mücazefe kudrete iftiradır." Bahsin devamında yaradılıştaki kemal ve güzelliğe kanaatsizliğin ve bunları istihfaf etmenin İmam-ı Gazali'ye "Daire-i imkânda daha ahsen yoktur." sözünü söylettiğine işaret edilmektedir. İşte dünyadaki çirkinlik ve intizamsızlıklar, dünya bahçesinin güzelliğine, düzenine "bir süs" olmak üzere Allah tarafından "kasten" yapılmıştır. Bunu da "pek yüksek, geniş, şairane bir hayal ile dünyanın o bahçe manzarasını nazar altına alabilen adam görebilir."

    İnsanın hiçbir zaman şikâyete hakkı yoktur der, Bediüzzaman Hastalar Risalesi'nde. "Sen açlıkla O'nun Rezzak ismini tanıdığın gibi, Şafi ismini de hastalığınla bil. Elemler, musibetler, bir kısım esmasının ahkâmını gösterdikleri için, onlarda, hikmetten lem'alar ve rahmetten şualar ve o şuaât içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında sevimli, güzel manaları bulursun."

    Şimdi edebî eserleri, genel anlamda tüm sanat eserlerini, yetimane feryatlarla dolduran, kaderi tenkit eden, insanı dünyanın ortasına fırlatılmış bir yaratık, başıboş bir mahlûk olarak betimleyen sanatçıları düşünüyorum. Balıkçılar'daki (Tevfik Fikret) babanın uzakta bir yeri gösterip gülmesini, yüzündeki muzlim, boğuk şikâyetleri kutsayanları, intiharı gerçek cesaret gibi gösterip alkışlayanları… Yine 17. Mektup'ta teessürlerin ve ümitsizlikle yoğrulmuş teellümlerin önüne geçmek, bunların yıkıcı etkilerinden kurtulmak için üç gerekçe gösterilir: Dünyanın ebedî olmaması, insanın dünyada sonsuza dek kalmaması ve ayrılığın sonsuz olmaması. 10. Söz'de de güz mevsiminde bahar ve yaz âleminin güzel mahlûkatının tahribatının "idam" değil, vazifelerinden "terhis" olduğu kaydedilir. Hem de yeni vazifedar memurlara böylece yer hazırlanmaktadır.

    Kötülük/şer problemini çözemeyen kimselerin zahirî çirkinliklerde boğuldukları, dalâlete düştükleri görülmektedir.

    Vahdette Kolaylık Var

    Her şeyin yüzünde, atomlardan gezegenlere kadar öyle bir damga, mühür var ki, aynada güneşin görüntüsü güneşi gösterdiği gibi, o mühür aynası da, Allah'ın varlığına ve birliğine işaret eder.

    Bütün mevcudat, tek olan yaratıcıya isnat edildiğinde, bir tek mevcut hükmünde kolaylaşır. Eğer Vâhid ve Ehad olan Allah'a verilmezse, bir tek mahlûkun icadı bütün mevcudat kadar müşkülleşir. Bir çekirdeğin yaratılması, bir ağacın yaratılması kadar zor olur.

    Eğer "Varlıkları Allah yarattı." dense, koca evren bir ağaç gibi, ağaç bir çekirdek gibi, cennet bir bahar gibi, bahar bir çiçek gibi kolaylaşır.

    Sözgelimi, yüz erin bir subayın yönetimine verilmesi, bir erin yüz subayın yönetimine verilmesinden yüz derece daha kolaydır. Bir ordunun donanımı, yönetimi; bir merkeze, bir yasaya, bir genelgeye, bir yönetmeliğe bağlandığında tek bir erin yönetimi kadar kolaylaşır. Bir erin yönetimi ve donanımı; çeşitli merkezlere, çeşitli fabrikalara, çeşitli komutanlara havale edilse, âdeta bir ordunun donanımı, yönetimi kadar zor olur. Çünkü bir tek erin donanımı için, bütün orduya lâzım olan fabrikaların bulunması gerektir.

    Bir ağacın tek bir Allah tarafından yaratıldığını söylemek, onun bir merkezden, bir yasayla yönetildiğini söylemektir. Eğer tek bir Allah'ın varlığı kabul edilmese, her bir meyveye lâzım olan maddelerin başka başka yerlerden, farklı yaratıcılardan verildiği iddia edilse, her bir meyvenin yaratılması bir ağacın yaratılması kadar zorlaşır. Belki ağacın bir örneği ve kataloğu olan bir tek çekirdeğin yaratılması dahi, o ağacın yaratılması kadar zorlaşır. Çünkü bir ağacın hayatına lâzım olan bütün maddeler, bir tek çekirdek için de lâzım oluyor.

    İşte böyle yüzlerce örnek, vahdetteki kolaylığı, şirkteki ve çokluktaki zorluğu gösteriyor.

    İnsan bir mevcuttur. Eğer insan, Allah tarafından yaratıldığını kabul etse Allah'ın hiçten, yoktan, bir emirle, sonsuz kudretiyle kendisini yarattığını kabul etmiş olur. Eğer kendini O'na vermezse, yani Allah tarafından yaratıldığını kabul etmezse, yaratılışını maddî sebeplere ve tabiata dayandırsa ne olur? İnsan, evrenin muntazam bir özü, özeti, meyvesi, küçük bir kataloğu ve listesi olduğundan; insanı yapmak için evreni ve unsurları ince elekle eleyip hassas ölçülerle âlemin her tarafından vücudundaki maddeleri toplamak lâzım gelir. Çünkü maddî sebepler, yalnız terkip eder, toplar. Kendilerinde bulunmayanı hiçten, yoktan yapamazlar. Öyleyse, küçük bir canlının cismini evrenin her tarafından toplamaya mecbur olurlar. İşte vahdette, tevhidde böylece kolaylık var.

    Sebepler Sonuçları Yaratamaz

    Bir eczahanede, çeşitli maddelerle dolu, yüzlerce şişe ve kavanoz bulunuyor. O kavanozların her birisinde miligramlık ölçülerle alınmış maddeler var. Eğer bir maddeden bir miligram noksan veya fazla alınsa, o macun oluşamaz.

    Acaba hiç imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüfle veya fırtınalı bir havanın etkisiyle devrilmesiyle, herbirisinden alınan miktar kadar, yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, imkânsız, batıl bir şey var mı? Eşek iki misli bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, "Bu fikri kabul etmem!" diye kaçacaktır.

    İşte bu örnek gibi, her bir canlı, elbette canlı bir macundur. Her bir bitki, çok çeşitli maddelerden, gayet hassas bir ölçüyle alınan maddelerden oluşturulmuştur. Eğer sebeplere dayandırılsa ve "Sebepler yarattı." denilse, aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi, yüz derece akıldan uzak ve batıldır.

    Eğer her şey, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Zülcelâle verilmese, sebeplere dayandırılsa evrenin pek çok unsurunun her bir canlının vücudunda müdahalesi bulunması gerekir. Halbuki sinek gibi bir küçük mahlûkun vücudunda, gayet hassas ölçüler vardır. Sinek kanadı kadar şuuru bulunan, sonuçların sebepler tarafından yaratılamayacağını kabul eder.

    Evet, bir sineğin küçücük cismi, sebeplerle ve evrenin birçok unsuruyla ilgilidir, hatta birçok unsurun özetidir. Eğer Yaratıcı inkâr edilse, o maddî sebeplerin onun vücudu yanında bizzat hazır bulunması gerekir, hatta onun küçücük cismine girmesi gerekir. Belki, cisminin küçük bir nümunesi olan gözündeki bir hücresine girmeleri icap ediyor. Çünkü sebep maddî ise, sonucun yanında ve içinde bulunması lâzım geliyor. Şu hâlde, iki sineğin iğne ucu gibi parmakları yerleşmeyen o hücrecikte, âlemdeki unsurların maddeten içinde bulunup, usta gibi içinde çalıştıklarını kabul etmek lâzım geliyor. Böyle bir şey kabul edilebilir mi? Sebepler, sonuçları yaratabilir mi?

    Varlıkların kendi kendilerine oluşması mümkün olmadığı gibi, tabiatın da yaratıcı olması imkânsızdır.

    Bir iğnenin ustasız, bir harfin kâtipsiz olamayacağını kesinlikle kabul eden insanların, varlıkların kendi kendine oluştuğunu iddia etmeleri ne kadar anlamsızdır.

    Tabiatın yaratıcı olduğunu söyleyenler ise hangi tabiattan söz ediyorlar? Yaratıcı olduğu iddia edilen tabiat, mevhum ve hakikatsizdir. O nasıl bir şeydir ki, ilim, hikmet, irade, kudret gerektiren şeyleri yaratabilsin? Tabiat sanattır; sanatçı olamaz. Nakıştır; nakkaş olamaz. Hükümdür; hâkim olamaz. Kanundur; kadir olamaz. Kitaptır; kâtip olamaz.

    Allah'ın kâinat üzerinde mutlak egemenliği vardır. Egemenlik, müdahaleyi ve başkasının işe karışmasını reddetmektir. Hatta en basit bir bir memur, işinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Bir nahiyede iki müdür, bir ülkede iki başbakan, bir okulda iki müdür olmaz. Şu kâinatın hüküm ve hikmet sahibi olan yaratıcısı da, kâinatı bir ağaç, onun en mükemmel meyvesini zîşuur ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil olan Allah, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Egemenliğine toz kondurur mu?

    Allah'ın İbadete İhtiyacı Yok

    Cenâb-ı Hakk'ın senin ibadetine, hatta hiçbir şeye ihtiyacı yok. Fakat sen ibadete muhtaçsın; manen hastasın. İbadet ise, manevî yaralarına ilâç hükmündedir. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir doktorun ona yararlı ilâçları içirme ısrarına karşılık doktora: "Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?" dese, bunun ne kadar anlamsız olduğunu anlarsın.

    Kur'an, ibadetlerin terk edilmesi konusunda şiddetle tehdit ediyor ve dehşetli cezalar getiriyor. Nasıl ki bir ülkenin yöneticisi, ülkesinde yaşayanların hukukunu korumak için, onlara zarar veren sıradan bir adamın bir hatasına göre, onu şiddetli cezaya çarpar. Öyle de, ibadeti ve namazı terk eden adam, ezel ve ebed Sultanının vatandaşları hükmünde olan mevcudatın hukukuna şiddetle tecavüz etmiş olur, onlara manen zulmeder. Çünkü mevcudatın kemalleri, yaratıcıya dönük yüzlerinde tesbih ve ibadetle kendini gösterir. İbadeti terk eden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit, ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve her biri birer ilâhî mektup olan varlıkları önemsiz, vazifesiz, ruhsuz, perişan bir vaziyette sandığından hor görür, onların mükemmelliğini inkâr eder ve haklarına tecavüz etmiş olur.

    Evet, herkes evreni kendi aynasıyla görür. Cenâb-ı Hakk, insanı kâinat için bir ölçüt olarak yaratmış, her insan için, bu evrenden özel bir âlem vermiştir. O âlemin rengini, o insanın inancına göre göstermektedir. Sözgelimi, gayet ümitsiz ve matemli olarak ağlayan bir insan, tüm varlıkları ümitsiz ve ağlar vaziyette görür. Gayet sevinçli, neşeli bir adam, evreni neşeli, güler vaziyette görür. Evren ve varlıklar üzerinde düşünen, ciddî bir biçimde ibadetlerini yapan bir adam, varlıkların gerçekten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, varlıkların hakikatlerini anlayamaz ve manen onların haklarını çiğner.

    Hem namazını terk eden kişi, kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir kulu olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını onun nefsinden almak için, onu dehşetli bir biçimde tehdit eder. Hem yaradılışın amacı ve sonucu olan ibadeti terk ettiğinden, Allah'ın hikmetine karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.

    İbadeti terk eden hem kendi nefsine zulmeder -nefis ise Cenâb-ı Hakkın kuludur- hem kâinatın haklarına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet, nasıl ki küfür, yaratılmış varlıklara karşı bir tahkirdir; ibadetin terk edilmesi de, kâinatın güzelliklerini, mükemmelliğini bir inkârdır. Hem ilâhî hikmete karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdidi, şiddetli cezayı hak eder.

    Allah Yoktan Var Eder

    Varlıklara Kur'an'ın nuru ile bakmayan filozofların en ileri gidenleri, var oluşu tabiat ve sebeplerle açıklayamadıkları için iki kısma ayrıldılar:

    Bir kısmı Sofestâî olup, insanlığın gereği olan akıldan istifa edip ahmak hayvanlardan daha aşağı düşerek kendi varlıklarını ve evrenin varlığını inkâr etti.

    İkinci grup ise, bir sineğin ve çekirdeğin bile sebepler ve tabiat tarafından yaratılamayacağını anladı. Yaratışı inkâr edebilmek için "Yoktan var olmaz" dedi. Yok oluşun da imkânsız olduğunu iddia ederek "Var, yok olmaz." dedi. Yalnızca, atomların hareketleri ile, tesadüf rüzgârlarıyla dağılmak ve toplanmak suretinde oluşum hayal etti.

    İşte, sen gel, ahmaklığın ve cehaletin en aşağı derecesinde, kendini en yüksek akıllı sanan adamları gör! Ve dalâlet, insanı ne kadar maskara, saçma, cahil yaptığını bil, ibret al.

    Acaba her sene dört yüz bin türü yeryüzünde çok kısa bir zamanda icad eden, altı haftada, her baharda, kâinattan daha sanatlı, hikmetli, canlı bir evreni inşa eden bir ezelî güç, nasıl görmezlikten gelinebilir, inkâr edilebilir? Tamamen âciz olan bu bedbahtlar, firavunlaşmış kendi nefislerinin hiçbir şeyi yok edemediğini ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi hiçten, yoktan icat edemediğini, güvendikleri sebeplerin ve tabiatın ellerinde hiçten var edemediğini gördüklerinden diyorlar ki: "Yoktan var olmaz, var da yok olmaz." Kendileri âciz olduğundan, her şeyi gücü yeten, yaratabilen, varı yok, yoğu var edebilen bir Yaratıcıyı kabul edemiyorlar.

    Allah'ın iki tarzda icadı var:

    Biri ihtirâ' ve ibdâ' iledir. Yani hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona lâzım her şeyi de hiçten icad edip eline veriyor.

    Diğeri inşa ile, san'at iledir. Yani, hikmetini ve çok esmâsının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın unsurlarından bir kısım mevcudatı inşa ediyor. Emrine tâbi olan atomları, maddeleri, rezzâkiyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.

    Evet, mutlak güç sahibi Allah'ın iki tarzda, hem ibdâ', hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, sürekli, genel bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin canlı türünün şekillerini, sıfatlarını, belki atomlarından başka bütün durumlarını hiçten var eden bir kudrete karşı "Yoğu var edemez." diyen adam, yok olmalı!

    Günahlar, Evreni Kızdırıyor

    Küfür ve dalâlet, müthiş bir tecavüzdür ve bütün varlıkları ilgilendirecek bir cinayettir. Çünkü evrenin yaratılışının en büyük, en önemli sonucu insanların ibadetidir ve Allah'ın rububiyetine karşı imanla, itaatle karşılık vermektir. Halbuki küfür ve dalâlet yolunda gidenler, küfürdeki inkârıyla, varlıkların yaratılış amacını reddettikleri için, tüm yaratılmışların haklarını çiğnemektedirler. Aynı zamanda Allah'ın güzel isimlerinin cilvelerini inkâr ettikleri için, o kutsî isimlere karşı saygısızlık etmektedirler. Yaratılmış olan her şeyi hor görmektedirler. Hem varlıkların her biri ulvî görevle görevlendirilmiş birer Rabbanî memur derecesinde iken küfür, onları, ruhsuz, fâni, anlamsız bir mahlûk gibi gösterdiğinden, tüm varlıkların haklarını çiğnemektedir.

    Küfrün, inançsızlığın, ateizmin, agnostisizmin her türü kâinatın yaratılmasındaki Rabbanî hikmetlere ve dünyanın bekasındaki ilâhî amaçlara az çok zarar verdiği için, inançsızlara karşı evren hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlûkat öfkeleniyor.

    Küfür ve dalâlet cinayeti, sonsuz bir cinayettir, sonsuz bir hukuka tecavüzdür. Bu yüzden de cehennem adalettir.

    Yoldan Çıkmış Felsefe

    İnsanlık âleminde iki büyük cereyan vardır. Bunlar "silsile-i nübüvvet ve diyanet" ve "silsile-i felsefe ve hikmet' şeklinde açıklamıştır. Bu iki ırmak ne zaman birleşmişse "ne vakit silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse", insanlık mutluluğun çağıltısıyla dolmuştur. Ne vakit ayrılmışlarsa "hayır ve nur" aydınlık tarafa, "şerler ve dalâletler" felsefe tarafına toplanmıştır.

    l2. Söz'ün başında "Kime hikmet verilmişse, işte ona pek çok hayır verilmiştir" (Bakara, 269) ayetinin tefsiri yapılırken güzel bir temsili hikâyenin "dürbünü" ile Kur'an'daki hikmet ile "ilm-i hikmet dedikleri felsefe" karşılaştırılır. Kâinat kitabının manalarını okuyan Kur'an ve onun şakirtleri karşısında bu kitaptaki harflerin nakışlarından, vaziyetlerinden söz eden felsefe vardır. "Çok iyi bir mühendis, güzel bir tasvirci, mahir bir kimyager, sarraf bir cevherci" olan filozof, bu kitabın manasına hiç ilişmez. Felsefenin halis bir tilmizi bir firavun olur, menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Vahyin karşısına dikilen bu felsefe yolcusu, bir lezzet için sonsuz bir zilleti kabul eden bir "mütemerrid"dir, "cebbar bir mağrur"dur, "cebbarı hodfuruş"tur, "dessas bir hodgam"dır.

    Kur'an'ın gerçek bir şakirdi ise bir kuldur. Ancak en büyük, en güçlü varlıklara boyun eğmez, onlara ibadet etmeye tenezzül etmez. Cenneti bile ibadetinin gayesi yapmaz. Alçak gönüllüdür, halim selimdir. Fakir ve zayıf olduğu halde uhrevî servetle zengindir. Allah'ın uçsuz bucaksız kudretine dayandığı için güçlüdür. Onun rızası için çalışır yalnızca.

    Felsefe hikmeti kuvvete dayanır. Hedefi çıkar elde etmektir. Hayat ilkesi çarpışmaktır, kavgadır. Menfi milliyetçidir, ırkçılık damarını tahrik eder. Nefsin heveslerini tatmin eder, insanlığın ihtiyaçlarını çoğaltarak tüketimci bir yaşam biçimine sürükler. İnsan, bu ihtiyaçlarını karşılamak için dünyevileşmektedir. Tecavüz eder, başkasını yutmakla beslenir. Bu yüzden de insanlığın mutluluğunu yok etmiştir.

    Hikmet-i Kur'aniye ise, hakkı kabul eder. Fazilet vardır onda. Temel ilke, Yaratıcının rızasını kazanmaktır. Yardımlaşma düsturuna dayanır. Yakınları, komşuları, yoksulları düşündürür. Din, sınıf, vatan bağını kabul eder. Amacı, insanın yücelmesi, ulvi duygularla donatılmasıdır. Birleşmeyi, dayanışmayı, birbirinin imdadına koşmayı ilke edinmiştir. Uhuvvete yöneltir. Nefsi kontrol altına alır. Her iki dünyadaki mutluluğu netice verir. Bu dünyada dahi "manevî bir cennet" hayatı kazandırır.

    Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye'de Risale-i Nur'un niçin mağlup olmadığını açıklarken bu eserin farklılığının altını çizmektedir bu bağlamda. İmanın bu dünyada dahi bir cennet hayatı kazandırdığını, küfrün ruhun cehennemi olduğunu, günahlarda ve dalalette zevk ve mutluluk değil, bir zevk içinde binler elem bulunduğunu, işte Risale-i Nur'un bu gerçeği gösterdiğini, kanıtladığını söylemektedir.

    "Sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış" felsefe, kâinatı tahkir eder. Çünkü kâinata baktığında "Ne güzel yapılmış" yerine "Ne güzeldir" diyen bu dinsiz felsefe "hakikatsiz bir safsata"dır.

    Felsefe "bütün harikulâde olan mucizât-ı kudreti" "âdet perdesi" içinde saklar. Sadece "kemal-i fıtrattan sukut eden nadir fertleri" nazara verir. Üçayaklı veya iki başlı insan felsefe için harikulâdedir, fakat uzuvları normal olan bir kimse sanki olağanüstü değildir, kudret mucizesi değildir.

    Kutsala savaş açan, dine direnen felsefe silsilesi, bir zakkum ağacı sureti alarak etrafına "şirk ve dalalet zulümatı" dağıtır. 30. Söz'de şöyle denir:

    "Hatta kuvve-i akliye dalında dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrudları, Firavunları, Şeddadları beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında aliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dava edenleri semere vermiş, yetiştirmiş." Bu ifadelerin dipnotunda da tabiatın perdesi ile Allah'ın nurunu görmeyen insanın her şeye bir ulûhiyet verip, kendi başına musallat ettiği belirtilmektedir. Burada geçen "her şeye bir ulûhiyet verme" hususu üzerinde önemle durulmalıdır. Türk ve dünya edebiyatında böyle bir anlayışın pek çok edebî eserde açıkça veya gizliden işlendiğini görmekteyiz. Eneyi kendi kendine delalet eden, anlamı kendinde olan, kendi hesabına çalışan bir unsur olarak gören, eneye "mânâ-yı ismiyle" bakan maddeci anlayış, insana ve diğer varlıklara "uluhiyet" isnad etmektedir. Eflatun, Aristo, İbni Sina ve Farabi gibi adamların "İnsaniyetin gayetü'l-gâyâtı teşebbüh-ü bilvâciptir; yani Vacibü'l Vücuda benzemektir" şeklinde "Firavunâne" bir hüküm verdiklerini söyleyen Bediüzzaman, onların enaniyeti kamçılayarak kulluk yolunu perdelediklerini, tabiata saplanarak şirkten tümüyle çıkamadıklarını ve şükrün geniş kapısını bulamadıklarını vurgular.

    Uzun sonsuzluk yolculuğunda "zad ve zahire, ışık ve burak ancak Kur'an'ın evamirini imtisal ve nevâhîsinden içtinab" (7. Söz) ile elde edilebilir. Böyle bir yolda fen ve felsefenin, sanat ve hikmetin beş para etmeyeceğini söyleyen Bediüzzaman, onların ışıklarının kabir kapısına kadar gidebileceğini belirtir. Bu ifadelerde "fen, felsefe, sanat, hikmet" kelimelerinin önünde herhangi bir sıfat kullanılmaz. İlk bakışta bunların toptan reddedildiği sanısına kapılabiliriz. Ancak Risale-i Nur'un bir bütün olarak değerlendirilmesi durumunda burada kastedilenin Kur'an'la barışık olmayan "fen, felsefe, sanat ve hikmet" olduğunu anlarız. Onların ışıkları yok değildir. Vardır; fakat kabir kapısına kadardır. Dünyevîdir, sekülerdir. Ayrıca bunların Kur'an'a mukabil bir anlamda kullanılmaları, sanırım bilimi ve sanatı dinin yerine ikame etmeye çalışan bir zihniyete de gönderme yapmakta ve onu eleştirmektedir.

    Risale-i Nur'un pek çok yerinde Kur'an'a aykırı felsefe sorgulanmış, onun karşısına daima Kur'anî bir söylemle çıkılmıştır. Felsefe ibaresinin geçmediği pek çok metinde de Kur'an'ın ruhuna uygun bir kâinat tablosu çizilmiştir. Meselâ siyah bir gözlüğü takan adamın, her şeyi siyah ve çirkin gördüğü belirtilir İşârâtü'l-İ'caz'da. Ve basiret gözü nifakla perdelenince, kalp küfürle peçelenince bütün eşyanın çirkin ve kötü göründüğü de. Bu durum, tüm insanlara, hatta kâinata karşı bir buğz ve düşmanlığa neden olur.

    Bediüzzaman'ın Batı düşüncesine karşı sorgulayıcı duyarlığını bütün alanlarda görmekteyiz. 17. Lem'a'da geçen "ecnebilerin fünun-u tabiiyeleri" ve Avrupa'nın "bâtıl efkârı" ifadeleri Batı'dan gelen bütün fikirlere, bilimlere karşı eleştirel bir bakışı taşımaktadır. Yine 12. Lem'a'da geçen "insafsız ve haksız coğrafya", "sersem ve sermest ve sarhoş kozmoğrafya" ibarelerinde "modern feylesof" ve "serseri kozmoğrafya" sözleri de bir tavır koymanın sesi. Kur'an semalarına "cin fikirli feylesofların felsefesiyle" çıkılamayacağını söyler Bediüzzaman. Ayetlerin yıldızlarına hakiki hikmetin miracıyla, iman ve İslâmiyet'in kanatlarıyla çıkılabileceğini vurgular.

    "Hiçbir şey yoktur ki, O'nu tesbih etmesin." (İsra Suresi, 44) ayeti ışığında her şeyin, her canlının, Yaratıcısına baktığını söyleyen Bediüzzaman, felsefenin "Her bir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menafiine aittir." anlayışının yanlışlığını ortaya koyar. Felsefenin, Allah'ı aciz vasıtalara ve sebeplere muhtaç göstermesini, sebeplere ve vasıtalara Rububiyet'te bir nevi ortaklık verip, Hâlık-ı Zülcelal'e "akl-ı evvel" namında bir mahlûku vermesini, âdeta Yaratıcı'nın mülkünü sebep ve aracılara paylaştırmasını, böylece büyük bir şirke yol açmasını tenkit eder.

    "Hayat bir cidaldir." ilkesiyle kâinata bakan felsefenin karşısına nübüvvetin "hayat-ı içtimaiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut, tâ nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanın imdadına, hatta zerrat-ı taamiye hüceyrat-ı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teavün, kanun-u kerem, namus-u ikram" anlayışıyla çıkılır. Böylece hayatın bir mücadele olduğunu iddia eden felsefenin karşısına dikilir hakikat. "Hayat bir cidaldir." düşüncesi eblehânedir. Kuşkusuz, burada sözü edilen mücadele, iman-küfür mücadelesi bağlamında değildir. Felsefe "galebe edende bir kuvvet var", "kuvvette hak vardır" anlayışı doğrultusunda zulmü manen alkışlar, zalimleri cesaretlendirir, cebbarları ulûhiyet davasına yöneltir. Ve devamla şöyle denir bu konuda: "Hem masnudaki güzelliği ve nakıştaki hüsnü masnua ve nakşa mal edip Sani ve Nakkaş'ın mücerred ve mukaddes cemalinin cilvesine nispet etmeyerek 'Ne güzel yapılmış' yerine 'Ne güzeldir' der; perestişe layık bir sanem hükmüne getirir."

    Enenin varlığı, başka birisinin (Allah'ın) varlığı sayesinde vardır. Görevi ise "kendi Halık'ının sıfat ve şuunatına mikyas ve mizan olarak şuurkarâne bir hizmet"tir. Peygamberler ve onların açtığı ışıklı yolda yürüyenler eneye böyle bakmışlar, bütün mülkü Allah'a teslim etmişler, O'nun mülkünde, Rububiyet'inde ve Ulûhiyet'inde ortağı, benzeri olmadığını, herhangi bir yardımcıya, bir vezire ihtiyaç duymadığını ifade etmişlerdir. Materyalistler için durum tamamen tersidir.

    İbni Sina ve Farabi gibi dâhilerin o mesleğe girdiklerinden dolayı adi bir mü'min derecesini ancak kazanabildiklerini söyleyen Bediüzzaman, İmam-ı Gazali'nin bu şahıslara o dereceyi bile vermediğini de hatırlatır. Ayrıca Mutezile imamlarının "zînet-i sûrîsine meftun olup" o mesleğe ciddi temas edip, aklı hâkim ittihaz etmelerinden dolayı ancak "fasık, müptedi bir mü'min" derecesine çıkabildiklerine işaret eder. Bu arada ünlü İslam sanatçılarından Ebü'l Alai Maarri ve Ömer Hayyam'dan söz eder. Burada yapılan iki nitelemeye vurgu yapmak istiyorum:

    "Bedbinlikle maruf' ve "yetimane anlayışla mevsuf". Maarri için birinci, Hayyam için ikinci sıfatı kullanan Bediüzzaman, Maarri ve Hayyam gibi sanatçıların "o mesleğin nefs-i emmareyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle" ehl-i hakikat ve kemalden "sille-i tahkir ve tekfir" yediklerini de kaydeder.

    Felsefecilerin bir grubu, Cenab-ı Hakk'a "mûcib-i bizzat" demiştir. Bu grup, bütün kâinatın sonsuz tanıklıklarını yalanlamaktadır. Tüm varlıklar Allah'ın iradesini gösterdikleri hâlde "kör olası felsefe"nin gözü, bu hakikati görmemektedir.

    Felsefe ve hikmet-i insaniye, kâinat kitabının yalnızca nakış ve harflerinden söz etmekte, anlamına önem vermemektedir. Kur'an gerçek hikmeti ders vermekte, kâinat kitabının anlamlarını öğretmekte, "sarhoş felsefe" gibi harflerin nakışlarını anlatarak insanların vaktini mâlâyaniyatta sarf ettirmemektedir.

    Bir zamanlar felsefe ilimlerini pek yanlış olarak "maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür" zannederek İslâmî ilimlerle birlikte onları da havsalasına doldurduğunu söyleyen Bediüzzaman, daha sonra Kur'an'daki "hikmeti kudsiye"nin imdada yetiştiğini ve o "felsefi meselelerin kirlerini" yıkayıp temizlediğini söyler.

    Aynı yerde geçen "hikmet-i ecnebiye veya fünûn-u medeniye namı altındaki kısmen dalalet, kısmen mâlâyaniyât meseleleri" ifadesi pozitivist/materyalist/aydınlanmacı/ağnostisist felsefeyi, hikmeti ve bilimi sorgulaması itibariyle önemlidir. Bunlar ruhu kirletmekte, kalbi hasta etmekte, nefsi şımartmaktadır.

    Kur'an tefsirinin şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise, mutlak değildir, muzır kısmınadır. Çünkü felsefenin sosyal yaşama, ahlâka, insanlığın kemaline ve sanatın terakkiyâtına hizmet eden kısmı, Kur'an ile barışıktır, hatta Kur'an'ın hikmetine hizmet eder, onunla muaraza edemez.

     İkinci kısım felsefe, dalalete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi, sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden ve sihir gibi harikalarıyla, Kur'an'ın mucizekâr hakikatleri ile muaraza etmektedir. İman hakikatleri, felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, onu tokatlıyor; doğru yolda giden, yararlı felsefeye ilişmiyor.

    Kâfir, Allah'ın Düşmanıdır

    "Her cemal sahibi, cemalini görmek ve göstermek ister." Bir ressamı düşünelim. Yaptığı tabloyu kendisi görür, beğenir. Sonra da başkalarının gözüyle görmek, onların beğenilerini duymak, izlenimlerini almak ister. Şair şiiri, romancı romanı, öykücü öyküsü okunsun, beğenilsin ister. Hüsün ve cemalin fıtratı odur ki, görmeyi ve görünmeyi arzu eder.

    Allah'ın mühim, hayret ve hayranlık verici, gizli kemâlâtı vardır. Allah, yarattığı sanatlarla güzelliklerini teşhir etmek ister. O'nun kusursuz güzellikleri, zenginlikleri takdir edici, istihsan edici gözler, diller, zihinler ister. Bu durum, Allah'ın muhtaç olmasından kaynaklanıyor değildir. Herhangi bir şeye ihtiyaç duyan, eksiği, zaafı olan bir Allah düşünülemez zaten.

    Hodgâm insan, bilmediği ve eli yetişmediği şeye düşmandır. Allah'ın cemali ise, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk, sonsuz bir sevgi ve övgü gerektirir. Dünya hayatı ise çok kısadır. Bir parça tat, bir parça zevk, bir bakış, bir ışık… Sonunda her şey elden gidiyor. Dünyaya doymadan buralardan gidiliyor.

    Her şeyin zevale gittiğini gören, ölümleri görüp duran, bir daha dünya güzelliklerine kavuşamayacağını anlayan inançsız kimse, Allah'a düşman oluyor. Yeryüzündeki cemallere karşı olan sevgisi, düşmanlığa dönüşüyor. Hayreti alaya, küçümsemeye, hürmeti tahkire meylediyor. Bilmediği ve öğrenmek istemediği şeye düşman oluyor. Allah'a inanmadığını söylese de; inandığını, fakat yaratıcının adaletsiz olduğunu söylese de içinde Allah'a karşı gizli bir düşmanlık, kin ve nefret besliyor. Yeryüzündeki, gökyüzündeki güzellikleri görüyor; bunlardan ebediyen ayrılmak, kâfirin ruhunda müthiş bir düşmanlık ve çaresizlik fırtınası oluşturuyor. Kâfir, mutlu görünse de; mutlu olduğunu zannetse de mutsuzdur. Gerçekten düşündüğü zamanlarda müthiş bir açmazın içindedir. İçine düştüğü bataklıktan çıkamıyor. Düşünmemek, ince ve derin düşünmemek için hevesata dalıyor, kendisini geçici şeylerle eğlendirmeye çalışıyor.

    Üzerinde durulması gereken diğer bir önemli nokta da, Hak yolunu terk edenlerin iddialarının birbirine güç vermemesidir. Hepsi de farklı nedenlerle dinden çıkıyor, dine olan ihtiyacını hissetmiyor. Ateistlerin, ağnostisistlerin, Allah yolundan sapanların inkârları birbirine kuvvet vermiyor, birbirini desteklemiyor. Her biri farklı nedenlerle, farklı düşüncelerle doğru yoldan inhiraf ediyor.

    Hak yolundan sapmanın bir kısmı da 'kötülük problemi' ile ilgilidir. Çirkinliklerdeki güzelliği, hikmetleri fark edememek, yaratıcıya kafa tutmaya kadar götürebiliyor insanı. Bir kısım küfür de nefisperestlikten, tenperverlikten, suretperestlikten, dünya ve içindekilerin faniliğini algılayamamaktan kaynaklanıyor.

    İmanın bu dünyada dahi manevî bir cennet hayatı kazandırması ise, ateistlerin hiçbir şekilde karşı koyamadıkları bir hakikattir. Çünkü lezzete, zevke, rahata meftun olan insan, derin ve gerçekçi düşündüğünde imanın bu dünyada bile insanı mutlu ettiğini anlar. Allah, insanı baskı altına almıyor, ona zulmetmiyor. İnsan, Allah'a yaklaştıkça, O'nun istediği gibi yaşadıkça, O'na güvendikçe, dayandıkça, O'nun mutlak iradesine teslim oldukça mutlu oluyor. Allah'tan uzaklaşan ve kopan insan mutlu olduğunu sansa bile gerçekten mutlu olamıyor. Çünkü dönüş, ister istemez Yüce Yaratıcı'yadır.

    Öz

    İnsanın yaratıcısını bilmesi, tanımaya çalışması, evreni ve evrende cereyan eden olayları sorgulaması, onun en aslî ihtiyacıdır. Bu arayış ve sorgulama sırasında insan yalnız bırakılmamış, insanın yardımına Hakk elçileri, kutsal kitaplar gönderilmiştir. Ayrıca evren ve vicdan da insana Yaratıcı'yı tanıtan, doğruyu gösteren bir konumda daima uyarıcı görevini üstlenmiştir.

    Dünyadaki sınav sırrından dolayı, hakikatlerin üzerine 'tenteneli bir perde' serilmiş, böylece akla kapı açılmış, ihtiyar elden alınmamıştır. Bu yüzden insanlık tarihi boyunca inananlar ve inanmayanlar olmuştur.

    Bu makalede, Risale-i Nur'daki iman hakikatlerinden kısa bir özetle iman, dinsizlik, ateizm kavramları ele alınmakta, inanan-inanmayan insan karşılaştırmaları yapılarak imanın iki dünya saadetini insana kazandırdığı delillerle ortaya konulmaktadır.

    Anahtar Kelimeler: Allah, vahdet, iman, ateizm, felsefe, mutluluk

    Abstract

    It is the most principal need for man to recognise his Creator, to try to know about Him, and to question the events in the universe. The man is not left alone in this quest and questioning, but rather he was sent prophets and divine books. Also, the universe and conscience helped the man by presenting the Creator and showing the truth.

    There is "an awning veil" before the truth due to the secret of exam in this world, therefore, there opens the door but the choice is not taken away. As a result, there have been both believers and unbelievers in the history of the mankind.

    This article deals with the concepts of faith, irreligion, and atheism under the light of the signs leading to faith in Risale-i Nur, offers a comparison between believers and unbelievers, and puts forward with proofs that faith brings happiness in both worlds.

    Key Words: God, Unity, Faith, Atheism, Philosophy, Happiness